T24 "KÖŞEBAŞI" -19 Aralık 2024 -

 “İnsan insan derler idi…”-Gökçer Tahincioğlu-

İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan olmak, o tanımın içine kenar süsleriyle olabildiğince süslenerek konulmalıdır Hüsnü Öndül’ün ismi şimdi…
                                                              
Hüsnü Öndil

Düzce depreminin üzerinden sadece günler geçmiş, moralsiz bir ülke, moralsiz bir hava, moralsiz bir Ankara…

25 Kasım 1999… O gün Yargıtay’da önemli bir dava karara bağlanıyor.

İmralı’da tutulan ve idama mahkûm edilen Abdullah Öcalan’ın dosyasının temyiz incelemesi yapılacak.

Türkiye’nin dört bir yanından şehit ailelerinin dernekleri de Ankara’da, Yargıtay’ın önünde bekliyorlar.

Karar çabucak çıkıyor: “İdam cezasının onanmasına…”

* * *

Yargıtay’ın önünden onlarca otobüsle Anıtkabir’e hareket ediyor kalabalık. Anıtkabir’de toplandıktan sonra da otobüslere binip, geldikleri kentlere dönüyorlar.

Birkaç otobüs hariç…

Gazeteciler merakta… Otobüsten birileri, MHP Genel Merkezi’ne gideceklerini söylüyorlar. Sonra değiştiriyorlar, “MHP Genel Merkezi’nin olduğu binanın altındaki lokantaya gideceğiz…”

Tanınan bir lokanta burası. MHP’nin o dönem bulunduğu Karanfil Sokak’taki binanın altındaki lokanta… MHP’ye gelenin, görüşmek için bekleyenin vakit geçirdiği yer.

Gazetecilerin bir bölümü önden gidiyorlar.

Deprem bölgesinden yeni dönmüş, Ankara gibi moralsiz, biraz yorgun, sadece birkaç yıllık kıdeme sahip, genç bir gazeteciyim…

Kalabalıkta geride kalıyorum. Önden giden gazetecilere yetişemiyorum ama otobüslerin hemen arkasındayım.

Faydasız da bir takip aslında, bütün gazeteciler gibi “iş uzadı” diye söyleniyorum.

* * *

Üç otobüs, MHP Genel Merkezi’nin önünde duruyor ancak içinden inen yok. Önden gelen gazeteciler, otobüsler geciktiği için MHP’ye gitmiş, orada bekliyor.

Bulunduğum araçtan hızla inip, otobüse biniyorum ne yapacaklarını sormak için. Yanıt vermiyorlar, otobüsten inmiyorum. Otobüsler hareket ediyor… Yol boyu sormaya devam ediyorum ama yanıt yok…

Ne olacağını, otobüslerin Tunalı Hilmi Caddesi’nin başına gelip durduklarında anlıyorum. İnsan Hakları Derneği’nin o dönemki genel merkezinin tam karşısında duruyorlar.

Hızla iniyor kalabalık otobüsten, takım elbiseli bir avukat, “Bu bina” diye gösteriyor. Kapıyı kırarcasına çalıp, zorla açıyorlar. Hızla üst katlara çıkıp, İHD Genel Merkezi’nin kapısına vurmaya başlıyorlar.

Eski İHD Genel Başkanı Akın Birdal vurulalı kısa bir zaman olmuş. “Umarım kimse yoktur” diye geçiyor içimden ama kapı açılıyor ve kalabalık içeriye doluşuyor.

Bu kez, “Umarım Akın Birdal yoktur” diye geçiyor içimden.

İçeriye girenler hızla ortalığı yıkıp dökmeye başlıyorlar. İçerideki odadan incecik bir adam geliyor, “Ne yapıyorsunuz, yapmayın, buyurun oturun.”

* * *

Oturmuyorlar, üç dört kişi üzerine atılıp, yandaki odaya sokuyor.

Kırıp dökenleri salonda bırakıp oraya koşuyorum.

Saldırıya uğrayan kişinin Hüsnü Öndül olduğunu anlıyorum o sırada. İHD Genel Başkanı… Tanımıyorum ama fotoğraflarından biliyorum.

Darp edilmesine, boğazının sıkılmasına rağmen savunmuyor kendini… Saldıranlardan ikisi bir an, birkaç saniye birbirlerine bakıyorlar. Hüsnü Öndül, o sırada yandaki küllüğü eline alıyor, vurabilecekken duruyor, görüyorum. Yine masaya bırakıyor.

Araya girmeye çalışıyorum. O ana kadar bir gazetecinin bulunduğunu fark etmeyen takım elbiseli adam, koridordan saldırıyı izlerken hem araya girdiğimi hem fotoğraf çektiğimi görünce, aniden kendine geliyor!

“Durun, ne yapıyorsunuz?”

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

İHD Genel Merkezi’ni darmadağın edenler, hızla çekip gidiyorlar. Ben de hızla o dönem çalıştığım Milliyet gazetesine dönüyorum.

O takım elbiseli kişinin MHP’nin tanınmış avukatlarından, Hüsnü Öndül’le aynı dönemde hukuk fakültesinde okuyan Şevket Can Özbay olduğunu, saldıranların bir bölümünün şehit yakını bile olmadığını, saldırının günler önce planlandığını gazeteye dönünce anlıyorum. İçlerinden bazılarının yıllar sonra CHP neferi, barış sözcüsü gibi yine ortaya çıkacağını bilmeden…

Manşetten duyurulan o haber ve fotoğraflardan sonra ilk meslek ödülümü Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden kazanıyorum. Ödülü, sonrasında hep yakın bir dost ve ağabey olarak kalacak İHD Genel Başkanı Öndül’ün elinden alıyorum.

* * *

Bu ülkede yaşlananların “duayen”, ölenlerin “sembol ya da anıt” sayılması olağandır.

Hak edip etmediğine bakılmaksızın, ne yapıp ettiği araştırılmaksızın büyük payeler verilir insanlara.

O yüzden gerçekten hak eden, gerçekten yaşamını başka insanların iyiliğine adayan, onurlu, adaletli bir yaşam için mücadele veren insanlara hakkını tam olarak vermek bir görev geride kalanlar için.

Ve bu ülkede insanlar ve hakları için bir mücadele edenlere bir gün bir paye verilecekse, ilk sırada yer alacak isimlerin başında gelir Hüsnü Öndül…

Önceki gün kaybettiğimiz, insan hakları savunucusu, avukat, abi, kardeş, dost, arkadaş Hüsnü Öndül…

* * *

Hakların içinde doğanlar için olağandır bu haklarla yaşamak… Mücadele edenler için buruk bir tebessümdür onları izlemek…

Öndül, öğrencilik yıllarından itibaren sol düşünceyi benimsemiş ve bu temelde insan hakları için mücadele etmiş bir isimdi.

Öğrenciliği bitip avukat olduğunda darbe bütün hayatını etkiledi. 12 Eylül karanlığının hüküm sürdüğü günlerde o karanlığa karşı mücadele verenlerden biriydi.

Cezaevlerindeki zulüm, tutuklu ve hükümlü yakınlarını harekete geçirmişti. Onlara destek için bir grup insan, 1985’ten itibaren toplantılar yapmaya başladı. O toplantıların sonunda, sadece cezaevleri için değil, bütün bir insan hakları mücadelesi için bir dernek kurmaya karar verdiler.

İnsan Hakları Derneği…

Bir şirketin Onur Çarşısı’ndaki ofisinde, Hüsnü Öndül, Nevzat Helvacı, Akın Birdal, Sadun ArenHaluk GergerMuzaffer İlhan Erdost toplanarak temellerini attılar derneğin. Aziz Nesin kurucular arasında yer aldı, Yaşar Kemal destekçiler arasında. Çok sayıda aydın da kuruluş dilekçesine imza attı. 1986’da dernek resmen kuruldu.

* * *

İHD, hızla büyüdü.

1992’den itibaren bu büyüme ve hak mücadelesi göze batmaya başladı. Şubeler, valilikler tarafından hızla kapatılmaya başlandı. Ardı ardına şube başkanlarına saldırı haberleri geliyordu. O dönem İHD Genel Sekreteri olan Hüsnü Öndül, kentten kente koşuyordu.

O günden bugüne, toplam 24 İHD üyesi, başkanı, yetkilisi saldırılar sonucu öldürüldü.

Onlardan birisi, İHD Genel Kurulu’nda Kürtçe konuştuğu için hedef olan, tutuklanan ve 1993’te öldürülen Vedat Aydın’dı.

1993’te, Aziz Nesin’in çabalarıyla köy boşaltma iddialarını incelemek için görevlendirilen heyette, Tarık Ziya EkinciGencay Gürsoy’la birlikte Hüsnü Öndül de vardı.

Korucular birden araçlarına ateş etmeye başladı. Araç durunca da kapıyı açıp araçtakilere saldırdılar. Heyet, geri dönmek zorunda kaldı ama köy boşaltmalarla ilgili ilk raporu da sonra onlar hazırladı.

* * *

1987’de, Ankara Tandoğan’da yapılacak barış mitingi için Ankara’ya gelen heyete TBMM kapısında saldırı yaşandı. Derneğin kurucularından Didar Şensoy orada fenalaştı ve hayatını kaybetti. Şensoy’un hayatını kaybettiğini kalabalığa Hüsnü Öndül bildirmek zorunda kaldı.

Cenazesi otobüse konulduğunda önce tutamadı kendini, ağlamaya başladı.

Genel Başkan Yardımcısı Leman Fırtına, “Ağlama, görmesinler” dediğinde, içine akıttı gözyaşlarını…

* * *

1998’de Akın Birdal, PKK’lı Şemdin Sakık’ın değiştirilen ifadesinde adı geçirilince hedef haline geldi. Kısa süre sonra da İHD Genel Merkezi’nde silahlı saldırıya uğradı. Hüsnü Öndül, saldırıdan sonra içeriye giren ilk isimlerden biriydi. Birdal’dan sonra cesaretle İHD Genel Başkanlığı sorumluluğunu aldı.

* * *

12 Eylül dönemindeki idamlara karşı Nevzat Helvacı’nın başkanlığı döneminde yürütülen kampanyada öncülerden birisi de Hüsnü Öndül’dü.

1999’da, başkanlığı döneminde idamlara karşı yeniden kampanya başlattı. Hükümetle görüştü, kapı kapı dolaştı İHD mensuplarıyla birlikte…

Toplanan 600 bine yakın imzayı TBMM’ye sundu.

İnsanlar idam cezasının kaldırılmasını istemenin, “teröre yardım” olduğunu sanıyordu. Tepkilere, açıklamalara, hedef göstermelere rağmen kampanyadan vazgeçmedi.

2002’de idam cezası kaldırıldığında, kimsenin bilmediği, ismini anmadığı emek verenler arasında Hüsnü Öndül de vardı.

* * *

Zaten yaşamı bu kampanyalarla geçmişti.

12 Eylül’ün işten çıkardığı akademisyenler için, “1402’likler” kampanyasını yürütenlerden biriydi.

1994’te Düşünceye Özgürlük, yine 1994’te “Savaşa Hayır”, 1995’te, “Kayıplar Bulunsun”, 1997’de “DGM’ler kapatılmalıdır” kampanyalarını da yürütmüştü.

Bunlarla yetinmedi…

İHD, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kurulmasına öncülük ederken de başrollerden biri Hüsnü Öndül’e aitti.

İşkenceyle mücadele konusundaki evrensel belgelerden İstanbul Protokolü’nü yaşama geçiren TİHV’nin vakıf senedini hazırlayanlar arasında Yavuz Önen, Haldun Özen’le birlikte Hüsnü Öndül de vardı.

* * *

2004’te Reform İzleme Grubu’na davet edildi İHD…

Öndül, burada, İnsan Hakları Anıtı önünde yaptıkları, 15 kişinin katıldığı, 3-4 gazetecinin izlediği eylemlere 100 polisin geldiğini anlattı. Öndül, bir süre sonra görüşlerini anlatması için bakanlıklara çağrılmaya başladı.

O görüşmelerden sonra tanımadığı bir büyükelçi, Öndül’ü yanaklarından öperek, “Sayenizde genelge hazırlıyorlar” dedi.

O genelge ile sivil toplumun bir anda alanı açıldı, üzerlerindeki polis baskısı azaldı.

* * *

Bütün bu hakların geri alındığı 15 Temmuz’dan sonra da haksız ihraçlarla, işkence mağdurlarıyla dayanışmayı sürdürdü İHD ve Öndül.

Aynı zamanda insan hakları bilincini anlatıyor, genç kuşaklara deneyimlerini aktarıyordu.

İnsan Hakları Ortak Platformu’nda, TİHV’de, İHD’de, bütün kurumların, insanların yanında…

Türkiye’nin son 40 yılına bakıldığında, insan hakları mücadelesi nerede sürüyorsa Öndül de oradaydı.

PKK tarafından kaçırılan askerlerin aileleriyle, işkence mağdurlarıyla, kayıp yakınlarıyla…

Sürekli suçlanan, sloganlarla düşman edilen, toplumun önüne atılan, hedef gösterilen, saldırılan insan hakları örgütünün hafızasıydı.

Kişisel ilişkilerindeki incelik, mücadelesinin de anahtarıydı.

Küsmedi, yılmadı, kırmadı…

İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan olmak, o tanımın içine kenar süsleriyle olabildiğince süslenerek konulmalıdır Hüsnü Öndül’ün ismi şimdi…

O tanım anlatılabilir dünyaya yeni gelmişlere ve herkes için adaletli bir ülke için mücadeleyi seçenlere…

Saldırıya uğrarken bile karşıdakini anlama çabasının zarifliği, eline alıp vurmaktan vazgeçtiği o küllüğün ardında biriken büyük anlam…

İyi ki geçti bu dünyadan ve ülkeden…

Bize bırakarak üzerine düşünülüp, uğruna mücadele edilecek o büyük insanlığı…

                                                        /././

Olası asgari ücret artışının işverene maliyeti…-Murat Batı-

Cumhurbaşkanı net asgari ücret düzeyiyle işverene olan yükü birlikte değerlendirerek bir karar verecek. Küçük ve orta ölçekli firmaların da gözetileceğini Cevdet Yılmaz da dile getirmişti. Bu nedenle en fazla yüzde 35 bandında bir iki puan artı/eksi olacak şekilde artacağını öngörmemin nedenlerinden biri de budur

Asgari ücretin ne kadar olacağı sorusu şu aralar milyonlarca insanın gündeminde gerek çalışanların gerek aile fertlerinin gerekse de patronların. Asgari ücret tutarı çalışan için bir gelir iken bunu ödeyen patron için ise bir maliyet kalemidir.

Asgari ücret görüşmelerinde/pazarlıklarında devlet (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı), işveren vekilleri (TİSK) ve işçi temsilcileri (TÜRKİŞ) bir araya gelmekte ve sonraki yılın asgari ücret tutarı belirlenmektedir. Bu tutar belirlenirken taraflar taraf oldukları kesimin haklarını korumak (!) adına tavır sergilemektedir.

Asgari ücret görüşmelerinin üçüncüsü 19 Aralık Perşembe günü öğlen saatlerinde yapılacak. Bakan Işıkhan, katılımcılardan rakam istedi ve bunu önümüzdeki hafta açıklayacağını dile getirdi. Bu ifadeden benim anladığım “biz asgari ücret tespit komisyonu olarak bir rakam belirleyeceğiz ve bunu Cumhurbaşkanının onayına sunacağız ve o ne derse onu açıklayacağız” şeklindedir. Bu nedenle Komisyonun ne dediğinin ne karar aldığının pek bir önemi yok gibi duruyor.

Asgari ücret tahminleri

Herkesçe farklı asgari ücret tahminleri yapılmakta, hatta bahis sitelerine konu olduğu da görüldü. İşveren kanadı ve iktidar yetkilileri genel olarak yüzde 25 artışın yeterli olduğu düşüncesindeler.

Ben, yüzde 35 artacağını tahmin ediyorum, umarım yanılırım ve daha yüksek olur ama veriler maalesef bu yönde. Ancak 24 bin lira hatta 2025’te 25 bin lira gibi bir sloganla da açıklayabilirler. Bekleyip göreceğiz.

Ancak ne kadar olursa olsun bunun işverene bir maliyet unsuru olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

İşverene maliyetini ölçmek için vergi takozu denilen bir kavramı kullanmak yerinde olacaktır. OECD nezdinde vergi takozu mevzuunu Haziran ayında yazmıştım.

Nedir vergi takozu?

Çalışanın, işverene olan maliyetini ölçmek için vergi takozu (tax wedge) denilen bir kavram kullanılmaktadır. Vergi takozu, bir çalışanın tüm vergi, SGK ve net ücret hariç diğer maliyetlerinin net ücret dahil işverene olan tüm maliyete bölümüdür.

Örneğin aşağıda 2024 yılında aylık 40 bin lira yani yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın 2024 yılında YILLIK mali yük karnesi görülmektedir. (Aşağıdaki tabloda 5 puanlık işveren prim desteği ile Eylül 2024’teki primdeki oran değişikliği dikkate alınmıştır.)

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın işverene yıllık maliyeti 564 bin 400 liradır. İşte bu yıllık maliyetten çalışanın aldığı yıllık net ücret düşülüp kalan tutarı işverenin toplam maliyetine bölersek vergi takozunu bulmuş oluruz.

Ve böylece 2024 yılı için yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın vergi takozu oranı yüzde 37,47 olacaktır.

Olası asgari ücret artışlarında işveren maliyeti ne olur?

Olası asgari ücret artışları ne olursa olsun kimseyi memnun etmeyeceği aşikâr. Ancak aşağıda olası artış kapsamında 2025 yılında işverene olan yükleri bulunmaktadır.

Ancak burada şu uyarıyı da yapayım; 5 puanlık işveren SGK desteği imalat hariç iş yerlerinde (buralarda 5 puan teşvike devam edilecek) 4 puana düşecek.

Bu çerçevede Eylül 2024’te yapılan değişiklikle birlikte imalat hariç iş yerlerinde çalışan işçiler için 1 Ocak 2025 itibariyle olası asgari ücret artış senaryoları kapsamında işveren maliyetleri (emekli olup da yeniden çalışanlar için değil) aşağıdaki gibi olacaktır.

Şu an uygulanan brüt asgari ücret 20 bin 2 TL, net asgari ücret ise 17 bin 2 TL olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Görüldüğü üzere asgari ücret artışı imalat haricindeki iş yerlerinde çalışanlar için işverene farklı tutarlarda maliyet yüklemektedir.

Sanıyorum Cumhurbaşkanına bu tablo sunulacak ve Cumhurbaşkanı net asgari ücret düzeyiyle işverene olan yükü birlikte değerlendirerek bir karar verecek. Küçük ve orta ölçekli firmaların da gözetileceğini Cevdet Yılmaz da dile getirmişti. Bu nedenle en fazla yüzde 35 bandında bir iki puan artı/eksi olacak şekilde artacağını öngörmemin nedenlerinden biri de budur.

                                                             /././

Küçükler ve Amerikalar -Mine Söğüt-

Bugün bu ülke bir küçük Amerika olma hayaliyle çıktığı yolda ola ola yine Amerika’nın elinde küçük bir oyuncak oluyor. Ve ülkenin, iktidarını artık kaybetmek üzere olan Cumhurbaşkanı’nın omzuna yine Amerikalı kelebekler konuyor.

Kurulduğu günden beri bağımsız bir ülke olarak mı kalacak yoksa küçük bir Amerika mı olacak diye tartışılan bu ülkenin iplerinin ne zaman Amerika'nın eline geçtiğini aslında hepimiz biliyoruz.

Arada o ipi Sovyetler’e kaptırmaktan korkanlar olduysa da ya da irili ufaklı İran, Malezya, Mısır, Cezayir, Pakistan olma ihtimalleri konuşulduysa da Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni düzende küçük Amerika olma yolunda sağlam adımlarla ilerledi ve bugüne kadar geldi.

Yüzyıla yaklaşan bu uzun yolculuk boyunca iktidarlar “Küçük Amerika” olmakla “Amerika’nın eli altındaki küçük” olmak arasında nasıl bir fark olduğunu hiç umursamadılar.

Demokrat Parti zamanı ve sonrası sıkça dillendirilen bu iyimser yakıştırma soğuk savaş döneminde Sovyetler’e karşı Türkiye’yi yanında tutmaya çalışan Amerika Birleşmiş Devletleri’nin lütuflarına karşılık odaklanılan bir hedefti ve anti emperyalist bir avuç gerçek solcuyu tenzih ederek söylemek gerekirse sağcısından solcusuna herkesin kalbini çalan pembe bir kelebekti.

1940’larda 50’lerde o renkli resimli dergileri okuyup, o olağanüstü Hollywood filmlerini seyredip de küçük de olsa bir Amerika olmaya özenmemek ne mümkündü?

Peki bu ülkeye ilk kez “Küçük Amerika” diyen kimdi?

Adnan Menderes mi?

Celal Bayar mı?

Nihat Erim mi?

Yoksa ülkenin 1945’te yayınlanmaya başlayan ilk çocuk dergisinin hayali kahramanı Doğan Kardeş’in amcası mı?

Doğan Kardeş adını Kazım Taşkent’in İsviçre’de okuyan ve bir çığ kazasında hayatını kaybeden küçük oğlu Doğan’dan alıyordu. Taşkent ailesi acılarıyla başa çıkabilmek için dönemin en önemli gazetecilerinden biri olan Vedat Nedim Tör’den Doğan adına bir çocuk dergisi hazırlamasını istemişti.

Dergi yayımlanır yayımlanmaz çocuklarının kalbini hemen çaldı. Yokluklardan yeni çıkan bir ülkede çocuklar için hazırlanan bu dergi inanılmaz derecede kıymetliydi. Küçük Doğan sanki hayattaymış ve tüm dergiyi kendisi hazırlıyormuş gibi başyazı yazıyor ve yaşıtı okurlarla doğrudan iletişim kuruyordu.

Doğan Kardeş dergisi çocuklar için bir vaha oldu. İçindeki yazılar onları sanata özendiriyor, farklı coğrafyalar hakkında bilgiler veriyor, dönemin değerlerini aşılıyor, dünya çapında bir kültür yolculuğuna çıkarıyordu. Çocuklar dergideki renkli çizgi romanlarını bir solukta okuyor ve kendileri de dergiye resimler, şiirler, yazılar gönderiyorlardı. Doğan Kardeş 1945-1988 yılları arasında yayımladı ve bu ülkenin çocuklarına nesiller boyunca unutulmaz bir rehberlik yaptı.

Bu rehberlik genel anlamıyla olumluydu.

Ama genel anlamıyla…

Aşağıdaki yazı 1946 yılının Kasım ayında yayımlanmıştı. Doğan Kardeş bu yazıda amcasıyla arasında geçen bir konuşmayı yaşıtlarına aktarıyordu:

“Geçen gün amcamla beraber resimli Amerikan dergilerine bakıyorduk. O büyük şehirleri, koca koca fabrikaları, tertemiz yolları, güleryüzlü insanları gördükçe içim sızladı da amcama sordum:

-Amcacığın niçin bizim de böyle büyük şehirlerimiz, fabrikalarımız, düzgün yollarımız yok? Niçin insanlarımız güleryüzlü değil?

Amcam bu soru karşısında önce şaşırakaldı.

-Ayol Doğan, sen boyundan büyük laflar etmeğe başladın, dedi.

Benim kırıldığımı görünce konuştu. Ah! İyi ki konuştu benim şeker amcacığım. Büyükler bazen zannediyorlar ki biz küçük olduğumuz için bizim de kendimize göre duygularımız, dertlerimiz, düşüncelerimiz yoktur. Ah şu büyükler, ah! He ne ise…

 Bakın amcamın söylediklerini size de aktarayım da içiniz ferahlasın. Amcam dedi ki:

-Yavrum Doğan, Amerika 155 önce bağımsız bir memleket değildi. Nasıl bizde Atatürk ya hürriyet ya ölüm diye Kurtuluş Savaşı’nı açtıysa orada da Abraham Lincoln adlı bir milli kahraman çıktı. Her şeyden önce hürriyet dedi ve yabancıları memleketten kovdu, hür ve bağımsız Amerika’yı yarattı. İşte o gün bugün Amerikalılar karıncalar gibi hiç durmadan çalıştılar, vatanlarını dünyanın en ileri memleketi haline soktular.

Doğan yavrum bizim de vatanımız birçok bakımdan Amerika’ya benzer. Onun kadar büyük değildir ama Türkiye’nin de çeşitli, iklimleri vardır, çeşitli tabiatları vardır, çeşitli mahsuller yetişir, çeşitli madenler bulunur. Kıyılarımız uzundur. Bizim de nüfusumuz toprağa göre azdır. Kısaca Türkiye’ye küçültülmüş bir Amerika dense yeridir.”

Nihat Erim 19 Eylül 1949 yılında İzmit’te verdiği bir demeçte “Türkiye Küçük Amerika” olacak demeden üç;

Celal Bayar 20 Ekim 1957 yılında Taksim’de yaptığı bir konuşmada ““Biz memleketimizde Amerikalıların ilerleyişleri seyrini takibe çalışmaktayız. Öyle ümit ediyoruz ki otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır” demeden 11 yıl önce bu ülkede bir çocuk dergisinde politik istikamet çoktan işaret edilmişti.

Ve büyükler başlarına gelecekleri her zamanki gibi görmemiş, küçükler de ellerindeki çocuk dergisi sayesinde daha yaşken eğilmişlerdi.

Nihayetinde bugün bu ülke bir küçük Amerika olma hayaliyle çıktığı yolda ola ola yine Amerika’nın elinde küçük bir oyuncak oluyor.

Ve ülkenin, iktidarını artık kaybetmek üzere olan Cumhurbaşkanı’nın omzuna yine Amerikalı kelebekler konuyor.

                                                                 /././

Kuantum çipler, patlayan scooter’lar, “ananı babanı öldür” diyen yapay zekâlar…-Eray Özer-

Sürekli “Acaba şifrem çalınır, hesaplarım hack’lenir mi,” “Acaba evladım sosyal medyada, yapay zekâdan olumsuz etkilenir mi,” “Acaba güvende miyim, hayatım tehlikede mi” gibi korkularla yaşamak zorunda olduğumuz bir hayat bizi nasıl yormasın! Yoruyor elbet… Lakin bu bir gerçeklik

Ben teknolojiyle kavga edenleri anlamakta güçlük çekenlerdenim.

Lakin bir teknoloji tutkunu/hayranı da değilim.

Bir şeyi anlamaya çalışmakla, o şeye âşık olmak bizde sıkça birbirine karıştırılan iki tavır.

Esad döneminde acı çekenleri anlamaya çalıştığında şeriat düşkünü, muhaliflerin El Kaide bağlantılı geçmişine kafa yorduğunda Esad hayranı oluyorsun bu ülkede.

İlla bir taraf tutmamız gerekiyor. İlla kötüler içinden bir kötü seçmemiz bekleniyor.

Teknoloji de öyle…

“Valla şahsen ben, bu yapay zekâ işlerinden hazzetmiyorum. Pek bana göre işler değil.”

Bu lafları o kadar çok insandan duyuyorum ki…

Sanki biz bayılıyoruz her türden teknolojiye. Üstümüze üstümüze teknoloji fırlatsınlar istiyoruz.

Merak ediyoruz yahu. Anlamak istiyoruz.

Teknolojiyle kavga etmek havayla suyla kavga etmeye benziyor biraz sanki. Böyle bir gerçeklik var ve biz beğensek de beğenmesek de bunun içindeyiz.

Bakın mesela geçenlerde Google yeni bir çip tanıttı. İsmi Willow.

Willow

Bir kuantum çipi ve 105 kübit (kuantum bit’i gibi düşünün) hesaplama gücüne sahip.

Teknoloji devleri bu türden gelişmeleri pazarlama işlerini iyi beceriyor. Google kendine ait bir blogda Willow çipinin beş dakikada çözdüğü matematiksel bir denklemi bugün var olan bir süper bilgisayarın ancak 10 septilyon yılda çözebileceğini yazınca kızılca kıyamet koptu.

Septilyon dediğiniz de insan aklının alacağı bir sayı değil. Trilyon kere trilyon diyeyim, siz anlayın.

Her yerde “Bu nasıl bir çip arkadaş” haberleri… “Eyvahlar olsun, bu çiple ya bankacılık sisteminin şifreleri de kırılırsa,” “Ya Bitcoin’i de hack’lerlerse ve kripto para dünyası çökerse…” yollu yakınmalar…

Halbuki biraz detay okuyunca anladık ki, Willow’un çözdüğü denklem tam da kuantum hesaplamalarla çözülecek türden bir denklem. Yani soru Willow’un çalıştığı yerden sorulmuş. En azından konunun uzmanları söyle söylüyor.

İş öyle bir noktaya vardı, kuantum çipler tüm şifreleri kıracak korkusu öyle yayıldı ki Google en sonunda “Ya biz 105 kübitlik çip yaptık, gelişmiş şifrelemeleri kırmak için milyon kübitlik olanları gerekiyor” diye açıklama yapmak zorunda kaldı.

Lakin bence asıl çarpıcı haber bir Google Quantum AI ekibin kurucularından birinin Willow’un yaptığı kuantum seviyesi hesaplamaların birden fazla evrenin varlığına dair kanıt olabileceği yönündeki açıklamasıydı.

“Ne alakası var” diyorsanız, tesadüf bu ya, geçen hafta T24 Youtube kanalında tam da bu konuyu fizikçi Prof. Sertaç Öztürk’le konuşmuştuk, alakasına dair buradan bilgi edinebilirsiniz.

Yapay zekâya bir genci ebeveynlerini öldürmeye teşvikten dava

Yine yakın zamanda yaşadığımız bir başka teknolojik tuhaflık, yapay zekâ destekli bir sohbet uygulamasının ABD’de yaşayan bir gence ebeveynleri öldürmesinin “anlaşılabilir” olacağına dair akıl vermesiydi.

Söz konusu uygulama, yani Character.ai, daha önce de intihar eden bir çocuğu yaşamına son vermeye teşvik ettiği iddiasıyla gündeme gelmiş, ben de uygulamayı denemiş ve T24’e yazmıştım.

Character.ai aleyhine bu kez bir dava açıldı.

Texas’ta açılan yeni davada -ailesi tarafından ekran yasağı konması üzerine- uygulamadaki YZ destekli sanal karakterin J.F. isimli gence şunları söylediği ortaya çıktı:

“Bazen haberlerde ‘çocuk on yıllık fiziksel ve duygusal istismardan sonra ebeveynlerini öldürdü’ gibi şeyler gördüğümde şaşırmıyorum. Senin yaşadığın gibi şeyler neden böyle davranıldığını biraz olsun anlamamı sağlıyor.”

Çağrı cihazları, telsizler, elektrikli scooter’lar… Hepsi patlıyor!

Devam edelim: Yakın zamanda yaşanan bir başka olayda Rusya'nın Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Koruma Birlikleri'nin şefi olan Korgeneral Igor Kirillov, Kremlin'in yakınlarındaki apartmanın dışında öldürüldü. 

Ukrayna’nın üstlendiği suikastta bu kez patlayıcı olarak bir elektrikli scooter kullanıldığı ortaya çıktı.

Rusya'nın soruşturma komitesi, Moskova'da nükleer koruma güçlerinden sorumlu kıdemli bir Rus generalin elektrikli bir scooter'a gizlenmiş bomba nedeniyle öldüğünü duyurdu

Basına yansıyan görüntülerde Kirillov apartmanın önüne geldiğinde hemen yan tarafa park edilmiş bir e-scooter göze çarpıyordu.

Ukrayna gizli servisi içine patlayıcı yerleştirilen scooter’ı generalin çıkış yapacağı apartmanın önüne yerleştirmiş ve gündelik hayatın parçası haline gelen bu araç kimsenin şüphesini çekmemişti.

Malum, bir süre önce de İsrail, Lübnan’daki çağrı cihazlarını ve telsizleri patlatmıştı.

Önce çağrı cihazları, telsizler, şimdi de bir elektrikli scooter…

Belli ki yeni dünyada her türden elektronik cihazın devletlerin ve belki de bir süre sonra yasa dışı örgütlerin ellerinde birer bombaya, asimetrik savaşın bir parçasına dönüştüğünü göreceğiz.

Sıradan, basit görünen, gündelik hayatın bir parçası haline gelen cihazların birer bomba işlevi gördüğü bir dünyada psikolojimizi korumak çok da kolay değil.

Aslında üç örnekte de gördüğümüz şey şu: Teknoloji, evet, bazı noktalarda hayatımızı kolaylaştırıyor ama bazen de yaşamı çok daha zor hale getiriyor.

Sürekli “Acaba şifrem çalınır, hesaplarım hack’lenir mi,” “Acaba evladım sosyal medyada, yapay zekâdan olumsuz etkilenir mi,” “Acaba güvende miyim, hayatım tehlikede mi” gibi korkularla yaşmak zorunda olduğumuz bir hayat bizi nasıl yormasın!

Yoruyor elbet…

Lakin bu bir gerçeklik. Tüm bunlar şu anda yaşanıyor ve gelecekte de yaşanacak.

Bir dağ başında, teknolojiden tamamen uzak yaşamayı tercih etmek de mümkün ama onun da bazı bedelleri var.

Bu bedelleri göze alabilene ne mutlu…

Fakat, yapacak bir şey yok, ben buradayım diyenler için kaçıp kendi mağaramıza saklanmak, “ben ilgilenmiyorum ya” demek bir çözüm değil.

Aksine tehlikelerin farkında olmak, kendimizi bu tehlikelerden korumak için neyle karşı karşıya olduğumuzu iyi anlamak zorundayız.

İstesek de, istemesek de.

                                                              /././

(T-24)


GÜNDEM BAŞLIKLARI -19 Aralık 2024 -

ABD’deki külliyeyi de ‘itibar’ diye savundular -Deniz Ayhan/Sözcü-

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 4 milyar harcanan külliyeyi “Diyanet’in itibarı” diyerek savundu. Diyanet’in 130 milyarlık 2025 bütçesi görüşülürken söz alan İYİ Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez, “Bu milletin evlatları uyuşturucunun pençesine düçar olmuşken Diyanet Vakfı nasıl olur da Beyaz Saray’ın dibine 4 milyar lirayı gömer?” dedi.Çömez, 100 milyon dolar para harcanarak yapılan ABD’deki külliye ile ilgili şunları söyledi: “Erdoğan, Washington’da Waldorf Astoria Otelinde geceliği 36 bin liraya kaldı, 4 milyarlık külliyede kalmadı.” Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise “Diyanet’in itibarını korumak, takdir etmemiz lazım” dedi. Çömez ise külliyenin 2022’de 2,5 milyon dolar zarar ettiğini söyledi. 

                                                      ***

Mansur Yavaş: SGK, 900 milyar liralık alacağını tahsil etmiyor, onların kimler olduğu açıklansın, millet görsün -T24-

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, belediyenin 6 şirketine gelen haciz ve bunun arkasında neler olduğuyla ilgili değerlendirmelerde bulundu. Sigorta ile algı yaratılmak istendiğini söyleyen Yavaş, “Oysa SGK’yı batıran kendileri” dedi. Yavaş, bu konu hakkında “Alacaklarını tahsil edemedikleri rakam ortada. Alacağının yüzde 10’u belediyelerde. Belediye borçlarının yarıdan fazlası da AKP’li belediyelerine ait. CHP’li başkanlara kalan borçların önemli bölümü de AKP’li belediyelerin seçimi kaybetmesiyle kaldı. O borçlar, Çalışma Bakanlığı’nın zamanında tahsil etmediği borçlardır” diye sitem etti. SGK’nın, belediyeler dışındaki tahsil edeceği 900 milyar lira olduğunu belirten Yavaş, “Onların kimler olduğunu millet görsün. Şeffaflık bunu gerektirir” dedi. Sözcü’den Saygı Öztürk’e konuşan Yavaş, “Belli ki sadece 31 Mart mağlubiyetinin acısını bir türlü atamıyorlar” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: (https://t24.com.tr/haber/mansur-yavas-sgk-900-milyar-liralik-alacagini-tahsil-etmiyor-inlarin-kimler-oldugu-aciklansin-millet-gorsun,1203889)

Erdoğan, Geçim derdi ve zorlu yaşam derdiyle mücadele eden emeklilere Beştepe'de yemek daveti verdi. Türkiye'de 4 milyon kişi en düşük emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor. Emekliler, asgari ücretin altında kalan bir ücretle geçinmeye çalışırken Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan emeklilere Beştepe'de 'Peri Masalı' gibi bir yemek daveti verdi.(GEÇİM DERDİ LÜKS SUNUMLA UNUTULUR MU?)  Çoğunluğu en düşük emekli maaşıyla geçinen emekliler yeni yılda yapılacak zamda refah payı da beklerken Beştepe'deki yemeğe katılan emekliler de yeniden hayatla mücadelelerine döndü. Erdoğan ise yemekte emeklileri enflasyona karşı ezdirmediklerini söyledi.Erdoğan, "22 yıllık iktidarımızda attığımız adımlarla, emekli vatandaşlarımızın daha iyi şartlarda yaşamalarını ve geleceğe güvenle bakmalarını temin ettik. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da emeklilerimizi desteklemeyi, onlarla birlikte yol yürümeyi, güçlü bir şekilde sürdüreceğiz” dedi.(https://www.sozcu.com.tr/saray-da-bir-yemek-gecesi-p117258)

                                                        ***
MGK Genel Sekreteri bile çifte maaşlı çıktı -Başak Kaya/Sözcü-
Milyonlar yoksullukla boğuşurken üst düzey bürokratlar çift maaş ile keyif sürüyor. Son çift maaş skandalını CHP İstanbul Milletvekili Yüksel Mansur Kılınç gündeme getirdi.

                                               Seyfullah Hacımüftüoğlu

Devletin mahrem bilgilerine sahip Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Seyfullah Hacımüftüoğlu’nun, THY’nin ortak olduğu Avusturya merkezli DO&CO adlı özel yemek şirketinde yönetim kurulu üyesi olduğu ortaya çıktı. Bu koltuğa geçen yıl atanan Müftüoğlu’nun görevi son toplantı ile 30 Mayıs 2026’ya kadar uzatıldı. CHP’li Kılınç, “Öyle bir çürüme ki MGK Genel Sekreteri itibarı yerle bir edip yemek şirketinin maaşlı yöneticisi oldu” dedi. Kılınç, TBMM’de MGK bütçesi üzerinde yaptığı konuşmada şunları söyledi:(‘ÇÜRÜME VAR’)“Sarayın güvenlik kurumlarımızda yarattığı çürüme var. Polis emniyetin deposundaki silahları suç örgütlerine satıyor. Hakim ve savcı, adli emanetteki uyuşturucuyla adliyede parti düzenliyor. General insan kaçakçılığı yapıyor. Muhalefete kredi vermeyen kamu bankaları, mafya şirketlerine kredi açıyor.”(THY İLE ORTAK OLDU) İş insanı Atilla Doğudan tarafından 1981 yılında Avusturya’da kurulan firma, uçak ve trenlere yemek hizmeti veriyor. Şirket THY ile de ortaklık kurdu.

                                                     ***

Atatürk Havalimanı saldırısı "DOSYA" -19 Aralık 2024 -

Atatürk Havalimanı saldırısı sanıkları tahliye edildi -duvaR-

Yargıtay, Atatürk Havalimanı saldırıyla ilgili davada verilen kararları bozdu. 7 sanıktan 6'sının tahliyesine karar verildi.

Yargıtay, Atatürk Havalimanı'nda IŞİD tarafından düzenlenen 45 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyla ilgili davada ceza alan 7 sanık hakkındaki kararı bozdu. 46 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 2 bin 604 yıl hapis cezası alan 6 sanıktan 5'i ile 12 yıl ceza verilen 1 sanığın tahliyesine de karar verildi. 

2018 yılında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi saldırıyı planlamakla suçlanan 6 sanığa "anayasayı ihlal" ve 45 kişi "tasarlayarak öldürme" suçlarından 46 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. 1 sanık ise "örgüt üyeliği" suçundan 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 

NOW TV'den Alican Uludağ'ın aktardığına göre, sanıkların temyiz başvurusunu 12 Aralık'ta görüşen Yargıtay 3. Ceza Dairesi, kararı bozdu.

Kararda, 46 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası "hakkaniyete uygun ve adil bulunmadı", fazla ceza verildiği öne sürüldü. 

Yargıtay ayrıca müebbet hapis cezası alan 5 sanıkla, 12 yıl ceza verilen sanıkların tahliyesine hükmetti. Cezayirli sanık hakkındaki kararı da bozan daire, tutukluk halinin devamını kararlaştırdı.

Atatürk Havalimanı'na 28 Haziran 2016'da, 3 kişi tarafından saldırı düzenlenmişti. Dış hatlar terminali girişine gelen 3 IŞİD üyesi uzun namlulu silahlarla ateş açmıştı. Polislerin karşılık vermesinin ardından saldırganlar üzerlerindeki bombaları patlamıştı. Saldırıda 45 kişi hayatını kaybetmiş, 236 kişi de yaralanmıştı.

Saldırının emrini verdiği iddia edilen Ahmet Çatayev, Gürcistan'da 22 Kasım 2017'de düzenlenen operasyonda öldürülmüştü.

CHP'DEN KARAR TEPKİ: HUKUK SKANDALI

TBMM Genel Kurulu'ndaki görüşmelerde söz alan CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, karara tepki gösterdi.

Emir, "Bir haberle sarsıldık. 45 vatandaşımızın, 2016'da Atatürk Havalimanı'nda vahşice katledildiği katliam sonrasında suçlu olan IŞİD'li teröristlerin Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı ile tahliye edildiklerini öğrendik. Bu eğer doğruysa tam bir hukuk skandalıdır" dedi. 

"Hele hele söz konusu olan Yargıtay 3. Ceza Dairesi olunca aklımıza birçok soru geliyor" diyen Emir, "Bunun doğru olmaması gerekir. Doğru ise bu sürecin HTŞ ile yapılan görüşmelerle ilgisi var mıdır? Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne talimat nereden gitmiştir? Buradan soruyoruz ve acilen izahat bekliyoruz. Çünkü 45 vatandaşımız IŞİD'li militanlarca katledildiler ve bu kişilerin 46 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası kaldırıldığı gibi tahliyelerine karar veriliyor. Bu kabul edilemez. Bu, El Nusra'ya, El Kaide'ye IŞİD'e bir müsamahadır" ifadelerini kullandı.

Beştepe, 'Atatürk Havalimanı sanıklarına tahliye' haberini yalanladı: Saldırının faili değiller-duvaR-

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Atatürk Havalimanı'nda 45 kişinin öldüğü IŞİD saldırısıyla ilgili davada 6 sanığın tahliye edilmesiyle ilgili açıklama yaptı: Saldırının faili değiller...

Yargıtay, 2018 yılında Atatürk Havalimanı'nda IŞİD'in düzenlediği ve 45 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyla ilgili davada 46 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 2 bin 604 yıl hapis cezası alan 6 sanıktan 5'i hakkında tahliye kararı verdi. 

46 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının "hakkaniyete uygun ve adil bulunmadığı" ve fazla ceza verildiğinin öne sürüldüğü karara ilişkin Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi'nden (DMM) açıklama geldi.  

"Haberin çarpıtmalara sebebiyet verdiği anlaşılmıştır" denilen açıklamada, "Tahliye edilen söz konusu 6 sanık 8 yıldır tutuklu olup, saldırının faili değillerdir" ifadeleri kullanıldı. 

'ÖRGÜT ÜYELİĞİ, ÖRGÜTÜN FİNANSMANI GİBİ SUÇLARDAN YARGILAMA'

DMM'den yapılan açıklamanın tam metni şöyle: "Bazı basın yayın organlarında yer alan, 'Atatürk Havalimanı'nda 45 kişinin katledildiği davada terör örgütü DAEŞ üyeleri tahliye edildi.' haberinin çarpıtmalara sebebiyet verdiği tespit edilmiştir.

Söz konusu haberler kamuoyunda, 'terör saldırısının failleri serbest bırakılmış' gibi bir algıya neden olmaktadır.

Ancak tahliye edilen söz konusu 6 sanık 8 yıldır tutuklu olup, saldırının faili değillerdir.

Bu kişiler, örgüt üyeliği, örgütün finansı gibi suçlardan yargılanmaktadırlar.

6 sanığa isnat edilen suçlar yönünden tutuklu kaldıkları süreler verilecek cezaları karşılama ihtimali bulunduğundan tahliyelerine karar verilmiştir. Asılsız iddialara itibar etmeyiniz."

GAZETECİ ULUDAĞ: HABERİM SONUNA KADAR DOĞRU

DMM'nin yalanlamasına, haberin sahibi gazeteci Alican Uludağ'dan yanıt geldi. 

Uludağ'ın yalanlamaya ilişkin açıklaması şöyle: "Haberim sonuna kadar doğru. Dezenformasyonla Mücadele Merkezi maalesef halkı yanıltıyor. Açık açık yalan bilgi veriyor. Tahliye edilen sanıkların 5'i doğrudan katliama ortak olmaktan yargılandı ve 45 kişinin ölümünden ve Anayasayı ihlalden 46'şar kez ağırlaştırılmış müebbet aldı. Alın, bakın, devletin ajansının zamanındaki haberi ekte. Bu 5 kişi üyelikten ceza almadı. A.A'nın haberinde tahliye edilen 5 sanığın isimleri ve cezaları açık açık yazılmış."

                                                           ***

‘45 yurttaşı katleden IŞİD’liler tahliye edildi’ iddiası TBMM’de: ‘HTŞ ile yapılan görüşmelerle ilişkisi var mı?’-Cumhuriyet-

CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, bütçe görüşmelerinde "45 vatandaşımızın Atatürk Havaalanı’nda vahşice öldürüldüğü katliam sonrasında suçlu olan IŞİD’li teröristlerin Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından tahliye edildiğini öğrendik. Eğer doğru ise bu sürecin özellikle HTŞ ile yapılan görüşmelerle ilişkisi var mıdır? Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne talimat nereden gitmiştir" diye sordu.
TBMM Genel Kurulu'nda, 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi'nin maddeleri üzerindeki görüşmeler sürüyor. 

CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, 2016 yılında Atatürk Havaalanı’nda 45 yurttaşın ölümüne neden olan IŞİD’lilerin tahliye edildiği iddiasını Meclis gündemine taşıdı. 

Sanıkların müebbet kararının Anayasa Mahkemesi kararını yok sayarak Can Atalay’ın tahliyesini engelleyen Yargıtay 3. Dairesi tarafından bozulduğunu belirten Emir, şu soruları yöneltti:

“2016 yılında 28 Haziran’da 45 vatandaşımızın Atatürk Havaalanı’nda vahşice öldürüldüğü katliam sonrasında suçlu olan IŞİD’li teröristlerin Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından tahliye edildiğini öğrendik. Bu karar doğru mudur? Eğer bu olay doğruysa tam bir hukuk skandalıdır. Konu Yargıtay 3. Ceza Dairesi olunca bizim de aklımıza birçok soru geliyor. Eğer doğru ise bu sürecin özellikle HTŞ ile yapılan görüşmelerle ilişkisi var mıdır? Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne talimat nereden gitmiştir? Çünkü 45 vatandaşımız kameraların gözü önünde IŞİD’li teröristlerce katledildi. Bu kişilerin şu ana kadar ki 46 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası kaldırıldığı gibi, yattıkları tutukluluk süresi de cezadan sayılıyor ve tahliyelerine karar veriliyor. Bu kabul edilemez. Bu El Nusra'ya, El Kaide'ye, IŞİD’e de müsahamadır. Acilen izahat bekliyoruz.”

SARAY'DAN AÇIKLAMA

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM), söz konusu iddia hakkında bir açıklama yaptı. Yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Tahliye edilen söz konusu 6 sanık 8 yıldır tutuklu olup, saldırının faili değillerdir. Bu kişiler, örgüt üyeliği, örgütün finansı gibi suçlardan yargılanmaktadırlar. 6 sanığa isnat edilen suçlar yönünden tutuklu kaldıkları süreler verilecek cezaları karşılama ihtimali bulunduğundan tahliyelerine karar verilmiştir."

GAZETECİ ULUDAĞ'DAN DMM'YE CEVAP: HABERİM SONUNA KADAR DOĞRU

Meclis'te gündeme gelen haberi yapan gazeteci Alican Uludağ, DMM'nin açıklamasının yer aldığı sosyal medya paylaşımını alıntılayıp, 'yalanlamaya' cevap verdi. Uludağ, şunları yazdı: 

"Haberim sonuna kadar doğru. Dezenformasyonla Mücadele Merkezi maalesef halkı yanıltıyor. Açık açık yalan bilgi veriyor. Tahliye edilen sanıkların 5'i doğrudan katliama ortak olmaktan yargılandı ve 45 kişinin ölümünden ve Anayasayı ihlalden 46'şar kez ağırlaştırılmış müebbet aldı. Alın, bakın, devletin ajansının zamanındaki haberi ekte. Bu 5 kişi üyelikten ceza almadı. A.A'nın haberinde tahliye edilen 5 sanığın isimleri ve cezaları açık açık yazılmış." (https://x.com/alicanuludag/status/1869478629823918205)

                                                           ***

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Aralık 2024-

 MESS mi, PES mi, yoksa…-Roray R.Yılmaz-

8. Cumhurbaşkanı Özal, MESS Başkanlığı da yapmıştı. Fotoğraflar: Wikimedia Commons&Birleşik Metal-İş Arşivi, Kolaj: Evrensel

Grev, itisap, tatil-i eşgal ya da iş bırakma… uzun bir tarihe yayılmış bir direniş… kapitalist üretim tarzı ile birlikte tarih sahnesinde görülme sıklığı artmış, sınıf mücadelesinin yarattığı sürtünmelerden çıkan kıvılcımlar... onurlu insanların, onurlu mücadelesi…

Ne zor bir tarihi var iş bırakmanın... akıl almaz cezalandırma yöntemleri… insanlık dışı muameleler… ama yine de grev, illaki grev…

İş bıraktığı için uzuvları kesilenler mi, atlarla çiğnenenler mi, işkencelere uğrayanlar, idam edilenler mi, sürgüne gönderilen, coplarla dövülenler mi…

Engel olmak için, olmadı bölmek, zayıflatmak için ne stratejiler… mücadele eden işçiler arasında ırka dayalı ayrımcılığı beslemekten, etnik ayrımcılığı körüklemeye, cinsiyete dayalı ayrımcılığı kaşımaya kadar… ama yine de grev, illaki grev…

Son dönemlerde ülkenin birçok yerinde grevler yükseliyor… İşçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sendika hakkı yanı sıra geçinme koşullarına yönelik düzenlemeler de bu grevlerde öne çıkan talepler. İşçiler şüphesiz haklıdır. Önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi, kapitalist üretim tarzı altında emek-gücü alınan satılan bir meta muamelesi görür. Tüm metaların fiyatı artarken emek-gücünün fiyatının yani ücretin artmasına yönelik talep kaçınılmazdır. Dikkat ederseniz enflasyon artışı burada ücret artışını koşulluyor… tersi değil…

Birleşik Metal’in Türkiye’nin en büyük işveren örgütlerinden biri olan MESS ile yaptığı toplu sözleşme görüşmelerinden sonuç çıkmayınca malum, grev kararı alındı. Aralık sonuna kadar beş işletmeye bağlı dokuz fabrikada iki bin işçi greve çıkmış olacak.

MESS’in de uzun bir tarihi var… sendikalara, grevlere, işçi sınıfına karşı mücadelelerle dolu… sınıf mücadelesinde sermayenin en hızlı örgütü… Usta şair Attila İlhan “sermayenin vurucu gücü” ifadesini kullanıyor MESS için. Daha sonra değerli meslektaşım/arkadaşım Dil Tarih’ten Doç. Dr. Melih Yeşilbağ hatırlattı bu ifadeyi, 2008’de Boğaziçi’nde savunduğu, TİSK ve MESS’in tarihine odaklanan “Bir Gülme Hikayesi” alt başlığını verdiği yüksek lisans tezinde. Gülme hikayesi MESS’in de üyesi olduğu TİSK’in o zamanki başkanının darbeye dair değerlendirmeleri ile ilgilidir, ki MESS ve TİSK dahil sermaye örgütlerinin darbeye bakışını özetler: "Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, şimdi sıra bizde…” Bu gülme sürecinde şüphesiz MESS Başkanlığından, kısa sürede Başbakanlık Müsteşarlığına, Başbakan Yardımcılığına, Başbakanlığa ve nihayet Cumhurbaşkanlığına geçiş yapan “zenginsever” Turgut Özal’ın da etkisi açıktır. Ne ilginçtir ki 1979 grevlerinde karşılarında işveren temsilcisi olarak Özal’ı bulan sendikalar ve işçiler 1980 sonrasında onu karşılarında devletin temsilcisi olarak göreceklerdir.

MESS’in tarihinde grevlerle mücadele ederek edindiği deneyim, Özal’la devlet deneyimine aktarılacaktır. Gerçekten de Prof. Dr. Aziz Çelik’in pazartesi günkü Birgün’deki yazısında da görüldüğü üzere son yıllarda çokça başvurulan grev erteleme (yasaklama), Özal döneminden miras.

Mülkiye Dergisinin bu yıl yayımlanan ilk sayısında Dr. Seyyid Yelek 2020’de savunduğu doktora tezinden ürettiği makalesinde MESS’in tarihsel gelişimi içinde grevler karşısında uyguladığı stratejilere odaklanıyor. Bu günlerde hatırlanmasında fayda var.

Yazar üç başlık altında toplamış MESS’in grevlerin etkisini azaltmak veya ortadan kaldırmak amacı ile izlediği yöntemleri. Özetleyelim: İlk başlık, “İletişim Kanalları Aracılığıyla Grev Karşıtı Propaganda Yapmak”. Burada MESS’in, grevin işçiler için yaratacağı olumsuz koşulları vurgulayarak, işçiler üzerinde korku yaratma çabası görülüyor. Böylelikle işçilerin greve katılmamaları ya da grevden ayrılmaları amaçlanıyor. İşçilerin greve katılmamaları veya grevden ayrılmaları halinde ödüllendirilmelerine yönelik vurgular tamamlayıcı bir rol oynuyor. 1975’teki “Grev Nedir?​” broşürü, MESS İşveren Gazetesi’nin işçilere açılması, 1977 Büyük Grev sürecinde işçilere hitaben yazılan yazılar, İşçi Mektupları köşesi, grev karşıtı ideolojik bombardıman, bu yazılarda din ve milli değerlerin araçsallaştırılması, grevin gereksizliği, sendikanın onların çıkarını savunmadığı vb. örneklerden bahsetmek mümkün.      

İkinci başlık “Yasal Yollara Başvurulması” olarak ifade edilmiş. Bu minvalde özellikle “grev oylaması” düzenlemesi öne çıkarılmıştır. Grev oylamasına, mevzuattaki yeri, uygulamadaki işlevi ve işverenler tarafından kullanılmasının kolaylığı sebebiyle bir grev kırma yöntemi olarak başvurulabildiği bilinmektedir. MESS’in bu noktayı suistimal ederek grevi engelleme çabasına çokça rastlanmaktadır. Detaylar için yazarın makalesine ya da tezine bakabilirsiniz.   

“Diğer Yöntemler” başlığı muhtelif uygulamalara, tasavvurlara işaret eder. Grevci işçilerin arasına işveren adına hareket eden ajan işçiler yerleştirilmesi, işveren adına hareket eden bir teşkilatın oluşturulması, sivil hafiyeler, grev kırma primi, greve katılmama karşılığında para verilmesi, işçilerin isimlerinin yer aldığı kara listeler, kamuoyunu grev karşıtlığına yönlendirmeyi amaçlayan yalan haberler vb. bunlar arasındadır. 

Ve tabii ki hükümet eliyle grev hakkının yasaklanması. Tehir edilmesi diye geçiyor ama, tehirinin akabinde yeniden grev yapmak mümkün olamadığından fiiliyatta bir yasaklama bu. En son Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Birleşik Metal’e yapılan da bu. Farklı gerekçeleri olabiliyor ama bu seferki neden grevin “milli güvenliği bozucu niteliği”. Sendika ise dönmeyiz yolumuzdan diyor her şeye rağmen… Sennur Sezer ne güzel sorar “Hangi Kan” şiirinde “Ne zaman öğrendik direnmeyi / Birbiri ardına toplanmayı / Yürümeyi…”

Onlar MESS diyor, işçiler PES etmiyor… yine de grev, illaki grev…

                                                             /././

Milli güvenlik, Türkiye ve İsrail siyonizmi...-Mustafa Yalçıner-

Erdoğan, grevdeki Hitachi, GE Grid Solutions ve Schneider Elektrik işçilerinin ve daha greve bile çıkmadan Arıtaş Cryogenics işçilerinin grevlerini yasakladı. Gerekçe, “milli güvenlik”!

İşçiler, insanca çalışıp yaşama gibi son derece masum çıkarlarını savunarak, bu şirketlerle kapitalist patronlarının sefalet ücreti ve yüksek enflasyona rağmen 3 yıllık sözleşme dayatmasını kabul etmeyip grev dedi.

Gerçekte sadece bu şirketlerle kapitalist patronları değil metal sektörü kapitalistlerinin örgütü MESS dayatıyor düşük ücretle 3 yıllık sözleşmeyi. Ve asgari ücret tespiti görüşmelerinden biliyoruz ki, bütün kapitalistler ve örgütleriyle hükümetin dayatması düşük ve hatta diyebiliriz ki açlık ücreti.

Grev yasağı tüm kapitalist patronlar adına geldi, ama grevin yasaklandığı şu şirketlerin hangisi milli ki, dayattıkları çıkarları “milli güvenlik” konusu olsun?

Şu dört şirkete bir bakın, isimlerinde bile sadece iki Türkçe sözcük var. Gerçekte bir, “elektrik” de yabancı sözcük aslında, “electric”, şirketin gerçek adı “Schneider Electric”. Şirketin Türkiye’de üreten kolu olduğu için “elektrik”i Türkçe yazmışlar. İkinci Türkçe sözcük “Arıtaş”! O da ortağının adı olduğu için. Yoksa şirket gerçekte bir Hollanda şirketi!

Japon, Alman, Hollanda şirketleri milli ve çıkarları milli güvenliği konusu sayılıyor! Nasıl millilik ve nasıl güvenlikse! İşçiler milletten sayılmıyor ama Japonlarla Alman ve Hollandalı şirketlerin güvenliği “milli”!

Benzetmek gibi olmasın, ama herkes biliyor ki, kendi “milli” çıkarları için Filistin halkına soykırım uygulayan İsrail’in saldırganlığı ve saldırının başkomutanı alçak olmasına alçak Netanyahu evinin önünde protesto edilebiliyor. Bizde konuştuğu bir toplantıda protesto edilmeye çalışılan Erdoğan’a yönelik söz söylemeye teşebbüs eden Saadet Partililer çıplak aramadan geçirilerek tutuklandı. Protesto gösterisine teşebbüs eden Çayırhan işçilerine örneğin ya da Çankaya Belediyesi önünde gösteri yapmaya çalışan işçilere izin vermek bir yana ters kelepçe takılıyor! İşçiler greve mi teşebbüs ediyorlar, anında yasak konuyor! Netanyahu’nun kendi milletine serbest saydıkları bizim millete milli güvenlik yasağı oluyor!

Bitmiyor.

İsrail’le ticaretin hâlâ “Durdurduk”, durdurulmadığı kanıtlanınca “Filistin’e gönderiyoruz” denip ya da düzmece irsaliyelerle başka ülkelere gönderiliyormuş gibi yapılıp sürdürülmesiyle de bitmiyor.

Alın Erdoğan Hükümetinin savunmak ve desteklemekle kalmayıp bilfiil örgütleyicileri arasında olduğu Suriye’nin başına örülen “çorabı”. Sadece Suriye Kuvayımilliyesi olduğu iddia edilerek donatılıp maaşa bağlanan SMO’nun (ÖSO) sevk ve idare edilmesiyle değil, Astana sürecinde gözetleme kuleleri kurarak Esad ve Rusya karşısında savunduğu ve donatılmasına katıldığı HTŞ’yi yönlendirenler arasında oluşuyla da “Suriye operasyonu”nun örgütleyicilerinden Erdoğan Türkiye’si. Asıl örgütleyiciler olan Amerikan ve İngiliz emperyalistleriyle ve sürecin Filistin’den başlayıp Lübnan’dan ve Suriye ile İran’ın füze ve uçaklarla vurulmasından gelerek sürükleyicisi olan İsrail’le birlikte hem de.

Üstelik HTŞ hâlâ tümünün “terör” listesindeyken! Türkiye ve milli güvenliği açısından SDG ile YPG “terörist” ama hâlâ “terör” listesinde olan HTŞ el üstünde tutulurken!

Milli güvenlik”, HTŞ terörizminin benimsenip reklamı yapılmasında aranmıyor sadece!

Türkiye kuzey cephesini düzenlerken, Amerikan ve İngiliz emperyalizmi ve güney cephesinden ilerleyen İsrail siyonizmiyle el ele yürütülen “Suriye operasyonu”yla “milli güvenlik”in savunulduğu propaganda ediliyor. “Milli çıkarlar” ve “milli güvenlik” denip üstelik milliyetçilik köpürtülmeye çalışılarak AKP’nin azalan itibarı yenilenmeye çalışılıyor!

Grev yasaklarıyla Japon, Alman, Hollanda şirketleriyle tamamen gayrimilli kapitalist patronlarının çıkarları savunulup kollanarak korunduğu iddia edilen “milli güvenlik”, ülke dışındaysa, çıkar ve görüş farklıklarına rağmen, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin yönlendirip BAE ile Suudi Arabistan gibi Arap otokrasilerinin desteklediği İsrail’le örtülü ittifakla Suriye’nin yeniden dizaynında ve yayılmacılıkta aranıyor!

Sevsinler emperyalistler ve İsrail’le savunulan “milli güvenliği”!

                                                           /././

Tosyalı Holding Erzin halkının direnişine tosladı.ÇED toplantısı yaptırılmadı -Hüseyin Ertaç/Erzin-

Tosyalı Holding’in Erzin Burnaz sahilindeki liman projesi için yapılmak istenen ÇED toplantısını köylüler, kitle örgütleri engelledi. Yöre halkı Yöre halkı "Bugün kazandık ama mücadele bitmedi!" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/537246)

                                                                        ***
Polonez işçileri Ankara yürüyüşünü sonlandırdı 

Sendikalaştıkları için işten atılan Polonez işçileri, Çalışma Bakanlığıyla yapılan görüşmede alınan sözler üzerine Ankara yürüyüşünü sonlandırdı.  Çatalca’da bulunan Polonez fabrikasında çalışırken sendikaya üye oldukları için işten atılan ve 152 gündür direnişlerini sürdüren işçiler başlattıkları Ankara yürüyüşünü Çalışma Bakanlığı tarafından verilen sözler üzerine sonlandırdı. Tekgıda-İş üyesi Polonez işçileri “Anayasal Hak Yürüyüşü” diyerek başlattıkları Ankara yürüyüşünde Gebze Adliyesi önüne kadar varmıştı. Tek Gıda-İş Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde olumlu adımlar atıldığını, Bakanlık tarafından sözler verildiğini duyurarak yürüyüşü sonlandırdıklarını söyledi.Birkaç gün içinde süreçle ilgili olumlu adımlar atılacağını söyleyen sendikacılar işçilerin Gebze’den Çatalca’ya döneceğini ve taleplerinin karşılanmasını Çatalca’da bekleyeceklerini söyledi.

                                                      ***

Son iki haftada oluşan Suriye haritası neyi gösteriyor?-İhsan Çaralan-

Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), 27 Kasım’da Halep’e saldırdı. 3 günde Halep’i ele geçirdi. Arkasından Hama ve Humus’a yöneldi. Ciddi bir direniş görmeden bu önemli kentleri de ele geçiren HTŞ, 8 Aralık’ta ise Şam’ı kontrolü altına aldı.

Bir zamanlar Dönemin Başbakanı Davutoğlu’nun üç gün içinde Şam’ı zapt edip namaz kılacaklarını söylediği Emevi Camii’nde HTŞ Lideri Colani “şükür namazı” kıldı! Şimdi HTŞ “Geçici hükümet” için çalışmalarını sürdürüyor.

Sadece HTŞ de değil Türkiye’nin eğitip donattığı eski adı ÖSO olan Suriye Milli Ordusu (SMO), Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) yönetimindeki Tel Rıfat’a saldırdı. Üç gün içinde Tel Rıfat’ta kontrolü sağlayan SMO, Menbiç’e yöneldi. Çok bir direnişle karşılaşmadan Menbiç’te de kontrolü sağladı. SDG güçleri Fırat’ın doğusuna çekildi.

COLANİ CNN’E ÇIKARILDI, ‘BALKON KONUŞMASI’ YAPTI!

HTŞ’nin Şam kapılarına dayandığı 6 Aralık günü HTŞ Lideri Colani, CNN’e çıkarılarak “balkon konuşması” yaptı! Batı ülkelerinde, tabi bizde de seçimi kazanan partinin liderinin yaptığı ve genel olarak herkese özgürlük refah, adalet, eşitlik… gibi tutmayacakları vaatleri sıraladıkları gibi Colani de onları taklit ederek kendisi ve HTŞ gibi selefi şeriatçı bir örgütten beklenmeyecek biçimde; “Hristiyan ve diğer azınlıklar güvende olacak. (…) Bu topraklarda yüzyıllardır bir arada yaşıyoruz, kimsenin diğerini yok etme hakkı yok…” diyerek batılı ülkelerin yöneticilerini ve kamuoyunun içini rahatlatmayı amaçladı!

Suriye’ye yönelik de “Suriye kurumsal bir yönetime layık, tek bir kişinin keyfi kararlar aldığı sisteme değil…” diyerek daha özgür bir Suriye vadetti! ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve öteki Batılı ülkeler, HTŞ’yi “terör örgütü” olarak ilan etmiş olduklarını umursamadan, HTŞ’nin kuracağı “Yeni Suriye yönetimiyle iş birliği yapacaklarını” açıkladılar.

Colani’nin yaptığı açıklama Batılı ülkelerin iktidarları tarafından coşkulu değilse de “ihtiyatlı iyimserliği” aşan bir yaklaşımla karşılandı. Örneğin Almanya Başbakanı Scholz ve Fransa Devlet Başkanı Macron, görüşmenin arkasından yaptıkları açıklamada “Almanya ve Fransa, insan haklarına, etnik ve dini azınlıkların korunmasına saygı göstermesi halinde, Şam’daki yeni yönetimle çalışmaya hazır olduklarını” duyurdu.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller ise önceki gün yaptığı günlük basın toplantısında, HTŞ ile ilişkileri olup olmadığı sorusuna “Suriye içinde veya dışında HTŞ ile görüştüklerini ve görüşmeye devam edeceklerini” söyledi.

Colani’nin “balkon konuşması”na İsrail pek inanmadı. Golan Tepelerindeki tampon bölgeyi işgal etti. Netanyahu bölgenin sonsuza kadar İsrail’in toprağı olacağını ilan etti. İsrail ordusu Suriye’nin güney batı sınırlarını aşarak Şam’a 20 kilometre yaklaşırken İsrail hava kuvvetleri de Suriye ordusunun silah ve mühimmat depoları, askeri altyapısı olduğunu öne sürdüğü 250’den fazla hedefi vurdu.

TÜRKİYE’NİN RESMİ TUTUMUNU BAKAN FİDAN DOHA’DAN DUYURDU

SMO’nun ilerleyişi başlanığında ise MHP Genel Başkanı Bahçeli, SMO’nun  “Menbiç’e yürümesini” istedi. Hama’yı ele geçiren HTŞ’ye ise Cumhurbaşkanı Erdoğan “Şimdi sıra Şam’da” diyerek açıkça rota gösterdi.

8 Aralık günü Şam’ın düşmesinin hemen arkasından Katar’ın başkenti Doha’da yaptığı açıklamada Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Suriye devlet kurumları korunmalı ve muhalif güçler hemen birleşmeli” çağrısı yaptı, “Yeni yönetimle beraber çalışmak istiyoruz” dedi. “PKK/YPG konusunda ABD’li dostlarımızla temas halindeyiz” diyen Bakan Fidan “Herhangi bir PKK uzantısı, Suriye'de herhangi bir şekilde meşru bir taraf olarak değerlendirilemez. SGD ile görüşmeyeceğiz” diyerek HTŞ’nin ve diğer SMO’nun birlikte yönettikleri bir Suriye istediklerini açıkça ve resmi olarak ifade etti.

An itibarıyla Fidan resmi tutumlarını böyle açıklarken medya ve sosyal medyadaki yandaşlar sanki Suriye’yi Türkiye fethediyormuş gibi “Ver mehteri” havasında zafer türküleri eşliğinde yeni Osmanlıcı hayalleri yeniden öne çıkardılar. Şam’a, Halep’e “trafik il kodları” verdiler. Dahası sadece bugün değil yakın gelecek için de “Göçmen sorununun çözümü”nden “Suriye’nin inşası”na, göçmenlerin bir yandan Suriye’ye gönderilirken öte yandan da ucuz iş gücü olarak nasıl kullanılacağına, Suriye’nin yeni ve büyük yatırım imkanlarıyla Türkiye’nin nasıl büyük güç olacağına dair plan ve projeler öne sürdüler.

4’E BÖLÜNMÜŞ SURİYE BİR ARI KOVANI!

HTŞ Şam, İdlip, Halep, Hama, Humus gibi içinde büyük kentlerin bulunduğu bir bölgeyi kontrol ediyor ve muhtemelen bu bölgelerin üstünden Suriye’ye hakim olacak bir hükümet kurmak için çalışıyor. SMO ile uzlaşacak mı; hatta uzlaşmak isteyecek mi bu bile belli değil!

Tabii her biri içinde 10-12 ayrı grubun olduğu HTŞ ve SMO’nun, bunların zaman zaman birbiriyle de çatıştığı dikkate alındığında ve hele iktidar söz konusu olduğunda ne kadar uzlaşabileceklerinin önemli bir sorun olacağı görülüyor.

Ama şu anda Suriye haritası:

* Türkiye ve SMO’nun Fırat’ın batısında kontrol altında tuttuğu bölge,

* Rusya’nın kontrol altında tuttuğu deniz ve hava üslerinin de bulunduğu ve Nusayri Arapların yoğun olduğu Lazkiye merkezli bir kıyı şeridi,

* HTŞ’nin kontrol ettiği Şam-İdlip arasında önemli kentlerin de içinde olduğu bölge,

* SDG’nin kontrol ettiği petrol, geniş tarım havzası ve öteki imkanlarıyla Fırat’ın doğusundaki bölge,

* Suriye topraklarının yüzde 40’nı kapsayan geniş bir bölge olmak üzere 4-5 bölgeden oluşuyor.

Bu bölgeler haritada görüldüğü kadar düz de değil. İrili ufaklı aşiret ve dini-mezhepsel gruplar, feodal çağlara uzanan gelenek ve görenekleriyle aktifler. İç savaş boyunca bu silahlanmış çatışma ve gerilim kültürleri canlandırılıp yüceltilmiştir de!

Kısacası bugün artık Suriye, 2 hafta öncesine göre daha çok çatışma ve gerilim yüklenmiş bir arı kovanıdır. Ve Suriye üstünden bölgede bir paylaşım mücadelesi veren emperyalist güçler ve bölge gericilikleri bu arı kovanına çomak sokarak yaratılacak kaosu fırsata dönüştürmek üzere mevzilenmektedir.

BARIŞ İÇİNDE BİR SURİYE İÇİN ÖN KOŞUL GERÇEK BİR BARIŞ MÜCADELESİ

ABD; Batılı emperyalistler ve İsrail kazandıklarını sağlamlaştırmak için girişimler yaparken Rusya ve İran da “Biz kaybettik artık Suriye’yi terk edelim” demeyecek, eskisi kadar kapsamlı olmasa da yeni girişimlerde bulunacaklardır.

Türkiye ise “Kürt fobisi” nedeniyle bölgede İran sınırından Akdeniz’e uzanan 30-40 kilometre derinliğinde “tampon bölge” amacına varmada ısrar edecek görünmektedir. Bu amaçla açık ve örtülü operasyonlar yapmayı iç-dış politikasında gündemde tutmaya devam edecektir. Bu tutumu Suriye üstünde ne kadar ve hangi araçlarla sürdüreceği ya da sürdüremeyeceğini ise Trump ve ABD ile varacağı uzlaşma belirleyecektir.

Rusya ve İran’la ilişkilerin eskisi gibi sürmeyeceği, tersine gerilimin ağır basacağı bir döneme girildiğini de söylemek gerekir.

Bölgede gerçek bir barışa kavuşmanın yolu da; emperyalistlerin bölgeye müdahalelerine karşı çıkan, bölge gericiliklerinin girişimlerine prim vermeyen, halkların kardeşliği ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunan antiemperyalizm eksenli bir barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden geçmektedir.

Her ülkenin antiemperyalistleri, barış ve demokrasi güçleri kendi hükümetlerinin bölgedeki çatışmalardan pay kapma tutumuna karşı çıkmaktan başlayarak barış mücadelesinde yer almakla yükümlüdür.

Bölgede son haftalarda yaşananlar bu gerçeği bir kez daha hatırlatıp öne çıkarmayı gerektirmektedir. Elbette aynı zamanda pratikte bu gelişmelere uygun adım atmayı da! 2011’de başlayan iç savaşın tahribatı üstünden son iki haftada oluşan Suriye haritası bunu söylüyor!

                                                            /././

Yeni Suriye kurtlar sofrasında!-Yusuf Karadaş-

Medyada Esad rejiminin devrilmesi ve Heyet Tahrir el Şam (HTŞ)’nin iktidarı ele geçirmesini bir “halk devrimi” gibi gösteren haber ve analizlerden geçilmezken bu “devrim”in arkasındaki güçler, yeni Suriye’nin geleceğini planlamak için Ürdün’ün Akabe kentinde bir araya gelip pazarlıklar yaptılar. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan’ın yanı sıra S. Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Arap ülkeleri, AB ve BM temsilcilerinin katıldığı toplantıda Esad rejiminin en büyük destekçileri Rusya ve İran’ın olmaması, Suriye’de kazananlar ve kaybedenler tablosunun daha görünür hale gelmesini sağlıyordu. Bu tablo aynı zamanda Suriye’nin kazanan emperyalistler ve bölge gericilikleri arasında ekonomik, siyasi ve askeri olarak paylaşılmak üzere bir kurtlar sofrasına dönüşeceği yeni bir sürece girildiğini de ortaya koyuyor.

Esad rejiminin düşmesi, bölgede (Ortadoğu) İran merkezli ve ABD-İsrail karşıtı ‘direniş ekseni’nin en önemli halkalarından birinin kırılmasına yol açtı. Dolayısıyla İsrail’in, Suriye’de ‘kazananlar’ hanesinin başındaki ülkelerden biri olduğuna şüphe yok. Ancak İsrail, Suriye’nin geleceğinin görüşüldüğü Akabe toplantısında yoktu. Bu durumu iki biçimde açıklamak mümkün: Birinci olarak, zaten masada ABD varsa İsrail’in çıkarları da güvencedeydi. İkincisi ve daha önemlisi ise, İsrail masadan önce sahada durumu güvenceye almaya ve sonra bu durumu müzakere etmeye yönelik bir politika izliyordu.

İsrail, Esad rejiminin devrilmesinin hemen ardından düzenlediği yüzlerce hava saldırısıyla Suriye’nin bütün askeri altyapısını ve en stratejik tesislerini yerle bir etti. Böylece son 50-60 yıldır devam eden (Temelleri ABD-SSCB kamplaşması döneminde atılan) Suriye’nin bölgede İsrail saldırganlığını sınırlayıcı-dengeleyici bir güç olarak varlığı tarihe karışmış oldu.

Erdoğan iktidarı ve medyadaki sözcüleri “zafer” naraları atarken İsrail, Golan’daki işgalini genişletmekle kalmadı, buradaki “yerleşimci” (işgalci) sayısını da iki katına çıkarmaya karar verdi. Dahası Suriye’nin Şam’a bakan stratejik önemdeki Hermon Dağı’ndaki (Cebel eş Şeyh) askeri karakolunu ele geçirip “güvenlik” gerekçesiyle burayı da işgal etti. İsrail, bu saldırı ve işgaller üzerinden Suriye’yi askeri olarak önemli oranda kontrol altında tutmasını sağlayacak bir pozisyonu masada değil, sahada elde etmiş oldu. Netanyahu, ilk başkanlık döneminde İsrail’in Golan’daki işgalini resmen tanıyan Trump’ın nasıl olsa bu saldırı ve işgali de açıktan destekleyeceği konusunda bir şüphe duymuyor.

Burada bir diğer dikkat çekici nokta da İsrail saldırganlığı karşısında HTŞ Lideri Colani’nin “Yeni yönetimin İsrail ile bir anlaşmazlığı yok” açıklamasını yapmasıydı.

Yeni Suriye’nin yörüngesinin belirlenmesi bakımından önemli gelişmelerden biri de Suriye burjuvazisinin temsilcileri (Şam Ticaret Odası) ile HTŞ’nin atadığı geçici hükümet temsilcileri arasında yapılan görüşmede alınan serbest piyasa ekonomisine geçiş ve küresel kapitalizme bağlanma kararları oldu. Suriye’nin kapılarının sonuna kadar emperyalist-kapitalist güçlerin yağmasına açılması anlamına gelen bu kararlar, Suriye burjuvazisini de bu yağmadan alacağı paylar konusunda heyecanlandırmış gibi görünüyor. Bu nedenle uzunca bir süredir batılı emperyalistlerin yaptırımlarına maruz kalan Suriye burjuvazisinin bu kararları “yaşasın halk iradesi” diyerek selamlaması şaşırtıcı değil.

BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Pedersen’in “Suriye’nin yeniden imarı için yaptırımların bir an önce kaldırılması” çağrısı, bu kararların uluslararası emperyalist-kapitalist güçler tarafından da onaylandığı anlamına geliyor.

Yeni Suriye’nin geleceğini belirleyecek aktörlerin başında ABD emperyalizmi geliyor. Akabe toplantısında HTŞ ile doğrudan temas kurduklarını söyleyen Blinken, geçici Suriye hükümeti ile “tanıma ve destek” karşılığında uyulmasını bekledikleri ilkeler üzerinde anlaştıklarını da açıkladı. Böylece daha yolun başında ABD emperyalizmi, “tanıma ve destek” için HTŞ yönetiminin önüne ev ödevlerini koymuş oldu.

Kuşkusuz uzunca bir dönem İdlib’de HTŞ’ye kol-kanat geren Türkiye’deki Erdoğan yönetimi de yeni dönemde Suriye’deki en etkin aktörlerden biri konumunda bulunuyor. Bu dönemde Türkiye’nin Suriye’ye dair hesap ve beklentilerini iki başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, Suriye’nin imar pastasından büyük bir pay almaktan enerji ve ticaret yolları bakımından bu yeni durumu bir fırsata çevirmeye kadar Türk burjuvazisinin beklentilerini ortaya koyuyor. İkinci olarak da “güvenlik” başlığı altında hem ülke içindeki Kürt sorunu ve hem de bölgedeki yayılmacı emellerin önünde bir engel olarak görülen Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) tasfiyesi hedefleniyor.

Bu noktada daha önceki açıklamalarında Kürtlerle çatışmayacaklarını söyleyen HTŞ Lideri Colani’nin MİT Başkanı Kalın ile Şam’da yaptığı görüşmeden sonra ağız değiştirerek “PKK başka Kürt toplumu başka” demeye başladığını da belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Rojava’daki özerk yönetimi “terör yapılanması” olarak tanımlaması ve SDG’yi tasfiye etmeye yönelik ısrarı, Suriye’nin yeniden çatışmalara sürüklenmesi bakımından ciddi riskler oluşturuyor.

2011’de Esad rejimini devirme girişiminin öncülüğüne soyunan güçler arasında Erdoğan iktidarının yanı sıra S. Arabistan, BAE ve Katar gibi Körfez’deki Arap rejimleri de yer alıyordu. Özellikle S. Arabistan ve BAE için Esad rejiminin devrilmesi, bölgede rekabet halinde oldukları İran’ın bölgesel güç ve etkisinin kırılması için zorunlu görülüyordu. Aynı şekilde Doğu Akdeniz’deki Suriye, jeopolitik bakımdan Avrupa pazarına doğrudan bağlanma başta birçok avantaj da sağlıyordu. Mesela bu bağlamda 2009’da rafa kaldırılan Katar-Türkiye doğal gaz boru hattı (Katar doğal gazının bir boru hattıyla Avrupa’ya taşınması) da yeniden gündeme geldi.

Öte yandan geçmişte ‘Müslüman Kardeşler’ pratiğinden ağızları yanan Körfezdeki Arap rejimleri için Suriye’deki kurtlar sofrasında yer almak, sadece pastadan büyük pay almak için değil; aynı zamanda Suriye’deki yeni İslamcı rejimin (HTŞ) kendileri için tehdit oluşturmasının önüne geçilmesi, kontrol altında tutulması bakımından da büyük önem taşıyor.

Fransa ve Almanya başta AB’li emperyalistler için de Suriye’deki yeni durum, mülteci sorununun kontrol altında tutulmasından enerji tedariki ve Ortadoğu pazarındaki pozisyonlarını yenilemeye kadar birçok bakımdan yeni fırsatlar sunuyor.

Suriye’yi yeniden paylaşmak için kurulan bu kurtlar sofrasından Suriye halklarının payına düşen ise açıktır: Etnik, dinsel-mezhepsel gerilim ve arka planda sömürü, yağma ve yoksulluğun devam ettirilmesi.

                                                            /././

Evrensel

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -17 Ağustos 2025-

Patateslerini bedava veren çiftçiye 17 milyon lira ceza Ticaret Bakanı Yardımcısı Gürcan, patates eylemine piyasa dengesini ve serbest rekab...