Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -27 Aralık 2024-

Türk-iş toplu sözleşme masasını devirirken kime sordu?-Nuray Sancar-

2021 yılında Asgari Ücret Tespit Komisyonunun toplanacağı saatte Halk TV muhabiri boş salonu görüntülemişti. Hükümet, işveren ve Türk-İş temsilcilerinin olması gereken salonda kimse yoktu. Bu son tur toplantıya gerek duymadan, masada işçi temsilcileri olmadan, Tayyip Erdoğan asgari ücretin miktarını açıkladı. Zaten Türk-İş’ten başka sendikaların temsilcilerinin dahil edilmediği asgari ücret tespiti sürecinin işçi bileşeni yarı yolda bir safra gibi dışarı atılmıştı. Doğrusu uzun zamandır her zam döneminde ‘tarafları’ bir araya getirme mizansenini yinelemenin gereksizleştiğinin işaretiydi bu. Daha sonraları asgari ücretin yılda iki kez değil bir kez belirlenmesine, işçilerin bir yıl boyunca aynı maaşa talim etmesine karar verildi.

Enflasyonun, belirlenen asgari ücretin gerçek değerini ve emekçinin alım gücünü erittiği koşullarda bir yıla sabitlenen asgari ücret, nüfusun büyük bir çoğunluğunu açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakıyor. Çünkü artık asgari ücret geçim ücreti ortalaması haline geldi.

2024 asgari ücreti açıklandıktan sonra Türk-İş Başkanı Ergün Atalay yılda bir kez yapmak zorunda kaldığı olağan mağduriyet konuşmasını yaptı. 2021’de ve aslında hiçbir zaman, göstermediği inisiyatifinin sorumluluğunu işveren ve hükümet temsilcilerinin üzerine atarak “Bundan sonra bizi çağırmasınlar biz yokuz” diye konuştu. Daha önce o masaya konfederasyona bağlı sendika temsilcileriyle oturan Atalay, bu kez bir kuaför, bir taşeron, bir engelli ve bir “kadınımız” ile oturmuştu. Kendi sendikalarını uzaklaştırdığı pazarlık sürecinin yeni bileşenini ‘Asgari ücretliler konuşsun’ diye açıklıyordu.

‘Hükümet tarafı’ herhangi bir rakam bildirmemişti ama Türk-İş’in bağlı sendikalarıyla ve üyesi işçilerle herhangi bir miktar üzerine anlaştığı da tartışmalı. Mağduriyet konuşmasında “Biz tankların önüne yatanlardık” hamasetinin ardından “Sözümüzü dinlemiyorlar, o yüzden bir daha komisyona katılmayacağız” diyen Atalay’ın 29 bin küsurluk asgari ücret talebi ile iktidar ve işveren tarafının anlaştığı 22 bin lira arasındaki aralık öyle görünüyor ki Türk-İş’in şimdiye kadarki sorumsuzluğunun üstünü örten bir mazeret imkanı sağlamış görünüyor.

Bu sorumsuzluk 1960 Anayasası’yla kazanılmış toplu sözleşme pratiğinin adım adım ortadan kaldırılması sonucunu vermek üzere. Ya da artık verdi. Oysa işçi sınıfı bu hakkı kazanabilmek için epey mücadele vermiş, hak Anayasa’ya eklendikten sonra da ancak 1963 yılında yasalaştırılmıştı; uğruna iki işçinin ölümüyle sonuçlanan Zonguldak grevi de çoktan hatıralardan silindi.

Türk-İş işçi sınıfının en geniş kesimini temsil eden konfederasyondur ama asgari ücret tespit aşamasından önce yapması gerekeni yine yapmamıştır. Konfederasyona bağlı sendikaları süreçten dışlamış, örgütlü işçileri ‘Onlar adına mücadele edeceği’ beklentisine sokmuş, bir kuaför, bir taşeron, bir ‘kadınımızla’ masaya oturmayı tercih etmiştir. Nihayet bu süreçten her zamanki gibi yine mizansen bir küskünlük ve eleştiriyle çıkmıştır. Toplu sözleşme masasına katılmama kararını da kendi kendine alan Ergün Atalay bunu işçilerine ve sendikalara danışmadan kamuoyuna açıklamıştır.

Asgari ücretin çalışma bakanı tarafından bir gece apar topar, mecalsiz ve hükümet-işveren bloku ile iş birliği artık gereksizleşmiş sendika dışlanarak açıklanması rezaletinde cehenneme giden yolu bizzat Türk-İş bürokrasisi döşedi. Sendikal örgütlülüğü gereksizleştiren odur. Küskün konuşmasında asgari ücretin yılda bir defa belirlenmesi kararını bile eleştirmeyen, tersine kabullenen bürokrat Ergün Atalay, toplu sözleşme gibi kanuni ve fiili bir hakkı iptal edebilme yetkisini kendisinde bulabildi. İşveren kısmının, memleket tekellerinin istediği de buydu zaten.

Rakam ilan edildikten sonra hâlâ Erdoğan’ın son dakika müdahalesine bel bağlayan ve yine işçiyi ‘baba’dan beklentiye sokan ekran müdavimi ekonomi uzmanlarının, her konudan anlayan politikacıların günahını da buna eklemek gerekir.

Bu arada Ana Muhalefet Partisi Başkanı Özgür Özel işçileri greve çağırdı. Ne var ki işçiler arasında hiçbir örgütlenmesi olmayan partinin unuttuğu grevin dışarıdan bir çağrıyla gerçekleşmesinin mümkün olmayacağıydı.

Grev bir örgütsel disiplin gerektirir, sınıf içinde örgütlenmek ve çağrıların arkasında durmak gerekir. Daha yeni metal işçilerinin grevi yasaklanmışken bu karara uymayacağını belirten işçilerin arkasında durmak gerekir. Grev çağrısını işçisine zam yapmayan firmaların ürünlerini boykot etmek, 1 milyon kişi katılımlı ve erken seçim talepli miting yapmak gibi değişik hedeflerle bulanıklaştırdıktan sonra örgütsüz grev çağrısının kayda değer hiçbir yankısı olmayacaktır. Tersine işçi eylemlerinin emekçilerin kazanımı için değil de CHP’nin iktidarına bir altlık yapılacağı kuşkusu büyür. Bu da sınıfı birleştirmekten çok bölmeye yarar.

2024 emekçilerin önemli bir kazanımının sulandırılmasıyla bitiyor. Toplu sözleşme patronlar sınıfı ve arkasındaki devletle sendikalar arasında yapılan bir kontrat olmaktan çıktı. İşçi sendikaları arasından uzlaşabildiğini, kamu sendikalarından anlaşabildiğini masaya oturtan iktidar, zaten iğdiş edilmiş bir mevzuatla zaman kaybetmek istemediğini göstermiş oldu; Türk-İş bürokrasisinin de yardımıyla. Çünkü bu mevzuatın yaşaması işçilerle patronlar sınıfı arasındaki güç ilişkisine bağlıdır. Konfederasyon terazinin işçiden yana ağır basmaması için yapılanmış bir devlet kurumu olduğunu göstermiştir.

                                                              /././

Ezdirmemek ne kelime suyunu sıktılar -Bülent Falakaoğlu-

Havada uçuşuyordu büyük laflar: ‘Asgari ücrete yüzde 45 zam gelecek’, ‘Enflasyona ezdirmeyeceğiz’, ‘25 bini bulacak’… 

Veee… Gece yarısı sürprizi! Sabahında, Bakan Mehmet Şimşek, “Ülkede ciddi bir hayat pahalılığı ve enflasyon sorunu var” dedi. Gecesinde ‘Fazlası enflasyonu artırır’ yalanına uygun şekilde asgari ücrete tepki çeken zam geldi.

***

Hayat pahalılığı varsa, mağdurlarını telafi etmek gerekmez mi?

Ama tersi oldu. Şimşek’in sanki öz eleştiri veriyormuş gibi duran sözü işçiye kılıç oldu.

Enflasyon oranı 2023’ü TÜİK’e göre yüzde 65 düzeyinde kapattı. Bu yılın ocak ayı başında yüzde 49 oranında yapılan yapıldı.

Enflasyon bu yılı yüzde kaç ile kapatacak? Yüzde 45’in üstünde. Ortalama enflasyon hesabına göre ise yüzde 60! Asgari ücrete yapılan zam oranı kaç? Yüzde 30.

Bu mu ezdirmemek?

***

Rakamlara daha ayrıntılı bakınca, işçiyi ezmenin de  ötesine geçildiği görülüyor. 

Şöyle ki…

Son bir yılda taze sebzelerde artış oranı: Yüzde 125.  

Doğal gaz abonelik ücretlerinde yüzde 125.

Kira artış oranı: Yüzde 109.

Çocuk bakım hizmetleri yüzde 90.

Eğitim ve gıda gibi temel harcamalardaki artış yüzde 80!

TÜİK’in bu rakamları gösteriyor ki… Birçok harcama kaleminde yaşanan artış açıklanan enflasyonun üzerinde. Vatandaşlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanıyor. Asgari ücrete yapılan zam telafi etmekten çok uzak.

‘Ezmek’ ne kelime, işçiyi un ufak ettiler!

AÇLIK SINIRI BİLE OLMAYACAK

İşçinin suyunu sıkma hali bu yıl farklı bir durum yarattı: En azından 4-5 ay açlık sınırının üzerinde seyreden asgari ücret 2025 yılında işçinin eline geçtiğinde açlık sınırının altında kalacak.

Nasıl mı?

Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) araştırmasına göre kasım ayı 4 kişilik aile için açlık sınırı yani sadece gıda masrafı 20 bin 967 lira.

Aralık ayı enflasyonunun yüzde 2-2.5 arasında olması bekleniyor. Bu oran eklendiğinde 20 bin 967 liralık açlık sınırı içinde bulunduğumuz aralık ayı sonunda 21 bin 400 liraya çıkacak.

Yeni yılın ilk ayında ise… En az yüzde 4 daha eklenecek. Çünkü ocak ayında, vergi ve harçlar yüzde 43 zamlı olacak. Enerji, otoyol ve köprüler zamlanacak. Kış sebebiyle gıda- meyve sebze fiyatı artacak.

Kısaca zam yağacak. Her ocak ayında zam yağar ve yeni yılın ilk ayında enflasyon yüksek çıkar. Bu yılın ocak ayında yağacak zamlar da en az yüzde 4’lük enflasyon yaratacak. 21 bin 400 liralık açlık sınırı, yüzde 4’lük bu artışla 22 bin 250 lirayı aşacak.

Ocak ayı ücreti işçinin eline şubat ayında geçer. Ücreti eline geçtiğinde asgari ücretli işçi görecek ki… Eline geçen para açlık sınırının 150 lira altında!

***

Tüm yıl boyunca da hayat pahalılığı sürecek.

Orta vadeli programda 2025’in enflasyon hedefi için yazılan yüzde 17.50 oranı çoktan çöpe atıldı. Mehmet Şimşek bile o düzeye inanmıyor.

Merkez Bankasının 2025 hedefi ise yüzde 21. Onu da geçiniz!

Enerji ve gıda kalemlerinde yaşanan yüksek artışlar…

Hükümetin, alacaklarına (vergi ve harçlara) yeni yılda yüzde 43 zam yapmış olması…

Dolar kurunun 42 TL’ye çıkacak olmasının etkisi…

Akaryakıt fiyat artışlarının bugünden daha çok artacak olması…

2025’te faizin daha düşük olmasının getireceği harcamaların baskısı…

Ve benzeri sebeplerle yüzde 21’lik enflasyon hayal.

DOLARLA ÇARPITMA

Cumhurbaşkanı Erdoğan, asgari ücretlinin yaşadığı hayal kırıklığını dolar hesabıyla gidermeye çalıştı: “Çalışanlarımızı enflasyona ezdirmeme sözüne sadık kaldık. 2002’de 126 dolar olan asgari ücret 628 dolara çıkmış oldu.”

Bir... Geçen yılki artış oranı enflasyon oranından 35 puan daha az olan kur ile hesap yapmak yanıltma amacı güdüyor. Aynı hesap altınla yapılsa bambaşka çıkıyor. İşte hesap!

2002 aralık asgari ücret: 184 TL.

Çeyrek altın: 27.40 TL.

Alınabilen çeyrek altın sayısı: 7.

2025 ocak yeni asgari ücret: 22 bin 100 TL.

Çeyrek altın 5200 TL.

Alınabilen çeyrek altın sayısı: 4.

Neredeyse yüzde 50’lik alım kaybı.

İki… Dolar enflasyonunu yani ABD’de yaşanan enflasyonu dikkate almak gerekir. Dikkate alınarak yapılan düzeltme sonucu asgari ücretin on yıl önceki 450 dolar düzeyi ile aynı olduğu görülüyor.

Üç. 7.5 milyon insanın asgari ücret aldığı, 4 milyon insanın 17 bin lira ile 20 bin lira ücret aldığı ülkemizde asgari ücret ortalama ücret düzeyine gelmiş durumda. Ortalama ücretleri 2002 ile kıyaslarsa Erdoğan da görecektir ücretlerdeki büyük erimeyi.

GECE YARISI OPERASYONUNUN ANLATTIĞI

Asgari Ücret Tespit Komisyonu yarım asırdır hiç gece vakti  toplantıya çağrılmamıştı. Gece asgari ücret açıklanmamıştı.

Neden bu gece operasyonu? Ne anlatıyor?

Teknik bir gerekçesi yok! Açıklanan düzeyden utandıkları için de değil.

Düşük ücret düşük faize geçiş için!

Perşembe günü açıklanan faiz öncesi Merkez Bankası asgari ücretin az artırıldığını görsün istendi. Merkez Bankası bugün büyük ihtimalle faizlerde düşüş süreci başlatacak. Böylece iktidar patronlara, ücretler ve faizler konusunda yeni yıl hediyesi vermiş olacak!

Uzun süredir patronlar, ‘İşçi maliyeti yüksek’, ‘kur düşük’, rekabeti kaybettik ihracat yapamıyoruz’ deyip duruyorlardı. Hükümet de ses verdi; ‘Emek maliyetini’ baskıladı, faiz düşürmek sırada, biraz da kurlar gevşedi mi tamamdır.

***

Bundan önce düşük faiz politikasının uygulayıcısı Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin  programı enflasyonu patlatıp ücretleri eritmişti. Şimdiki Bakan Şimşek’in programı da ‘enflasyon’ bahanesiyle ücretleri baskılıyor.

Sermayenin sözüm ona programı değişiyor, ortada iki ayrı program olduğu iddia ediliyor ama sonuç değişmiyor: Hepsi işçinin alım gücünü vuruyor.

BİR KÜFE VARSA O DA İŞÇİNİN SIRTINDA

Hükümetin tarafı açık!

Patrona asgari ücret desteğini 700 TL’den 1000 TL’ye çıkardı. Artış yüzde 42! İşçiye yüzde 30 verilirken patrona yapılan bu kıyağın bedeli yüz milyarlarca lira ediyor.

İşçiden esirgenen patrona ‘helal’ kabul ediliyor. Öte yandan har vurup harman savruluyor. Saray’ın aylık harcaması 10 milyar liraya dayandı. Saray sadece 1 ayda 40 bin asgari ücret yiyor.

Bütçenin Saray’a ayırdığını ikiye katlıyor. Bütçe 5’e izin veriyor Saray 10 harcıyor. İşçi emeği çok ucuz olmalı, ürettiği artı değer çok olmalı ki patronlar ve Saray doysun. Kapitalist bir mekanizma işte!

***

Yeni asgari ücretten sanayi burjuvazisi memnun. İhracatçı memnun. KOBİ’ler memnun. Yeni yılda 6630 liraya kendisine MESEM üzerinden öğrenci emeği tahsis edilecek olan patron memnun.

Onların başka talepleri de var; daha az vergi gibi…

‘Onları memnun ettik’ diyemeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor ki ‘Sırtımızda yumurta küfesi var, daha fazlası olmaz.’

Oysa bir küfe varsa o da emekçinin sırtında! ‘Enflasyonla mücadele için ücretler baskılanmalı’ diyen burjuva iktisatçıların görmezden geldiği koca bir küfe.

                                                         /././

HTŞ'nin Şam valisi: Sorunumuz İsrail ile değil 

Heyet Tahrir El Şam’ın atadığı Şam Valisi Mahir Mervan, İsrail’in Suriye’deki toprak işgalini savunarak "Sorunumuz İsrail ile değil" açıklaması yaptı.(https://www.evrensel.net/haber/538196)

                                                                      ***
HTŞ yönetimi ve Suriye'nin etnik-dinsel fay hattı -Yusuf Karadaş-

Suriye’de HTŞ Lideri Colani’nin “ılımlı” mesajlarının aksine Aleviler ve Hristiyanlar başta dinsel-etnik azınlıklara yönelik saldırı ve baskılar artıyor. Bu nedenle başkent Şam’ın yanı sıra Hama, Humus, Tartus ve Lazkiye’de bu saldırı ve baskılara karşı kitlesel protestolar düzenleniyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) göstericilere HTŞ yönetimi tarafından ateş açılması nedeniyle ölü ve yaralıların olduğu bilgisini geçiyor. HTŞ’nin geçici yönetimi ise, yapılan saldırı ve baskıları “Eski rejimin unsurlarını temizleme” adına savunmakla kalmıyor, bu unsurların yeni yönetime saldırdığı iddiasını gündeme getirerek önümüzdeki dönemde yeni saldırı ve katliamlar için zemin yaratmaya çalışıyor.
Türkiye ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerle onların “büyük” medya organları “ılımlı” ve kravatlı Colani’den oldukça umutlu oldukları için bu gelişmeleri görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. İsrail ise, bu gelişmeleri Suriye içindeki egemenlik alanlarını genişletmenin bir fırsatına dönüştürmeye çalışıyor.
2011’de Suriye’deki Baas rejimini devirmeye yönelik girişim, ABD’nin bölgeyi (Ortadoğu) yeniden dizayn etmesi ve İsrail’in “güvenliğinin” sağlanması bakımından büyük önem taşıyordu. Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, bu müdahale politikasının başını çekerek bölgenin yeniden dizaynından ‘büyük’ bir pay almanın peşindeydi. O yüzden bugünkü Suriye tablosunda ‘kazananlar’ listesinin başında bu güçlerin adı yazıyor.
Müdahale politikasının başını çeken Erdoğan iktidarının “Ilımlı İslamcı” kimliği, bu müdahalenin dinsel-mezhepsel bir biçim kazanmasını kolaylaştırmıştı. Dahası yanınaS. Arabistan, BAE ve Katar’ı alan Erdoğan iktidarı için bu mezhepsel kamplaşma, rejimi yıkabilmenin (Sünni çoğunluğu yedeklemenin) dayanaklarından biri olarak kullanıldı. Bu politikanın bir sonucu olarak sahada rejime karşı savaşta IŞİD ve el Nusra’nın (HTŞ’nin önceli) başını çektiği cihatçı gruplar hızla öne çıktılar ve dünyanın birçok ülkesinden cihatçı militanlar için çekim merkezi haline geldiler.
Kuşkusuz Baas-Esad rejimi, bölgenin en baskıcı rejimlerinden biriydi. Ancak Körfez’deki Arap gericilikleriyle ilişkileri çok iyi olan ABD ve İsrail için sorun Şam’da baskıcı bir rejimin olması değil, bu rejimin bölgesel kamplaşmada uzunca bir dönemdir karşılarında konumlanmış olmasıydı.
Öte yandan Baas iktidarında Esad’ın Alevi kimliğinin de bir sonucu olarak askeri ve sivil bürokraside Alevilerin belli bir ağırlığının da olduğu doğruydu. Ancak rejimi asıl ayakta tutan Halep ve Şam başta Suriye burjuvazisiydi -ki, bunların büyük çoğunluğu Sünni idi. Baas rejimi baskıcı bir rejim olsa da seküler-milliyetçi bir karakter taşıdığı için rejim için tehdit oluşturmadıkları müddetçe Sünniler ve diğer dinsel-etnik azınlıklar da devlet içinde temsil edilebiliyorlardı. Mesela son günlerde yeniden öne çıkartılmaya çalışılan Faruk el Şara, Hafız Esad döneminden dışişleri ve Beşar Esad döneminde başkan yardımcısı olarak görev yapmış bir Sünni idi.
Suriye iç savaşı sürecinde Ermeniler, Süryaniler, Dürziler, Êzîdîler ve diğer Hristiyan azınlıklar rejimden memnun olmasalar da kendi güvenlikleri için rejimi desteklemek zorunda kalmışlardı. Çünkü kendilerini ‘kafir’ olarak gören cihatçılar tarafından birçok katliama ve işkenceye maruz kalıyorlardı.
Alevi olmak, cihatçılar tarafından katledilmek için yeterli bir sebepti. Kürtler ise, iç savaşta kendi bölgelerinde yaşayan diğer azınlıklarla seküler-demokratik bir yönetim kurdukları için cihatçılar için ‘katli vacip’ bir diğer kesimi oluşturuyorlardı. Bu nedenle HTŞ’nin önceli el Nusra ve IŞİD için Kürtler öncelikli hedef oldular.
İşte bugünkü Suriye yönetimi, HTŞ’nin etrafında birleşmiş bu grupların elinde bulunuyor. Hakkını yemeyelim; HTŞ Lideri Colani, bugüne kadar Türkiye’nin yanı sıra ABD ve AB’li emperyalistlerle iş birliğine hazır pragmatik bir lider olarak öne çıktı. İsrail topraklarını işgal ederken bir İran tehdidinden söz ederek Batılı emperyalistlere güven veren bir görüntü çizdi. Dahası serbest piyasa ekonomisine geçileceği mesajı üzerinden de ülkesini emperyalist-kapitalist yağmaya açmaya hazır olduğunu gösterdi.
Ancak Colani’nin “ılımlı” mesajları ve pragmatik kişiliği, kendi etrafında birleştirdiği cihatçı grupların hızla dönüştüğü ya da dönüşeceği anlamına gelmiyor. Aksine Alevilerin ve Hristiyanların yaşadığı bölgelerden gelen haberler, bu grupların aynı cihatçı zihniyetle saldırı ve katliamlar gerçekleştirdiklerini ve ganimetçi anlayışla yağma olaylarının yaşandığını gösteriyor.
Alevilerin Hama, Humus, Tartus, Lazkiye, Ceble ve Banyas’a yayılan son protesto gösterileri Halep’te kutsal gördükleri Hasibi Türbesi’nin yakılması ve buradaki görevlilerin katledilmesi görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra başladı. HTŞ yönetimi bu görüntülerin eski olduğunu ve “provokasyon” yapıldığını söylese de bu görüntülerin Halep’in cihatçı gruplar tarafından ele geçirildiği günlere ait olduğu ortaya çıktı.
Geçtiğimiz günlerde Hama kentinde Hristiyanların çoğunlukta olduğu Sukeylebiye kasabasının meydanındaki Noel ağacının ateşe verilmesinin ardından Hristiyanlar da Şam, Hama ve Humus’ta gösteriler yapmışlardı. HTŞ’nin geçici yönetiminin bu saldırıları düzenleyenlerin “yabancı savaşçılar” olduğunu ve tutuklandıklarını söylemesi, bu grupların Alevileri ve Hristiyan azınlıkları ‘düşman’ olarak görmeye devam ettikleri ve her an yeni saldırılar düzenleyebilecekleri gerçeğini değiştirmiyor.
İç savaş döneminde bu cihatçı grupların saldırı ve katliamlarına maruz kalan topluluklardan biri de Dürzilerdi. Süveyda kentinde yaşayan Dürziler, yaptıkları açıklama ile kendilerinin ve diğer etnik-dinsel toplulukların güven içinde yaşayabilmesi için yeni dönemde ademimerkeziyetçi (Yerel yönetimlere yetki veren) bir yönetim modeli kurulması talebinde bulundular. HTŞ’nin geçici yönetimi “herkesin korunacağı” genel söyleminin ötesinde Dürzilerin taleplerine olumlu yanıt vermediği için Golan Tepelerinin büyük bir bölümünü işgal altında tutan İsrail, burada yaşayan Dürzilerin güvenlik kaygılarını ve yeni yönetimde demokratik temsiliyete dair taleplerini yayılmacı emelleri için kullanmaya çalışıyor.
Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin yeni Suriye’deki yerinin ne olacağı sorusu, Suriye’nin geleceğiyle ilgili en büyük belirsizliği oluşturuyor. Kürt özerk yönetimi ve silahlı gücü Suriye Demokratik Güçleri (SDG), bir yandan Türkiye ve destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) güçlerinin saldırı ve kuşatması altında bulunuyor. Öte yandan HTŞ’nin geçici yönetimi de özellikle MİT Başkanı Kalın ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın ziyaretlerinin ardından Kürtlerin ‘uzlaşma’ çağrılarını yanıtsız bırakıyor. Dolayısıyla yeni dönemde HTŞ’nin geçici yönetimiyle gerilimin yaşanacağı alanlardan biri de Rojava (Kürtler) olacak gibi görünüyor.
Suriye’de bütün etnik ve dinsel-mezhepsel toplulukların kendilerini güvende hissedebilmelerinin ve barış içinde bir arada yaşamasının yolu, demokratik-laik anayasa ve yönetim modelinden geçiyor. Ancak böyle bir kapasitesi bulunmayan HTŞ’nin Lideri Colani’yi Şam yönetiminin başına oturtan emperyalistler ve iş birlikçi gericilikler, belli ki yeni Suriye’nin bu etnik ve dinsel fay hattının üzerinde kurulmasını istiyorlar. Çünkü bu güçler, Suriye ve bölge halkları arasındaki etnik-dinsel-mezhepsel gerilim ve çatışmaların dünyanın en önemli enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının bulunduğu Ortadoğu’da emperyalist kapitalist sömürü ve yağmanın üstünü örtmenin yanı sıra bu sömürü ve yağmanın devam ettirilmesinin en temel dayanaklarından biri olarak işlev gördüğünü 100 yılı aşkın bir tecrübeyle biliyorlar.

                                                             /././

Alevi kurumlarından tepki: Sessiz kalmak onaylamaktır 

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Alevi İnanç Kurulu yaptıkları açıklamalarda, Suriye’de Alevilerin hedef alınmasına sessiz kalmanın saldırıları onaylamak olduğunu vurguladı. Suriye'de Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından iktidarı alan cihatçı Heyet Tahrir el Şam’ın, (HTŞ) Suriye’de Alevileri hedef almasına tepkiler sürüyor. Özellikle bir Alevi türbesinin yakıldığını gösteren videonun sosyal medyada yayılmasının ardından Suriye’nin birçok kentinde protestolar düzenlenirken, Türkiye’de de Alevi kurumlarından açıklamalar geldi.(https://www.evrensel.net/haber/538172)

                                                                     ***

Suriye'de Alevilerin yaşadığı bölgede çatışmalar artıyor

Suriye'nin batısında Alevilerin türbesinin yakıldığı görüntülerin ardından başlayan protestolar ve çatışmalar pek çok yerleşim yerinde sürüyor.  Suriye’de cihatçı HTŞ mensupları tarafından Alevilerin türbesinin yakılıp, görevlilerin öldürüldüğü görüntülerin ortaya çıkmasının ardından başlayan gerilim, silahlı saldırılara dönüştü. Protestolar üzerine HTŞ’ye bağlı geçici hükümetten yapılan “Esad milislerinin kalıntılarını avlama” ve “Hizbullah üyeleri” açıklamasının ardından, Alevilerin yaşadığı Suriye’nin batısında pek çok yerleşim yerinde çatışmalar yaşandı. Ağır silahlar ve insansız hava araçlarının kullanıldığı çatışmalarda çok sayıda kişi öldü ve yaralandı.(https://www.evrensel.net/haber/538215)

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Aralık 2024-

 

Türkiye gıda güvenliği riskinde Avrupa'da ilk sırada -Pelin Ünker-

Türkiye, geçen yıl AB ülkelerinde gıda güvenliği risklerine ilişkin yapılan bildirimlerde 408 bildirimle ilk sırada yer aldı. Pestisit kalıntısı sorunları en çok Türkiye'den gelen meyve ve sebzelerle ilgili oldu.

Tarım ve gıda ürünleri ihracatında geniş bir yelpazeye sahip olan Türkiye, başta meyve ve sebze olmak üzere, fındık, zeytinyağı, kuru meyveler, baklagiller ve bal gibi birçok ürünü Avrupa ve dünya pazarlarına sunuyor.

Ancak son dönemde ihraç edilen ürünlerin, aflatoksin gibi çeşitli nedenlerle Türkiye'ye iade edildiği sıklıkla kamuoyuna yansıyor.

Avrupa Komisyonuna bağlı Alarm ve Dayanışma Ağı'nın (ACN) 2023 raporuna göre Türkiye, geçen yıl AB sınırlarında gıda güvenliği risklerine ilişkin yapılan geri bildirimlerde 408 bildirimle ilk sırada yer aldı. Türkiye'yi Çin (333) ve Hindistan (303) takip etti.

En çok bildirim yapan ülkeler ise Almanya, Hollanda ve Belçika diye sıralandı.

Avrupa Komisyonu, gıda ve yemlerde yapılan kontroller sırasında tespit edilen gıda güvenliği risklerini, Gıda ve Yemler İçin Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) portalı üzerinden herkesin erişimine açık olacak şekilde bildiriyor. Komisyona bağlı Alarm ve Dayanışma Ağı (ACN) ise RASFF portalındaki bildirimlerin de dahil olduğu senelik raporlar yayınlanıyor.

Rapora göre, önceki yıllarda olduğu gibi, RASFF bildirimlerinin üçte birinden fazlasını sınır retleri oluşturdu. Pestisit kalıntısı sorunları en çok Türkiye'den gelen meyve ve sebzelerle ilgili oldu. Meyve ve sebze sevkiyatlarındaki pestisit kalıntılarına ilişkin Türkiye hakkında 168 bildirim yapıldı.

Yasaklı pestisitler hala sofrada

Pestisitlerin kullanım amacı, böcek gibi bitki zararlılarını ya da yabani otları önlemek veya azaltmak olsa da bu kimyasal maddeler hedef zararlıya seçicilik göstermediği için hedef dışındaki canlılara da zarar verebiliyor.

Bir pestisit için çeşitli sağlık zararlarına yol açtığına ilişkin kanıtlar biriktikçe kullanımına sınırlama ya da yasaklama getiriliyor. Ancak bir pestisite yasaklama getirilmesi o pestisitin gıda sisteminden çıktığı anlamına gelmiyor.

Rapora göre en fazla pestisit bildirimi yapan ülkeler Bulgaristan ve Almanya olurken, en yaygın olarak bildirilen pestisitler, klorpirifos (299), asetamiprid (75), etilen oksit ve 2-kloroetanol (67) olarak sıralandı. Klorpirifos vakaları önceki yıla göre yüzde 19 artarken diğer vakalar yaklaşık yüzde 60 azaldı.

Klorpirifos, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi tarafından 2016'da yasaklanmış, aynı karar Türkiye'de de eş zamanlı olarak alınmıştı. Buna rağmen ihraç edilen ürünlerde bu maddenin bulunması yasaklı olan pestisitlerin hâlâ sofralarımıza girebildiğini gösteriyor.

Türkiye'den ihraç edilip de geri gönderilen ürünlerde AB'de yasaklanan pestisitlerden buprofezin ve profenofosa da rastlandı.

Kuruyemiş ve meyve-sebze

RASFF bildirimleri arasında en yaygın geri dönme sebepleri arasında pestisit kalıntılarının yanı sıra, mikrobiyolojik bulaşmalar, mikotoksinler, yasaklı maddeler, etiketleme hataları, beyan edilmeyen içerik, yabancı madde ve ambalaj sorunları yer alıyor.

Son bir ayda yapılan RASFF bildirimlerine göre Polonya Türkiye'den gelen limonlarda, AB Komisyonu'nun gıda ürünlerinde yasakladığı pestisit buprofezin ve limit değerin üzerinde etoksazol tespit etti.

Antep fıstığı ve kuru incirde ise mikrotoksin sorunu dikkat çekti.

Almanya antep fıstığında aflatoksin, kuru incirde okratoksin A olduğunu belirleyip bunu ciddi risk olarak değerlendirerek sınırdan geri gönderdi. Almanya ayrıca Bulgaristan üzerinden Türkiye'den gelen siyah ayçiçeği tohumlarında aflatoksinler belirledi. İspanya'ya giden kuru incirde de okratoksin A çıktı.

İtalya, Slovakya ve Norveç ise Türkiye'den gelen kuru incirlerde yasal limitlerin üzerinde aflatoksin belirlendiğini belirterek ürünleri sınırdan geri gönderdi.

Norveç Türkiye'den kabuklu susam tohumlarında, Finlandiya kimyonda patojenik bakteri olan Salmonella tespit ederek bu ürünleri sınırdan geri gönderdi.

Fransa Türkiye'den pizza kutularında kurşun ve ftalatlar, Letonya gıda ile temas eden maddelerde onaylanmamış plastik bildirimi yaptı.

Romanya Türkiye menşeli domateste pestisit indoxacarb'ın, Polonya kurutulmuş kekikteki 35 pirolizidin alkaloidinin limit değeri aştığını belirledi. Yine Polonya Türkiye menşeli narda asetamipirid limitinin aşıldığını tespit etti.

Kıbrıs, Türkiye'den ihraç edilen gül yaprağında yasaklı pestisit profenofos ve triazofos kalıntıları; İrlanda öğütülmüş kimyonda yüksek düzeyde pirolizidin alkaloidleri belirleyerek bu ürünleri sınırdan geri gönderdi. Belçika haşhaş tohumlarında opyum alkaloidleri belirledi.

Avrupa Birliği'nin Gıda Güvenliği Otoritesi ve Almanya'daki Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü, bitkiler tarafından otçullara karşı bir savunma mekanizması olarak üretilen toksik bir kimyasal olan pirolizidin alkaloidlerinin (PA), bitkisel çaylara, bal ya da polene karışabileceğini dile getiriyor ve bu nedenle tüketimine sınırlamalar getirilmesi gerektiğini söylüyor.

Peki bu ürünler denetlenmiyor mu, Türkiye'ye geri döndüğünde ne oluyor?

DW Türkçe'ye konuşan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Gıda Mühendisleri Odası Başkanı Yaşar Üzümcü, ihracattan dönen ürünlerin akıbetinin, tüketicilerin kafasında büyük soru işareti yarattığını vurguluyor.

Geri dönen ürünlere ne oluyor?

Bu ürünlerin geri dönmesinin ardından ne yapılacağı konusunda belirli prosedürler olduğunu söyleyen Üzümcü, "Genellikle, geri dönen ürünler mevzuatına uygun olan başka ülkelere gönderilebilir, mevzuatımıza uygunsa iç pazarda değerlendirilebilir, ikisi de uygun değilse imha edilir" diyor.

Her ülkenin mevzuatının birbirinden farklı olduğunu, dolayısıyla kullanılan pestisit ve miktarının da ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiğini belirten Üzümcü, "İade edilen ürün ile ilgili gerekçe tam olarak bilinmeli/istenmeli ve analizleri muhakkak yapılmalı. Burada en önemli nokta şeffaflık" diye ekliyor.

Gümrükten dönen ürünlerin yönetiminin, sadece ticari değil, aynı zamanda etik ve sağlık standartları açısından da kritik bir öneme sahip olduğunu söyleyen Üzümcü, kaliteli, sağlıklı ve güvenli gıdaya ulaşmanın hem yurtiçinde hem de yurtdışında yaşayan herkesin hakkı olduğunu vurguluyor.-

Bakanlık aflatoksin için ne diyor?

Tarım ve Orman Bakanlığı'nın internet sitesinde yer alan bilgilere göre toksik bir madde olan aflatoksin, gıda ve yemlerde en önemli bulaşanlardan biri olarak kabul ediliyor ve gıda güvenliği açısından önemli bir tehlike oluşturuyor.

Aflatoksinlerin yüksek dozlarda tüketildiğinde zehir etkisi gösterdiğine işaret eden Bakanlık, tüketicilerin korunması amacıyla ithalat, ihracat ve rutin kontroller sırasında numuneler alınarak laboratuvar analizlerinin yapıldığını, zararlı olabilecek miktarda aflatoksin içeren gıda ve yemlerin tüketime sunulmadığını belirtiyor.

Bakanlığın kuru incirde aflatoksin ve ofratoksin A bulaşının önlenmesi ve azaltılması için web sitesinde yayınladığı bir kitapçık da bulunuyor.

Pestisit kullanımı 57 bin tonu geçti

Türkiye, Avrupa'daki pestisit bildirimlerinde ilk sırada gelirken Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü, Türkiye genelinde geçen yıla ait pestisit kullanım miktarlarını yayımladı.

Bakanlığın verilerine göre Türkiye'de 2013'te 39 bin 440 ton olan pestisit kullanımı 2015'ten sonra keskin bir artış göstererek 2020 ve 2021 yıllarında 53 bin, 2022'de 55 bin, geçen yıl ise 57 bin 766 tona ulaştı. 1980'lerde ise bu rakam 7-8 bin ton civarındaydı.

Pestisitin en fazla kullanıldığı il ise 4 bin 849 tonla Adana oldu. Bu ili 4 bin 446 tonla Antalya, 4 bin 165 tonla Manisa, 4 bin 101 tonla Mersin ve 2 bin 283 tonla Konya izledi.

"Etkin denetim ve ifşa yapılmalı"

Yaşar Üzümcü, Türkiye'de pestisitler ve mikotoksinler gibi gıda bulaşanlarının yasal limitlerinin, Avrupa Birliğine (AB) uyum sürecinde oluşturulan mevzuatlar ile belirlendiğini ve genel olarak AB limitlerine uygun hale getirildiğini belirtiyor.

Ancak gıda güvenliği açısından son derece önemli bir sorun olan pestisitlerin kullanımlarının çok sıkı denetlenmesi gerektiğini vurgulayan Üzümcü, "Bakanlık gerekli düzenlemeleri yaparak taklit ve tağşiş için yapmış olduğu uygulamayı meyve ve sebzeler için de yapmalı, pestisit, aflatoksin ve mikrobiyal yük sınır değerlerini aşan ürünleri üreten firma ve kişileri de ifşa etmeli" diyor.

                                                              ***

Ücretlilerin araçla vergisel imtihanı…-Murat Batı-

Vergi idaresi mevzuatı uygularken ispat koşulları gibi hükümleri gözetip sezgisel hükümler vermemelidir. Bu nedenle vergi idaresinin bu konuya çok daha makul bir çözüm üretmesi yerinde olacaktır.

Gelir Vergisi Kanunu m.2’de gelirin unsurları sayılmıştır. Bu unsurlardan bir tanesi de ücrettir. 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 61’inci maddesi uyarınca  ücret işverene tabi ve belirli bir işyerine bağlı olarak çalışanlara hizmet karşılığı verilen para ve ayınlar ile sağlanan ve para ile temsil edilebilen menfaatlerdir. Ücretin ödenek, tazminat, kasa tazminatı (mali sorumluluk tazminatı), tahsisat, zam, avans, aidat, huzur hakkı, prim, ikramiye, gider karşılığı veya başka adlar altında ödenmiş olması veya bir ortaklık münasebeti niteliğinde olmamak şartı ile kazancın belli bir yüzdesi şeklinde tayin edilmiş bulunması onun mahiyetini değiştirmez.

Buna göre çalışana hizmeti karşılığı olarak verilen ayni ve/veya nakdi bedeller ücret olarak değerlendirilir. Bir çalışana iş karşılığı verilen ayni/nakdi yardımlar ile ücretlinin sağladığı menfaat ücret olarak değerlendirilmektedir.

Buna göre söz konusu ücret Türk lirası ya da yabancı para ile verilebileceği gibi çalışana barınma, ulaşım, yemek gibi ayni yollarla da verilebilmektedir.

Nakdi ücret dışında yol, yemek, barınma gibi ödemeler çalışana hem maddi katkı sağlamakta hem de motivasyonuna olumlu katkı sunabilmektedir.

Ancak geçenlerde Ekonomim Gazetesi yazarlarından YMM Abdullah Tolu’nun  köşesinde  yazdığı yazı Maliye’nin bazı uygulamalarının yeniden masaya yatırılması gerektiği ihtiyacını doğurmuştur.

Buna göre bir çalışana ve/veya yöneticisine işi karşılığında verilen para ücret sayılır, ayrıca verilen yemek bedeli gibi yardımların da belli bir tutarını aşan kısmı ücret sayılmakta ve bu tutar üzerinden hem SGK primi hem de gelir vergisi alınmaktadır.

Ancak iş yapması için kendisine tahsis edilen otomobilleri iş için kullanması durumunda pek bir sorun yokken iş dışında kullanması durumunda tahsis edilen bu aracın kullanım bedeli ücret sayılmakta ve sayılan bu ücret üzerinden gelir vergisi hesaplanmaktadır. Maliye bunu, araca takılan takip sistemiyle tespit etmekte bu yolla gelir vergisi almaktadır.

Buraya kadar bence bir sorun yok ve vergi idaresinin GVK m.61 uyarınca bunun ücret sayması doğru bir uygulamadır. Ayrıca Maliye, bu tarz şeyleri ücret saymakta ama SGK bunu ayni yardım sayıp SGK primi dışında tutmaktadır

Ancak bu işlemin, ücret olarak sayılan diğer işlemlerle de orantılı olması gerekmektedir. Örneğin çalışana verilen cep telefonunun çalışanın hafta sonu kullanması durumunda tatil gününe denk gelen kısmının da bu anlamda ücret sayılması gerekmektedir.

İlaveten Maliye, otomobillere ilişkin gider kısıtlaması uygulamasını getirme nedenlerinden biri de şirket araçlarının kişisel olarak kullanılmasının tespitinin zor olmasıydı ve bu nedenle de yüzde 70 ile gider sınırlandırması getirmişti. Ama Maliye bu düzenlemeyi yeterli bulmadı sanıyorum.

Daha da önemlisi VUK m.3/B uyarınca ispat külfeti iddia edene aittir. Bu nedenle ispat külfeti sadece mükellefe/sorumluya ait değil aynı zamanda vergi idaresine de ait bir kavramdır. Nitekim Danıştay 3. Dairenin 17.03.2021 tarih ve Esas No: 2017/3176, Karar No: 2021/1351 sayılı kararı aksini kanıtlama yükünün vergi idaresine ait olduğu yönündedir.

Bu kapsamda gerek vergi idaresi ve vergi inceleme elemanları gerekse de mükellef/sorumlular iddia olunan bir hususu ispatlamakla yükümlüdürler. İddia eden tarafın bunu ispatlayamaması yani yeterli somut delilleri ortaya koyamaması durumunda hukuki güvenlik ilkesinin çiğneneceği ve dolayısıyla da telafisi güç sonuçlar doğuracağı da kaçınılmazdır.

Tarafların iddia ettikleri hususlar hakkında kat’i suretle somut deliller ortaya koymaları gerektiği son dönem güncel Danıştay kararlarında[1] da kabul görmektedir.

Bu nedenle çalışan kişi bazı durumlarda mesai saati dışında bir iş toplantısına gidebilir ya da hafta sonu iş görüşmesine gidebilir ya da mesaiye kalabilir. Bunun olmadığını yani iş için kullanmadığını ispatlamak da vergi idaresinin görevidir. Bunu sadece matematiksel olarak düşünüp hafta içi ve mesai saatiyle sınırlandırıp onun dışında başka bir saati kişisel kullanım saymak pek doğru olmayacaktır.  

Özetle vergi idaresi mevzuatı uygularken ispat koşulları gibi hükümleri de gözetip sezgisel hükümler vermemelidir. Bu nedenle vergi idaresinin bu konuya çok daha makul bir çözüm üretmesi yerinde olacaktır.


[1] Danıştay 9. Dairenin 26.09.2023 tarih ve Esas No: 2023/2070, Karar No: 2023/3085 sayılı kararı, Danıştay VDDK’nin 02.03.2022 tarih ve Esas No: 2020/1567, Karar No: 2022/238 sayılı kararı, Danıştay VDDK’nin 29.03.2023 tarih ve Esas No: 2021/1080, Karar No: 2023/339 sayılı kararı, Danıştay VDDK’nin 13.04.2022 tarih ve Esas No: 2020/1534, Karar No: 2022/375 sayılı kararlarında olarak somut deliller olmadan yapılan tarhiyatların kabul edilemeyeceği yönündedir.

                                                               /././

615 bin “işkencesever”le yeni bir yıl…-Gökçer Tahincioğlu-

Ağır işkence yöntemleriyle Diyarbakır Cezaevi’nin 12 Eylül döneminde tarihe geçen komutanı Esat Oktay Yıldıran’ın canlandırıldığı bir filmin görüntüleri ve bu tip insanlara ne kadar ihtiyaç olduğunu belirten, özlem dolu bir ileti sosyal medyada paylaşıldı; birkaç saat içerisinde 615 bin beğeni aldı… Esat Oktay Yıldıran yaşıyor elbette, binlerce kişide yaşatılıyor üstelik…

Diyarbakır E Tipi Cezaevi

Başlığın şöyle düzeltilmesi gerekli aslında: “En az 615 bin işkenceseverle…”

İnsan çocuğuna ne öğretir?

Hak yememeyi, adaletli olmayı, vicdanı, dayanışmayı, merhameti ve cesareti… Merhamet ile adalet arasındaki farkı belki…

İyimser tahminler…

Dünya görüşünü aşılamamayı bir öğreti olarak temel alanlar bile aslında dünya görüşünü aşılar.

İnanç sistemini…

Bu ülkeye, dünyaya, evrene nasıl baktığını…

Öğütleyerek, konuşarak değil her zaman.

Bazen evdeki davranışla, bazen dışarıdaki davranışın evde yarattığı üzüntüyle, bazen sevinçle, sevinme biçimiyle, bazen araba kullanışıyla, bazen küfredişiyle.

* * *

İnsanın yaşadığı atmosfer içerisinde normalleşir, ne olursa normal gelmeye başlar bir süre sonra. Soluduğu havaya ciğerleri alışır. Sıcağa, soğuğa, yükseğe, alçağa…

Alışkanlıktan daha ölümcülü de yoktur aslında. Alıştığınızda incelikler, farklılıklar, renkler görünmez hale gelir. Alışmak, bin bir emekle inşa edilen rutin hayatın değerini bile kaldırır ortadan. Rutin bozulana, dengeler bozulana dek.

Alışmak ölümcüldür.

Bu yüzden de alıştırılmak istenirsiniz.

Açlık bütçelerine, o bütçeler üzerine yapılan “aslında normali bu, yoksa fiyatlar artar” sözlerine, siz o bütçelerle yaşarken birilerinin milyon dolarları bir çırpıda kazanmasına, sebepsiz zenginliğe, sebepsiz yoksulluğa…

* * *

Alıştırılırsınız…

Tayfun Kahraman’ın hastalığına rağmen cezaevi aracında elleri kelepçeli, sıcağın altında bekletilmesine…

Can Atalay’ın vekil seçilmesine ve ülkenin en yüksek mahkemesinin kararına rağmen cezaevinde tutulmasına…

“Umut hakkından” bahsederek AİHM üzerinden düzen kurmak istenirken, AİHM kararına rağmen Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yıllarını geçirmelerine…

Mükerrer suçtan yargılanarak suçlu bulunan avukat Selçuk Kozağaçlı’nın, tek suçu sadece bir avukatlık ofisinde bulunmak olan eşi Betül Kozağaçlı’nın cezaevinde unutturulmalarına…

Tolga Şardan’dan Furkan Karabay’a, Özlem Gürses’ten Fırat Can Arslan’a kadar uzanan gazetecilerin yatarı bile olmayan suçlardan, suç olmayan eylemlerden dolayı gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına…

İstanbul’da, barışçıl bir biçimde eylem yapan gazeteciler Gülistan DursunCan PapilaPınar GayıpSerpil ÜnalHayri TunçEnes SezginOsman Akın’ın cezaevine konulmalarına…

Hakaret edilen kadın gazeteci Öznur Değer’in isyanına soruşturma açılmasına, sarı torbalarla tehdit edilmesine…

* * *

Yargı kararlarına uyulmamasına, kötü muameleye, gece yarısı operasyonlarına, grevlerin ertelenmesine, katliamların hesabının verilmemesine, mafyaya, mafyayla kol kola gezenlere, maden göçüklerine, kent felaketlerine, alışmadığınız yeni iklime, yaz saatine, kış üşümelerine…

Her birine alıştırılmak istenirsiniz. Alışırsınız da…

Alışmayanlar, alışmaya direnenler için dünya kolay değildir.

* * *

Ama sadece alıştırılmak, alışmak değil mesele.

Bir de biçimlenmek, biçimlendirilmek var.

Bütün dünyada popülist politikaların en önemli göstergelerinden biri sürekli düşman üretmek.

Bazen gerçek düşmanlar edinip, o düşmanları toplumun karşısına çıkarmak, bazen ortalıkta düşman yoksa öylece yaşayıp giden insanları düşmanlaştırmak.

O düşmana karşı yumruklarını, dişlerini sıkan kuşakları yetiştirmek.

Tarihi eğip bükmek.

Ve tarihte olup bitenleri meşrulaştırıp, yetinmeyip, yenileri için yol açmak…

Klasik mantık biliminin “formel yanlışlarından” biri de bir alanda otorite sayılan bir kimseye, alanı dışında sorular yöneltip, istenilen yanıtları almak.

Yüzlerce yıldır, yanlışlıklardan biri olarak gösterilen bu yöntem de popülist politikalardan biridir.

Değer yargıları değer sayılır, sözleri, tepkileri, tepki biçimleri esas kabul edilir.

Onlar da alıştırmanın kutsal aracılarıdır…

* * *

Küçük, küçücük bir örnek…

Sosyal bir medya hiçbir konuda temel bir ölçü değil elbette. Ancak bir ölçü yine de…

Nasıl bir toplum haline geldiğimizi, nasıl kuşakların yetiştiğini, bu iklimin bizi neye çevirdiğini görmek için ölçülerden biri…

Esat Oktay Yıldıran

Diyarbakır Cezaevi’nin 12 Eylül döneminde tarihe geçen komutanı.

İnsanlara dışkı yedirmesiyle, lağım sularına yatırmalarıyla, havasız, yemeksiz, susuz bırakmalarıyla, köpeğine tapılmasını istemesiyle, aşağılamaları, ağır işkence yöntemleriyle…

O dönem, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı olan, eski Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Yamak’a, Yıldıran’ın uygulamaları ve Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar sorulduğunda, bakış açısını net biçimde göstermişti:

“Cennet mi yaşatacaktık?”

Ama nedense Avrupa’dan heyetler gelir gelmez, boyanıp süslenen cezaevinde cennet yaşanıyormuş gibi iki yüzlü hallere girenler de kendileriydi…

Yıldıran’ın elbette insanlık tarihindeki yeri belli…

Ancak herkes için aynı değil.

Her ülkede belli ölçüde insan, bu tip insanları destekler, farklı grupların, insanların yakılıp yıkılmasını ister.

Ama belli ölçüde…

Birkaç gün önce sosyal medyada Yıldıran’ın canlandırıldığı bir filmin görüntülerinin üzerine, bu tip insanlara ne kadar ihtiyaç olduğunu belirten, özlem dolu bir ileti paylaşıldı.

Birkaç saat içerisinde ileti 615 bin beğeni aldı…

Alıntılayanlar, etkileşim verenler…

Yanıtlayanlardan çok azı Yıldıran’ın yaptıklarını anımsatıyordu. Ve onlara da “senin bebeğini öldürseler görürdün” yanıtı veriliyordu.

Öyleymiş gibi, öyle olduğunda bile hukuk buymuş gibi, ölçüyü mağdur belirlermiş gibi… Ki öyle değil elbette…

Yıldıran’ın övülmesi yeni değil.

Kahraman olarak sunulan Yeşil’in posterleri maçlarda açılırken, Beyaz Toroslar bolca anımsatılırken, Cem Ersever’den Abdullah Çatlı’ya kadar uzanan bir dizi katil, uyuşturucu kaçakçısı da kahramanlaştırılırken garip değil bu olanlar.

Utanmadan, sıkılmadan Bahçelievler Katliamı gibi bir olay, biraz şöhret uğruna bir filmde, “iki taraf da şiddet gösteriyordu” gibi sunulmaya çalışılırken, şöhret uğruna masum bedenlerin üzerinde tepinilirken garip değil.

Ancak üzücü…

* * *

Üzücü zira yeni bir anayasa peşinde koşuyor iktidar.

Ne ilgisi var değil mi?

Peki bu iktidarın mevcut yetkilerle yapamadığı ne var?

Bu devasa yetkileri kullanım biçimini gördüğünüzde, yeni anayasa ile arzulananın 12 Eylül’ün etkilerini kaldırmak, demokratik bir toplum yaratmak olmadığını anlamak güç değil.

Peki neden yeni anayasa?

Ve referandumla belirlenecek olursa, ne çıkacağını görmek de zor değil böyle bir düzende…

12 Eylül zaten bütün hücreleriyle yaşarken, var olan birkaç demokratik kuralı da uygulanmayan 12 Eylül anayasasına da rahmet okutacak yeni bir anayasa neden arzulanıyor?

Bu yüzden üzücü…

Esat Oktay Yıldıran da yaşıyor elbette…

Binlerce kişide yaşatılıyor üstelik.

Binlerce insanda…

Bütün hücreleriyle…

                                                           /././

Çürük aile çürük devletin güvencesidir -Mine Söğüt-

Bu iktidar, manevi değerlerle ayakta tutmayı hedeflediği aileyi maddi değerlerle yerle yeksan ederken ailenin sorunlarla dolu varlığını cansiperane korumaya çalışıyor.

Asgari ücretin 22 bin 104 lira olarak açıklandığı gün bu ülkede cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bir enstitü kuruldu.

Adı “Aile Enstitüsü.”

Bu enstitü, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'na bağlı olarak çalışacak. Yapısı genel müdürlük, yönetim kurulu ve bir danışma kurulundan oluşacak. Danışma kurulunda da bakanın görevlendireceği bakan yardımcısının başkanlığında bakanlıktan iki üye, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan birer üye ve bakanlığın faaliyet alanıyla ilgili çalışmaları olan kişilerden belirlenen yedi üye yani toplam 15 kişi bulunacak.

Bu 15 kişinin işi;

Aile yapısının ve değerlerinin korunması ve güçlendirilmesi, ailenin sosyal refahının artırılması ve kadın, çocuk, engelli, yaşlı, şehit yakını, gazi ve gazi yakını ile ilgili politikalara veri oluşturmaya yönelik tüm bakanlık faaliyetlerini kapsayan araştırmaların yürütülmesi için harıl harıl çalışmak.

Bu enstitüdeki o 15 kişi ailenin yapısını korumak ve güçlendirmek için, işsizliğin ayyuka çıktığı, sağlık ve eğitim sisteminin çöktüğü, beyin göçünün durdurulamadığı, her gün birinin çaresizlikten çıldırıp kendi canına kıydığı bu ülkede nasıl bir yol izleyecek onu tahmin etmek kolay.

Ve nasıl bir yol izlemeyeceğini bilmek endişe verici.  

Mesela biliyoruz ki bu enstitü aileyi korumak için kadınlara ve erkeklere doğum kontrol yöntemleri önermeyecek. Ailenin planlı büyümesi gerektiğine dair bilinç çalışmaları yapmayacak. İnsanlara bakmayacakları sayıda çocuk doğurmanın sonuçları konusunda uyarmayacak. Kürtajı kolaylaştırmayacak.

Gençlerin erken yaşta doğru ve bilimsel olarak cinsellik konusunda eğitilmeleri için kampanyalar başlatmayacak. Farklı cinsel yönelimi olan çocukların ailelerine pedagojik olarak olaya nasıl yaklaşmaları gerektiği konusunda destek sağlamayacak. Aile içi istismar konusunda bilinçlenme eğitimleri vermeyecek.

Erken yaşta evlenmelerinin sakıncalarını anlatan kampanyalar düzenlemeyecek. Aile içi şiddeti önleyici tedbirler almayacak. Kol kırılır yen içinde kalır mantığını değiştirmeye yönelik çalışmalar yapmayacak. Boşanma süreçlerinde ihtiyacı olan kadınlara maddi ve manevi destek vermenin yolunu açmayacak.

Eve sadece asgari ücret getirebilen bir baba…

Küçük çocuğunu bırakacak kreş bulamadığı için çalışamayan anne…

Ailesi okul masraflarının altından kalkamadığı için eğitimini yarıda bırakıp işe giren çocuk…

Atanamadığı ya da iş bulamadığı için aldığı üniversite eğitimi çöpe giden ve vasıfsız eleman olarak çalışmak zorunda kalan olan genç…

Bir zamanlar kendisine tanınmış ufak tefek ayrıcalıklar bile teker teker elinden alınan engelli…

Bu iktidar;

Hepsini aile adlı kuruma tıkıp sessizleştirmek istiyor.

Vergilerdeki adaletsizlikten, işsizliğe, kiralardaki artıştan temel ihtiyaçlara ulaşılamayacak kadar pahalılaşan hayata kadar her yerden kuşatılan birey, ailesini ayakta tutmak için sadece Allah’a tutunsun ve elinden her şeyini çekip alan iktidardan medet ummaktan başka çaresi olmadığına ikna olsun diye…

Toplumun eğitim kalitesi hızla düşerken dışarı değil içine içine yıkılsın diye…

Her geçen gün biraz daha yoksullaşırken aynı zamanda korkuya kapılsın diye…

O aile kazan kaldırmak yerine itaat etmeye güvensin diye…

Abartılmış ve gerçek dışı kutsallıkları daha da köpürtecek enstitüler kuruyor.

Manevi değerlerle ayakta tutmayı hedeflediği aileyi maddi değerlerle yerle yeksan ederken ailenin sorunlarla dolu varlığını cansiperane korumaya çalışıyor.

Toplumun en küçük kurumu olan aile tüm çürümüşlüğüne rağmen yıkılmazsa, toplumun en büyük kurumu olan çürümüş bir devlet hiç yıkılmaz.

Bunu en iyi o biliyor.

                                                                 /././

Hüda-Par, Kültür Bakanlığı’na kafa tuttu, oyunun adı değişti!-Candan Yıldız-

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda oynanan Karımın Kocası oyunun adı, Hüda Par’ın eyleminden sonra Evlilik Komedisi olarak değiştirildi.

En karanlık zamanlardı…

Kadınlara kezzap atıldığı bir dönemi yaşamıştı Diyarbakır.

Kezzaplı saldırı yok bugün ama insanların seçimlerine, yaşam biçimlerine, yaşam alanlarına yönelik rahatsız edici, yer yer kurşunlamaya varan saldırılar mevcut.

İsrail’in Gazze’deki katliamlarını protesto etmek için kafeleri basmalar, camlarını kırmalar, başka alanlara yönelik tehditkâr tutumların da alanını genişletmiş gibi görünüyor.

Yoksa Devlet Tiyatrosu’na ait bir oyunu günler öncesinden ‘karalamak’ kolay olmasa gerek.

Hüda-Par, Kültür Bakanlığı’nı bile hizaya getirebilecek bir zemine sahip artık.

O konuya geleceğim ama öncesine bir bakmak gerekiyor.

Meclis’e giren bir siyasetin, sistem içine çekildiği yorumları yapılırken Diyarbakır’dan gelen haberleri alt alta koyduğumuzda bize mevcut hallere ilişkin bir fikir veriyor.

Çünkü bu saldırıların ‘münferit’ olup olmadığına ilişkin şüphenin referansı, geçmiş, yani Hizbullah…

Haziran ayında Diyarbakır’da özel bir dans okulunun açık alanda düzenlemek istediği dans gösterisine katılanlar, tekbir getiren bir gurubun saldırısına uğramıştı.

Haziran ayında Diyarbakır’da havuzlu bir sitede kadınların havuza girmek istemesi engellenmişti. Site sakini bir kadının havuzda olan kadınlara sözlü saldırısı sonrası tartışmaya oğlu ve diğer aile fertleri de dahil olmuş, sitede tehdit savuran kişi, “Ağababalarınızı öldürdük. Daha mezarlarının bile yeri belli değil. Siz kiminle konuşuyorsunuz” dediği haberlere yansımıştı.

Haziran ayında Diyarbakır’da Müfredata Hayır Platformu’nun eylemine bir kişi ‘Yaşasın Şeriat’ sloganıyla müdahale etmeye çalışmıştı.

Ağustos ayında Sur içinde Hewş isimli kafeye “kısa etek giyen kadınlar buraya geliyor, kabul etmiyoruz” bahanesiyle silahlı ve bombalı saldırı yapılmıştı.

Ağustos ayında Sur içinde CHP Milletvekili Türkan Elçi'nin ailesine ait kafeye de saldırı düzenlenmişti. Saldırganlar bir süre sonra serbest kaldı. Kasım ayında gittiğim Diyarbakır’da kafenin kapalı olduğunu gördüm.

Gelelim Devlet Tiyatroları’nın Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Merkezi’nde oynan oyuna… Oyunun adı Kocamın Karısı… Sahne Sur’a komşu Kayapınar Belediyesi’nin sınırlarında. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü Sur’da Hüda-Par, esnaf tabanlı örgütlü. Hatta son gidişimde o bölgede farklı ideolojideki esnafın gönderilmek istendiği konuşulan bir konuydu.

Karımın Kocası oyunundan bir sahne

Hüda-Par oyunun sahneleneceği günün öncesinde Diyarbakır (X) hesabından Karımın Kocası adlı ahlak dışı tiyatro oyunu, kasıtlı olarak toplumsal yapımızı ve değerlerimizi hedef almaktadır. Sahabe ve peygamberler şehri olan Diyarbakır’da, İslam’a ve örflerimize aykırı bu tür etkinlikleri düzenleyenler ve destekleyenler art niyet taşımaktadır. Toplumun ahlaki değerlerini hedef alan, bir kadının aynı anda birden fazla erkekle ahlaksızca yaşam sürmesini normalleştirmeye çalışan bu tür projeler, bilinçli şekilde hayata geçirilmektedir. Bu ahlaksız tiyatro gösteriminin ilimizde sergilenmek istenmesi yasal olarak da suçtur. Yetkilileri göreve davet ediyoruz.”

Yetkilileri göreve davet eden Hüda-Par, kendisi yetkiyi aldı ve oyunun oynandığı binanın dışında bir grupla gelip tekbir sesleri eşliğinde oyunun iptal edilmesini istedi.

Hüda-Par kazandı ve oyunun adı ‘Evlilik Komedisi’ olarak değiştirildi.

Oyunun adı Hüda-Par eylemi sonrası 'Evlilik Komedisi' olarak değiştirildi. 

Bu yazı yazılırken ne Devlet Tiyatroları’ndan ne de Genel Müdür Tamer Karadağlı’dan herhangi bir açıklama gelmemişti.

Ses çıkaranlar kimdi; Oyuncular Sendikası, Kültür Sanat Sen, oyunun oyuncularından Semih Algül

Kadın oyuncu Elif İşcan Eryiğit’in Instagram paylaşımından da oyunu toplumun her kesiminden insan izlediği görülüyor. Başörtülü kadınlar da vardı, olmayan da…

Konuyla ilgili Hüda-Par’a da soru sormak istedim ama basın birimi partinin genel başkan yardımcısı Abdullah Aslan ve Diyarbakır İl Başkanı Zeynul Abidin Gülsever’in önceki açıklamalarını yollamakla yetindi.  

Konuyla ilgili DEVA Partisi İl Başkanı Remzi Kaymak’la da konuştum. Kendisinin yorumu şu oldu:

“Bu oyun bir haftadır gündemdeydi. Ben izlemedim. Hüda-Par olayı büyütüyor. Sanata karışmamak lazım. Ahlaki bir sorun varsa seyirci eleştirir, oyuna gitmez… Hizbullah dönemlerini hatırlıyoruz. İnsanlar kuyulara atılıyordu. Ama Hüda-Par bugün Meclis’te temsil edilen bir parti. Eskisi gibi şiddet olayları yok. Bu olaylar insanları ürkütüyor. Hangi çağda yaşıyoruz ki insanlara şiddetle müdahale edelim.”

Acaba oyunun adı Kocamın Karıları olsaydı, çünkü oyun birden fazla kadınla evli erkekler meselesine tersinden bakıyor ve eleştiriyor, Hüda-Par acaba aynı tepkiyi verir miydi? 

                                                                  /././

Bir ayda ne oldu?-Asena Özkan-

Pazar günkü kongre öncesi ‘karanlıkta’ kalmış oldukça önemli bir ayrıntıya açıklık getirmeye çalışmak da sanırım asli görevlerimden birisi!

                               Beşiktaş başkan adayları Hüseyin Yücel ve Serdal Adalı

Beşiktaşlılar, Mayıs ayındaki kongreye kadar kulübü yönetecek ‘emanetçi başkanı’ Pazar günkü olağanüstü seçimli kongrede belirleyecek. Seçim öncesi söylemlerin içindeki vaatler ise havada uçuşuyor. Kimi akla yatkın kimi gerçeklikten uzak ve uçuk-kaçık…

İki başkan adayına da eşit mesafedeyim, ki olması gereken de zaten bu. Ne kulüp üyesiyim ne de Beşiktaş ile 40 kusur yıllık dostluklar dışında organik bağım mevcut. Bu nedenle de yıllarca yansız ve kendimce doğruları yazdım, yazmaya da devam ediyorum.

Pazar günkü kongre öncesi ‘karanlıkta’ kalmış oldukça önemli bir ayrıntıya açıklık getirmeye çalışmak da sanırım asli görevlerimden birisi! Şöyle ki, Beşiktaş sezona çok iyi başlayıp taraf tutmayanların dahi favorisi oldu ancak sonrasında ne oldu da beklenmeyen ‘çöküş’ başladı? Hasan Arat şimdilik suskun kaldığı için bu soruyu yanıtlaması gereken kişinin başkan adayı Hüseyin Yücel olduğunu tartışmak yersiz. Hasan Arat sağlık sorunu nedeniyle bir ay yurt dışına gidiyor, operasyon geçiriyor ve dönüyor ancak döndüğünde görüyor ki hiçbir şey bıraktığı gibi değil. Hüseyin Yücel’in ‘şaibesiz’ başkan adayı olabilmesi için bir aylık süreçte neler yaşandığını doğru olarak aktarması zorunluluk. Neler yaşandı Hasan Arat’ın memlekette olmadığı bir aylık süreçte?

Taraftar derneklerinin temsilcileriyle buluşup, "Maalesef kan kustuk, kızılcık şerbeti içtik özellikle son gün 3-4 ay boyunca. Çok defa istifa etmeyi düşündük" ifadesini kullanan Hüseyin Yücel bu önemli detayı her konuşmasında niye ‘es’ geçiyor. Ayrıca Hasan Arat, Serdal Adalı ve kendisinin yer alacağı canlı televizyon yayınına katılma konusunda neden çark ediyor? Beceri yoksunu ‘ecnebi’ futbolcuları özel uçaklarla Beşiktaş’a getirirken ‘zafer’ işaretli fotoğrafları gazetelere servis eden Hüseyin Yücel’in “Yönetim kurulumuzda bulunan bazı arkadaşların futbola karışmalarından dolayı çektik. Hepimiz maç izleyebiliriz, hepimiz futbolu sevebiliriz ama bu bir iş, bunun profesyonelleri var. Bu işi bilenlere bırakmamız gerekiyor" açıklaması ise tam anlamıyla ‘kara mizah!’

Bulduğu her fırsatta ‘Ben öderim’ cümlesini kuran Hüseyin Yücel ile ilgili önemli bir iddia mevcut. Hüseyin Yücel’in sahibi olduğu Beşiktaş’ın Çilekli tesislerinde bulunan Bahçeşehir Koleji için kulübe 18 aydan bu yana kira geliri ödemeği belirtiliyor. Faik Gürses belgelerle bunu yazdı ancak sürenin daha kısa olduğunu belirtti. İddiadaki bir diğer ayrıntı ise daha da farklı. Söylem o ki, Hüseyin Yücel, Beşiktaş’ın Fulya’daki tesislerine yap-işlet-devret modeliyle talipmiş. Tüm yapılaşmayı Hüseyin Yücel üstlenecekmiş ve Fulya’yı 30 yıl okul olarak kullanıp sonra kulübe iade edecekmiş. Elbette ki bunlar iddiadan ibaret gerçeği Hüseyin Yücel açıklayacak. Ancak önce açıklaması gereken, Hasan Arat’ın ülkede bulunmadığı bir aylık süreçte nelerin olduğu!

Açıklanması gereken o kadar çok şey var ki, onu da seçim sabahına saklıyorum!

                                                      /././

(T-24)


Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...