Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -17 Aralık 2024-

 

Erdoğan&katil Esad -Özdemir İnce-

Yazılı basından aktarıyorum: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Rize’de toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı işaret ederek ‘250 bin insanı katleden böyle bir katille resim çektirenlerin kimler olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz’ sözleri sosyal medyada tartışmaya yol açtı. Erdoğan’ın geçmiş yıllarda Esad ile olan samimi pozları birçok kullanıcı tarafından paylaşıma sokularak açıklama ti’ye alındı.”

Erdoğan Rize’deki konuşmasında, Esad’a destek verdiğini öne sürdüğü CHP’yi eleştirmek için şu sözleri sarf etmişti:

“Soruyorum bu IŞİD belasını Ortadoğu’ya musallat eden kim? Beşar Esad. Alan açan kim Beşar Esad. IŞİD’e destek veren, silah veren kim? Beşar Esed. Gittiler bu eli kanlı zalimi Şam’da ziyaret ettiler. 250 bin insanı katleden böyle bir katille resim çektirenlerin kimler olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz.”

Başyüce Hazretleri’nin konuşma tarzı böyledir işte, bumerang gibidir, dönüp dolaşıp kendine döner. Esad’la teke tek ve aile olarak sayısız fotoğrafı var. Esad darbeyi yeyip Moskova’ya gidince (Kaçtı diyenlerin inadına “gidince” diyorum) -Gitmeyip ne yapacaktı zavallı?- arkasından neler söylüyor... İnternete baktım, CHP’lilerin Beşşar Esad’la fotoğrafı var mı diye... Var ama resmi görüşme fotoğrafları... Erdoğan’la eşi “250 bin insanı katleden bir katille” diz dize sohbet ederken fotoğraf çektirmişler...

Bu açıklamalar bir şey değil, şu haberi okuyun neyi ima ettiğini şöyle bir düşünün:

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Suriye’de Beşşar Esad yönetiminin cihatçı grupların saldırıları ile devrilmesi sonrasında muhalefete yüklendi. “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” diye soranların “tarihi bilmediğini” savunan Erdoğan, “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” dedi.

“Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” diye soranlar, R.T. Erdoğan’a göre tarih bilmiyormuş ama “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” diye konuşan kendisi tarih biliyormuş... Bu iddiayı bilge halkımız şöyle değerlendirir: “Teyzemim bıyıkları olsaydı dayım olurdu!” Türkiye gibi ciddi bir devletin cumhurbaşkanı nasıl böyle bir cümle kurar, anlamak mümkün değil. Bu cümleyi duyan İtalya cumhurbaşkanı ya da başbakanı “Suriye, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’muzun bir vilayetiydi” derse ne olacak?

İngiliz gizli istihbarat servisi (M16) ajanı İngiliz diplomat Alaster Crooke, ünlü ajan Graham Fuller ile birlikte yaptıkları bir video söyleşisine katılan yazar ve Weseda Üniversitesi (Kyoto) öğretim üyesi Pascal Rottaz, “Erdoğan, Esad’a yeni bir Osmanlıcılık öneriyor, Suriye halkının kendi yönetimini inşa etmek yerine Osmanlı yönetimini kabul etmesini söylüyordu” dediğini duyduğum zaman adamın kafadan attığını düşünmüştüm ama “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” dediğini duyunca şaşıp kaldım. Demek ki sayın Erdoğan’ın Esad’a uzattığı lakin Esad’ın kabul etmediği dostça öneri buymuş...

Sayın Erdoğan’ın, önümüzdeki bir seçimden önce, Suriye’nin bir bölümünü sınırlarımız içine almak gibi bir hayali, bir takıntısı varsa yandık ki nasıl yandık! Böyle bir şey ülkemiz için silinmez bir kara olur. Osmanlı iki kez Viyana kapılarına dayanmıştı ama tarihin mezarlığına göçtü, Avusturya dünyanın en kalkınmış ülkelerinden biri şimdi.

28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen Ahd-i Milli veya Peymanı Milli olarak da tanımlanan Misakı Milli belgesine dayanılarak hazırlanan Misakı Milli Haritası’nda İskenderiyePort Said hizasına kadar olan bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak toprakları kapsama alanına alınmıştı. Ayrıca Adalar, Kıbrıs ve Batum da Türkiye’nin sınırları içinde gösterilmekteydi. Bir hayaldi. Bu hayal ülkemizin galip devletler tarafından işgal edilmesini engellememiş aksine onlara davetiye çıkarmıştı. Türkiye’nin sınırları Lozan’da kabul edilip mühürlenmiştir.  “Çalma başkasının kapısını, çalarlar kapını” demiş bilge atalarımız.

                                                         /././

Siyasetin sefaleti -Ergin Yıldızoğlu-

Suriye’de Esad rejimi düştükten sonra Batı’nın kimi liberal eğilimi etkili yorumcularında yine bir düş kırıklığı var: “Hani bu, iş yapabileceğimiz bir adamdı?” Örneğin, Financial Times’ta politik kültür üzerine, liberalizmi savunan yorumlarından bildiğimiz Janan Ganesh, bu hafta Batı’nın, otoriter liderlerle ilişkilerinde, başlangıçta yaygın olan “Bu adamla iş yapılabilir”  umudunu tartışıyordu. Ganesh’e göre Batı sıklıkla despotları yanlış değerlendirmiş, akılcı, işbirliğine açık liderler olarak görmüş. Bu da sıkça hayal kırıklığıyla sonuçlanmış. Ganesh, başlangıçtaki iyimserliğin bir hatadan çok, liberal değerlerin doğal bir uzantısı olduğunu savunuyor.

VE LİBERAL FANTEZİLER…

Ganesh, Saddam, Kaddafi, Putin gibi liderlerle olan ilişkilerin tarihine, boş çıkan umutlara değindikten sonra esas olarak başlangıçta siyasetle ilgisi olmayan, babası ölünce Suriye’ye dönmek zorunda kalan Esad üzerinde yoğunlaşıyor. 

Esad’ın konuşurken sakin, yumuşak sesi, nazik bir ifade veren zayıf çenesi, hafif sakar çelimsiz uzun boyu, Londra’da aldığı tıp eğitimi, Suriyeli bir ailenin, İngiltere’de yetişmiş Kings College mezunu, bir yatırım bankasında çalışan kızı İngiliz vatandaşı Asma ile evli olması Esad’a yönelik umutların şekillenmesinde büyük rol oynamış. Gerçekten de Esad babasının koltuğuna oturunca kimi siyasi tutukluları serbest bıraktı, ekonomide bir “dışa açılma” süreci başlattı. Hatta o yıllarda Türkiye’ye gelen Derviş’in bir benzeri de Suriye ekonomisi için davet edilmişti. Tüm bunlar ABD, İngiliz Fransız yönetimlerini o kadar etkiliyordu ki Fransa Esad’a, en yüksek askeri, siyasi nişanı olan “Legion d’honneur” verdi; İngiltere’de Blair hükümetinin bakanları Suriye’yi komşu kapısı yaptılar; gidip gelenlerin ağzından bal akıyordu. Ancak tarih kendi arzularını gerçek sanan, sırnaşık âşıkları hiç acımadan terk eden bir sevgili gibidir.

Bu kez de öyle oldu, Suriye’yi Esad aracılığıyla (akıllarında Gorbaçov vardı) emperyalist sistemin (neoliberal küreselleşme) içine çekme hevesleri, toplumu bir adamın iradesine indirgeyen liberal fanteziler hızla Suriye devletinin yapısının, güç (“pouvoir”) ilişkilerinin duvarına çarptılar: Esad Suriye’ye siyasi bir savaşı kazanmış reformcu bir lider olarak değil, çoktan biçimi, güç odakları, kadrolar, destek sınıfları “müşteri” çevreleri, ekonomik kaynakları ve en önemlisi de işleyiş kültürü ve tarzı çoktan belirlenmiş bir devletin başına, onun “efendisi” değil “hizmetçisi” olarak dönmüştü. 

Kafayı tek bir adama takanlar için bir ders var: Adam gittiği için rejim çökmüyor. Rejim çöktüğü için adam gidiyor! 

LİBERALLERİN ELİNDE KAN VAR

Arap isyanlarının uzantısı olarak başlayan demokratik, kitlesel barışçı, hak ve özgürlükler hareketini rejim bastırmaya başladığında, Batı’nın liberalizm ihraç etme iddiasındaki güçleri, süreci kendi iç dinamiklerine bırakmak yerine, komşu ülkelerin baskıcı rejimlerini, cihatçı haydutları devreye sokarak barışçı bir protesto dalgasını, kanlı bir iç savaşa dönüştürdüler. Batı’nın liberal fantezistleri burunlarını sokmasalardı, Esad’ın bastırma çabaları sırasında ölenler yüzlerle, tutuklanan hatta işkence görenler binlerle ifade edilecek, idam edilenler, kaybolanlar da olacaktı. Ancak iç dinamiklerle başlayan isyan bastırılsa bile, bir dahaki sefere yaralanmak üzere dersler çıkaracaktı. Belki de tarih, Hegel’in “Dünyanın her döneminde siyasi bir devrim kendini tekrarladığında insanların görüşlerine göre onaylanır” sözüne uygun biçimde ilerleyecekti. Peki ne oldu: İç savaş 14 yıl sürdü, ülkenin kentleri yıkıldı ekonomisi çöktü, 22 milyon nüfuslu ülkede 600 bin+, can kaybı nüfusun yaklaşık yüzde 3’üne ulaştı. Ülke nüfusunun yarısında fazlası (6.9 milyonu içeride, 5.4 milyonu da komşu ülkelere göçmek üzere) yerinden yurdundan oldu. Gidenler, komşu ülkelerde siyasi, kültürel, ekonomik istikrarsızlık kaynağı oldu. Demokratik, haklar özgürlükler talepleriyle başlayan “siyasi devrim”, cihatçıların elinde öldü, “kadınları çarşafa sokmaya” kararlı bir rejimde bitti. Romalı tarihçi  Tacitus’un “Yakıp yıkmaya, katletmeye, sahte iddialarla gasp etmeye imparatorluk diyorlar; çöl haline getirdikleri yere barış diyorlar” sözleri bir kez daha gerçek oldu! 

                                                       /././

Doha'da aslında ne oldu?-Mehmet Ali Güller

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 13 Aralık akşamı, NTV’de kapsamlı bir röportaj verdi. Fidan’ın o röportajından çıkardığım ilk sonuç şu oldu: AKP hükümeti, Astana sürecini geçici bir oyalama süreci olarak ele almış! 

Şöyle diyor Fidan: “Başarısız olsa da, çok meyve üretmese de Astana süreciyle biz yolumuza devam edelim, BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı etrafında bir şeyler yapmaya çalışalım konusunu, hep cumhurbaşkanımız bu hattı tuttu” (ntv. com.tr, 13.12.2024). 

Bu sözler, öncelikle devletlerarası ilişkilerin güvenilirlik ölçütünü aşındırması nedeniyle Türk dış politikasının hanesine eksi olarak yazılacaktır ne yazık ki. 

Halbuki Rusya ve İran’la Astana ortaklığı, etkisi Suriye dışında, örneğin Azerbaycan’ın Karabağ’ı kurtarmasında da görülen çok yararlı bir ortaklıktı. 

FİDAN LAVROV VE ARAKÇİ’Yİ Mİ UYARDI?

Hakan Fidan’ın söyleşisinde dikkat çekici bir bölüm daha var. Esad’ın yıkılışına giden süreci ve özellikle son akşamı anlatıyor. 

“İran ve Rusya ile konuştuk, o akşam Esad gitti” diye başlıkla verdi gazeteler, internet siteleri ve TV’ler. 

Fidan’ın sözleri şöyle: “En kritik konu Rusların İranlılarla konuşup askeri olarak denkleme girmemeleriydi. Ruslar ve İranlılarla görüşmelerimiz işte o bir hafta bunun özeti. Onlar artık anladılar, yani bizlerle İran Dışişleri bakanı geldi, sonra Doha’da hem Rusların hem İranlılarla biraraya geldik ve bazı konuları konuştuk. Yani burada her şeyi konuşmak istemiyorum ama bir noktadan sonra onlar da artık telefon ettiler, o akşam da Esad gitti (ntv.com.tr, 13.12.2024) 

Peki Doha’da aynen böyle mi oldu gerçekten? Fidan, Lavrov ve Arakçi’yi uyardı ve askeri denkleme girmemelerini istedi, iki ülke de bu uyarı üzerine geri adım attı ve Esad yıkıldı mı yani? Bu kadar kolaysa daha önce neden yapılmadı? 

YA DOHA MUTABAKATI?

Halbuki Doha’daki Astana görüşmesi sonrası Rusya ve İran dışişleri bakanlarının yaptığı açıklamalar ve Doha görüşmesine dair yapılan resmi açıklama, bambaşka şeyler söylüyor. 

Tersine üç bakan 7 Aralık’ta Doha’da şu mutabakata varmıştı: “Suriye krizinin siyasi yollarla çözülmesi ve Esad hükümeti ile silahlı muhalif grupların müzakere masasına oturması gerektiği konusunda üç ülke anlaşmaya vardı.” 

Hangisi doğru? Fidan’ın Lavrov ve Arakçi’yle vardığı “Esad ile muhalefet müzakere masasına oturmalı” anlaşması mı, yoksa Fidan’ın Lavrov ve Arakçi’ye “Askeri denkleme girmeyin” uyarısı yaparak Esad’ı çekmelerini sağlaması mı? 

ERDOĞAN ESAD’LA GÖRÜŞMEK İSTEMEMİŞ MİYDİ?

Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan da HTŞ’nin “zaferi” üzerinden CHP’ye yükleniyor: “Esad’ı ziyarete gidecekti ya, Özgür Bey ne oldu, niye gitmedin?” 

Halbuki Erdoğan da, tabii sözleri doğruysa, daha düne kadar Esad’la temas kurmak istiyordu. Daha bir kaç ay önce “Esad’ı davet edebiliriz” demişti, henüz HTŞ harekete geçmeden iki hafta önce 13 Kasım’da Riyad’da Esad’la aynı fotoğraf karesinde yer almış ve “Hâlâ Esad’dan umutluyum” demişti. 

Dahası bu süreçte Esad’ı görüşmeye ikna etmesi için Putin’den ricacı olmuştu:  “Sayın Putin’e, Beşşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu” (tccb.gov.tr, 25.10.2024). Dikkat ediniz, hâlâ cumhurbaşkanlığının resmi sitesinde olan bu sözler, üstelik Esed şeklinde değil, Esad şeklinde duruyor! 

Sonuç olarak iktidar, “olan ile propaganda edilen” arasındaki makası açarak, konuyu iç politikada kolay sindirilebilen bir malzemeye dönüştürmeye çalışıyor ama unutulmamalı, dış politikanın da devletlerarası ilişkilerde tutulan bir arşivi var.                                                               /././

Colani’nin arabası -Mehmet Ali Güller-

İlkelerin ayaklar altına alınması ve bunun istisna olmaktan çıkarak “reelpolitik” diye savunulması, devletlerarası ilişkilerin önündeki en önemli sorunlardan biridir.

Bunu terör örgütü HTŞ’nin Suriye’de iktidar “yaptırılması” nedeniyle söylüyoruz. HTŞ’yi resmi olarak terör örgütü kabul eden ülkeler, onun Şam’daki yasal hükümeti devirmesini istediler, bunun için askeri ve istihbari destek verdiler, yönlendirdiler. Şimdi de HTŞ’yle resmi ilişkiye geçiyorlar; üstelik HTŞ’yi hâlâ resmi olarak terör örgütü diye kabul etmelerine rağmen!

TERÖRÜN TANIMI SORUNU

Terör ve terör örgütü konusu devletlerarası ilişkilerin zaten iki temel nedenle sorunlu konusuydu:

1) Terör ve terör örgütü konusunda hem tanımda bir uzlaşı yok hem de çıkarlar gereği birinin terör örgütü kabul ettiğini diğeri kurtuluş örgütü sayıyor. Buna bulunan “kısmi çözüm”, BM’nin o örgütleri nasıl tanımladığıdır. Örneğin Türkiye için terör örgütü olan PKK, uzun süre müttefikleri ve komşuları tarafından terör örgütü diye kabul edilmemişti.

2) Terör ve terör örgütü konusunda ikinci sorun, devletlerin, BM tanımlaması oluştuktan sonra, terör örgütünün isim değiştirmesi üzerinden onunla ilişkiyi sürdürmesidir. Örneğin ABD, resmi olarak PKK’yi terör örgütü kabul ediyor ama PKK’nin değişmiş adlı haliyle, ülke kollarıyla ilişkisini sürdürüyor. Dahası, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’yi “kara ordusu” yaparak, IŞİD’e karşı işbirliği söylemi üzerinden devletleşmesinin yolunu açıyor.

ÖNCE İLKE

Terör ve terör örgütleri konusundaki en temel ilke şu olmalıdır: Egemen bir ülkenin, kendi egemenliğini hedef alan bir örgütü terör örgütü kabul etmesi halinde, o örgüt başta komşuları olmak üzere tüm diğer ülkeler tarafından da terör örgütü kabul edilmelidir.

Ancak tersine, devletlerarası güç ve çıkar çatışması nedeniyle, genelde devletler komşusunun terör örgütü kabul ettiğini, komşusunu zayıflatacak bir araç gördüğü için “kurtuluş örgütü” sayar ve destekler. İlke ortadan kalkınca herkes herkese karşı bir terör örgütü besler!

Bu kısırdöngüden en çok kazanan ise terör örgütlerini etkileme ve kullanma potansiyeli olan en güçlü devlettir; emperyalist ABD’dir.

PKK, IŞİD, HTŞ

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile görüşen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan önemle belirtiyor: “DEAŞ’ın (IŞİD), PKK’nin orada (Suriye’de) hâkim olmaması önceliklerimiz arasında” (AA, 13.12.2024).

Güzel, peki IŞİD ve PKK terör örgütü de HTŞ değil mi? Halbuki HTŞ Türkiye’nin resmi olarak terör örgütü kabul ettiği bir örgüt. Bu durumda MİT Başkanı İbrahim Kalın, HTŞ lideri Colani’nin arabasında ne arıyor?

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ise Ankara’nın terör örgütü PKK karşıtı tutumuna karşı şu argümana sarılıyor: “SDG (PKK’nin Suriye kolu PYD/ YPG’nin omurgasını oluşturduğu örgüt) IŞİD’den gelen tehdidin baskılanması konusunda ve aynı zamanda Suriye’nin doğusunda çok sayıda IŞİD teröristinin gözaltı merkezlerinde tutulmasında son derece yetkin terörle mücadele ortağıdır” (Amerika’nın Sesi, 12.12.2024).

Yani ABD, Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği PKK’yi, yine hem ABD’nin hem Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği IŞİD’e karşı mücadele eden bir örgüt olarak savunmakta; hatta bunun üzerinden PKK terör örgütünü, “terörle mücadele ortağı” diye payelendirmektedir!

DİREKSİYONDAKİ 10 MİLYON DOLAR

İngiltere Savunma Bakanı John Healey, HTŞ’nin resmi “terör örgütü” statüsünün önemsiz olduğunu belirterek, görüşeceklerini söylüyor (Sputnik, 12.12.2024). Ki askeri ve istihbarat düzeyinde Washington da Londra da Ankara da ne yazık ki terör örgütü HTŞ’yle zaten görüşüyordu. İdlib’de “kurtuluş hükümeti” kurmasını kabul ettiler, Esad’a karşı mücadele edebilmesi için her açıdan desteklediler.

ABD “resmi olarak” 9 yıldır terör örgütü kabul ettiği HTŞ’nin lideri Colani’nin başına 10 milyon dolar ödül koymuştu. Ancak uygulamada Colani’ye milyonlarca dolarlık silah sağladılar. Türkiye resmi olarak 2018’den beri HTŞ’yi terör örgütü kabul ediyor. Ama uygulamada iktidar HTŞ’nin İdlib’de büyümesine “göz yumdu”, Şam’a yürümesine “yeşil ışık yaktı” ve şimdi de liderinin arabasına biniyor!

Terör ve terör örgütleri konusundaki ilkesizlik üzerinden komşular komşularıyla emperyalistlerin yararına uğraşmaya daha bir süre devam edecek ne yazık ki...

(Cumhuriyet)

GÜNDEM BAŞLIKLARI -17 Aralık 2024-

 

Bu savurganlığa dağ bile dayanmaz -Erdoğan Süzer/Sözcü-

Bu yıl vatandaştan günde 19.7 milyar lira vergi alındı. Devletin kesesinden her gün müteahhitlere 1.9 milyar, göçmenlere 61 milyon, faize 3.6 milyar, uçak sefasına 19.8 milyon lira gitti.(https://www.sozcu.com.tr/bu-savurganliga-dag-bile-dayanmaz-p116541)

                                                                  ***
Saray kafasına göre harcamış -Sözcü-

Cumhurbaşkanlığının 11 aylık bütçe gerçekleşmesi standart bir harcama tabanı olmadığını gösterdi. Harcamalar aylık bazda büyük farklılık gösterdi. Bu durumu CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, grafikteki rakamlarla açıkladı. Bulut, kasım ayında her gün 34 milyon lira harcandığını söyledi.(https://www.sozcu.com.tr/saray-kafasina-gore-harcamis-p116542)

                                                                     ***

Kuzey Kıbrıs'tan gelen eşyalara 'AB vergisi' uygulanacak-duvaR- 

Yolcu beraberinde veya posta ve hızlı kargo taşımacılığı yoluyla Kuzey Kıbrıs'tan doğrudan gelen eşyalardan yüzde 30'luk vergi alınacak.(https://www.gazeteduvar.com.tr/kuzey-kibristan-gelen-esyalara-ab-vergisi-uygulanacak-haber-1742966)

                                                                     ***

Kanada'da vergi tatili başladı; sütten ete, yumurtadan meyveye her şey vergisiz satılacak -T24-

Yılbaşı öncesinde Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Kanadalılara belirli ürünlerde iki aylık bir süre boyunca vergi muafiyeti uygulanacağını duyurmuştu. Kanada'da 15 Şubat 2025’e kadar geçerli olacak vergi tatili başladı başladı.  Alınan bu kararla, gıda, restoran, çocuk giyim ve ayakkabı, Noel ağaçları, alkol, kitap ve gazeteler gibi birçok ürün grubunda, söz konusu iki aylık süre zarfında vergi ödenmeyecek.  Ancak, otomatlardan satılan yiyecek veya içecekler, diyet takviyeleri veya evcil hayvan maması gibi insan tüketimi için uygun olmayan ürünler vergi tatili kapsamından muaf tutulacak.

                                                             ***

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +Suriye Dosyası-(VI) -17 Aralık 2024-

Suriye Dosyası(VI) - Cihatçıların arkasında emperyalist koalisyon var -Orhan Gökdemir-

Suriye halkı kaybetti ve emperyalist koalisyon bir kez daha kazandı. Ortadoğu’da 19. yüzyıldan bu yana sınırlar değişip duruyor ama bu değişimden halkların payına düşen sadece yoksulluk ve ölüm.

Artık HTŞ olarak bilinen Heyet Tahrir'uş Şam veya Şam Kurtuluş Heyeti iki haftadan az bir zamanda hiçbir ciddi direnişle karşılaşmadan 13 yıldır ayakta kalmaya çalışan Suriye yönetimini devirdi. Böylece Ortadoğu’da İsrail ile sınırı olan son sorun odağı da dağıtılmış oldu. İsrail, etrafındaki kuşatmayı kırıyor ve adım adım sınırlarını genişletiyor. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da bunu açıkça ifade etti; “Orta Doğu'yu değiştireceğiz demiştim ve değiştiriyoruz. Suriye hep İsrail'e karşı düşman bir devlet oldu, bize sürekli saldırdı. Birkaç gün içinde Esad rejiminin onlarca yılda inşa ettiği yetenekleri imha ettik” dedi. Haliyle zafer cihatçı HTŞ’den çok siyonist İsrail’indir. 

AKP’nin kurucularından Bülent Arınç da "Suriye'de olanlardan en kârlı çıkan İsrail'dir” diyerek teyit etti Netahyahu’nun iddiasını. 

Kuşkusuz, Suriye’nin düşmesinin başka nedenleri, başka kazananları ve kaybedenleri var. Türkiye bunlardan biri. O cihatçıların Suriye’nin kuzey sınırında 12 yıldır barınabilmelerinin nedeni Türkiye’nin silahlı himayesiydi. İsrail Lübnan’da Hizbullah’ı etkisiz hale getirince İran’ın Lübnan’da ve Suriye’de kıpırdayacak hali kalmadı. Rusya’yı da Ukrayna’da sıkıştırdılar. Bu şartlarda Suriye’ye karşı Türkiye’nin de içinde olduğu çok güçlü bir koalisyon oluştu. Türkiye’nin cihatçıları himayesi de, İsrail’in Hizbullah’ı etkisiz hale getirmesi de aynı planın parçaları. 

Yani 10-12 günde tamama eren bu operasyon 10 yılı aşan bir planlamanın, hazırlığın ve yığınağın bir sonucu. Psikolojik harp kısmı da var bu hazırlığın. Suriye yönetimi bu sürede canavarlaştırıldı, ona saldıran cihatçılar cilalandı, parlatıldı. Çünkü o cihatçılar ilk günden beri ABD’nin, İsrail’in ve Türkiye’nin himayesindeydi ve onlara hizmet ediyordu. HTŞ’nin son operasyonu o hazırlığın üzerine geldi, örgüt ve lideri operasyondan daha hızlı bir biçimde meşrulaştırıldı. Kafa kesen haki giyimli cihatçı gitti, dindar-muhafazakâr takım elbiseli devrimci geldi. HTŞ, Baas rejiminin yıkılışıyla doğan boşluğu doldurmaya artık hazırdı, ısrarla kabul ettirmeye çalıştıkları şey buydu. ABD ve müttefiklerinin büyük başarısıdır. 

Kazananlar ve kaybedenler

Peki kim o kazananlar kulübü? Tabii, başta ABD ve saldırgan fino köpeği İsrail var. Ardından MI6 adlı dış istihbarat teşkilatı ile operasyonda önemli roller üstlenen İngiltere, MİT ve silahlı kuvvetleriyle başından beri Suriye içinde olan Türkiye ve “dron ordusuyla” işgale katkı sağlayan Ukrayna sıralanıyor. Bu sonuncunun kazancı Rusya’nın Suriye’den kazınması ve bu nedenle güç duruma düşmesi oldu. Kendi savunması için gereken silahları Suriye’ye taşıması bir yandan da Rusya’ya karşı bir kararlılık gösterisiydi. 

Tabii en kararlıları her zaman olduğu gibi İsrail. İsrail, Esad iktidarı düştükten sonra da alan düzlemeye kesintisiz devam ediyor. Suriye’den geriye kalanları, bir daha Suriye ayağa kalkmasın diye yerle bir ediyor. Ülke, cihatçılara bırakılmadan önce, İsrail için tehdit oluşturmayacak silahsız bir vahaya dönüştürülüyor. 

Kaybedenlerin listesi daha kısa. En büyük kaybeden Rusya ve İran. Rusya ülkeden onur kırıcı bir şekilde ayrılmak zorunda kaldı. O korkutucu askeri gücünün belli şartlar oluştuğunda hiçbir işe yaramayacağı ortaya çıktı. Rusların bölgedeki tek sorunu silahlı gücünü etkili bir biçimde kullanamaması değil üstelik. Bunun yanında derin istihbari zaafları olduğu çıktı. Gelişmeleri okuyamamışlar veya okumak istememişlerdi. Zaten Suriye’de mutlak egemen gibi görünürken bile İsrail’in Şam’a yönelik saldırılarına göz yumdular, İsrail’i üzmek istemediler. Rusya’nın Esad’a desteği, İsrail’e karşı durmayı içermiyordu. 

Rusya ve İran’ın bu son işgal hareketinde hareketsiz kalmalarının sırrı işte burada. Her ikisi de Suriye yönetimini gönülsüzce destekliyordu. Belli her iki ülkenin yöneticileri de Baas rejiminin düşeceğinden emindi. Esad’ın direnemeyeceğini anlayınca sessizce arkalarından çekildiler. Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da, Suriye'de Esad yönetiminin devrilmesinde Türkiye'nin rolüne ilişkin soruyu cevaplarken bu sessizliği teyit etti. “Rusya ve İran'la konuştuk, askeri denkleme girmediler” dedi. 

Rusya'ya ait Hımeymim Hava Üssü'nde günlerdir hareketlilik devam ediyor. Rus birlikleri, Suriye genelinde konuşlu oldukları Şam, Humus ve farklı şehirlerden Lazkiye'deki Hımeymim Hava Üssü'ne çekiliyor.

Filistinli direniş örgütleri hedefte

İran’ın durumu ayrı, Suriye’den sonra sıranın onlarda olduğunda fikir birliği var. Ama o arada Filistin de kaybedenler kulübüne dahil oldu. Şimdi bir yanda İsrail, öbür yanda Filistin direnişini silahsızlandırmak isteyen HTŞ ve Mahmut Abbas var. Suriye'de yönetimi ele geçiren cihatçı HTŞ, ülkede faaliyet gösteren Filistinli direniş örgütlerine silah bırakma ve askeri kamplarını kapatma talimatı verdi. O sırada Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, İsrail’in desteğinde Batı Şeria'daki Filistinli direniş örgütlerine karşı operasyona girişti. Mahmud Abbas liderliğine bağlı El Fetih hükümetine bağlı polisler Nablus, Tulkerim, Eriha ve Cenin’de direniş örgütlerini bastı. Hem Filistin yönetimi hem de İsrail tarafından aranan Filistin İslami Cihad Örgütü komutanı Yezid Ceysa o operasyonda öldürdü. Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugayları da operasyonun hedefi oldu. Şehrin sokaklarında şiddetli çatışmalar yaşandı, Hamas üyeleri Filistin yönetimince gözaltına alındı. Operasyona tepki göstermek için sokağa çıkan halka da polis tarafından ateş açıldı. Açılan ateş sonucu bir Filistinli çocuğun öldüğü gelen bilgiler arasında.

Hamas, Cenin'deki operasyonu kınayarak, bunun "İsrail'in saldırganlığı ve suçuyla aynı olduğu" değerlendirmesini yaptı. İslami Cihad bir günlük protesto çağrısında bulundu.

Filistin Başbakanı Muhammed Mustafa, Cenin ve diğer kentlerdeki kamplarda "barış içinde yaşamı'' sağlayacaklarını öne sürdü. Filistin Güvenlik Güçleri Sözcüsü Enver Receb ise operasyonun İsrail ordusu ile yakın işbirliği içinde başlatıldığını açıkladı. Receb operasyonun amacının “güvenlik ve barışı korumak, hukukun üstünlüğünü sağlamak, çekişme ve kaosu sona erdirmek” olduğunu iddia etti.

Batı Şeria'yı ilhak mesajları veren İsrail güçlerinin de bölgedeki saldırıları sürüyor. İsrail ordusunun Ramallah, Kudüs, Tulkerim ve Cenin ile El Halil kentlerine düzenlediği baskınlarda 15 Filistinli gözaltına alındı.

Suriye’nin düşmesinden en büyük zararı ise Hizbullah gördü. Netanyahu, Suriye'de yönetimin değişmesinin ardından direnişe giden mühimmat yollarını kestiklerini açıkladı. Lübnan'ın büyük bölümünü kontrol eden Hizbullah Lideri Naim Kasım da, cumartesi günü yaptığı açıklamada, Suriye'de HTŞ liderliğindeki cihatçıların Şam'ı ele geçirmesinin ardından silah tedarik yollarının kapandığını açıkladı. Yani Lübnan direnişi bundan sonra daha zor olacak. İsrail’in en büyük kazanımlarından biri de bu. Bundan sonra Hizbullah’ın belini doğrultması zor. 

İsrail sorunsuzca ilerliyor

İsrail ordusu Esad yönetiminin devrilmesini izleyen ilk 48 saatte Suriye’de yüzlerce noktaya saldırı düzenleyerek askeri altyapı ve imkânlarını imha etmeye başlamıştı. Bu saldırıların kısa zamanda biteceğini sananlar yanıldı. Esad yönetiminin devrilmesini fırsat bilerek Suriye'de işgal ettiği alanı genişleten İsrail, bölgede demografik büyümeyi teşvik eden bir planı da onayladı. Buna göre Suriye'de yerleşim genişletilecek ve nüfus iki katına çıkarılacak. 

İsrail ordusu bir taraftan da Golan Tepeleri’ndeki "tampon bölge"nin devamında yer alan Suriye topraklarını işgal ederek başkent Şam’ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokulmuş durumda. İsrail'e ait savaş uçakları, Suriye'nin Lazkiye ve Tartus illerinde çok sayıda askeri noktaya hava saldırıları düzenledi. Bu saldırıların hedefi 32. Hava Savunma Alayı, 107. Askeri Karargâh ile Hıreysun, Harab, Mıserhin ve Ballutiyye köylerindeki askeri karargahlar ve mühimmat depolarıydı. En son Tartus'ta yer alan Hıreysun köyüne düzenlenen saldırıda depremlere yol açan şiddetli patlamalar meydana geldi. Böylece hem Suriye’den hem de Suriye’nin ev sahipliği yaptığı Filistin kurtuluş örgütlerinden kurtulmuş oldular. O saldırılar sürerken HTŞ de açıklama yaparak “İsrail için tehdit değiliz” dedi. İsrail için tehdit değillerdi ama Filistinli örgütler için tehditlerdi. 

Suriye çöktü, İsrail’in çevresinde ona direnecek devlet mahiyetinde hiçbir güç kalmadı. Bölgede bir İsrail Barışına, Pax İsrail, çok yaklaşıldığının da işaretleri bunlar. Uzaktaki İran ise güçsüzleşti ve savunmaya çekildi.

İsrail Suriye’deki Kürt siyasi çevreleri ile siyasi olarak yakındı, şimdi coğrafi olarak da yakınlaştı. Kuzeye, Kürt bölgesine doğru açılacak bir koridoru açmayı başarırsa gerçekten de Türkiye ile İsrail komşu olacak. 
Bunlar bölgedeki Kürt güçlerini kazananlar tarafına yazılmak için cesaretlendiriyor. Zaten PYD’yi ABD eğitiyor ve donatıyordu. ABD ve İsrailli yetkililer Türkiye’yi PYD’ye ve Suriye Demokratik Güçleri’ne dokunmaması, onların topraklarına girmemesi için uyarıyor. Operasyon sırasında Türkiye ile bu güçler arasında Münbiç’i sınır kabul eden bir anlaşma yapıldığı da duyurulmuştu. Culani de Kürt guruplarla ilgili olumlu açıklamalar yapıyor. Böylece Suriye’de İsrail yandaşı, cihatçı kukla bir Arap rejiminin tutunması için ortam hazırlanıyor.

İsrail ordusunun Suriye’de topraklardaki haraketliliği devam ediyor. İsrail ordusuna ait askeri araçlar, işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri'nde bulunan Mecdel Şems bölgesindeki İsrail-Suriye sınırında görüntülenirken.

Yeni Osmanlıcılığın ilk zaferi

Özellikle AKP dönemi ile birlikte emperyal heveslerini saklamayan ve bu hevesini “Yeni Osmanlıcılık” olarak formüle eden Türkiye’nin sermaye sınıfı da kazananlar arasında. AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın heyecanında da bu kazancın büyük katkısı var. Erdoğan birkaç gün önce “Suriye'de tam bir halk devrimi gerçekleşti, 61 yıllık baskı ve karanlığın ardından Baas rejimi artık tamamen tarihe karıştı” derken sahada HTŞ güçlerinden başka bir “halk” olmadığını biliyordu. O halkın dört milyonu AKP’nin kapıları açması nedeniyle savaşın başından beri Türkiye’de yaşıyor. Tepkisini ise bir iki cılız meydan gösterisi ile belli etti. Sonra hepsi evlerine çekildi. Cihatçı fethinin ardından sınıra koşanlar Türkiye’ye sığınmış yağmacılarla sınırlı kaldı.  

Suriye’nin göçmen halkı savaşın bitmesini, ülkede inşaat faaliyetlerinin güven içinde başlamasını bekliyor. Tayyip Erdoğan’ın heyecanın yatıştığı kısımda da bu var.  AKP'li Cumhurbaşkanı, “Muhalefetin kışkırtmalarına rağmen Suriye krizinde ne kadar doğru bir konum aldığımızı bugün daha iyi anlıyoruz. Suriye'nin imarı ve yeniden ayağa kaldırılmasında da Suriyeli kardeşlerimizin de yanında olacağız” dedi. 

Zaten Türk şirketleri daha sınırı kazanmadan büyük kazançlar elde etti. Türk inşaat sektörüyle ilgili şirketlerin, özellikle çimento ve çelik sektörlerindeki firmaların hisse senetleri, Beşar Esad rejiminin beklenmedik çöküşünün ardından değer kazandı. Türkiye Ordusu Emeklilik Fonu'nun sahipliğindeki Oyak Çimento'nun hisse değeri yüzde 9,9, Sabancı Holding’in çimento üreticisi Çimsa Çimento hisseleri ise yüzde 10 değer kazandı. Ayrıca, çelik üreticisi İsdemir ve çimento üreticisi Limak Doğu Anadolu Çimento'nun hisse senetleri yüzde 10 artış gösterdi. Bu gelişmelerin ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Türkiye'nin "Suriyelilerin güvenli ve gönüllü dönüşünü ve ülkenin yeniden inşasını" kolaylaştırma konusundaki kararlılığını vurguladı.

Birleşmiş Milletler’in tahminine göre Suriye’nin yeniden inşası için yaklaşık 400 milyar dolar (yaklaşık 13 trilyon 924 milyar lira) gerekiyor.

Gözler Çin şirketlerinde

Savaşın sırrı da işte bu rakamlarda yatıyor. Kapitalizmin yeni iş alanlarına ihtiyacı var. Emperyalizmin ise bu yeni iş alanlarındaki istenmeyen rekabetin önlenmesine. Suriye’nin emperyalist ordularca düzlenmesinin nedeni işte bunlar. 

Rusya pılısını pırtısını toplayıp gitti. Ama ortalıkta görünmeyen Çin toz duman dağıldıktan sonra gelip bölgeye güçlü bir şekilde yerleşebilir. Emperyalist merkezlerde enerji koridorları ve ticaret yolları üzerinde ABD’nin hakimiyet kurma planları yapılıyor. 

Rusya ve Çin hedef ama topun ağzında İran var. İran, tıpkı Türkiye gibi iç bütünlüğünü sağlamakta zorlanan bir ülke. İçinde büyük bir Azeri nüfusu barındırmasına rağmen Azerbaycan-Ermenistan Savaşı'nda Ermenistan'ı destekledi. Azerbaycan ise bu savaş vesilesiyle İsrail’in en yakın destekçisi haline geldi. Bunlar İran’ın bir Azeri isyanıyla karşılaşma riskini arttıran gelişmeler. 

Ortadoğu 19. yüzyılın başından beri emperyalist güçlerin hesaplaşma alanı. Savaşlar çıkarıyorlar ve sonucunda yeni sınırlar belirliyorlar. Birinci ve ikinci Dünya savaşında ortaya çıkmış sınırların yeniden tartışma konusu yapılması bundan. Sınırlar değişiyor ama bu değişimden halkların payına düşen sadece yoksulluk ve ölüm. 

Suriye’de Baas rejimi düştü ve cihatçı bir Arap rejimi için yol açıldı. Ama bunlar bölgesel bir barışın işareti değil. Ortadoğu’da asıl savaş şimdi başlıyor.

                                                                     /././

Asgari ücrette son söz kimde?-Oğuz Oyan-

Kapitalist bir toplumda son sözü her zaman sermaye söyler. Egemen sınıf, sermayenin değerlenme sorunlarını ilgilendiren tüm yaşamsal konularda, “vekillerinin” belirleyici olmasına izin vermez.

Arada ben de söylüyorum: Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) üyesi olmadığı halde Cumhurbaşkanı (CB) hukuksuz bir biçimde son sözü söylüyor diyorum. Bu görünürde doğru ama gerçekte yeterli değil. Çünkü her ne kadar iktidar ve yürütmenin başı sermayenin doğrudan/dolaylı temsilcisi rolünü -şimdiye kadar görülmedik ölçüde- açıkça oynuyor olsa da, emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerini belirleyen konularda son sözü söyleme hakkına hiçbir zaman erişemez. 

Kapitalist bir toplumda doğrudan veya dolaylı olarak son sözü her zaman sermaye söyler. Egemen sınıf, sermayenin değerlenme sorunlarını ilgilendiren tüm yaşamsal konularda, “vekillerinin” belirleyici olmasına izin vermez. Ama perdenin önüne çıkmayı ve emekçi sınıfların hışmını üzerine çekmeyi de istemez. O yüzden son sözü “yürütmenin başına” söyletmek işine gelir. Böylece Komisyona ek olarak CB’nin siyasi iradesini/otoritesini de işin içine dahil ederek muhtemel itirazları/ memnuniyetsizlikleri peşinen baskılamak ister. (Cumhurbaşkanı isterse bir kararnameyle kendisini AÜTK başkanı ilan edebilir kolayca, ama şeklen bu yöntem tercih edilmez çünkü daha üstten ve sözde emek lehine bir müdahale imiş gibi görünsün istenir).

Elbette “ağaya” bir son söz hakkı verilemez değildir. Gene sermayenin pazarlık payı içinde gördüğü örneğin bir ek yüzde beş veya bin TL yukarı çıkma izni her zaman bir “ağalık hakkı” olarak tanınabilir. Bu, toplu iş sözleşmelerinde (TİS), sendika başkanlarına da genellikle son bir hak olarak tanınır zaten; işin raconundandır.

Bu arada Türkiye gibi ekonomik açıdan bağımlı bir ülkede, dış sermayenin de ücret düzeylerine ilişkin bir diyeceği olur ve bu yaklaşımın yok sayılması pek mümkün olmaz. Bu yaklaşımlar çeşitli sermaye kuruluşları tarafından açıklanır, ama asıl önemlisi onlar adına IMF, DB gibi uluslararası finans kuruluşlarının neyi önereceğidir. Bir ülkede örtük bir IMF programı uygulanıyorsa, bu uyarıların dinlenme olasılığı da artacaktır kuşkusuz. 

Cici sermaye hep 'demokrattır' ama…

AÜTK’da sermaye sınıfını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) temsil eder. TİSK, tüm sermaye örgütlerini kapsar ama büyük sermaye örgütü TÜSİAD’ın sanki hiçbir rolü yokmuş gibi görünmez kılınmasını da sağlar. Sermayenin çeşitli kesimleri arasında asgari ücret konusunda tam bir görüş birliği olmaz, sektörlere göre veya işletme büyüklüğüne göre farklı yaklaşımları olabilir, bunlar bazen medyaya da yansır (konfeksiyoncu ve inşaatçıların daha düşük artışlardan yana olduklarını kamuoyu önceden öğrenir genellikle) ama sonuçta anlaşırlar. Tespit sonrasında, bazıları sanki çok artış sağlanmış gibi şikayetlerini bildirir, bazıları ağlamaklı görünür, böylece hem Komisyondaki sendika temsilcileri kurtarılmış olur hem de işçiye “bak, daha fazlası mümkün değildi” mesajı verilir. Danışıklı döğüş tiyatrosunun oyunları çoktur. 

Peki ama neden asgari ücretin kapsamı Türkiye’de bu denli geniştir? Ve neden buna bir çözüm bulunmaz? Aslında bunun çözümü çalışma mevzuatı içinde var. Prof. Aziz Çelik de buna defalarca değindi. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 40. Maddesinde CB’ye teşmil yetkisi verilmiş durumda:

“Cumhurbaşkanı; teşmili yapılacak işyerinin kurulu bulunduğu işkolunda en çok üyeye sahip sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesini, o işkolundaki işçi veya işveren sendikalarının veya ilgili işverenlerden birinin ya da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının talebi üzerine, Yüksek Hakem Kurulunun görüşünü aldıktan sonra tamamen veya kısmen ya da zorunlu değişiklikleri yaparak, o işkolunda toplu iş sözleşmesi bulunmayan işyeri veya işyerlerine teşmil edebilir”. 

Demek ki istenirse TİS kapsamı bütün bir işkoluna teşmil edilebilir (yayılabilir). Eğer öyle olursa, asgari ücretin kapsamı da daralır. Peki bu hüküm neden uygulanmaz? Çünkü sermaye bunu istemez. Ücretler genel seviyesinin yukarı çıkması istenmez. O istemeyince sermayenin iktidarından da bir hareket gelmez. Aslına bakılırsa TİS imzalayan işçi sendikaları yöneticileri de bunu pek istemezler, çünkü kendi önemlerinin azalacağını ve üye (ve gelir) kaybına uğrayacaklarını düşünürler.

Teşmil uygulamasının çok etkili uygulandığı ülkeler vardır. Bunlardan başında da Fransa gelir. Orada da sendikalaşma oranı düşüktür. Ama sendikaların önemi ve etkisi, teşmil uygulaması yüzünden, üye sayılarının çok üzerindedir. Üyesi olmayan işçileri de sokağa dökme kapasiteleri genelde oldukça yüksektir.
 
Peki ama teşmil uygulaması nasıl oluyor da Türkiye’de memur kesimi için uygulanabiliyor? Çünkü TİS imzalayan Memur-Sen’in üyesi olmayan memurları ücret zammından mahrum bırakmak, kamu yönetimini imkansız kılacak denli büyük hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açar. Bunu yapamazlar.

Türkiye’nin en kapsamlı toplu sözleşmesi ama bir TİS değil

Asgari ücret Türkiye’de sadece asgari ücretlileri ilgilendirmez. Asgari ücretin altında (genellikle kayıt dışında veya patrona ücret iadesi yöntemiyle istihdam edilenlerde) ya da asgari ücretin belirli miktar üzerinde ücret alan geniş işçi kesimlerinde ücret düzeyleri asgari ücrete bakarak belirlenmektedir. Bu arada asgari ücret birçok başka hakkın belirlenmesinde referans değeridir: İşsizlik Sigortası Ödeneğinde, Kısa Çalışma Ödeneğinde, Genel Sağlık Sigortasından primsiz yararlanma sınırının çizilmesinde vs. asgari ücret düzeyi belirleyicidir. Bu da asgari ücretin baskılanması için ek gerekçeler yaratmaktadır. Demek ki, asgari ücretin kapsamının daraltılması işçi sınıfı açısından da talep edilmelidir.

Gerek asgari ücret gerekse diğer ücret/maaş düzeylerinin belirlenmesinde TÜİK enflasyon verileri esas alınmaktadır. Dolayısıyla TÜİK, bölüşüm ilişkilerinin perde arkasındaki temel belirleyicisi durumuna yükselmiştir. Bu nedenle TÜİK teknik bir kurum olmaktan sermaye iktidarının bir aparatı olmaya doğru talihsiz bir tersine evrim geçirmiştir. Ancak, Türk-İş’in hazırladığı gıda harcamaları endeksinin, Haziran ve Kasım aylarında yüzde 1’in altında artışla açıklanması da, tam da ücret düzeylerinin belirlendiği bu aylarda, bu konfederasyonun sermayenin ve iktidarın işini kolaylaştıracak bir manipülasyona ne kadar yatkın olduğunu göstermiştir. Üstelik Kasım 2024’te TÜİK’in gıda enflasyonu endeksi bile yüzde 5,10 iken! Buna bizzat konfederasyon üyelerinin tepki vermesi gerekirdi…

Peki Türkiye’nin bu fiilen en kapsamlı toplu sözleşmesi niçin resmen bir TİS kapsamına alınmamaktadır? Çünkü o zaman işçileri sadece TÜRK-İŞ’in temsil etmesi kabul edilemez. Bütün işçi konfederasyonlarının katılması ve iktidar-işveren karşısında en azından eşit oy hakkıyla temsil edilmeleri gerekir. Daha önemlisi, grev hakkını da içermesi gerekir. Bu hakkın kullanımı sorunlu olabilir; ama en azından sokağın tepkilerinin Komisyona ulaşmasının mekanizması kurulmalıdır. Mevcut durumda TÜRK-İŞ (zevahiri kurtarmak adına) en fazla muhalefet şerhi koyabilmektedir, onun da bir hükmü bulunmamaktadır. Ancak asgari ücretin bir TİS kapsamına alınmasını veya hatta asgari ücretin yüksek belirlenmesini birçok sendika yöneticisi de istemez; bunun kendilerini işlevsiz bırakacağını düşünürler. Eh o zaman asgari ücretin kapsamını daraltacak teşmil uygulamasını savunsunlar! 

Metal iş kolunda yeniden grev yasakları

Denilebilir ki, asgari ücret TİS kapsamında belirlenseydi ne olurdu ki, nasıl olsa Türkiye’de grevler fiilen yasakken! Grev hakkının kullanımının sermaye-iktidar işbirliğiyle gerçekten kullanılamaz duruma getirildiği doğru. Bunu metal iş kolundaki son grev yasaklarıyla bir kez daha deneyimlemiş olduk. Üstelik “grev ertelemesi” ifadesi altında grev yasağının perdelenmek istenmesi de cabası. Çünkü erteleme süresi sonunda sendika, sermayeyle uzlaşmak veya Yüksek Hakem Kurulu’na gitmek dışında seçeneğe sahip olamıyor. (Bkz. Aziz Çelik, “AKP grev yasaklama şampiyonu”, Birgün 16.12.2024). (Bu bağlamda, Birleşik Metal-İş sendikasının bugünlerde MESS-iktidar işbirliğiyle grev hakkından mahrum bırakılmasını şiddetle kınıyor ve tüm emek güçlerini dayanışmaya çağırıyoruz).

Hangi düzeyde bir asgari ücret?

Öncelikle hedef enflasyon mu yoksa gerçekleşen enflasyon mu kısır döngüsünden kurtulmak gerekiyor. Hedef enflasyon deseniz, TÜİK’in yüzde 17,5, TCMB’nin yüzde 21 hedefi var. Ama artık yüzde 25’in altını konuşan yok, ki o da 21.275 TL eder. Gerçekleşme tahminlerine bakarsak, TÜİK yüzde 41,5 demişti OVP’de. Ama Kasım’da bile yüzde 42,91 oldu. Demek ki yılsonunda yüzde 45-46 olacak. Yüzde 45’i alsak, 24.653 TL eder. 21.275 veya 24.653, hangisi olursa olsun asgari ücretliyi keser mi? Kuşkusuz hayır.

TÜİK’in bir başka gerçekleşme tahmini daha var: TÜFE’de 12 aylık ortalama artış tahmini OVP’de yüzde 60,9 olarak belirlenmiş. Kuşkusuz aşılacak, çünkü Kasım’da bile yüzde 60,45 oldu. Her durumda, asgari ücretin bir yıllık enflasyon aşındırmasını buna göre karşılasaydık, 27.356 TL düzeyinde bir asgari ücrete varırdık. Bunu 2025 için TÜFE 12 aylık ortalama tahmini olan yüzde 33,9 ile çarpsaydık, 2025 Ocak ayında 36,630 TL’lik bir asgari ücret düzeyine ulaşırdık.

Bu düzey, DİSK’in de başlangıç için talep ettiği miktar civarında. DİSK, bir ailede iki asgari ücretlinin toplam gelirinin 72 bin TL’lik yoksulluk sınırına ulaşmaya imkan vermesini esas alıyor, ki bu da şu an için 36 bin TL olarak beliriyor. DİSK haklı olarak bugünkü enflasyonist ortamda rakam telaffuz etmiyor; asgari ücretin yoksulluk sınırının yarısına endekslenmesini savunuyor.

Bütün bunlar kuşkusuz gerçekleşmeyecek. Ama mücadelenin nereden başlatılması gerektiğini göstermesi bakımından en azından TÜRK-İŞ’e mesaj oluyor.

                                                                   /././

Bir sergideki tablolar -Nevzat Evrim Önal-

Olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok.

Bu yazıyı, dünyanın bugün geldiği noktanın ve gitmekte olduğu yönün yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini düşünenler için yazıyorum. Filistin, Lübnan ve Suriye’de son bir yılda olanlardan, bu olanlarda başta Türkiye olmak üzere “dış güçler”in oynadığı rolden, yaşananların yarın filizlenmek üzere ektiği yeni kıyım ve yıkım tohumlarından endişelenmiyor, her ne olacaksa bunun hayatınıza dokunmayacağını, dolayısıyla sizi ilgilendirmediğini düşünüyorsanız; yani içinde yaşadığımız düzenin bireyi insanlıktan çıkartan bencillik şerbetini içtiyseniz ve halinizden memnunsanız, yazının devamını okumayabilirsiniz.

***

Peki, madem artık biz bizeyiz, biraz samimi bir sohbet edebiliriz.

Dünya, Orta Doğu, Türkiye bu hale geldi çünkü insanlık 1991’de büyük bir yenilgi aldı ve hala onun uzun vadeli sonuçlarını yaşıyoruz.

Baas Suriyesi, Soğuk Savaş dünyasında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin yarattığı, dış tahakkümün olmadığı gri bölgede yükselmişti. Aynı diğer Baas iktidarları ya da Yugoslavya gibi. Ve emperyalizmin rakipsiz olduğu günümüz dünyasında bir yeri yoktu. Ve ne kadar direndiyse de, sonunda yıkıldı.

Dünya çapında saygı gören ve vicdanlı, ahlaklı her insan tarafından kucaklanan; defalarca uçak kaçırma eylemlerine katılmasına rağmen aklı başında kimsenin meşruiyetini sorgulayamayacağı Leyla Halid gibi bir kahraman çıkartmış; öncülüğünü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin yaptığı laik ve özgürlükçü Filistin direnişi de Soğuk Savaş dünyasına aitti. Emperyalizm rakipsiz kaldıktan kısa bir süre sonra bu mücadelenin liderliği Hamas’ın eline geçti. Bu oldu diye mazlum Filistin halkının direnişi tarihsel meşruiyetinden bir şey kaybetmedi, ama önderlik gericileştikçe, yenilgi kaçınılmaz hale geldi.

Burada çok önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum: Sorun sadece sosyalizmin yokluğu, Sovyetler Birliği’nin desteğinin ortadan kalkmış olması değil. Sosyalizmin olduğu dünyada emperyalizmin insanı insanlıktan çıkartan ideolojisi de tek egemen değildi. Emperyalist ülkelerin bağrında da kentli ve emekçi kitlelerin kolektif ahlak ve vicdanı çok önemli bir toplumsal güçtü. Emperyalizmin sürekli liberal zehirle çürütmeye çalıştığı bu güç ona en nefret ettiği şey olan sınırlar dayatıyordu. Sosyalizm yıkıldıktan sonra emperyalizmin liberal saldırısının önünde de bir engel kalmadı. Liberal ideoloji işçi sınıfının kolektif vicdanını yıktı ve onu yalnız, güçsüz, bencilleşmeye açık bireylere parçaladı.

Ve bugün, yıkım henüz kendi kentine gelmemiş, evinin kapısından ya da duvarından içeri girmemiş bizler, olan bitenleri parçası olduğumuz insanlığın başına gelen güncel felaketler değil de sanki bir sergideki tablolarmış gibi izliyoruz. İsrail Filistinli çocuk ölülerini üst üste yığıyor ve biz Rubens’in Masumların Katli tablosuna bakıyoruz. Aradan aylar geçiyor, reforme olmuş, eğitilmiş, donatılmış şeriatçılar ordusu Şam’a giriyor ve biz birkaç adım atıp Delacroix’nın Haçlıların Konstantinopolis’e Girişi tablosunun önüne geliyoruz.1 Hiçbir etkimiz olmayacağını düşündüğümüz bu büyük meselelerden sıyrılıp, “bari sokak hayvanlarına bir faydam dokunsun” dediğimizde serginin bir alt katına inip Goya’nın Bir Köpek tablosuna bakmaya başlıyoruz.

Olanlar karşısında her birimiz güçlü biçimde duygulanıyoruz. Bu duygulanımlarda bir benzeşme de var: üzülüyor ve kaygılanıyoruz. Ama gördüklerimize somut ve güncel olgular değil de bir sergideki tablolar gibi yaklaştığımız için vicdanımızı örseleyen bu olaylara karşı harekete geçmiyor; sanki olanları durdurmak için bir hamle yapsak, resme fazla yaklaştığımız için alarm çalacak, görevli bizi uyaracak, başka insanlar tarafından ayıplanacak gibi davranıyoruz: Güvenli bir mesafeden fotoğrafını çekip, duygularımızı birkaç cümleyle özetleyip, sosyal medyada paylaşıyoruz.

Oysa bu resimleri avuçlarımızla duvardan kopartıp yere çalmalı, üzerinde tepinmeli, müze güvenliğini ezip geçmeli, duvarlarında sadece böyle resimler olan müzeyi ateşe verip, karşısına geçip yanmasını seyretmeliyiz.

Ne var ki bunun için kalabalık olmalıyız, ama yapayalnızız.

***

Kısa bir parantez: Böyle bir eyleme “barbarlık” diyecekler olabilir, hepsinin canı cehenneme. Eşitlik ve özgürlükten yana olan insan barbarlıktan çekinmemeli. Barbarlık, uygarlığa karşıdır. İçinde yaşadığımız emperyalist uygarlık da vicdansızlığın, ahlaksızlığın, alçaklığın insanlık tarihindeki doruğudur. Bu uygarlığın sahipleri jilet gibi takım elbiselerini giyip, tertemiz tıraşlarını olup, mis gibi parfümlerini sürüp, pırıl pırıl toplantı odalarına gider; işçileri işten çıkartmak, halka daha fazla vergi yüklemek ya da yoksul çocukları bombalayıp öldürmek için kararlar alır; sonra kapısını özel şoförlerinin açtığı pahalı arabalarına binip nezih hayatlarına, saray gibi evlerine dönerler.

Bu bağlamda cihatçı ve şeriatçı HTŞ de saf anlamda “barbar” değildir. O, barbar kavimler içinden çıkmış ve başka barbarları silah zoruyla Roma’ya köle yapan bir işbirlikçi hainler güruhudur.

***

Sanat insanlığın en soylu edimlerinden biridir; ama pekâlâ estetiğinin gücüyle izleyicisini ipnotize edip hareketsiz kılabilir, onun öznelliğini paralize edebilir. Oysa bugün bizim, belki de her zamankinden fazla özne olmaya ihtiyacımız var. Ve insan ancak yalnızlığını kırdıkça, ortak duygular hissetmekle kalmayıp ortak eyleme geçtikçe, yani örgütlendikçe özne olur.

Lütfen kusuruma bakmayın, söylemek zorundayım; olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok. Duygularımız bizi eyleme geçirmiyorsa, yaşananları durdurmak için bir şey yapmıyorsak, katledilen masumlara değil kendi örselenmiş vicdanımıza üzülüyor, düşen Şam için değil kendimiz için kaygılanıyoruz demektir.

Ve harekete geçmedikçe, bu kifayetsiz duygular zaafımız haline gelir. Düzen bizi bu duygulardan yakalar, onları bazen kışkırtıp bazen teskin eder ve bizi duygularımızı istismar ederek yönetir. Örneğin manipülasyonu ve yalancılığı meslek edinmiş Amerikancı bir gazeteci, “bunlar değişmiş, farklılıklara hoşgörü gösteriyor, kimsenin başını zorla kapatmıyorlar” diye şeriatçı canilerin halkla ilişkiler çalışması yapar ve bu sefer de “oh neyse” der, kaygımızdaki geçici azalma ile teskin olur, olan biteni kabullenip hiçbir tarihselliği olmayan hayatımıza geri döneriz.

Bu döngünün ne bize ne katledilen masumlara faydası var. Ya boş verelim, kendi konforumuza odaklanalım ve yazının başında “sizin okumanıza gerek yok” dediğim bencil güruha katılalım; ya da düzenin bizi içine soktuğu yalnızlaşmayı kıralım, evimizden çıkalım, bizim gibilerle yan yana gelelim ve kızıl bayraklar kuşanıp şiddetin, vicdansızlığın, ahlaksızlığın kural olduğu bu dünyayı yıkmak için mücadele edelim. 

Mücadelede kuşkusuz yenilme ihtimali de var. Ama biz, hayatı boyunca izleyicisini harekete geçirecek sanata eserleri yapmaya kafa yormuş büyük ozan Brecht’e kulak verelim: “Mücadele eden yenilebilir, etmeyen çoktan yenilmiştir.”

Bir de şunu bilelim; bu yanıp yıkılası serginin bir yerinde Bruegel’in muazzam ve uğursuz Ölümün Zaferi tablosu da asılı duruyor ve insanlığın önüne gelmesini bekliyor.    

  • 1.Teşbihte hata yok. “Haçlılık” Batı’nın Orta Doğu’ya yönelik bahanesi din olan fetihçiliğidir. Bu fetihçiliğin modern ve emperyalist halinin en büyük eseri soykırımcı İsrail devletidir ve şeriatçı HTŞ güruhu da, emperyalizmin ve İsrail’in uşağıdır. Zamanında Haçlılar da Orta Doğu’da kendilerine işbirlikçi müttefikler bulmakta güçlük çekmemişti.
                                                                                     /././
Bakanlıktan bir tuhaf açıklama: 'Tacizciyi görevden alamıyoruz!'-Özkan Öztaş-
İki farklı olaydan 6'şar yıl 3'er ay ceza alan Elazığ Sosyal Yardımlaşma ve Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı göreve devam ediyor. Bakanlık ise bu durumu “Mevzuat izin vermiyor” diyerek açıklıyor. 
Elazığ Sosyal Yardımlaşma ve Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı, çocuk istismarına ilişkin aldığı 12 yıl 6 ay hapis cezasına rağmen görevine devam ediyor. 

Evet yanlış okumadınız. İki farklı olaydan 6'şar yıl 3'er ay ceza alan Elazığ Sosyal Yardımlaşma ve Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı göreve devam ediyor.  Bakanlık ise bu durumu “Mevzuat izin vermiyor” diyerek açıklıyor. 

Bu yanıt, konuya dair şikayette bulunan yurttaşın CİMER'e yazmasıyla ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) üzerinden yapılan başvurunun ardından gelen cevapta, spor kulüplerinin yönetmeliğinde suç işleyen yöneticilerin görevlerinin sona ermesi gerektiği açıkça ifade ediliyor. Ancak 7405 sayılı Spor Kulüpleri ve Spor Federasyonları Kanunu'nun eksik mevzuatı nedeniyle bu görevden alma işlemi gerçekleştirilemediği ifade ediliyor.

Çocukların korunması adına büyük bir ihmali gözler önüne seren bu açıklama, "Suçlu ama görevden alamıyoruz" diyor özetle.  

CİMER'den gelen ilgili cevapta tacizcinin "neden görevden alınamayacağı" böyle gerekçelendirilmiş.

Mevzuat eksikliği, cezasızlık ve denetimsizlik çocukları daha korumasız hale getiriyor

Böyle dernek ve kulüplerde çocukların fiziksel ve psikolojik sağlığının ne kadar göz önünde alındığı bir tartışma konusu. Öğretmen-öğrenci ilişkisindeki denetimsizlik dikkat çekiyor. Denetimsizlik de istismara zemin olabiliyor. 

Elazığ'daki cinsel istismar davasının avukatı Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği'nden Avukat Çisel Demirkan Sakallı, mevzuattaki açığın hukuki sürece de yansıdığından söz ediyor. 

soL'a konuşan Demirkan, "Çocuklarımıza emanet ettiğimiz bakanlıklara ait kurumlar ne yazık ki denetimsiz ve bu denetimi sağlamak için herhangi bir çaba ya da düzenleme bulunmuyor. Çok basit alınması gereken önlemler dahi alınmıyor. Bu ve benzeri olaylarda alınabilecek birkaç tane basit önlem, en basitinden güvenlik kamerası kaydı gibi düzenli denetim gibi örnekler dahi hayata geçirilmiyor. Yaşanabilecek birçok şeyin önüne geçebilecekken göz göre göre ihmal ediliyor" diyor.

Demirkan, "İstismar ya da şiddet gerçekleştikten sonra da idari soruşturma, 'kanun açığı var', 'alt düzenleme yok', 'şikayetin süresi vardı-yoktu', 'ilgili madde şöyleydi değildi' denilerek sorunlar sürüncemeye bırakılıyor. İdari soruşturma yapılmayınca da görevden alınmayan sanık o suçu işlemeye devam ediyor. Yargıda, kamu kurumlarında bir cezasızlık hali mevcut. Okullar denetlenmiyor, yurtlar denetlenmiyor, istismarlar yaşanıyor. Kimse doğru düzgün ceza almıyor! Bu suçların mağdurlarını devlet korumayacaksa kim koruyacak? Çocukları, kadınları, emekçileri spor okullarındaki sözüm ona hocaların ya da antrenörlerin insafına bırakamayız" diye konuşuyor. 

CİMER'den gelen bakanlığın yanıtı sorunun boyutlarını gözler önüne sererken, istismara uğrayan çocukların yakınları sorumluların yargılanmasını, kurumların denetlenmesini talep ediyor.

Bakanlığın açıklaması sorunun büyüklüğünü görmezden gelirken, denetimsizlik tacizcilere alan açmaya devam ediyor.

                                                               /././

Antakya İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nden okullara yazı: 'Kız öğrenciler serviste ön koltuğa oturmasın'

Antakya Kaymakamlığı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, kız öğrencilerin serviste ön koltukta oturmaması için okullara yazı gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/antakya-ilce-milli-egitim-mudurlugunden-okullara-yazi-kiz-ogrenciler-serviste-koltuga)

                                                                 ***

(soL)

Bretton Woods’u terk edip günümüze gelen kapitalizm(IV) -Bilsay Kuruç/Cumhuriyet

 Sistemde “ağa” kreditördür. Öyle biliriz. Ama şimdi en büyük borçlu oluyor! Kapitalizmin devlette yarattığı “metamorfoz”un ikinci büyük adımıdır. Çünkü basitçe, kapitalizmin piyasaları macera aradığı kadar güven de ister. Borca dayanan senaryo ancak sağlam teminatla çalışabilir. 2008’e doğru gelen “tsunami” gösterdi ki piyasalar servet yaratmanın doludizgin koşusunda sağlam teminat yaratmazlar.

Devam ediyoruz. “Yurtta kapitalizm, dünyada onun son aşaması” zamanındayız. Uzun sürüyor. Öğrenmiş olmalıyız, kapitalizm sıkışmışsa yıkıcı, savaşçı kimliği ortalığı kaplar, sıkışmamışsa ufak tefek harplerle idare eder. O alanı iyi bilenlere bırakalım. Kapitalizmi tanıma niyetimizi sürdürelim.

İÇ SAHADA KOLONİZASYON

Önceki yazıları yinelemeyeyim. Şunu gözden kaçırmayalım: 1914’ten ve 1939’dan farklı olarak kapitalizm “iç sahada hasımlığı” aşabilmeye odaklandı. Bunu “ağa devlet”in önderliğinde “iç sahada kolonizasyon”u kurarak ve becererek aşmaya girişti. Marshall Planı ile başladı, Soğuk Savaş’ı icat ederek kurumlaştırdı. Ve böyle devam ediyor.

Kapitalizm 1970’lerde Bretton Woods (BW) defterini kapattığı zaman anlaşılmış olmalı ki bu o ülkelerde “ekonomide devlet”ten “çıkış” demekti. Geri dönmemek üzere! Artık “ulus devlet” döneminden sermaye enternasyonalizmine geçmenin, bunu yönetebilmenin eşiğine gelmişti. Elbette yine “ağa devlet”in varlığıyla, önderliği ile olacaktı. Pax Americana’nın ilk aşamasından (1947-71’den) sonra ikinciye geçilecekti. Demek ki 1970’lerden itibaren iç kolonizasyon, ekonomide devletten çıkış ve sermaye enternasyonalizmi bir bütündür. Bunu not edelim.

YENİ ZAMANLAR

Daha sonra söyleyeceğimizi de şimdiden bir kenara yazalım: Ekonomide “devlet”ten çıkıyorsan, “finansta devlet”e gireceksin! Buna mecbur olacaksın. Kapitalizmi 1970’lerden 2020’lere getiren heyecanlı filmin bir özeti bunu bilerek yapılabilir.

Filmin en çekici ama en tehlikeli rolünü oynayan “piyasalar” sayesinde 1980’lerde “risk” doğdu. Kredinin “sihirli tuş”u olan “kaldıraç”lar bu âlemin riski seven yeni delikanlılarının elinde çocuk oyuncağı oldu. Büyük işlerin “varlık (asset) yönetimleri” ise zapt edilemeyen duygularla ellerini ovuşturdu. Yeni zamanlar.

Finans sermayesi “Risklere karşı ‘hedging’i icat ediyorum, sizi korur, korkmayın kaldıraçlardan, elinizi cömert tutun, risk virüs ise ‘hedging’ piyasa aşısıdır” diyordu! Böylece, piyasaların haylazlığa varan serbestliğiyle sermaye enternasyonalizmi önce Asya’yı gezdi. Tarih 1990’ların ikinci yarısı.

Emek zaten sermayenin katı disiplinine alınmıştı. Kapitalizmin kenarındaki “zayıf halkalar” da “emerging” (yeni yetme) rütbesiyle piyasa disiplinine alındılar. “Mürebbiyeler” (IMF ve Dünya Bankası) onlara “kapitalist görgü”yü öğrettiler. “Yapısal uyum” filan yaptırdılar. “Görgüsüzlük” halinde ellerine cetvelle vurulacaktı (“Conditionality”)! 1990’lar, Wall Street’ten hareketle, finans sermayesinin kendine sonsuz güveni, dünya çapında engelsiz birikim coşkusuyla kapanırken ilk uyarı geldi: Asya üzerinden Rusya ve oradan Wall Street’e sıçrayan bir kriz.

TUTMA YİĞİDİN ELİNİ!

“Ağa devlet”in başrole sahip iki kurumundan Hazine (Treasury) 1997’de bir çalışma raporu çıkarıyor: 21. yüzyılda Amerikan Finansı (American Finance for the 21st Century). Diyor ki eğer finans kurumlarının elini bağlarsak, şunu yap ama bunu yapma dersek (finansta “failure prevention”) bunun hem ekonomiye maliyeti büyük olur hem de Amerika’nın potansiyel dünya liderliğini engelleriz. Peki, ne lazım? Finans üzerinde denetimi hafif tut, yokmuş gibi. Onun “kabına sığmayan büyümesi”ni (“mercurial growth”) kesme. Krizler olabilir ama doğru olan “kalan sağlar bizimdir” (“failure containment”) politikasıdır!

Kısaca, ey finans sermayesi, devletin iki büyük sütunundan biri (Hazine) açıkça arkanızdadır, yolunuzu kesmeyecektir, diyor. Dünya sermayesine “ağa devlet” güvencesi veriyor.

Devletin öteki büyük sütunu da (FED) böyle bakıyor. Merkez Bankası’nın, kurum olarak, toplumla teması yoktur. Alanı “para âlemi”dir. Hazine ise devletin toplumla temas noktasıdır. Şimdi Hazine o noktadan yavaşça uzaklaşıp sermaye enternasyonaline yaklaşıyor. Kapitalizmin devlette “metamorfoz” istediğini ve bulduğunu gösteren ilk resmi belge yayımlanmıştır. Biliyoruz, bunu siyaset dünyası da tamamladı. Rahmetli Roosevelt’in, 1930’larda finans sermayesi üzerine denetim koyan, ticari bankacılığı “yatırım” (“asset” işleri) bankacılığından ayıran düzenleme kaldırıldı. Siyasette zaman, hafif sol gösterip kuvvetli sağ vuran taşra delikanlısı Clinton zamanıydı (Siyasette bu stilin bir sonraki sporcusu Obama olacak.).

Kısaca, daha önce de yazdım, dünyada “döviz swapları” ve “vadeli ürünler”le (futures, forwards) coşan bir “bilanço dışı” hareketin beslediği, büyüttüğü, ele avuca sığmayan bir “likidite” yaratma zamanına girildi. Bankalar ve “gölge” bankalar kapitalizmin yeni pistinde yarışmaya başladılar.

KRİZ, ÇÖKÜŞ

Ağır kriz 2007’de baş gösterdi. 2008’de dünya boyutuna ulaştı. Daha önce yazdım (28 Mart 2022). Bu kriz, sakallı bir adamın ta 1860’larda zamanlar arası öngörüyle ortaya koyduğu “o kriz” değildi. Zamane kriziydi. Şiddetliydi. Amerika’da başladı ve sistem çapındaydı. Sermaye dur durak bilmeyen iştahıyla bir yandan ticari senet piyasalarıyla bankalar arası borç piyasalarında (yüksek finans) at koştururken bir yandan da ipotekli kredilerle işçi sınıfına ev satmak üzere borç alanı açıyordu (sıradan finans). Krizin damarı finansta idi.

Sınırsız iştahın zinciri zayıf noktadan, “gariban”ın ev alabilmek için ödeyemediği borç alanından tetiklendi. Ve “sıradan” finanstan sermayenin enternasyonal “aort”u olan “yüksek finans”a sıçrayıverdi. Yerel müdahale ve tedavi olanaksızdı. Hastalık (kriz) salgınlaşıp çabuk yayılıyordu. Enternasyonalleşme ve coşkunun önde gelen mimarı Greenspan’in halinden anlıyoruz ki nutku tutulmuştur. Kapitalizmin bu yangınına “muamma” (“conundrum”) dedi. O kadar. Yapabileceği bir şey yoktu.

BAS, BAS

Buraya kadar olup biteni herkes biliyor. Önemli noktaya şimdi geliyoruz. 2008 şunu berraklaştırdı: Sermaye, piyasalarında krizi yapar. Fakat piyasalar krizde kendilerini kurtaramazlar. Böyle bir dokuları ve donanımları yoktur. “Hedging” medging işe yaramaz! Piyasalar kendilerini kurtaramadıkları gibi, sistemi tüm yapısı ile çökertecek depremi de yaratırlar. Peki, kapitalizmi kim kurtaracak? İlk soru bu. Sonra başka sorular gelecek.

Kapitalizmi devlet kurtaracak! 2008’in özellikleri gösterdi ki “ağa devlet” dünya kapitalizminin dümeninde oturacaktır. Amerika’dan tetiklenen kriz dünyaya “domino” yaparak yayılıyorsa, FED artık “dünyanın da merkez bankası”dır. Bu zorunlu terfidir. Ne yapacak? Öncelikle, basabildiği kadar dolar basacak. Doları ucuz tutacak. Para basmaya medyatik kılıf uydurup “quantitative easing” diyecek! Bilen biliyor ki kapitalizmin bu senaryosu “likidite çeşmesinin” hep akması ile işler. Kurtarma operasyonu da böyle yapıldı. FED’in yeni başkanı Bernanke, 1979’da Volcker’in yaptığının tam tersini yaptı. Niçin yapmasın? Kapitalizmin bir “etik kodu” mu var?

Yeter mi? Yetmez ama evet. Çünkü Hazine’nin de borç basması lazım! Piyasalara ve kapitalizmin devletlerine dolar kadar Amerikan Hazine bonosu da lazım. Şaşırmayalım, Amerikan Hazine borcu 2008’den sonra görülmemiş hızla arttı! 2013’de GSYİH’nin (gayrısafi yurtiçi hasıla) yüzde 100’üne erişti. İkisi de 16.7 trilyon dolardı. 2024 mali yılı ise 35.46 tr dolar kamu borcu ile kapandı! GSYİH’nın (28.82 tr dolar) yüzde 123’ü. Elbette borcun ortalama Amerikalıya yükü, yani borcun faizine ödenen tutar da artıyor: Hazine “alacaklıları”na 1.133 tr dolar faiz ödemiş. Bas, bas.

Sistemde “ağa” kreditördür. Öyle biliriz. Ama şimdi en büyük borçlu oluyor! Kapitalizmin devlette yarattığı “metamorfoz”un ikinci büyük adımıdır. Çünkü basitçe, kapitalizmin piyasaları macera aradığı kadar güven de ister. Borca dayanan senaryo ancak sağlam teminatla (“collateral”) çalışabilir. 2008’e doğru gelen “tsunami” gösterdi ki piyasalar servet yaratmanın doludizgin koşusunda sağlam teminat yaratmazlar. Bu koşuda piyasa “teminat”ları “çakma”dır! Anaforu büyüttükçe büyütürler. Böylece anlaşıldı ki bu kapitalizmde tek sağlam teminat (“safe asset”) “ağa”nın Hazine senedidir! Şirkette de ülke düzeyinde de böyle. FED’in doları ve Hazine’nin senedi, sadece bunlar “birlikte” eski sistemin “altın standardı”nın güvenirliğini sağlayabilirler.

‘EHEM’ İLE ‘MÜHİM’

Kapitalizmin ağır 2008 krizi “ağa devlet” için ağır sınav mı, büyük ödül mü? İkisi de. Sınav ödülü getirdi. Krizden sonra Amerika’da şirketler ve işçi sınıfı finans sisteme tam entegre oldu. Dünya kapitalizmi onları izledi. İtaatkâr topluluk demek olan G-20 (daha önce önemsenmezken) hemen 2008 Kasım’ında Vaşington’a çağrıldı. Hemen yeniden yemin etmeleri istendi. Ettiler. “Commitment to an Open Economy” (Açık dünya ekonomisine baş koyduk!) başlığında hazırlanan bildiriyi imzaladılar. Bildiri, kendi başımıza “ulusal kapitalizm” gibi kötü bir şey yapmayacağız, sermaye enternasyonali aynen devam edecektir, kesinlikle, diyordu.

Dikkat çekici bir yere, bir ilginç zemine geldik. Görelim. Kapitalizm merkez disiplini ile işler. Merkeziyetçi (belki de en merkeziyetçi) sistemdir. 2008’den sonra yaşayarak öğrenmiş olmalıyız. Eğer istiyorsak!

Sermaye enternasyonali, 2008’den sonra, FED’i ve Amerikan Hazinesi’ni dünya piyasalarından sorumlu ve birlikte çalışan en üst makama atadı. O görevi yapıyorlar. Eski ulusal devlet çerçevesi içinde kalırlarsa, sermayenin dünya çapında aradığı, bulduğu birikim ve servet elde edilemez. Maazallah, “oyun” biter! Sakallı adamın “o kriz” dediğine sürükleniriz.

Ancak, dedik ya, ilginç bir zemine geldik. Hazine daha ne kadar borç basabilir? Ve dünyanın tüm faizlerinden sorumlu FED “fıtratı”nı ne kadar aşabilir? Nedir o? Para sistemi içinde kutsal görevi “En son başvurulacak merci” (Lender of Last Resort) olması. Para sisteminin iki yakası bir araya gelmezse Merkez Bankası’na başvurulması. Ama şimdi kapitalizm FED’e çok zor bir görev verdi: Piyasalarda kargaşayı önlemek üzere “Müdahaleyi yapacak son ‘piyasa düzenleyici’ (marketmaker)” olması! FED işin içinden çıkabileceğini henüz gösterebilmiş değil. “Fıtratı” ile bağdaşmıyor.

Başta vurguladım: Kapitalizm “ekonomide devlet”ten çıktı. Eskiler “ehem ile mühimi ayırmaya dikkat et” derlerdi. Kapitalizm “ekonomide devlet”e dönemez. “Finansta devlet”e girdi. Bu başka bir devlet. Sermayenin istediği metamorfozu yaptı. Bunun sınırlarına doğru ilerliyor. Sınıra dayanınca ne yapar? Yaşadıklarımız, çareyi yıkıcı savaş yangınında mı arayacak sorusunu gündeme getiriyor. Öğrenerek, bilerek izleyelim.

Bilsay Kuruç/Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -17 Ağustos 2025-

Patateslerini bedava veren çiftçiye 17 milyon lira ceza Ticaret Bakanı Yardımcısı Gürcan, patates eylemine piyasa dengesini ve serbest rekab...