soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +Taytsız Cem'in öyküsü, kaldığı yerden..(IV) + Sahaflar Çarşısı(XXXVI) -15 Aralık 2024-

 Taytsız Cem'in öyküsü, kaldığı yerden...(IV)-Melis Gönenç-

Cem Görk, modern dansın liberal içeriğini kültürel ve ekonomik anlamda en iyi kavramış ve bunu önce CPM-İstanbul, ardından Duende Global adlı şirketleriyle yaşama geçirmiş Devlet Balesi dansçısıdır.

Taytsız Cem, İzmirli orta sınıf bir ailenin çocuğu. Konservatuarda bale eğitimini 12 Eylül/YÖK yıllarında alıyor. Bu dönem, ADK’nın Laik Cumhuriyet ile temellenen “yüksek sanat” kurum ve kültür algısının sorgulanmaya başladığı, neoliberal yıllara geçiş köprüsü olan dönemi. İhsan Doğramacı-Ersin Onay ikilisinin kurumu liberalleştirme kararlılığının 12 Eylül şiddetine yaslanarak görünürlük kazandığı karanlık zamanlar… Cebeci’deki tarihi binanın terki, konservatuarların üniversitelere bağlanma dangıllığı, sanatçılara akademik unvan dağıtma görgüsüzlüğü, nicelik tutkusunun yarı-zamanlı statüyü dayatması, okul-kurum ilişki dengesinin tamamen bozulup, piyasaya eleman arzının artışı vb. Kısaca, 1936 ortodoksluğunu aşındırma sürecinin hız kazanışı…

Küçük Taytsız okumayı hiç sevmiyor. Kitaplar onu çekmiyor. Uzun konuşmalar, anlatılar, kurgular canını sıkıyor. Hep bir şeyler yapmak, bir şeyleri yönetmek, kısa sürede başlayıp bitirilecek işlerin çekiciliğine tav olma eğilimi öne çıkıyor. Taklit yeteneği ise ilgi çekmesini sağlıyor. Hayta denemez; yalnızca entelektüel kumaşı yok.  Ama hesap eden, somuta oynayan bir kafası var. Tipik küçük burjuva kültür koordinatlarına sahip: Hesapsız riskten uzak durmak; kendini sağlama almak için merkezde, yönetsel alanda bulunmayı yeğlemek; ilişkilerde geniş yelpaze, somut kazanç ilkesini rehber edinmek; nostaljiden uzak, yükselen değerlere yatırım yapmak; trajik olanı geride bırakmakta ayağına çabuk olmak…

Son derece pragmatik bir yaşam felsefesi… Liberal kültür ve duyarlılığın hammaddesi…

Küçük yaşta bile gözlenebilen bu özellikleri, Taytsız’ın yaşamını klasik dansçı ekseninin çok ötesine taşıyacaktır.

Aile, bu durumda, memuriyet garantili ama “okuma” ve “büro rutini” gerektirmeyen bir alan arar. Bale idealdir. Özellikle erkek dansçılar için konservatuar sonrası DOB sanatçılığı çantada kekliktir. Bir kere oraya kapağı attıktan sonrası ise çocuk oyuncağı...

Ülkede erkek çocukları baleye göndermenin sakıncaları hakkındaki yerleşik sözlü literatür, işleri kolaylaştıran bir etmen; hani neredeyse koltuk değneğiyle yürümeyen her erkek çocuk konservatuvar bale bölümüne hoş gelecek durumda. 

Önce Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Devlet Konservatuarı Bale Bölümü’ne gidiyor. İki yıl okuyor. Ancak bölümün teknik düzeyi epey düşük. Üçüncü sınıfta ADK’ya geçmesine karar veriliyor. Okulun yatılı olması, kararın daha kolay verilmesini sağlıyor.

ADK’daki ilk yılında, zayıf tekniğini hale yola koyabilmek için epey uğraşılıyor. İkinci yıl, Nugzar Magalaşvili (Nukri)’nin sınıfına katılıyor. Sınıf arkadaşlarından biri Cavlak Volkan olacaktır. Kişilikleri, dünyaya bakışları benzerdir. Aynı dönem, aynı torna, aynı ürün… Tek fark, Cavlak’ın sanatsal anlamda çok daha yetenekli oluşudur. Taytsız, ortalama dansçılığı hiçbir zaman aşamayacak, zaten bu yönde bir çabası da görülmeyecektir.

Modern dansın öğrettikleri

O yıllar Rocky/Rambo filmlerinin dünyayı sardığı, “işlenmiş beden”in tek başına “işlenmiş birey” olduğu anlayışının, dolayısıyla da her tür değer ve özgürlüğü hak ettiği liberal yaklaşımının güçlenmeye başladığı yıllardır. “Ben”, “Biz”i geride bırakmaya adaydır. Taytsız Cem baleyi sever ama sıkı ve dar kurallar sepetinin neden biraz daha gevşek dokunmamış olduğunu bir türlü anlamaz. Rahat olmak ister. Sepete çok daha değişik, ilgi çekici şeylerin konabilmesi gerektiğini düşünür. Görünür, renkli, içine alıcı, özgürlük esinleyen falan. Bedene yaslanan hesaplı bir marjinallik, kişiliğine de, ortalama yeteneğine de çok uygundur. Oysa klasik balenin ne ruhu, ne de fiziği buna elverişlidir.

Aradığını modern dansta bulacaktır. O kadar doğru bir adrestir ki… 

Modern dans, Kozmik Beyhan; Kozmik Beyhan da yaşam akışını bütünüyle değiştirecek kutsal Meryem Ana anlamına gelecektir.

Okulu bitirir bitirmez, Kozmik’in POST’unda sahneye çıkar. Aynı yıl DOB’a girer. MDT kurulalı henüz iki yıl olmuştur. O artık MDT ve Kozmik’in ayrılmaz bir parçasıdır.

Yaşamın başarı formülünü ondan öğrenir. Kozmik’in felsefesi oldukça yalındır: “Para sana gelmez, sen paraya gidersin.” Taytsız Cem için öğrenmesi ve yaşanması zor olmayacaktır. Hem de hiç…

Kozmik’in izinden giderek, Murphy’nin dört önemli ilkesinden gireceği sınavı başarıyla verecektir:

  1. Ortalama bir yeteneksen, sahne gerisinin getirisi, sahneninkini çift sayılarla çarpar. Dolayısıyla, sanatın işletmeciliği, kendisinden çok daha çekicidir.
  2. Sanatın yükseği, alçağı olmaz; çok kazandıranı, az kazandıranı olur.
  3. Para yönetsel alandadır. Yönetsel alan ise “merkez”de yer alır. Merkezin bileşenleri içinde inanç/din önemli bir meşruluk göstergesidir. Onsuz olmaz.
  4. Evliliğin her türü, getirisi götürüsüne denk ya da onun altında olmadığı sürece kârlı, yani kutsaldır.

MDT’de bir, iki yıl dans ettikten sonra, işi tamamıyla “yönetsel” alana kaydırır:

2000-2005: MDT Eser Prodüksiyon Sorumlusu, sahne amiri.

2000 ve 2002’de Kozmik’in düzenlediği Dans Platformu koordinatörü.

1. (2002), 2. , 3. ve 4. (2005) Uluslararası Bodrum Bale Festivali Dış İlişkiler ve Sahne Amiri. 5. ve 6.’nın ise Festival Başkan Yardımcısı.

2005-2008: İDOB Bale Bölümü Sahne Teknik Koordinatörü, Eser Prodüksiyon Sorumlusu, Turne Sorumlusu. Söz konusu dönemin, Kozmik’in İDOB’daki sorunlu başkoreograflık dönemini kapsadığına işaret edelim.

2009-2010: İDOB Bale Bölümü Turne Sorumlusu.

2010: İstanbul 2010 AKB Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Bölümü Prodüksiyon Yönetmeni. Bu bölümün başında Kozmik Beyhan’ın bulunduğunu belirtmiştik. Yine aynı çerçevede, Kozmik’in düzenlediği Dans Platformu’nun Sahne ve Prodüksiyon yönetmeni.

Liste uzayıp gidiyor...

Dikkat çeken üç etkinlik ise Taytsız’ın politico-ticari ilişkilerine ayna tutması açısından anlamlı:

23. Universiade 2005-İzmir: Dünya Üniversitelerarası Yaz Spor Oyunları’nın 23.sü, 11-21 Ağustos 2005’te İzmir’de yapılır. Taytsız Cem, “Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en büyük organizasyon” olarak tanıtılan bu etkinliğin açılış ve kapanış törenlerinin sahne amiridir. 

Ülkenin tanıtımını amaçlayan açılış töreni, 131 ülkeden 9934 sporcu ve teknik adamın katılımı dışında, dünyaya canlı olarak da yayımlanmıştır. “Güneşin Doğduğu Yer: Anadolu” adlı devasa gösteride, 200’ü profesyonel, 858 dansçı yer alır. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya balelerinden gelenlerin de dahil oldukları dansçılar değişik tarihsel dönem, figür ve kültürel simgeleri canlandırırlar: Urartular, Lidya, Roma, Bizans, Kibele, Troya, Kommangene, Nemrut, Göktürk, Uygur, Altınordu, Osmanlı, Hezarfen Ahmet Çelebi, Piri Reis, III. Selim, Topkapı Sarayı, Mehter takımı, Kırkpınar güreşleri, halk oyunları… Her şey vardır ama Laik Cumhuriyet ve Atatürk yoktur. Son durak, Osmanlı’dır. Geçmiş ile çağdaş Türkiye sentezinin göstergesi ise Mevlana. Genel Müzik Direktörü Mercan Dede’nin neyi ve müzikleri eşliğinde göğe yükselen bir semazen ve huşu âlemine davet eden 100 kişilik sema gösterisi… 

Neresi mi çağdaş? 

Herhalde Mercan Dede’nin punk saçları ve artık pop-sema mı, elektro-sema mı ya da tekno-sema mı dersiniz, dönüp duran üniversite öğrencileri.

23. Universiade 2005-İzmir. Bir semazen göğe yükselir, 100 semazen döner; “muasır medeniyet” yolu.

İyi de neden Laik Cumhuriyet ve Atatürk yok?

Başbakan Tayyip Erdoğan, bazı AKP’li bakanlar açılışa katılacaktır da…

Tabii, biraz cila gerekiyor: 

“İcra Komitesi Başkanı Taha Aksoy, bir soru üzerine, “milliyetçi öğeler taşıdığı” gerekçesiyle Atatürk’ü koymadıklarını söylemiş. Gösterileri düzenleyen sanat yönetmeninin eleştiriler karşısındaki yorumu da ilginç: “ Biz bunu dünyaya Türkiye’yi anlatan bir şov olarak seçtik. Cumhuriyet döneminin anlatılmamasına ilişkin eleştiriler olabilir. Şovda barışın öne çıktığı bir organizasyonda savaş unsurlarını kullanmak istemedik.” (D. Hasol, Yok Sayılan Cumhuriyet Dönemi, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2005)

O genel sanat yönetmeninin kim olduğunu biliyor musunuz?

Organizasyonu üstlenen FYM Creative Group adlı şirketin sahibi Yavuz Özdel. 1974-2000 yılları arasında İDOB dansçısı olup, 1990’da bu şirketi kurarak, piyasa ile bale ilişkisini geleneksel bale dershanesi modelinin dışına taşıyan, ayrıca, 1988’den beri de Dans Akademi Bale dershanesinin sahibi olan tüccar dansçı.

İslamcılar, iktidara gelişleri sonrasında, Laik Cumhuriyet’e bu denli büyük ölçekte, ayrıca bir “yüksek sanat” üyesi tarafından organize edilmiş saldırıyı, doğal olarak, pek takdir ederler. Sözü edilen İcra Komitesi Başkanı Taha Aksoy’u 2007 genel seçimlerinde AKP İzmir milletvekili olarak Meclis’e sokarlar. Yavuz Özdel’in ise önünü iyice açarlar. Oprah Winfrey’in Çırağan’da verdiği en az bir buçuk milyon dolarlık parti türü büyük organizasyonlardan büyük paralar kazanır. İDOB dansçılarına giderek daha fazla “ekstra” sağlayarak, devlet balesinin piyasa ile organik hale gelişindeki kilit isimlerden biri olur.

İşin neoliberal estetiğini, yani, fusion’u da unutmamalı:

Gösteri koreograflarından biri olan Erdal Uğurlu“Şöyle keyif alıyorum burada; karmakarışığız biz burada, semazenler var, balerin arkadaşlar var, halk oyunlarından arkadaşlarımız var. Böyle bir karışım, miksaj belki de ilk kez  oluyor. En önemlisi de 200 tane profesyonel dansçı arkadaşımızın bir araya gelmesi enteresan bir olay.” (Suha Çalkıvik, Dünya, Güneşin Doğduğu Toprakları İzleyecek)

Ya Kozmik Beyhan? O bu işin neresinde?

Kırkpınar şovu var ya; Shaman dans topluluğu onun Pehlivan koreografisini canlandırdı. MDT’ci Yener Turan çalıştırdı.

Laik Cumhuriyet’e posta konacak, İslamcılar not verecek, Mercan Dede olacak, Mevlanacılar cirit atacak, her yeri fusion basacak ve Kozmik olmayacak… İşte buna hayal ötesi denir.

Yeri gelmişken; sizce, Kozmik, Cumhuriyet’e kültürel aidiyeti nasıl algılıyordur?:

[1923 Müzikali vesilesiyle]

Ayşe Arman: Sen bir Cumhuriyet çocuğu musun?

Beyhan Murphy: Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan herkes bir anlamda Cumhuriyet çocuğu.” (www.armanayse.com, t.y)

Sanırım, anlaşıldı.

Peki, Taytsız Cem?

İslamcılar nezdinde makbul sanatçı-tüccar listesine adını yazdırmış oldu. Gerisi gelecekti: 

İngiltere Kraliçesi II. Elisabeth’in, 13-16 Mayıs 2008’de gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında verilen resepsiyonun etkinlik sorumlusu. 

Aynı yıl, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 3-8 Haziran tarihleri arasında Japonya’ya yaptığı resmi ziyaretin etkinlik sorumlusu.

Bu ilişkiler nasıl mı kuruldu?

Modern dans nelere kadir, bir bilseniz…

Taytsız’ın Kozmik’ten öğrendiği, başarıya götüren dört Murphy ilkesini unutmadınız, değil mi?

Meryem Ana, Meryem Hoca… Akıllı koca 

Taytsız Cem MDT’ye girer girmez Kozmik’in rahle-i tedrisinden geçmeye başlar. İlk ders, mistik dünya inancının inşasıdır. Taytsız’ın o taraklarda bezi olmadığından, hesaplı bir hayranlıkla dinler, etkilenir. Kozmik söylüyorsa, mutlaka bir işe yarayacak demektir. Şakra, enerji, reenkarnasyon, tasavvuf, vecd, Mevlana vb. Taytsız durumu hemen kavrar. Bir ara kafasına Mısır eşarbından sarık türü bir şeyler dolayacak kadar da… Neyse.

İkinci ders, okulda Sovyet kökenli eğitmenlerden öğrendiği kuralcı ve klasik yaklaşımı unutmak, her şeyin her şey ile yan yana gelebilirliğine, iç içe geçebilirliğine yönelik “özgürlükçü” tavrı benimsemektir.

Ve üçüncü ders: Karşı cins ile kurulacak ilişkiler, sınıf atlanmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır.

Taytsız üçte üç yapacaktır.

                               Bahar Korçan-Cem Görk. Mutluluğun anahtarı yaş değil, paradır.

Siyasal açılımı olmadığı sürece özel yaşamlara girmiyoruz. Ama burada ciddi bir siyasal ağ var; zorundayız. 

1998 yılındaki Afife için Kozmik’in İstanbul’dan çağırdığı yakın arkadaşı, sosyete modacısı Bahar Korçan altı ay önce eşinden ayrılmış, ruhsal açıdan türbülansa girmiş durumdadır. Kendisinden 12 yaş küçük olup, o sırada 22 yaşındaki Taytsız’a abayı yakması zor olmaz:

“Kızımın babasından boşanalı 6 ay olmuştu. Mutsuz olduğum bir dönemdi. Tek başına bir anne olarak hayatta durabilmek ve bütün o duygusal pozisyonları atlatabilmek çabasında olduğum bir dönemdi. Cem'i o dönem tanıdım. Bir lütuf gibi, varlığına inanamadım… Gerçekten bir sürü mucize var hayatımızda… Cem de benim için bu mucizelerden biri… Yonca Evcimik, benim çok yakın arkadaşım… Bana çok destek oluyordu. 'Nasıl gitti Ankara?' diye sordu. Birini gördüm orada, adı Cem,' dedim. 'Çok tuhaf,' dedim. 'Ateş çıkıyordu gözlerimden,' diye anlattım Yonca'ya. Aşkımın ilk şahidi Yonca'dır.” (T. Tekelioğlu, sabah.com.tr, 11 Temmuz 2009)

Taytsız’ın, kolaylıkla öngörülebileceği üzere, Bahar Korçan’dan çok çabuk etkilenecek olmasının gerekçeleri ise firesizdir: Kozmik’in arkadaşı, zengin ve ünlü:

“Hayranlıkla beklediğimiz bir dizaynır geliyor. Ve o lütuf etti bizim için bir şey yapıyor. Etkilenmiştim.” (A.g.y.)

“Askerdeyken Bahar beni ziyarete geldi. Beyaz bir Mustang sabahın dokuzunda tugaya girdi. Siyah gözlüklü, siyah saçlı bir kadın arabadan aşağı indi. Bütün Tugay bakıyor; kim bu diye.”  (A.g.y)

Kozmik’in asla getirisi olmayan işlere tebelleş olmayacağının önemli bir kanıtı da, Taytsız’ın yolunu açan şu ünlü reenkarnasyon inancıdır:

“Cem, ilk günden itibaren hep bana, 'senin için geldim' der. Ben de O'na, 'Sana inandım,' derim. Reenkarnasyona inanıyoruz: Bu ilk beraber oluşumuz değil. Bundan evvelki yaşamda da beraberdik… Birbirimize çok açığız. Çünkü ben, reenkarnasyona inanıyorum, evrende farklı şeylerin döndüğüne inanıyorum. Bu anlamda baktığımız da bence, bu yaşamımızda biz, birbirimizi hak ettik. Beraber oluşturduğumuz bazı şeyler var. Bu bir hak ediş.” (A.g.y.)

Böyle başlayan yıldırım aşkı, Bahar Korçan’ın oturaklı bir magazin figürü oluşu ve aralarındaki ciddi yaş farkı nedeniyle, magazin dünyasına konu olur. Taytsız’ın umurunda mı? Kozmik’ten öğrendiği altın kuralı uygular: Bu ilişkinin getirisi çok yüksek. Üstelik yaş farkı, doğal olarak, getirinin maksimalize edilmesini sağlıyor:

“Bir sürü zorluk, Bahar'ın ünü, ikimizin birlikte olmaya başlaması, hep başkaları tarafından konu edildi. Hiçbirinden de çekinmedim.” (A.g.y.)

Baba Görk de gayet mutlu. Büyük bir dansçı olamayacağını anladığı oğlunun nihayet sınıf atlayacağına inancı tam:

“Problem şu. Aramızda yaş farkı var. Ben, Cem'den 12 yaş büyüğüm… toplum normlarında olmayacak bir şey. Boşanmışım ve bir kızım var. Cem benden küçük, hiç evlenmemiş. Cem'in babasının yaklaşımı olağanüstü idi. İlk öğrendiği günden itibaren, aynı bizim gibi davrandı. 'Sevmişsiniz birbirinizi önemli olan bu,' dedi ve yürüdü.” (A.g.y.)

Birlikte yaşamaya başlayan çift, 2015’te evlenir. Taytsız 29, Bahar Korçan 41 yaşındadır.

2005 yılı önemlidir; Kozmik’in İstanbul’a gelişi ardından, Taytsız da Ankara’yı terk edip, İstanbul’a, Kozmik’in başkoreograf olduğu İDOB’a gelir. Gelir gelmez de “yönetsel” alana yerleşir. Yukarıda ayrıntısını verdik. Zaten o şekilde anlaşmışlardır; Kozmik başkoreograf olacak, onu da yanına aldıracaktır. Evliliğin de aynı zamana denk düşürülmesi, olası bürokratik engelleri aşmaya yönelik olduğu kadar, şirketleşme hazırlıkları sürecindeki işlevselliği içindir de. 

Taytsız’ın İstanbul yılları, bu iki kadından öğrendiği, ''Para nasıl kazanılır?''ın uygulama yılları olacaktır.

Bahar Korçan’ın geniş çevresi içinde hemen her tür etkili insan vardır: İş dünyasından, popüler sanatçılardan, siyasetçilerden, medya patronlarından, magazincilerden, devlet çarklarına egemen olmaya başlamış İslamcı kremadan, tesettürlü eşlerinden… Korçan için paranın rengi yoktur. İdeolojinin de. Taytsız’ı bu çevreye sokar. İşadamlığı ve ticaretin ilk koşulu, etkili insanlar ile ilişkide olmaktır. II. Elizabeth’ten Abdullah Gül’e uzanan o yolda, Bahar Korçan’ın ve Kozmik üzerinden Mustafa İsen’in ve tabii, kıymetli evliyamız Hacı Ahmet Kayhan Hazretlerinin parmak izlerini saptamak zor olmayacaktır.

Universiade 2005-İzmir’in açılış ve kapanış törenlerindeki rolüne gelince; FYM Creative Group’un patronu Yavuz Özdel, Bahar Korçan ile iş yapmaktadır, onun çevresindendir. Defileler, değişik “event”ler… Nitekim İzmir 2005’te de Korçan ile çalışacaktır. Taytsız da eş kontenjanından projede yer alır. İlk kez bu derece büyük bir organizasyonda bulunmuş, orada adeta staj yapmıştır. Bu işin çok kârlı olduğunu yakından görecektir. 

Korçan ve Kozmik’in itimi ve desteğiyle, 2006’da, kendi şirketi CPM’yi kurar. Reklam, organizasyon, “event” vb. İDOB’daki “bale sanatçısı” kimliğine, işadamlığı da eklenmiş, modern dansın “fıtratı” kemale ermiştir.

Bu şirketin ne tür işler yaptığı ile ilgili birkaç kısa bilgi vermeden önce, Bahar Korçan-Taytsız aşkını tamamlayalım:

“Altıncı hislerim çok güçlüdür. İçten gelen hisle görür görmez Cem'e inandım. Bir an tereddütüm olmadı… Cem'e ilk günkü kadar aşığım, sonuna kadar beraberiz.” (A.g.y.)

Korçan’ın altıncı hissi bayağı yanılacaktır. 2015’te kansere yakalanır. Taytsız ile 6 Haziran 2018’de boşanırlar. 11 Kasım 2021’de yaşamdan ayrılır.

Neden mi boşanırlar?:

“2005 yazında evlenen ve hep örnek gösterilen çiftin mutluluğu, maalesef üç yıl önce Bahar Korçan'a yumurtalık kanseri teşhisi konulunca sekteye uğramış. Bu üç yıllık süreçte Cem Görk, hiç eşinin yanında olmamış ve evlilikleri bu yüzden bitmiş.

Onkoloji Derneği'nden bir arkadaşım; kansere yakalanan kadınların yüzde 65'inin ya boşadığını ya da yalnız bırakıldığını söyledi.

Üstelik bunu yapan erkeklerin yüzde 90'ı şehirli ve eğitimli erkeklermiş. Maalesef Bahar Hanım da, bu yüzde 65'lik dilime girmiş. En çok ihtiyacı olduğu dönemde eşini yanında göremeyen Bahar Hanım, vefasız eşinden boşanmış… Cem Görk'ü Allah'a havale ediyorum!” (B. Cankurt, sabah.com.tr, 12 Haziran 2018)

Bahar Korçan, “Hayatımızda birbirimizi bulmamızla başlayan mucizeler oldu” diyor. Onun cephesindeki mucizeleri bilemeyiz. Ancak, Taytsız’ı, Devlet Balesi’nin en zengin işadamlarından biri yapacak olan CPM ve izleyen Duende şirketleri “mucizesi” gözlerimizin önünde.

                                                     Cem Görk’ün CPM şirketi yüksek sanat soluyor.

Devlet Balesi’nde şirket kültürü

Taytsız, 2006’da kurduğu reklam, organizasyon, “event” şirketi CPM ile iş dünyasına işadamı sıfatıyla adım atar. “Memur sanatçı”lık, resmen “işadamı sanatçı”lığa dönüşmüştür. Yeni Türkiye’nin gerçeği budur. Üstelik eski Türkiye’deki gibi, “baleci ticareti bale dershanesinde yapar” anlayışını fersah fersah aşan bir liberal açgözlülükle.

Bilmeyenler için yazalım: Ticaret erbabı balecilerin en sevdikleri işlerin başında defileler gelir. Hem kolay iştir, hem de güzel para bırakır. Tabii, başka cins avantaları da var. 

CPM şirketi, Bahar Korçan’ın modacılığı ve ilişkilerine yaslanarak, onlarca defile düzenler. Sonrasında çember giderek genişleyecektir. Kuşbakışı örnekleyelim:

Adidas, l’Oréal, Estée Lauder, Jotun, MAC, Volvo, Porshe, Reebok, Swarovski, Swatch, Cacharel, Nuxe,  gibi büyük markalar için düzenlenen “lansman” etkinlikleri, dizi yapımcılığı, ödül törenleri, film galaları, dijital tasarım ve sosyal medya içerikleri… Uzatmayalım. Ama öyle işler yapıyor ki, insan hayretler içinde kalıyor: Çırağan-Kempinski Hotel’de ICBC’nin Tekstil Bank’ı satın alma lansmanı (25 Haziran 2015), bu bankanın Tekstil Bank’ı alarak Türkiye piyasasına girişinin birinci yıl kutlaması (18 Haziran 2016), Antalya Rixos Sun Gate Hotel’de Halkbank yöneticiler toplantıları (11 Nisan 2015, Nisan 2016) vb. Modern dans eşlikli birini izletelim: https://www.youtube.com/watch?v=CxvrYRGHq5M

Taytsız Cem’in CPM şirketi ile Cavlak Volkan arasında bir ticari ilişki var mı?

Bilmiyoruz. Ama CPM’nin sosyal medya hesaplarında, 22 Eylül 2022 tarihli şu paylaşım ilginç:

“Nohlab’ın sunduğu ve koreografisini Volkan Ersoy’un hazırladığı, 5 farklı sanatçının 5 farklı yöntem kullanarak insan bedeninin hareketlerini uzay ve zamanla ilişkilendirdiği 10 dakikalık görsel ve işitsel deneyim olan “5 Movements”, New York Hall Des Lumieres’de sanatseverlerle buluştu.”

Bizim Taytsız’ın işleri gayet gıcır. Siyasal, ticari ilişkilerinden kaynaklanan avantajları fevkalade akıllıca kullanıyor. Ara sıra İDOB’a uğrayıp, gerekli kâğıtlara adını yazdırmayı da ihmal etmiyor. Teşvik, maaş, her tür özlük hakkı… 
Hamd ü senalar olsun! İnsan başka ne ister ki?!

Yukarıda, 2019’da kurulan Duende Global adlı şirketten söz ederken, şöyle demiştik:

“Bu şirketin özelliği, bugün DOB’u İslamcı silahı ile rehin almış bale tayfasının Bermuda Liberal Üçgeni’ni oluşturan üç ismini yan yana getirmiş olması: Milli Tacir, Cavlak ve Cem Görk, nam-ı diğer, Taytsız Cem. Tabii, uzantılarıyla beraber DOB’u ahtapot gibi sarmayı planlıyorlar.”

İşte, bizim Taytsız bu şirketin kurucu ortaklarından.

Peki, ya Cavlak?

Kurucu ortak mı, gizli ortak mı, ya da ikisi de değil mi, rivayet muhtelif. Ancak şurası kesin: Cavlak ile Duende Global arasında sıkı bir ticari ilişki var. 2021 Kasım’ından başlayarak sahneye taşınan, Cavlak Volkan’ın Jazz for Kids’inin yapımcısı bu şirket. Bazı çocuk şarkıları caz formunda çalınıyor, dans ediliyor.

Neden mi caz?

Öncelikle “caz” değil, “jazz”. Sonrasında, “jazz, insana kendini tanımanın ve tanıtmanın yeni yollarını” gösteriyor da ondan.

??????????????

Neyse, belli ki kalın kafalısın. En iyisi şirketin açıklamasını oku:

“Çocuklara özel düzenlemelerle, oda orkestrası eşliğinde çocuklara jazz’ı tanıtan Jazz for Kids hem eğlenceli hem de eğitici bir dünyanın kapısını aralıyor. Her yaştan bireyler için kendini tanımanın ve tanıtmanın yeni yollarını oluşturan jazz, şimdi çocuklara yeni deneyimler sunmak için profesyonel ve keyifli anlar yaratıyor.” (duendeglobal instagram, 2 Nisan 2023)

Cavlak Volkan’ın ticari kumaşı sağlamdır, demedik mi? Her bale dershanesi sahibi gibi hedef kitlesi çocuklardır. Buna bir de cari ve zorunlu kültür normlarından cazı ekledin mi, elbette gösteriler kapalı gişe.

Yoksa Milli Tacir Tan Sağtürk de Duende Global’in ortaklarından mı? Bilmiyoruz. Ortada kârlı bir ticaret olunca, kimin eli kimin cebindedir, izini sürmek kolay olmaz. Milli Tacir’in Bale Masalları etkinliği de Duende Global ile ticari aşk yaşayanlardan. Tan Sağtürk Akademi’nin 52 çocuk sanatçısının performansı olup, özel görseller eşliğinde sunulan bu gösterinin senaryosu Cavlak Volkan’a ait. Hedef kitle yine çocuklar ve tabii, yine kapalı gişe. 

Yeni Türkiye’de yaşıyoruz. Genel Müdür ve yardımcısının ticari ortaklığı olup, piyasada iş yapmalarından daha doğal ne olabilir ki?

Bitmedi, Papagenolar, Wolfie Harikalar Operasında, Ludwig ve Arkadaşları adlı çocuk yapımları da Duende Global’in portföyünde bulunuyor. Her üçünde de Tan Sağtürk Akademi’nin çocukları dans ediyor. Bunların hepsinde Ergen Caner (Akın) belirleyici konumda. Onun Duende Global ile ticari ilişkisi ortaklık boyutunda mı, proje temelli mi? Hangisi olursa olsun, sonuçta, Tan Sağtürk genel müdür olunca, ticari iş ortağı Volkan Ersoy’u yardımcısı, bir diğer iş ortağı Caner Akın’ı da İDOB başrejisörlüğüne oturttu. Bu konuya, ileriki sayfalarda biraz daha yer açacağız.

Duende Global yazımızın konusu olmadığı için, şirketin etkinlik yelpazesi ve alanı ile ilgili diğer ayrıntılara girmiyoruz. Ancak “yüksek sanat”ın liberalleştirilme işlevinde özellikle Murat Cem Orhan ile kurulan ilişkinin çok dikkat çekici olduğunu belirtelim. Murat Cem Orhan’ın ticari kumaşı ve ilişkileri göz önüne alındığında şaşırtıcı olmayan bu birlikteliğin boyutları epey kapsamlı görünüyor. 

Nitekim şirket, Orhan’ın CRR Genel Sanat Yönetmeni olarak atanmasından yalnızca iki hafta sonra kuruluyor ve CRR’ye epey iş yaptığı gibi, Orhan ile CRR dışında da çalışıyor. Şirketin kurucu ortağı Begüm Başbuğ, bir süre öncesine kadar, İBB Kültür Dairesi Başkanlığı Koordinatörü, DOB kökenli Figen Ayhan (Karakelle) ile pek yakın. Figen Hanım, Liberal Orhan’ın CRR’nin başına getirilmesindeki etkin isim. Peki, Liberal Orhan bu şirketin gizli ya da açık ortaklarından mı, yoksa bildik kazan-kazan kepçesi mi?

Her ne ise; Duende Global’in sitesinde öyle bir Murat Cem Orhan tanıtımı var ki, insan gözleriyle görmeden asla inanmaz. Olduğu gibi, fotoğraflı filan verelim de, “Yok canım, sözü edilen mutlaka başka biridir!” kuşkusu doğmasın:

Nasıl ama? 

Büyüleyici neoliberal kuşağımızla gurur duymalıyız.

Ergen Caner, Rengim Gökmen, Tan Sağtürk portrelerini okumak da ayrı bir zevk; müthiş mizahi anlatımlar. Kahkaha garantili. 

Numunelere göz atın:

Caner Akın-Opera Direktörü: Olağanüstü yetenekleri hem sahneyi hem de yönetmen koltuğunu aydınlatan tenor ve opera yönetmeni… Vizyon sahibi bir opera yönetmeni olarak müzik, drama ve sanatsal ifadenin sinerjisiyle hayat bulan büyüleyici anlatıları yönetiyor… Caner Akın’ın sanatı, her adımında ve her aryasında opera dünyasının sınırlarını aşarak, sahnede onun büyüleyici varlığına tanık olacak kadar şanslı olanların kalplerinde silinmez bir iz bırakıyor.”

Rengim Gökmen-Kondüktör: Büyüleyici senfonileri ve sınırlara meydan okuyan besteleriyle geleneği yenilikle kusursuz bir şekilde harmanlayan vizyoner bir orkestra şefi, besteci ve çok boyutlu sanatçı… Müziği görsel sanatlar ve edebiyat alanına dönüştüren yaratıcı bir ruhla… dünya çapındaki izleyicileri büyüleyip…”

Tan Sağtürk-Bale, Koreograf: Türk aktör, balerin ve koreograf…”

Sıra, Türk Halk Edebiyatı antolojisine girmeye aday harika bir masalda.

Haftaya: Arzu Kız ile Koruk Naci'nin öyküsü

                                                                   /././

İlk kadın ressamımız Mihri Hanım -Fide Lale Durak- 

                          *Kapak resmi: Mihri Hanım, Otoportre, 1918-1921

''Mihri Hanım’ın sıra dışı hayatı daha fazla araştırmayı hak ediyor.''

Sanat tarihinde kadının yeri azdır ve bu durum sadece ülkemizle sınırlı olmayan bir sınıflı toplum sorunudur. Örneğin Avrupa modern sanatının, erkek ressamlar üzerinden anlatıldığı kolayca farkedilebilir. Bunun bir nedeni kadınların görmezden gelinmesiyken diğer bir nedeni de erkek sanatçı sayısının kadınlardan daha fazla olmasıdır. Genel olarak erkeklerin eğitim görme, iş hayatına atılma, evin dışında bir yaşama sahip olma gibi özgürlükleri daha fazla olduğu için herhangi bir mesleğe sahip erkek sayısı da otomatik olarak daha fazladır. İşte tüm bu zorluklar varken, erkeklerin egemen olduğu entelektüel alanda sıra dışı yaşamı, cesareti ve yeteneği ile öne çıkmış bir kadındır Mihri Hanım.

Mihri Hanım, 1886 yılında İstanbul Kadıköy’de, Rasim Paşa Konağı’nda dünyaya gelir. Anne ve babası Abhaz-Gürcü’dür. Babası Dr. Çerkez Ahmet Rasim Paşa, Askeri Tıbbiye’de Tıbbiye Nazırıdır. Aristokrat bir ailenin imkanlarına sahip bir çocuk olarak edebiyat, müzik ve resim dallarında eğitim alır ama en çok resme ilgi duyar. Bu yüzden eğitimine resim üzerinden devam eder.

Mihri Hanım’ın eğitimindeki kırılma noktalarından biri, II. Abdülhamit’e bir resmini hediye etmesi ile yaşanır. Bu sayede genç yaşta saray ressamı Zonaro’nun Beşiktaş’taki atölyesinde öğrenci olur. Böylece ilk kadın ressam olarak anılmasını sağlayacak üretimlerine başlar ve sanat çevrelerinde tanınır. 

Mihri Hanım, özgür ruhludur. Hayatına dair birbiriyle çelişen efsanevi bilgiler vardır. Bir kaynağa göre on yedi yaşında bir müzik dinletisinde tanıştığı İtalyan kökenli müzik şefine âşık olup peşinden sahte pasaportla Roma’ya kaçmıştır. İtalya’da bir süre kalmış sonra sanatın merkezi Paris’e geçmiştir. Sanatçıların ve devrimcilerin mekânı Montparnasse’da hem evi hem atölyesi olarak kullanacağı bir daire tutup, bir odasını öğrencilere kiraya vererek ve yaptığı resimleri satarak geçimini karşılamıştır. Kiracılarından biri, Sorbonne’da siyasi bilimler öğrencisi olan, âşık olup evleneceği Selami Müşfik Bey’dir. Böylece Mihri Hanım evlendiği kişinin adını da alarak, uzun süre öyle bilineceği Mihri Müşfik adıyla resimlerini imzalamaya başlamıştır. Bir süre sonra New York’a taşınmış ve bohem bir yaşantının içinde tek başına ölüp, kimsesizler mezarlığına gömülmüştür.1

Bir diğer kaynak ise şöyle anlatır: Mihri Hanım, Avrupa’ya Abdülmecid Efendi’nin desteğiyle kendi başına gitmiş, Paris’te Selami Müşfik ile evlenmiş, bir ara İstanbul’a gelmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tekrar Paris’e dönmüştür. Baltık ülkelerinden bir prens ile birkaç ay fırtınalı aşk yaşayıp, ayrılmalarının ardından ABD’ye gitmiştir. New York’ta genişçe bir apartman dairesini yine hem evi hem atölyesi olarak kullanmak üzere kiralamış ve tanınan bir ressam olmuştur. Eserlerinin satışından iyi para kazanmış ve hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında “War Magazine” dergisinin kapak resimlerini yapmıştır. Söylenenlere göre, Beşinci Caddedeki büyük dairesinde “Muhteşem Gatsby” tarzında çılgın partiler vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sıralarında Maine’de yaşayan varlıklı bir Amerikalı ile evlenmiş, Maine ve New York arasında yaşamaya başlamıştır. 1950’de vefat ettiğinde, kendi vasiyeti üzerine cenazesinde kimse bulunmamış, sade bir törenle Maine’e gömülmüş ve sonradan bir mektupla herkes bilgilendirilmiştir.2

Bu hikayelerden hangisi yaşanmıştır bilinmez ama her ikisinde de ortak ve Türkiye tarihi için önemli olan kısımların üzerinde durmakta yarar var. Bunlardan ilki, Mihri Hanım’ın 1913 yılında İstanbul Darülmuallimat’ta (Kız Öğretmen Okulunda) resim öğretmenliği yapması ve 1914’te İnas Sanayi-i Mektebi’nin açılmasında büyük rolünün olmasıdır. İnas Sanayi-i Mektebi’nde hem öğretmenlik hem de yöneticilik yapmıştır. Salih Zeki Bey ve Ömer Adil Bey’den sonra okulun müdürlüğüne atanarak, ilk kadın yönetici olmuştur. Öğrencilerin nü modelden çalışmalarını ve ilk kez toplu bir sergi açılmasını sağlamış, ayrıca Nazlı Ecevit, Aliye Berger, Fahrelnisa Zeid gibi önemli kadın ressamların yetiştirilmesinde katkısı olmuştur. 

                                            İnas Sanayi-i Nefise Mektebi öğrenciler nü modelle, 1920’ler

1918 yılında Şişli’de yaşamaktadır ve evinde on gün sürecek bir sergi açar. Serginin ardından yayımlanan bir yazıda sergiden şöyle bahsedilir: “… Yalnız dikkate şayan gördüğümüz bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Sergiyi ziyaret eden herkes hemen umumiyetle bütün takdirlerden evvel hayretini söylüyor: Bizde bir kadın sanatkarın hususi ve sırf şahsi teşebbüsleriyle memleketimizin en fazla yabancı olduğu bu sahada bu kadar muvaffakiyeti bütün tasavvurların fevkinde harikuladelik gösteriyor.”3

Mihri Hanım’ın bir otoportresinde, figüratif resimdeki ustalığı hissedilir. 140x70 cm boyutlarındaki görece büyük sayılabilir portre, karton üzerine pastelle yapılmıştır. Mihri Hanım kendisini siyah bir tülün arkasında ancak tüm makyajı hissedebilecek şekilde, açık boynunda inci kolyesi ve bir ayağa önde cesur duruşuyla resmetmiştir. Yaşadığı dönemdeki kadın imgesi için oldukça yenilikçi ve öncü bir duruşu vardır.

             Mihri Hanım, 1908-12 arasında yaptığı tahmin ediliyor, Otoportre, İş Bankası Koleksiyonu

Mihri Hanım, erkeklerin sayıca üstün olduğu entelektüel alanda dikkat çeken bir kadındır. İttihat ve Terakki kadrolarıyla yakın ilişkileri vardır. Edebiyat-ı Cedideci şairlerden dostları da çoktur, yaptığı portrelerde bu yüzlere sıkça rastlanır. Özellikle Tevfik Fikret’le olan arkadaşlıkları Ruşen Eşref Ünaydın’ın anılarına yansır ve Tevfik Fikret’in Mihri Hanım’dan şöyle bahsettiği anlatılır: “yukarıda bir hanım var. Resimler yapıyor. Bilseniz Rübab’ı o kadar güzel yorumluyor ki, yazdıklarım bu kadar anlamlı mıymış şaşırıyorum.”4

Mihri Hanım, 1915 yılında Tevfik Fikret öldüğünde yüzünün ve sağ elinin kalıbını alır. Büyük ihtimalle bu geleneğe Avrupa’da şahit olmuştur ve dostunu ölümünden sonra sonsuz bir anıya dönüştürmek ister. Türkiye’de bu yöntemle yapılan ilk mask olduğu söylenir. Mask, şu anda Aşiyan Tevfik Fikret Müzesinde görülebilir.

                                                    Mihri Hanım, Tevfik Fikret Maskı

Mihri Hanım Mustafa Kemal’in de dostudur ve Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün portresini yapan ilk Türk ressamdır. Mihri Hanım’ın yaptığı ve üç metre yüksekliğindeki bu portrede Mustafa Kemal mareşal üniformasıyla gösterilir. Bu resmin başından çokça macera geçecektir. Önce resim, Yugoslavya Kralı Alexandre’nin büyük bir portresini imzalayarak Atatürk’e göndermesine karşılık olarak Yugoslavya’ya gider. Sonra, II. Dünya Savaşı’nda Belgrad’ın tahrip olmasıyla kaybolur, ancak 1990’larda tekrar ortaya çıkar. Ancak resmin şu an nerede olduğu ile ilgili bir bilgiye ulaşmak mümkün görünmüyor.

                                                      Mihri Hanım, Atatürk Portresi

Mihri Hanım’ın sıra dışı hayatı daha fazla araştırmayı hak ediyor. Sadece dönemine göre aykırı bir kadın olması bile merak uyandırıcı olsa da bu araştırmayı asıl gerekli kılan, onun ülkemizin tarihine bıraktığı izlerin üzerine bir sis perdesi örtülmüş olması.  

                                                                 /././

El Kaide, DAİŞ, Nusra, HTŞ…(II) + Çanakkale son 20 yılda orman varlığını kaybetti: Yüzde 20'lik düşüş / duvaR

 El Kaide, DAİŞ, Nusra, HTŞ…(II) -Ümit Kıvanç-

2016 Temmuz’unda Nusra Cephesi, başka örgütlerle biraraya gelerek Şam’ın Fethi Cephesi’ni (ŞFC) oluşturduklarını ilan etti. Açıktı ki, bu, ŞFC’nin odağındaki esas büyük güç Nusra’nın uzun zamandır başka herkesçe sorun sayılan El Kaide bağlantısının kesildiğinin ilanıydı.

Nusra Cephesi’nin Suriye’de hızla büyümesi Irak İslâm Devleti merkezinde tedirginlik yarattı. İpleri elinden kaçırdığını hisseden IİD Emiri Ebubekir el-Bağdadi harekete geçti. IİD’in yayın organı El-Furkan’da yayınlanan ses kaydında el-Bağdadi, Colani’den “askerlerimizden biri” diye sözediyor, Colani’nin örgütündekileri de “oğullarımız” diye niteliyordu: “Askerlerimizden biri olan El-Colani’yi ve onunla birlikte oğullarımızdan bir grubu vekilimiz olarak tayin ettik ve Levant’taki hücrelerimizle buluşsunlar diye onları Iraktan Levant’a gönderdik… Onlar için planlar yaptık, nasıl çalışacaklarını tayin ettik ve onlara elimizden geldiğince her ay malî destek verdik ve onları, hem mültecilerden hem yerlilerden, cihadın savaş alanlarını tanıyan bilen elemanlarla takviye ettik.”

Bağdadî, “Levant ve dünya halkı önünde ilan etmenin zamanı gelmiştir ki,” dedi, “El Nusra Cephesi, Irak İslam Devleti’nin bir uzantısıdır ve onun parçasıdır.” Bundan böyle her iki isim de kullanılmayacaktı, çünkü ortada tek bir örgüt vardı, o da Irak ve Şam (Levant) İslâm Devleti (IŞİD) adıyla anılacaktı.

Bundan sadece iki gün önce El Kaide’nin resmî propaganda mecrası As Sahab  Zevahiri’nin “Allah’ın izniyle bir cihadî İslâm devleti kurun,” çağrısını yayınlamıştı.

İki gün sonraysa Nusra’nın resmî yayın organı Beyaz Minare’de (El-Manara el-Bayda) Colani’nin cevabı geldi. Colani, saygıda kusur etmedi, IİD liderinden, “Allah onu esirgesin, Şeyh Bağdadî” diye sözetti, ama “iki örgüt-tek devlet” kararından haberlerinin olmadığını, Nusra’nın Irak’taki Bağdadî’nin değil, Pakistan’daki Eymen el-Zevahiri’nin (El Kaide merkezinin) otoritesini tanıdığını duyurdu. Böylece Nusra’nın El Kaide ile organik ilişkisi de ele güne açık edilmiş oluyordu.

2013 yazına kadar Nusra-DAİŞ/IŞİD ilişkisi belirsiz kaldı. Mayıs sonunda Zevahiri bir mektup yayımladı, iki tarafı da eleştirdi, “tamam, ayrı durun ama beraber çalışın” dedi.

El Kaide lideri, DAİŞ’in başındaki Bağdadi için, “…bize danışmadan, en azından bize haber vermeden Irak ve Şam İslâm Devleti’ni ilan etmekle yanlış yapmıştır,” diyordu. Colani’nin de, “…bize danışmadan, en azından bize haber vermeden, Irak ve Şam İslâm Devleti’ni reddetmek ve El Kaide ile bağlantısını açıkça ilan etmekle yanlış yaptığını” söylüyordu. IŞİD adı iptal edilmişti, kullanılmayacaktı.

Müstakbel halife Bağdadi, Zevahiri’yi fena tersledi. Haziran 2013’te, “Irak ve Bilad-ı Şam’da Kararlı Duruş” başlığıyla yayımlanan sesli mesajında şöyle haykırdı: “Kanın dolaştığı damarımız ve gören gözümüz olduğu sürece Irak ve Şam İslam Devleti var kalacaktır… bundan vazgeçmeyeceğiz ve taviz vermeyeceğiz; ölene kadar!” DAİŞ lideri, çıtayı da epey yüksekte tutuyordu: Zevahiri’nin mektubuna “pek çok hukukî ve metodolojik şerhi” vardı; meydan okuyordu: “Allah’a karşı gelen mektuptaki emirleri değil Allah’ın emrini yerine getirmeyi seçtim.”

DAİŞ böylece, yalnız Suriye’deki şubesi Nusra’yı değil, doğrudan El Kaide merkezini karşısına alıyordu. Zevahiri’nin yolladığı arabulucuların gideremediği çatlak, bundan böyle DAİŞ Sözcüsü sıfatıyla tanınacak olan Ebu Muhammed el-Adnanî el-Şamî’nin El Furkan Medya’da yayınlanan konuşmasıyla daha da büyüdü. El-Adnanî, artık doğrudan “İslâm Devleti” diye bahsettiği DAİŞ’in “hiçbir zaman El Kaide’ye biat etmediğini” bildirdi, Zevahiri’ye itirazlarını sıraladı. Esad, Suriye Aleviliği, Lübnan Hizbulahı, Irak ve İran Şiiliği’ni topluca karşılarına alabilecek kapasitede olduklarını göstermek için, “Diyala’dan Beyrut’a kadar bütün Rafızîleri (Şiiler)  bombalayacaklarını” söyledi. Doğrudan Nusra ve Colani’ye hitabı da en az bu kadar sertti, onları Suriye’de mücahitlerin saflarını bozmakla itham etti, “inşikak”tan (bu bağlamda: bölücülük) sözetti.

Ankara’nın Suriye’ye yönelik faaliyetini hızla artırdığı günlerdi. Fehim Taştekin’in kitabında (Suriye. Yıkıl Git, Diren Kal, İletişim Yayınları, 2016) anlattığına göre, Cilvegözü ve Öncüpınar sınır kapılarından ağır silahlar savaş bölgesine aktarılıyordu. Antakya’da gece ikiden sonra elektrik kesiliyor, camları karartılmış otobüsler savaşçıları sınıra taşıyor, yörede herkes bunları biliyor, korku içinde izliyordu.

2014’ün 10 Temmuz’unda DAİŞ Musul’u zaptetti ve asıl bomba 29 Temmuz’da patladı: Ebubekir el-Bağdadi, Musul’da, El Nuri El Kebir Camisi’nde halifeliğini ilan etti. Ve bundan böyle DAİŞ, Suriye’nin öbür silahlı cihatçı örgütlerinin müttefiki değil hasmı olarak varlık gösterdi. Başta Nusra, herhangi bir yerde karşı karşıya geldiği bütün ötekilerle çatıştı.

O, tanımadığı Irak-Suriye sınırını kaldırıp iki yanda da kendi başına hunharca mücadelesini sürdürürken, Suriye’nin kuzeybatısında, İdlib vilayetinin tamamını, Halep ve Hama’dan da parçaları içine alan cihatçı bölgesi oluşuyordu.

2016 Temmuz’unda Nusra Cephesi, başka örgütlerle biraraya gelerek Şam’ın Fethi Cephesi’ni (ŞFC) oluşturduklarını ilan etti. Kimsenin tam anlam veremediği ve inandırıcılık sorunuyla mâlûl bu girişimin ilk bakışta hemen dikkat çeken unsuru, bu yeni bileşik örgütün “hiçbir dış güçle bağlantısının bulunmadığının”  vurgulanmasıydı. Açıktı ki, bu, ŞFC’nin odağındaki esas büyük güç Nusra’nın uzun zamandır başka herkesçe sorun sayılan El Kaide bağlantısının kesildiğinin ilanıydı. Nusra’ya bu zamana kadar epey para ve silah yardımı yapmış olan, rehine kurtarma operasyonlarında örgüte fidyeler ödemiş bulunan Katar’ın bu bağlantı kesilsin diye yaptığı baskı mı sonuç vermişti? Şüphesiz tek sebep bu değildi. Nusra, daha geniş cephe haline gelmek istiyor, başka örgütleri otoritesi altında toplamayı planlıyordu. Sindirecek, zorlayacaktı, ama rıza da üretmesi gerekiyordu ve sözkonusu bağlantı önündeki en belirgin handikaptı.

İdlib’de ŞFC’nin öbür cihatçı örgütleri ezip yok ettiği veya bünyesine kattığı süreç, AKP’nin herhangi bir ilçe başkanından Afganistan’ın ücra köyündeki Taliban’cıya kadar bütün İslâmcıların aynı şey olduğunu düşünmekte ısrarlı Türkiye okuryazarı için de azıcık anlaşılır olsun diye, ŞFC’nin o süreçte karşılaştığı eleştirilere cevaben yayınladığı bildiriden bazı parçaları aktaracağım. Üzerine konuşulan olayları açıklamam gereksiz, her şey kolayca anlaşılıyor:

* Medyadaki abartmalara karşılık, biz Ceyş el-Mücahidin, Şam Cephesi ve Raşidin Operasyon Odası’nın Batı Halep ve Kuzey İdlib örgütlerini tesirsiz hale getirir ve dağıtırken tek insan ölmemiştir. Can kaybı sadece Sukur el-Şam’la çatışmamızda meydana geldi, çünkü bize saldırdılar ve birçok mensubumuzu öldürdüler. Ve Ceyş el-İslâm, bize ağır silahlarla ateş açtı. (…) tanklarıyla gelip köyü bastı, oysa onlarla meselemiz olmamıştı…

* 23 Ocak günü Sukur el-Şam lideri Ebu İsa el-Şeyh’in bizi ‘Haricî’ diye nitelemesi ve ortadan kaldırılmamız için insafsızca çağrı yapması, konvoylarını harekete geçirmesi ve bazı üslerimize saldırması, altı elemanımızı öldürmesi karşısında şaşkınlığa kapıldık. Biz onlara ilişmemiştik, onlarla meselemiz yoktu.

* Bazı örgütlerin liderleri, dış güçlerin maşaları. Bazı örgütler Suriye Devrimi’ni yolundan saptırmaya çalışıyorlar.

* El Kaide ile ilişkimizi, Suriye Devrimi’nin hayrı için kesmedik mi?

* Daha birkaç hafta öncesine kadar biz bütün öbür örgütlere, “gelin birleşelim” demiyor muyduk?

* Liderimiz Ebu Muhammed el-Colani, birleşince oluşacak yapının liderliğini Ahrar el-Şam lideri el-Ömer’e bırakmayı teklif etmedi mi?

* Birleşme doğrultusunda öbür gruplarda güven yaratmak için liderimiz el-Colani ilk defa yüzünü açıkça gösterip kendisini insansız hava araçlarının, suikast girişimlerinin hedefi haline getirmedi mi? (…)

* Birleşmeye yanaşmayan biz değiliz. Öbür gruplar birleşmek istemedi. Bugün doğan bölünmenin sorumlusu onlardır. Bizimle birleşmediler ve buna gerekçe olarak bazı ülkelerden gelen yardımların kesileceğini gösterdiler. Örgütümüzü lağvetmemizi, üslerimizi terk etmemizi ve elemanlarımızı dağıtmamızı dahi isteyenler oldu.

* Bize karşı genel seferberlik çağrısı yapan din âlimleri, çatışmanın büyümesinden sorumludur. (…) Bize karşı seferberlik çağrısı yaparken, öbür yanda Esad’la oturmuş, ateşkes için anlaşıyor, pazarlık yürütüyorlar.

* ŞFC’yi eleştirmek için din âlimlerinin fetva ve hüküm hazırlama ve yayımlama hızı muazzam. En az altı fetva verildi. (…) Neredeyse hepsi aynı gün ortaya çıkan toplam altı fetva! Bu durum gayet meşru sorular yaratır. (…) bize karşı fetvalar veren din adamları, destek aldıkları devletlerin baskısı yüzünden bu konuda susmak zorunda kalıyorlar. (…) Daha önce başka gruplar arasında çıkan çatışmalarda böylesine süratle bu tür fetvalar verildiğine, seferberlik çağrıları yapıldığına şahit olmadık. Ceyş el-İslâm’ın Guta’da tamamen güç ve iktidar uğruna giriştiği saldırıda 350 mücahit öldü, böyle hükümler verilmedi; nerede kaldı birilerini Haricî diye damgalamak! ÖSO Kuzey Suriye’de Levant Cephesi ile çatıştı, birçok genç öldü, yine şu yapılanın benzeri görülmedi. Ahrar el-Şam’ın Cünd el-Aksa’yı ortadan kaldırma amacıyla giriştiği harekât (…) büyük kayıplara mal oldu. Ama kimse Ahrar’ı, şimdi onunkiyle kıyaslanır bir hasar vermeden davranan bizi suçladığı gibi suçlamadı (…)

* Elbette bazı din adamları bizim son kampanyamızı yanlış bulabilir, günahtır, cehheneme gideceksiniz, diyebilir. Böyle bir görüş ayrılığı meşrudur. Ancak bizim yolsuzluk yapan Ceyş el-Mücahidin’e yönelik tavrımızı DAİŞ’in tutumuyla kıyaslamak, bizi onun yerine koymak nasıl mümkün olabiliyor? Kimse, ŞFC mensuplarının birilerine turuncu mahkum elbiseleri giydirip onları koyun gibi kurban ettiğini, videolarını çekip yayımladığını görmüş mü? Kimse, ŞFC’den ayrılanların hapsedildiğini, öldürüldüğünü görmüş mü?

* Türkiye Rusya ile ortak hareket ettiğini açıklamışken El-Babda Fırat Kalkanı Harekâtı’na katılmanın caiz olup olmadığı konusunda din âlimlerinden haftalardır görüş beklerken, onlar gelişen olaylarda ŞFC’nin haksız olduğuna çabucak karar veriverdiler. Oysa âlimler daha önce bu harekâta katılmanın ancak Türkiye’nin, ‘işgalci katil Ruslar’ bir yana, ABD ile birlikte hareket etmemesi koşuluyla caiz olacağını açık ve net belirtmişlerdi. (…)

* Halepin düşüşü, muhalefette birleşmenin becerilemeyişi, Astana görüşmeleri, ABD hava saldırılarının artışı ve Türk-Rus ittifakı, durumu değiştirdi. Muhalif gruplar aşağılayıcı konuma razı geldi, görüşmelere katılıyor. Rejimi devirme hedefinin yerini görüşmeler, ateşkes, giderek insanî yardım konusu aldı. (…)

* Suriye’deki temel sorunlardan biri, örgütlerin adaletsizlikler yapıp, suçlar işleyip, bunların hesabını vermeden dönüp gidebilmeleridir. Levant Cephesi, Halep’te 150 savunma noktasını terk etti, savaşçıları Halepin düşüşünü seyrettiler, hesabı sorulmadı. Bu sona ermeli. ŞFC işte bu yüzden bazı grupları hedef aldı. (…) Başkalarının yıllar boyu beceremediği işleri birkaç saat içinde başardı.”

Bildiri şöyle bitiyordu:

“Cihadı ve siperleri paylaştığımız kardeşlerimize diyoruz ki: Bizi tecrit etmek ve bizimle savaşmak amacıyla Astanada üzerinde tartışılan kararlar ve benzerleri boş laftır. Dikkat edin, farkında olmaksızın, devrim ve cihat düşmanlarının kullandığı araçlar haline gelmeyin. Örgüt liderlerine diyoruz ki: Biliyoruz, onların (devrim ve Cihat düşmanları) sapkın fetvaları ve ideolojik terörizmi tarafından yönlendirilerek -belki iyi niyetle- sonunda pişman olacağınız kararlar alıyorsunuz, ama son pişmanlık fayda etmeyecek. Dininize bağlı kalın, cihada ve savaşa dönün, siyasetin şeytanlarını ve onların suflörlerini kendinizden uzaklaştırın… Bütün örgütler… siyasî ve askerî olarak birleşmiş, (…) Şeriat’a dayalı bir Sünnî yönetim biriminin statü kazanması üzerinde anlaşmalılar. Bu amaca ulaşmak için işbirliği yapmanın aciliyeti ve önemi konusunda ısrarcıyız…”

Devam edecek...

                                                                          /././

Çanakkale son 20 yılda orman varlığını kaybetti: Yüzde 20'lik düşüş -Seçkin Sağlam-

Çanakkale Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Göksel Özdilek, Çanakkale’nin orman varlığının yüzde 54'ten yüzde 35'lere düştüğünü söyledi.

ÇANAKKALE - Çanakkale'de termik, rüzgar ve hidro enerji yatırımları, maden çalışmaları, otoyol ile yerleşim yerleri bağlantı yolları ve yangınlar sebepler kentin orman varlığında ciddi kayba neden oldu.

Holistense Publications (uluslararası süreli ve süresiz yayınlar üreten bir yayınevi) tarafından yayınlanan bilimsel makalelerin yer aldığı “Ekonomik, Çevresel ve Sosyal Boyutlarıyla Sürdürülebilirlik” isimli kitap yayınlandı. Bu çalışmaya makalesi ile katılan Çanakkale Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Göksel Özdilek, Çanakkale’nin orman varlığının değişimini yazdı. 

Çanakkale Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Göksel Özdilek

'EN ÖNEMLİ NEDENLERDEN BİRİ, ORMAN YANGINLARI'

Çanakkale’deki orman varlığının 20 sene önceki tespitlerde, yüzde 54 olduğunu ifade eden Özdilek, 2024 yılı itibariyle orman varlığının yüzde 35 civarında olduğunu söyledi. Orman varlığındaki düşüşte en önemli nedenlerinden birinin yangınlar olduğunu dile getiren Özdilek, 2023 yılında, iki ayda iki ayrı yangında, 8 bin hektar civarında alan yandığını hatırlattı.

Kesilerek ya da yanarak yok olan orman varlığının tekrar eski haline dönmesinin zor olduğunu vurgulayan Özdilek, orman alanının yeniden rehabilitasyonu konusunda değişen koşullara dikkat çekti. Özdilek, “Peki değişen şartlar nedeniyle acaba kolay mı olacak? Geçmiş yüzyıla göre bu yüzyıldaki hidrolojik döngüde düzensizlikler, yağış koşullarının değişimi gibi değişimler, o alanın eski haline dönmesine izin verecek mi?” diye sordu. 

'ORMAN ÖRTÜSÜNÜN AZALMASI İÇİNDEKİ TÜRLERE DE ZARAR VERİYOR'

Çanakkale'nin çevresindeki orman varlığındaki azalmanın ekolojik ve ekonomik sonuçları olduğunu dile getiren Özdilek, Çanakkale merkezde, 39,8 derece ile 2024’ün temmuz ayında, son yüzyılın en sıcak gününün yaşandığını söyledi. Orman varlığının azalmasındaki ana sebebin sadece yangınlar olmadığını, termik santraller, madenler, RES ve HES ile otoyollar gibi ekonomik aktivitelerin de orman varlığında azalmaya neden olduğunu dile getirdi.

“Çanakkale'de bir taraftan tabi orman örtüsünün azalması, ne yazık ki içinde barındırdığı türlere zarar veriyor” diyen Özdilek şöyle devam etti: “Yani biyolojik çeşitlerimize zarar veriyor, ekonomik olarak gelirimize de etki ediyor. TÜİK verilerine göre, 2021-2022 döneminde, Çanakkale'nin GSYİH toplam ekonomik büyüklüğü yüzde 5 küçülmüş. Yani biz bir tarafta madencilik projeleri, bir taraftan termik santraller, enerji tesisleri ve benzeri tesisleri kuruyoruz ama bu bize ekonomik olarak bir gelişme sağlıyor mu? Hayır.”

'BAL ÜRETİMİNDE ÜÇÜNCÜ SIRAYA GERİLEDİ'

Özdilek, arıcılar için oldukça iyi bir ekosistem barından Çanakkale için de şunları söyledi: “2023 yılından önce Çanakkale, bir kovan başına ürettiği bal miktarında Türkiye ikincisiydi, birincisi Adana'ydı. Ortalama bir kovan başına 24,2 kiloluk bal üretiyordu. 2023'ten sonra Çanakkale üçüncülüğe geriledi. Ordu, Çanakkale'nin üstüne geçti. Ormanları korusaydık, miktarını artırabilseydik, çok daha iyi bir duruma gelebilecekti. Türkiye'nin doğal orman varlığının son 20 senede yaklaşık yüzde 7 düştüğünü görüyoruz. Çanakkale’deki orman kaybı, Türkiye ortalamasının üzerinde, hem de yaklaşık üç kat fazla."

'ÇANAKKALE'DE 310 FARKLI KUŞ TÜRÜ GÖZLEMLENDİ'

Yapılan bir çalışmada, İstanbul, Aydın, Muğla, İzmir ve Çanakkale bölgelerinin kıyaslandığını dile getiren Özdilek, bölgelerindeki türlere bakıldığında, en zengin ilin Çanakkale olduğunu dile getirdi. Özdilek, “Kuş çeşitliliğine bakıldığı zaman Çanakkale’de, 310 farklı kuş türü gözlemlenmiş. Bütün Türkiye'de 530 civarında kuş gözlenmiş, yani bu kadar küçük bir alanda bu kadar kuş türünün olması Çanakkale'nin biyolojik çeşitliliğinin zenginliğini gösteriyor. Bir başka konu ise Muğla'dan sonra Çanakkale ikinci büyük Amfibi, yani iki yaşamlı, hem karada hem suda yaşayabilen türlere sahip. Orman varlığının kaybı ve değişen ekolojik koşullar bu türlere, biyolojik çeşitliliğe zarar veriyor” dedi.

'20 SENE ÖNCE YARISINDAN FAZLASI ORMANLIKTI'

Özdilek, Amerikalıların yaptığı uluslararası bir çalışmada 1 hektarlık orman alanının 15 bin 570 dolar fayda sağladığını, bunun yanı sıra; erozyon önleme, hava kalitesini düzeltme, kuşlara, canlılara, arılara besin verme, yuva oluşturma gibi 10-15 farklı başlıkta yararı olduğunu dile getirdi.

Özdilek, “Çanakkale’nin 20 sene önce yaklaşık yüzde 54’ü ormanlıktı. Yani yarısından fazlası ormanlıktı. Aynı değerlerle, dolara herhangi bir zam ya da enflasyon faktörü uygulamadan o dönemde 8,4 milyar dolarlık fayda sağlayabilecekken, 2024'te Çanakkale'nin orman varlığı yüzde 35’lere gerilediği için sadece 5,27 milyar dolar değerinde fayda sağlayabiliyoruz” dedi.

 'NÜFUS ARTMIYOR AMA ORMANLAR AZALIYOR'

Çanakkale'de nüfusunun ciddi derecede artmadığını söyleyen Özdilek, 10 sene önce 500 bin civarında olan il nüfusunun, günümüzde 600 bini bulmadığını dile getirdi. Nüfusun artmamasına rağmen orman varlığının giderek azaldığını söyleyen Özdilek, “Orman varlığı, birçok canlının evi, yuvası. Orman varlığı kayboldukça, canlılar yiyecek bulmakta zorlanıyor. Örneğin; bazı ayılar uykuya yatmadı, yiyecek aramaya gidiyorlar, arıcıların kovanlarına saldırıyorlar. Bu da ekonomik olarak zarar veriyor, yine kayba neden oluyor?” ifadelerini kullandı.

Kazdağları’nda devam eden madencilik faaliyetlerinin mevcut çalışmada yer almadığını dile getiren Özdilek, “Son çıkan haberlerde, 1 milyon ağacın kesildiği belirtiliyordu. Bu istatistikler, 2025 yılı başında görülebilir. Ancak, elbette ki orman kaybının yaşandığı her aktivite bu istatistiklerin içinde yer alacaktır” dedi.

                                                           /././

(duvaR)



Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Ağustos 2025-

  İstanbul’da yeni yeşil alanlar: Millet Bahçeleri sosyal dönüşüm yaratıyor -Özge Naz Pala- Millet Bahçeleri, İstanbul’un, Avrupa ortalaması...