Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -27 Aralık 2024-

Türk-iş toplu sözleşme masasını devirirken kime sordu?-Nuray Sancar-

2021 yılında Asgari Ücret Tespit Komisyonunun toplanacağı saatte Halk TV muhabiri boş salonu görüntülemişti. Hükümet, işveren ve Türk-İş temsilcilerinin olması gereken salonda kimse yoktu. Bu son tur toplantıya gerek duymadan, masada işçi temsilcileri olmadan, Tayyip Erdoğan asgari ücretin miktarını açıkladı. Zaten Türk-İş’ten başka sendikaların temsilcilerinin dahil edilmediği asgari ücret tespiti sürecinin işçi bileşeni yarı yolda bir safra gibi dışarı atılmıştı. Doğrusu uzun zamandır her zam döneminde ‘tarafları’ bir araya getirme mizansenini yinelemenin gereksizleştiğinin işaretiydi bu. Daha sonraları asgari ücretin yılda iki kez değil bir kez belirlenmesine, işçilerin bir yıl boyunca aynı maaşa talim etmesine karar verildi.

Enflasyonun, belirlenen asgari ücretin gerçek değerini ve emekçinin alım gücünü erittiği koşullarda bir yıla sabitlenen asgari ücret, nüfusun büyük bir çoğunluğunu açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakıyor. Çünkü artık asgari ücret geçim ücreti ortalaması haline geldi.

2024 asgari ücreti açıklandıktan sonra Türk-İş Başkanı Ergün Atalay yılda bir kez yapmak zorunda kaldığı olağan mağduriyet konuşmasını yaptı. 2021’de ve aslında hiçbir zaman, göstermediği inisiyatifinin sorumluluğunu işveren ve hükümet temsilcilerinin üzerine atarak “Bundan sonra bizi çağırmasınlar biz yokuz” diye konuştu. Daha önce o masaya konfederasyona bağlı sendika temsilcileriyle oturan Atalay, bu kez bir kuaför, bir taşeron, bir engelli ve bir “kadınımız” ile oturmuştu. Kendi sendikalarını uzaklaştırdığı pazarlık sürecinin yeni bileşenini ‘Asgari ücretliler konuşsun’ diye açıklıyordu.

‘Hükümet tarafı’ herhangi bir rakam bildirmemişti ama Türk-İş’in bağlı sendikalarıyla ve üyesi işçilerle herhangi bir miktar üzerine anlaştığı da tartışmalı. Mağduriyet konuşmasında “Biz tankların önüne yatanlardık” hamasetinin ardından “Sözümüzü dinlemiyorlar, o yüzden bir daha komisyona katılmayacağız” diyen Atalay’ın 29 bin küsurluk asgari ücret talebi ile iktidar ve işveren tarafının anlaştığı 22 bin lira arasındaki aralık öyle görünüyor ki Türk-İş’in şimdiye kadarki sorumsuzluğunun üstünü örten bir mazeret imkanı sağlamış görünüyor.

Bu sorumsuzluk 1960 Anayasası’yla kazanılmış toplu sözleşme pratiğinin adım adım ortadan kaldırılması sonucunu vermek üzere. Ya da artık verdi. Oysa işçi sınıfı bu hakkı kazanabilmek için epey mücadele vermiş, hak Anayasa’ya eklendikten sonra da ancak 1963 yılında yasalaştırılmıştı; uğruna iki işçinin ölümüyle sonuçlanan Zonguldak grevi de çoktan hatıralardan silindi.

Türk-İş işçi sınıfının en geniş kesimini temsil eden konfederasyondur ama asgari ücret tespit aşamasından önce yapması gerekeni yine yapmamıştır. Konfederasyona bağlı sendikaları süreçten dışlamış, örgütlü işçileri ‘Onlar adına mücadele edeceği’ beklentisine sokmuş, bir kuaför, bir taşeron, bir ‘kadınımızla’ masaya oturmayı tercih etmiştir. Nihayet bu süreçten her zamanki gibi yine mizansen bir küskünlük ve eleştiriyle çıkmıştır. Toplu sözleşme masasına katılmama kararını da kendi kendine alan Ergün Atalay bunu işçilerine ve sendikalara danışmadan kamuoyuna açıklamıştır.

Asgari ücretin çalışma bakanı tarafından bir gece apar topar, mecalsiz ve hükümet-işveren bloku ile iş birliği artık gereksizleşmiş sendika dışlanarak açıklanması rezaletinde cehenneme giden yolu bizzat Türk-İş bürokrasisi döşedi. Sendikal örgütlülüğü gereksizleştiren odur. Küskün konuşmasında asgari ücretin yılda bir defa belirlenmesi kararını bile eleştirmeyen, tersine kabullenen bürokrat Ergün Atalay, toplu sözleşme gibi kanuni ve fiili bir hakkı iptal edebilme yetkisini kendisinde bulabildi. İşveren kısmının, memleket tekellerinin istediği de buydu zaten.

Rakam ilan edildikten sonra hâlâ Erdoğan’ın son dakika müdahalesine bel bağlayan ve yine işçiyi ‘baba’dan beklentiye sokan ekran müdavimi ekonomi uzmanlarının, her konudan anlayan politikacıların günahını da buna eklemek gerekir.

Bu arada Ana Muhalefet Partisi Başkanı Özgür Özel işçileri greve çağırdı. Ne var ki işçiler arasında hiçbir örgütlenmesi olmayan partinin unuttuğu grevin dışarıdan bir çağrıyla gerçekleşmesinin mümkün olmayacağıydı.

Grev bir örgütsel disiplin gerektirir, sınıf içinde örgütlenmek ve çağrıların arkasında durmak gerekir. Daha yeni metal işçilerinin grevi yasaklanmışken bu karara uymayacağını belirten işçilerin arkasında durmak gerekir. Grev çağrısını işçisine zam yapmayan firmaların ürünlerini boykot etmek, 1 milyon kişi katılımlı ve erken seçim talepli miting yapmak gibi değişik hedeflerle bulanıklaştırdıktan sonra örgütsüz grev çağrısının kayda değer hiçbir yankısı olmayacaktır. Tersine işçi eylemlerinin emekçilerin kazanımı için değil de CHP’nin iktidarına bir altlık yapılacağı kuşkusu büyür. Bu da sınıfı birleştirmekten çok bölmeye yarar.

2024 emekçilerin önemli bir kazanımının sulandırılmasıyla bitiyor. Toplu sözleşme patronlar sınıfı ve arkasındaki devletle sendikalar arasında yapılan bir kontrat olmaktan çıktı. İşçi sendikaları arasından uzlaşabildiğini, kamu sendikalarından anlaşabildiğini masaya oturtan iktidar, zaten iğdiş edilmiş bir mevzuatla zaman kaybetmek istemediğini göstermiş oldu; Türk-İş bürokrasisinin de yardımıyla. Çünkü bu mevzuatın yaşaması işçilerle patronlar sınıfı arasındaki güç ilişkisine bağlıdır. Konfederasyon terazinin işçiden yana ağır basmaması için yapılanmış bir devlet kurumu olduğunu göstermiştir.

                                                              /././

Ezdirmemek ne kelime suyunu sıktılar -Bülent Falakaoğlu-

Havada uçuşuyordu büyük laflar: ‘Asgari ücrete yüzde 45 zam gelecek’, ‘Enflasyona ezdirmeyeceğiz’, ‘25 bini bulacak’… 

Veee… Gece yarısı sürprizi! Sabahında, Bakan Mehmet Şimşek, “Ülkede ciddi bir hayat pahalılığı ve enflasyon sorunu var” dedi. Gecesinde ‘Fazlası enflasyonu artırır’ yalanına uygun şekilde asgari ücrete tepki çeken zam geldi.

***

Hayat pahalılığı varsa, mağdurlarını telafi etmek gerekmez mi?

Ama tersi oldu. Şimşek’in sanki öz eleştiri veriyormuş gibi duran sözü işçiye kılıç oldu.

Enflasyon oranı 2023’ü TÜİK’e göre yüzde 65 düzeyinde kapattı. Bu yılın ocak ayı başında yüzde 49 oranında yapılan yapıldı.

Enflasyon bu yılı yüzde kaç ile kapatacak? Yüzde 45’in üstünde. Ortalama enflasyon hesabına göre ise yüzde 60! Asgari ücrete yapılan zam oranı kaç? Yüzde 30.

Bu mu ezdirmemek?

***

Rakamlara daha ayrıntılı bakınca, işçiyi ezmenin de  ötesine geçildiği görülüyor. 

Şöyle ki…

Son bir yılda taze sebzelerde artış oranı: Yüzde 125.  

Doğal gaz abonelik ücretlerinde yüzde 125.

Kira artış oranı: Yüzde 109.

Çocuk bakım hizmetleri yüzde 90.

Eğitim ve gıda gibi temel harcamalardaki artış yüzde 80!

TÜİK’in bu rakamları gösteriyor ki… Birçok harcama kaleminde yaşanan artış açıklanan enflasyonun üzerinde. Vatandaşlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanıyor. Asgari ücrete yapılan zam telafi etmekten çok uzak.

‘Ezmek’ ne kelime, işçiyi un ufak ettiler!

AÇLIK SINIRI BİLE OLMAYACAK

İşçinin suyunu sıkma hali bu yıl farklı bir durum yarattı: En azından 4-5 ay açlık sınırının üzerinde seyreden asgari ücret 2025 yılında işçinin eline geçtiğinde açlık sınırının altında kalacak.

Nasıl mı?

Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) araştırmasına göre kasım ayı 4 kişilik aile için açlık sınırı yani sadece gıda masrafı 20 bin 967 lira.

Aralık ayı enflasyonunun yüzde 2-2.5 arasında olması bekleniyor. Bu oran eklendiğinde 20 bin 967 liralık açlık sınırı içinde bulunduğumuz aralık ayı sonunda 21 bin 400 liraya çıkacak.

Yeni yılın ilk ayında ise… En az yüzde 4 daha eklenecek. Çünkü ocak ayında, vergi ve harçlar yüzde 43 zamlı olacak. Enerji, otoyol ve köprüler zamlanacak. Kış sebebiyle gıda- meyve sebze fiyatı artacak.

Kısaca zam yağacak. Her ocak ayında zam yağar ve yeni yılın ilk ayında enflasyon yüksek çıkar. Bu yılın ocak ayında yağacak zamlar da en az yüzde 4’lük enflasyon yaratacak. 21 bin 400 liralık açlık sınırı, yüzde 4’lük bu artışla 22 bin 250 lirayı aşacak.

Ocak ayı ücreti işçinin eline şubat ayında geçer. Ücreti eline geçtiğinde asgari ücretli işçi görecek ki… Eline geçen para açlık sınırının 150 lira altında!

***

Tüm yıl boyunca da hayat pahalılığı sürecek.

Orta vadeli programda 2025’in enflasyon hedefi için yazılan yüzde 17.50 oranı çoktan çöpe atıldı. Mehmet Şimşek bile o düzeye inanmıyor.

Merkez Bankasının 2025 hedefi ise yüzde 21. Onu da geçiniz!

Enerji ve gıda kalemlerinde yaşanan yüksek artışlar…

Hükümetin, alacaklarına (vergi ve harçlara) yeni yılda yüzde 43 zam yapmış olması…

Dolar kurunun 42 TL’ye çıkacak olmasının etkisi…

Akaryakıt fiyat artışlarının bugünden daha çok artacak olması…

2025’te faizin daha düşük olmasının getireceği harcamaların baskısı…

Ve benzeri sebeplerle yüzde 21’lik enflasyon hayal.

DOLARLA ÇARPITMA

Cumhurbaşkanı Erdoğan, asgari ücretlinin yaşadığı hayal kırıklığını dolar hesabıyla gidermeye çalıştı: “Çalışanlarımızı enflasyona ezdirmeme sözüne sadık kaldık. 2002’de 126 dolar olan asgari ücret 628 dolara çıkmış oldu.”

Bir... Geçen yılki artış oranı enflasyon oranından 35 puan daha az olan kur ile hesap yapmak yanıltma amacı güdüyor. Aynı hesap altınla yapılsa bambaşka çıkıyor. İşte hesap!

2002 aralık asgari ücret: 184 TL.

Çeyrek altın: 27.40 TL.

Alınabilen çeyrek altın sayısı: 7.

2025 ocak yeni asgari ücret: 22 bin 100 TL.

Çeyrek altın 5200 TL.

Alınabilen çeyrek altın sayısı: 4.

Neredeyse yüzde 50’lik alım kaybı.

İki… Dolar enflasyonunu yani ABD’de yaşanan enflasyonu dikkate almak gerekir. Dikkate alınarak yapılan düzeltme sonucu asgari ücretin on yıl önceki 450 dolar düzeyi ile aynı olduğu görülüyor.

Üç. 7.5 milyon insanın asgari ücret aldığı, 4 milyon insanın 17 bin lira ile 20 bin lira ücret aldığı ülkemizde asgari ücret ortalama ücret düzeyine gelmiş durumda. Ortalama ücretleri 2002 ile kıyaslarsa Erdoğan da görecektir ücretlerdeki büyük erimeyi.

GECE YARISI OPERASYONUNUN ANLATTIĞI

Asgari Ücret Tespit Komisyonu yarım asırdır hiç gece vakti  toplantıya çağrılmamıştı. Gece asgari ücret açıklanmamıştı.

Neden bu gece operasyonu? Ne anlatıyor?

Teknik bir gerekçesi yok! Açıklanan düzeyden utandıkları için de değil.

Düşük ücret düşük faize geçiş için!

Perşembe günü açıklanan faiz öncesi Merkez Bankası asgari ücretin az artırıldığını görsün istendi. Merkez Bankası bugün büyük ihtimalle faizlerde düşüş süreci başlatacak. Böylece iktidar patronlara, ücretler ve faizler konusunda yeni yıl hediyesi vermiş olacak!

Uzun süredir patronlar, ‘İşçi maliyeti yüksek’, ‘kur düşük’, rekabeti kaybettik ihracat yapamıyoruz’ deyip duruyorlardı. Hükümet de ses verdi; ‘Emek maliyetini’ baskıladı, faiz düşürmek sırada, biraz da kurlar gevşedi mi tamamdır.

***

Bundan önce düşük faiz politikasının uygulayıcısı Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin  programı enflasyonu patlatıp ücretleri eritmişti. Şimdiki Bakan Şimşek’in programı da ‘enflasyon’ bahanesiyle ücretleri baskılıyor.

Sermayenin sözüm ona programı değişiyor, ortada iki ayrı program olduğu iddia ediliyor ama sonuç değişmiyor: Hepsi işçinin alım gücünü vuruyor.

BİR KÜFE VARSA O DA İŞÇİNİN SIRTINDA

Hükümetin tarafı açık!

Patrona asgari ücret desteğini 700 TL’den 1000 TL’ye çıkardı. Artış yüzde 42! İşçiye yüzde 30 verilirken patrona yapılan bu kıyağın bedeli yüz milyarlarca lira ediyor.

İşçiden esirgenen patrona ‘helal’ kabul ediliyor. Öte yandan har vurup harman savruluyor. Saray’ın aylık harcaması 10 milyar liraya dayandı. Saray sadece 1 ayda 40 bin asgari ücret yiyor.

Bütçenin Saray’a ayırdığını ikiye katlıyor. Bütçe 5’e izin veriyor Saray 10 harcıyor. İşçi emeği çok ucuz olmalı, ürettiği artı değer çok olmalı ki patronlar ve Saray doysun. Kapitalist bir mekanizma işte!

***

Yeni asgari ücretten sanayi burjuvazisi memnun. İhracatçı memnun. KOBİ’ler memnun. Yeni yılda 6630 liraya kendisine MESEM üzerinden öğrenci emeği tahsis edilecek olan patron memnun.

Onların başka talepleri de var; daha az vergi gibi…

‘Onları memnun ettik’ diyemeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor ki ‘Sırtımızda yumurta küfesi var, daha fazlası olmaz.’

Oysa bir küfe varsa o da emekçinin sırtında! ‘Enflasyonla mücadele için ücretler baskılanmalı’ diyen burjuva iktisatçıların görmezden geldiği koca bir küfe.

                                                         /././

HTŞ'nin Şam valisi: Sorunumuz İsrail ile değil 

Heyet Tahrir El Şam’ın atadığı Şam Valisi Mahir Mervan, İsrail’in Suriye’deki toprak işgalini savunarak "Sorunumuz İsrail ile değil" açıklaması yaptı.(https://www.evrensel.net/haber/538196)

                                                                      ***
HTŞ yönetimi ve Suriye'nin etnik-dinsel fay hattı -Yusuf Karadaş-

Suriye’de HTŞ Lideri Colani’nin “ılımlı” mesajlarının aksine Aleviler ve Hristiyanlar başta dinsel-etnik azınlıklara yönelik saldırı ve baskılar artıyor. Bu nedenle başkent Şam’ın yanı sıra Hama, Humus, Tartus ve Lazkiye’de bu saldırı ve baskılara karşı kitlesel protestolar düzenleniyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) göstericilere HTŞ yönetimi tarafından ateş açılması nedeniyle ölü ve yaralıların olduğu bilgisini geçiyor. HTŞ’nin geçici yönetimi ise, yapılan saldırı ve baskıları “Eski rejimin unsurlarını temizleme” adına savunmakla kalmıyor, bu unsurların yeni yönetime saldırdığı iddiasını gündeme getirerek önümüzdeki dönemde yeni saldırı ve katliamlar için zemin yaratmaya çalışıyor.
Türkiye ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerle onların “büyük” medya organları “ılımlı” ve kravatlı Colani’den oldukça umutlu oldukları için bu gelişmeleri görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. İsrail ise, bu gelişmeleri Suriye içindeki egemenlik alanlarını genişletmenin bir fırsatına dönüştürmeye çalışıyor.
2011’de Suriye’deki Baas rejimini devirmeye yönelik girişim, ABD’nin bölgeyi (Ortadoğu) yeniden dizayn etmesi ve İsrail’in “güvenliğinin” sağlanması bakımından büyük önem taşıyordu. Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, bu müdahale politikasının başını çekerek bölgenin yeniden dizaynından ‘büyük’ bir pay almanın peşindeydi. O yüzden bugünkü Suriye tablosunda ‘kazananlar’ listesinin başında bu güçlerin adı yazıyor.
Müdahale politikasının başını çeken Erdoğan iktidarının “Ilımlı İslamcı” kimliği, bu müdahalenin dinsel-mezhepsel bir biçim kazanmasını kolaylaştırmıştı. Dahası yanınaS. Arabistan, BAE ve Katar’ı alan Erdoğan iktidarı için bu mezhepsel kamplaşma, rejimi yıkabilmenin (Sünni çoğunluğu yedeklemenin) dayanaklarından biri olarak kullanıldı. Bu politikanın bir sonucu olarak sahada rejime karşı savaşta IŞİD ve el Nusra’nın (HTŞ’nin önceli) başını çektiği cihatçı gruplar hızla öne çıktılar ve dünyanın birçok ülkesinden cihatçı militanlar için çekim merkezi haline geldiler.
Kuşkusuz Baas-Esad rejimi, bölgenin en baskıcı rejimlerinden biriydi. Ancak Körfez’deki Arap gericilikleriyle ilişkileri çok iyi olan ABD ve İsrail için sorun Şam’da baskıcı bir rejimin olması değil, bu rejimin bölgesel kamplaşmada uzunca bir dönemdir karşılarında konumlanmış olmasıydı.
Öte yandan Baas iktidarında Esad’ın Alevi kimliğinin de bir sonucu olarak askeri ve sivil bürokraside Alevilerin belli bir ağırlığının da olduğu doğruydu. Ancak rejimi asıl ayakta tutan Halep ve Şam başta Suriye burjuvazisiydi -ki, bunların büyük çoğunluğu Sünni idi. Baas rejimi baskıcı bir rejim olsa da seküler-milliyetçi bir karakter taşıdığı için rejim için tehdit oluşturmadıkları müddetçe Sünniler ve diğer dinsel-etnik azınlıklar da devlet içinde temsil edilebiliyorlardı. Mesela son günlerde yeniden öne çıkartılmaya çalışılan Faruk el Şara, Hafız Esad döneminden dışişleri ve Beşar Esad döneminde başkan yardımcısı olarak görev yapmış bir Sünni idi.
Suriye iç savaşı sürecinde Ermeniler, Süryaniler, Dürziler, Êzîdîler ve diğer Hristiyan azınlıklar rejimden memnun olmasalar da kendi güvenlikleri için rejimi desteklemek zorunda kalmışlardı. Çünkü kendilerini ‘kafir’ olarak gören cihatçılar tarafından birçok katliama ve işkenceye maruz kalıyorlardı.
Alevi olmak, cihatçılar tarafından katledilmek için yeterli bir sebepti. Kürtler ise, iç savaşta kendi bölgelerinde yaşayan diğer azınlıklarla seküler-demokratik bir yönetim kurdukları için cihatçılar için ‘katli vacip’ bir diğer kesimi oluşturuyorlardı. Bu nedenle HTŞ’nin önceli el Nusra ve IŞİD için Kürtler öncelikli hedef oldular.
İşte bugünkü Suriye yönetimi, HTŞ’nin etrafında birleşmiş bu grupların elinde bulunuyor. Hakkını yemeyelim; HTŞ Lideri Colani, bugüne kadar Türkiye’nin yanı sıra ABD ve AB’li emperyalistlerle iş birliğine hazır pragmatik bir lider olarak öne çıktı. İsrail topraklarını işgal ederken bir İran tehdidinden söz ederek Batılı emperyalistlere güven veren bir görüntü çizdi. Dahası serbest piyasa ekonomisine geçileceği mesajı üzerinden de ülkesini emperyalist-kapitalist yağmaya açmaya hazır olduğunu gösterdi.
Ancak Colani’nin “ılımlı” mesajları ve pragmatik kişiliği, kendi etrafında birleştirdiği cihatçı grupların hızla dönüştüğü ya da dönüşeceği anlamına gelmiyor. Aksine Alevilerin ve Hristiyanların yaşadığı bölgelerden gelen haberler, bu grupların aynı cihatçı zihniyetle saldırı ve katliamlar gerçekleştirdiklerini ve ganimetçi anlayışla yağma olaylarının yaşandığını gösteriyor.
Alevilerin Hama, Humus, Tartus, Lazkiye, Ceble ve Banyas’a yayılan son protesto gösterileri Halep’te kutsal gördükleri Hasibi Türbesi’nin yakılması ve buradaki görevlilerin katledilmesi görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra başladı. HTŞ yönetimi bu görüntülerin eski olduğunu ve “provokasyon” yapıldığını söylese de bu görüntülerin Halep’in cihatçı gruplar tarafından ele geçirildiği günlere ait olduğu ortaya çıktı.
Geçtiğimiz günlerde Hama kentinde Hristiyanların çoğunlukta olduğu Sukeylebiye kasabasının meydanındaki Noel ağacının ateşe verilmesinin ardından Hristiyanlar da Şam, Hama ve Humus’ta gösteriler yapmışlardı. HTŞ’nin geçici yönetiminin bu saldırıları düzenleyenlerin “yabancı savaşçılar” olduğunu ve tutuklandıklarını söylemesi, bu grupların Alevileri ve Hristiyan azınlıkları ‘düşman’ olarak görmeye devam ettikleri ve her an yeni saldırılar düzenleyebilecekleri gerçeğini değiştirmiyor.
İç savaş döneminde bu cihatçı grupların saldırı ve katliamlarına maruz kalan topluluklardan biri de Dürzilerdi. Süveyda kentinde yaşayan Dürziler, yaptıkları açıklama ile kendilerinin ve diğer etnik-dinsel toplulukların güven içinde yaşayabilmesi için yeni dönemde ademimerkeziyetçi (Yerel yönetimlere yetki veren) bir yönetim modeli kurulması talebinde bulundular. HTŞ’nin geçici yönetimi “herkesin korunacağı” genel söyleminin ötesinde Dürzilerin taleplerine olumlu yanıt vermediği için Golan Tepelerinin büyük bir bölümünü işgal altında tutan İsrail, burada yaşayan Dürzilerin güvenlik kaygılarını ve yeni yönetimde demokratik temsiliyete dair taleplerini yayılmacı emelleri için kullanmaya çalışıyor.
Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin yeni Suriye’deki yerinin ne olacağı sorusu, Suriye’nin geleceğiyle ilgili en büyük belirsizliği oluşturuyor. Kürt özerk yönetimi ve silahlı gücü Suriye Demokratik Güçleri (SDG), bir yandan Türkiye ve destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) güçlerinin saldırı ve kuşatması altında bulunuyor. Öte yandan HTŞ’nin geçici yönetimi de özellikle MİT Başkanı Kalın ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın ziyaretlerinin ardından Kürtlerin ‘uzlaşma’ çağrılarını yanıtsız bırakıyor. Dolayısıyla yeni dönemde HTŞ’nin geçici yönetimiyle gerilimin yaşanacağı alanlardan biri de Rojava (Kürtler) olacak gibi görünüyor.
Suriye’de bütün etnik ve dinsel-mezhepsel toplulukların kendilerini güvende hissedebilmelerinin ve barış içinde bir arada yaşamasının yolu, demokratik-laik anayasa ve yönetim modelinden geçiyor. Ancak böyle bir kapasitesi bulunmayan HTŞ’nin Lideri Colani’yi Şam yönetiminin başına oturtan emperyalistler ve iş birlikçi gericilikler, belli ki yeni Suriye’nin bu etnik ve dinsel fay hattının üzerinde kurulmasını istiyorlar. Çünkü bu güçler, Suriye ve bölge halkları arasındaki etnik-dinsel-mezhepsel gerilim ve çatışmaların dünyanın en önemli enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının bulunduğu Ortadoğu’da emperyalist kapitalist sömürü ve yağmanın üstünü örtmenin yanı sıra bu sömürü ve yağmanın devam ettirilmesinin en temel dayanaklarından biri olarak işlev gördüğünü 100 yılı aşkın bir tecrübeyle biliyorlar.

                                                             /././

Alevi kurumlarından tepki: Sessiz kalmak onaylamaktır 

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Alevi İnanç Kurulu yaptıkları açıklamalarda, Suriye’de Alevilerin hedef alınmasına sessiz kalmanın saldırıları onaylamak olduğunu vurguladı. Suriye'de Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından iktidarı alan cihatçı Heyet Tahrir el Şam’ın, (HTŞ) Suriye’de Alevileri hedef almasına tepkiler sürüyor. Özellikle bir Alevi türbesinin yakıldığını gösteren videonun sosyal medyada yayılmasının ardından Suriye’nin birçok kentinde protestolar düzenlenirken, Türkiye’de de Alevi kurumlarından açıklamalar geldi.(https://www.evrensel.net/haber/538172)

                                                                     ***

Suriye'de Alevilerin yaşadığı bölgede çatışmalar artıyor

Suriye'nin batısında Alevilerin türbesinin yakıldığı görüntülerin ardından başlayan protestolar ve çatışmalar pek çok yerleşim yerinde sürüyor.  Suriye’de cihatçı HTŞ mensupları tarafından Alevilerin türbesinin yakılıp, görevlilerin öldürüldüğü görüntülerin ortaya çıkmasının ardından başlayan gerilim, silahlı saldırılara dönüştü. Protestolar üzerine HTŞ’ye bağlı geçici hükümetten yapılan “Esad milislerinin kalıntılarını avlama” ve “Hizbullah üyeleri” açıklamasının ardından, Alevilerin yaşadığı Suriye’nin batısında pek çok yerleşim yerinde çatışmalar yaşandı. Ağır silahlar ve insansız hava araçlarının kullanıldığı çatışmalarda çok sayıda kişi öldü ve yaralandı.(https://www.evrensel.net/haber/538215)

                                                             ***

'Zaferden' işçiye düşen -Ahmet Yaşaroğlu-

İktidara ve onun her türden destekçisine ve yalakasına göre Suriye’de bir “zafer” kazanıldı ve bu “zaferde” ABD, İsrail vb. değil de AKP iktidarı belirleyici bir rol oynadı. Şimdiden bu “zaferin” ganimetinden kimin ne pay alacağının telaşına düşüldü. İş birlikçisinden, yerlisine kadar bir yığın tekel şimdiden hazırlıklara giriştiler. Ama sınıf mücadeleleri tarihinin kanıtladığı katı bir gerçek var ki o da şu: Zafer ya da yenilgi farketmez, faturayı halklar, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar öder. Ve bu faturanın ilk taksidi sefalet ücreti olarak asgari ücret biçiminde işçi sınıfına çıkarıldı.   

İktidar ve büyük sermaye, aslında araya koyduğum bu ve fazla, bu iktidar gerçekte büyük sermayenin iktidarı, büyük patronların iktidarı demek meramı daha net anlatabilir. Erdoğan’da zaten net anlatmış: Diyor ki,  “Asgari Ücret Tespit Komisyonumuz çalışmalarını dün tamamladı. 1 Ocak 2025 tarihinden itibaren geçerli olacak net asgari ücret miktarını 22 bin 104 lira olarak belirledik. Bu rakam 2024 yılına göre net yüzde 30 artışa tekabül ediyor. Devletimizin asgari ücretli başına işverene verdiği destek ise 700 liradan 1000 liraya yükseldi. Çalışanlarımızı enflasyona ezdirmeme sözümüze bir kez daha sadık kaldık.”

Bu açıklamada iki net gerçek var; birincisi asgari ücretin güncel açlık sınırının altında -B. Kamu-İş araştırması- belirlendiği, enflasyona ezdirmeme sözünün doğru olmadığı, ikincisi ise sermaye iktidarının patronlara daha fazla zam yaptığı. Yani asgari ücret desteği olarak çalışan başına devlet tarafından yapılan ödemenin 700 TL’den 1000 TL’ye çıkarılması. Görülüyor ki patrona yapılan zam yüzde 42, işçiye ise yüzde 30. Asgari yaşam standardını belirleyen yoksulluk sınırının 70 bin TL’yi geçtiği dikkate alındığında, bu asgari ücretin sefalet ücreti olduğu, bir işçi ailesinde iki kişi çalışsa bile gelirlerinin yoksulluk sınırının çok altında kaldığı gerçeği sefaletin ve yoksulluğun boyutunu göstermeye yeter. Asgari ücret bırakalım bir işçi ailesinin asgari ihtiyacını karşılamayı, yine bizzat Türk-İş’in araştırmasına göre bekar bir çalışanın aylık 26 bin 712 liraya yükselmiş olan asgari aylık masrafını -kasım 2024- dahi karşılamıyor.

Buna karşın Türk-İş Başkanı Atalay şunları söylüyor: “Bu komisyon adil değil. Adil olmayan komisyonda maalesef 50 yıldır durduk. Bir daha TÜRK-İş olarak Asgari Ücret Komisyonuna katılmayacağız. Buradan duyuruyorum. Bizi çağırmasınlar burada yokuz artık.” Evet olmadığınızı biliyoruz. Ama sadece komisyonda değil, temsil etmekle görevlendirildiğiniz işçi sınıfının çıkarlarını korumakta da yoksunuz. Öyle anlaşılıyor ki iktidarın ansızın yaptığı son asgari ücret toplantısı her türlü savunmayı ortadan kaldıran, çıplak gerçeği olduğu gibi gözler önüne seren bir rol oynadı. Yıktılar perdeyi, eylediler viran!

Oysa direnmek ve mücadele etmek diye bir yol var ve yasaklamaya rağmen devam eden son metal grevleri, eğer sendika yönetimleri dik durursa işçilerin direnme ve mücadele ederek kazanma kararlılığını açıkça ortaya koyuyor. Türk-İş’in Ankara’da düzenlediği mitinge de, sendika üst yönetimlerinin gönülsüzlüğüne ve çalışmamalarına rağmen 150 bin işçi katılmıştı. Asgari ücret sorunu elbette sadece Türk-İş’in sorunu değil ve asgari ücret mücadelesi sendikalı işçilerin mücadelesinden farklı özellikler taşıyor. Ama bu durum sendika konfederasyonlarının işçi sınıfına karşı olan genel görevlerini yapmaları konusunda bir engel değil. Diğer taraftan işçilerin yarısı asgari ücret koşullarında ücret alıyor ve asgari ücret hemen hemen işçi sınıfı için ortalama ücret olmuş durumda. Üstelik üç konfederasyon temmuzda yaptıkları toplantıda asgari ücret konusunda mücadele için kararlılıklarını dile getirmişlerdi.

CHP yönetimi de asgari ücrete tepki gösteriyor. 28 Aralık’ta Tandoğan’da yapılacak mitinge çağrı yapıyorlar. İyi de “yumuşama, normalleşme” adımlarını atarak iktidarı çukurdan çıkardınız ve iktidar şimdi ayaklarının zemine daha sağlam bastığını düşünerek halka ve muhalefete karşı saldırılarını daha da azgınlaştırdı. Bir yandan işçi ve emekçi halkın tepkisini yedeklemeye ve söndürmeye çalışırken, diğer yandan mücadeleci gözükmenin halka verdiği zarar görülmüyor mü? CHP; ya halktan yanasın ve tutarlı bir mücadele vereceksin, ya da halkın önünden çekileceksin. Ama CHP ikisini de yapmıyor, halkın önüne düşer görünerek onun mücadelesini yatıştırma görevine soyunuyor. Oysa bu mücadelede tereddüde, kıvırmalara, yuvarlamalara yer yok. Mitinge gelince, elbette işçi ve emekçiler tüm güçleri ile katılmalı, seslerini duyurmalı, daha ileri ve düzen partilerinden bağımsız mücadelelerini geliştirmek için yoğun bir çaba göstermeliler.

Gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyor: Bu iktidar ülkede gerçekleştirdiği yıkımı derinleştiriyor ve ekonomik krizin tüm yükünü işçi ve emekçi halkın sırtına olanca ağırlığı ile yıkıyor. Öyle anlaşılıyor ki Suriye halkı da bu yıkımdan payını alacak. Yıkımın faturasını Türkler, Araplar, Kürtler vb. halklar birlikte ödeyecekler. En azından iktidarın hesabı bu. Ama bunu “Zenginlikleri paylaşma” ambalajıyla kamufle ediyor ve bölgenin önüne kanlı bir gelecek seriyor. İşçi ve emekçi yığınlar ülke içinde iktidarın bu yıkım planını ve krizin yükünün üzerlerine yıkılmasını ancak birleşik ve genel bir mücadele ile püskürtebilirler. Bunun için öncü işçilere, namuslu ve mücadeleci sendika şube yönetimlerine, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin zorunluluğuna inanan tüm kesimlere büyük bir sorumluluk düşüyor.  Bu yola çıkmakta kaybedilen her gün işçi ve emekçilerin sırtına daha ağır yüklerin binmesine neden oluyor.

                                                        /././

Türkiye ve Suriye yüzyılı mütaşerik maarif ve rejim modeli -Adnan Gümüş-

Türkiye için 2024 yılı, iktisadi sıkıntıları paranteze alırsak iki şeyle anılabilir: “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ve Türkiye destekli Tahrir el-Şam ve Suriye Milli Ordusunun İdlib’den Şam’a Suriye’de rejime el koyması.

İlk bakışta birbirinden uzak gibi görünseler de iktisadi krizlerle, eğitimde yapılanlarla (maarif modeliyle) Suriye’de olup biten arasında, İsrail ve ABD’nin yaptıkları arasında sıkı ilişkiler bulunmaktadır.

TÜRKİYE’DE VE SURİYE’DE YENİDEN ŞEKİLLENEN HÜKÜMRANLIK VE YÜKSELEN SINIF ZÜMRELER: MÜTAŞERİK (MÜTEAHHİT, TAŞERON, TARİKAT, ŞERİATÇI) ORTAKLAŞMASI

Hangi sınıf, zümre ve fırkalar kaybetti, hangi sınıf, zümre ve fırkalar yükseliyor? Akıl, bilim, sağduyu bunun neresinde? Türkiye’yi anlamak için de Suriye’de olanları anlamak için de öncelikle bunlara bakmak gerekiyor.

Türkiye’de ve bölgede en azından 1945’lerden bugüne neyin yükseliş veya düşüşte olduğuna, kimin kaybedip kimin kazandığına bakılırsa olan bitenin hangi sınıf, zümre ve fırkalara dayandığı veya hangilerinin işe yaradığı da daha iyi anlaşılabilir.

Türkiye’de ve Suriye’de yükselen otorite biçimini “MÜTAŞERİK otorite (müteahhit taşeron tarikat şeriatçı şerikliği) olarak adlandırıyorum. Osmanlı hanedanlığı Montesquie’nun deyimiyle despotluktu, keyfi rejimdi, sultan istediği fermanı, şeyhülislam istediği fetvayı bir şekilde verir veya kaldırırdı. Arka planı yine dini de olsa “mecelle” türü kanun yazımı için bile 1870’leri beklemek gerekti. O da pek uygulamaya geçmedi. Weber hanedan veya şeyhülislamın bu yetkisini kanun veya anayasadan değil doğrudan “Tanrı”dan aldığını, bu rejim tipinin “patrimonyalizm” olarak adlandırılabileceğini ileri sürüyordu.

1945’lerden bu yana tefeci bezirganlık/ tefecilik tüccarlık çeteler, mafyalar giderek öne çıkmaya başladı. Tarikat ve dini cemaatler öne çıkmaya başladı.

DP-Demokrat Parti de, AP-Adalet Partisi de, MHP de, MSP de, ANAP da, hele de AKP müteahhit, taşeron, tarikat, cemaat, şeriatçı odaklı bulunuyor, çeteler ve mafyalar çok daha geniş alan kazanmış bulunuyor.

Suriye’de öne çıkan sınıf, zümre ve fırkalara bakılınca da din-mezhep-dil temelinde ayrışmalar ve bloklaşmalar öne çıkmış, dinci gruplar, taşeronlar, çeteler yaygınlaşmış bulunuyor.

Türkiye de Suriye de zorlu bir süreçten geçiyor. Bu yaşananların ne olduğu, bazı ölçütlere bakılarak biraz daha açımlanabilir.

MÜTAŞERİK OTORİTE: MÜTEAHHİTLİK TAŞERONLUK EKONOMİSİNİ, TARİKATÇILIK ŞERİATÇILIK SİYASAL YAPILANMASINI, DİNCİ MAARİF MODELİ TALİM TERBİYESİNİ OLUŞTURUYOR

Çok daha ayrıntılara gidilebilir ama daha ana boyutlarıyla dört düzeyde devrim veya karşı devrimlerden söz edilebilir:

Dilsel bilişsel düzeyde, Kültürel normatif düzeyde, Siyasal, idari düzeyde, Yapısal düzeyde.

Tersten geriye doğru konuyu açarsak yapısal düzeyde ana düzenleyici kapitalizm, piyasa düzeneğidir. Dünya emperyal sistemi içinde Türkiye kapitalizmin müteahhitlik taşeronluk kısmındadır, eskiden komprador burjuvazi deniyordu, Anadolu’daki tefeci-bezirgan (tüccar) formundaydı, şimdilerde tefeci taşeron düzeyindedir. Askeri militar kompleks bakımından NATO’nun Ortadoğu’daki uç gücüdür. Sami dinleri üretim araçlarının (büyük arazilerin, sürülerin, hatta cariye ve kölenin) sahipliğine cevaz veren, piyasa ve kapitalizmi meşru gören, rızkın onda dokuzunu ticarete bağlayan görüşlerdir. Türkiye ve Suriye’de yaşananlar kapitalizm ile çelişmemektedir, sadece yayılmacılık bakımından çelişkiler taşımaktadır.

Siyasal yapılanması da genel ve iktisadi yapılanmaya uygun olarak töre-din görünümlü ABD-AB’nin, biraz Rusya’nın, bir miktar Çin’in yani büyük oyuncuların çevresi, merkezlerin çevresi durumundadır. Merkezlerle ciddi oranda çatışmalı olabilecek siyasal hareketler boğulmakta, merkezlere yakın duranlar, örneğin BOP-Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol alacaklar veya işe yarar olanlar desteklenmektedir. Suriye’de yaşananlar çevrede ve çevrenin çevresinde (Türkiye’nin çevresinde) benzer rolleri yerine getirmektedir. Bir yarı çevre ülkesi olarak Türkiye daha altta kendine bir çevre bulmuş olmaktadır. Çevre oluşturmaya Almanlar “yaşam alanı”, ABD “ABD çıkarları”, kapitalizm genel olarak “pazar piyasa” diyor.

Kültürel düzeyde özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi fikir ve hareketler baskılanmakta, yerine din ağırlıklı, biraz da milliyetçilik etnik soslu hareketlere alan tanınmaktadır. Hem de çelişik bir şekilde. Din ve mezhep çatışmaları ile geri kalmış bağımlı sömürge durumuna düşürülmüş halklar aynı yolla kurtuluşa erecekleri gibi bir umut içine sokulmaktadır. Hiyerarşik ve eşitsiz dünya sistemi kültürel eşitsizliklerle (İngilizcenin, Yahudiliğin ve Hristiyanlığın üstünlüğü tarzı) sürdürülmektedir. İslami kimlik içine sıkışma Yahudiliğin ve Hristiyanlığın da kendi sınırlarını ve üstünlüğünü koruması ve perçinlemesi anlamına gelmektedir. Daha gerideki iktisadi eşitsizliğin ana sebeplerini de dini eşitsizlik veya farklılık olarak öne çıkararak görünmez kılmaktadır. Bir taşla iki ve daha fazla kuş avlamaktadır.

Dil ve terimler düzeyinde, bilişsel düzeyde bizden-ondan, yerli-yabancı, dinden-din dışı gibi adlandırma ve nitelendirmeler gerçeğin görülmesi ve rasyonel tartıp düşünmeyi zorlaştırmaktadır.

Türkiye’de de Suriye’de de, tüm Ortadoğu için konuştuğum, gündemde öne çıkanlara bakılırsa bilişsel, kültürel, siyasal ve yapısal olarak ne olduğu ve neyle karşı karşıya bulunduğumuz açıkça görülmektedir.

Türkiye veya Suriye’de yaşananlara bakılırsa kapitalizmin yarı çevre veya çevre biçimine eklemli müteahhitlik taşeronluk ekonomisini; mezhepçilik, tarikatçılık, şeriatçılık siyasal yapılanmasını, dinci, mezhepçi etnosantik değerlere dayalı maarif modeli veya ÇEDES projesi talim terbiyesini oluşturuyor.

MÜTAŞERİK SINIF, ZÜMRE, FIRKALAR DEĞİL BİLİM, AKIL, UYGARLIK, EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK DİLEĞİYLE

2024 Türkiye’de “maarif modeli”, Suriye’de rejim değişikliği ile bitiyor. Geçmiş oldubitti, geçti, ama bu geçmişin 2025’e ve geleceğe bıraktıkları bakiyeleri üzerine odaklanmak gerekiyor.

MÜTAŞERİK otoriterlikle bir yere varılamayacak, din, tarikat, taşeron, mezhepçilik, şeriatçılık, çete mafya ile sağlıklı yeni rejimler ve yeni toplumlar oluşturmak mümkün değil, aksine tüm bunlar çeşitli parçalanmalara ve akıldan, felsefeden, sanattan, bilimden uzak düşmelere yol açıyor, toplum ve insan olarak kendimizi gerçekleştirme ve geliştirme değil aksine mevcuda sıkışma, kapanma ve kopmalara yol açıyor.

2025 yılı Suriye için de Türkiye ve Dünya için de bilim, felsefe, sanat, insanlık, uygarlık yolunda ilerlemelere, özgürlükçü, eşitlikçi yeni yapılanmalara zamandaşlık etsin dileğiyle tüm okurların yeni yılını kutlayalım. Daha kötüsünün veya iyisinin bir kader olmadığını, hepimizin istem ve mücadelesiyle gerçekleşeceğini de unutmadan.

Özgürlük, eşitlik, bilim, felsefe, sanat diyarı bir Suriye, Türkiye ve dünya dileğiyle.

                                                         /././

Avrupa 2024-25: Krizler, çelişkiler ve mücadele -Yücel Özdemir-

Avrupa’nın değişik ülkelerinde 2024’te gerçekleşen ve ortak özellik taşıyan olayların başında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistemin temel dayanağı sosyal demokrat ve muhafazakar Hristiyan demokrat partilerin güç kaybetmeye kısmen devam etmesi, aşırı sağın ise yükselmesi geliyor. 9 Haziran’da yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri bunu çarpıcı olarak gösterdi. Fransa, İtalya, Hollanda ve Avusturya’da aşırı sağcı, milliyetçi partiler birinci olurken Almanya’nın da aralarında olduğu birçok ülkede ikinci oldular.

Keza, İngiltere’de yapılan genel seçimlerde her ne kadar 14 yıl aradan sonra İşçi Partisi yeniden birinci parti olup hükümeti kursa da aşırı sağcı Reform Partisi de oylarını yüzde 12.3 artırarak, yüze 14.3 ile ilk kez meclisin üçüncü büyük gücü oldu. Donald Trump’ın ABD’de yeniden seçimleri kazanmasını da Avrupa’daki gelişmelere eklediğimizde, son birkaç yıldır yükseliş içinde olan aşırı sağ, milliyetçi ve faşist parti ve liderler 2024’te yerlerini sağlamlaştırdı. Daha önce sermaye partilerini protesto amacıyla verilen oylar, giderek kalıcı hale geliyor. Asıl tehlikeli ve belirleyici olan da bu kalıcılık.

Bunun da etkisiyle Avrupa genelinde göçmenler ve mültecilere yönelik uygulamalar sertleşti, temel hak ve özgürlükler biraz daha kısıtlandı. Burjuva partileri arasında göçmenler ve mültecilere karşı hoşgörüsüzlük arttı. 14 Mayıs’ta yürürlüğe giren Avrupa Ortak Sığınma Sistemi, AB’ye gelip iltica başvurusunda bulunmayı adeta imkansız hale getirdi. Aşırı sağın kullandığı demagojik söylemlerle mücadele yerine, onları alıp kullanma ve uygulama yaygın hale geldi.

Bu eğilimin 2025’te de devam edip etmeyeceğinin ilk göstergelerinden biri Almanya’daki erken seçimler olacak. Bu yıl içinde Doğu Almanya’daki üç eyalette yapılan seçimlerde ortalama yüzde 30 oy alan aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Partisinin 23 Şubat’taki seçimlerde oylarını iki katına çıkarma ihtimali var. Bu da Almanya’da, Fransa’dakine benzer bir “siyasi kriz”in kapıda olduğu anlamına gelecek. Almanya ve Fransa’da ekonomik ve sosyal sorunların etkisiyle “siyasi istikrarsızlığın” sertleşerek devam edeceği anlaşılıyor.

Avrupa’da 2024’ün ortaya çıkardığı bir diğer önemli gelişme olan AB’nin motor ülkesi Almanya’dan başlayarak ekonomideki durgunluk 2025’te de devam edecek. Avro Bölgesi’nde büyüme 0.8 olurken, en büyük ekonomiye sahip Almanya’da büyüme oranı 0.1’de kaldı. Yani büyümedi. Genel olarak enflasyonda bir gerileme olurken bunun temel gıda maddelerine yansıması az oldu. Almanya merkezli yapılan değerlendirmelerin çoğu durgunluğun 2025’te de devam edeceği, buna bağlı olarak fabrika kapanmalarının, işten atmaların hız kazanacağı yönünde... Küresel rekabetin de etkisiyle Avrupa’da özellikle otomobil sektöründe “aşırı üretim krizi” kendisini en açık şekilde Volkswagen’de gösterdi. Bunun Avrupa’da yeni tekelleri içine alarak genişleme potansiyeli yüksek. Trump’ın 20 Ocak’ta göreve başlamasından sonra AB ürünlerine gümrük vergisi getirmesi durumunda ise kriz hızlanacak.

Dış politika açısından ise AB’nin önümüzdeki süreçte daha bölünmüş, daha parçalı hale gelmesi bekleniyor. Ukrayna savaşı ekseninde son bir yıl içinde olup bitenlere baktığımızda her ülkenin kendi çıkarlarına göre hareket ettiği, ortak bir dış politikanın olmadığı görüldü. Buna rağmen AB’nin kaynaklarından Ukrayna’ya mali ve ekonomik destek akmaya devam etti. Rusya ile karşı karşıya gelmek istemeyen ülkeler, savaşın uzaması durumunda daha fazla aykırı davranacaklar. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, temmuz ayında AB dönem başkanı sıfatıyla Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Putin’i Moskova’da ziyaret eden ilk liderdi. Almanya Başbakanı Olaf Scholz iki yıllık aradan sonra Putin ile ilk telefonlaşan lider oldu. Son olarak da bu hafta başında Slovakya Başbakanı Robert Fico, Putin’i ziyaret etti.

Ukrayna savaşının uzaması durumunda AB içinde Rusya konusundaki görüş ayrılıkları 2025’te derinleşerek devam edecek gibi görünüyor. ABD’nin Ukrayna’ya verdiği askeri ve mali desteği kesmesi durumunda savaşın nasıl devam edeceği de bir muamma.

Bu nedenle 2025 Ukrayna savaşı için bir “kader yılı” olabilir.

Emekçi sınıflar, antifaşist ve savaş karşıtı hareketler açısından 2024 hareketli geçti. Yılın başında Avrupa genelinde çiftçiler traktörleriyle yollara dökülerek AB’nin tarım politikasını protesto ettiler. Almanya’da yükselen aşırı sağa karşı ocak ayında başlayarak haftalarca süren eylemlerde 4 milyona yakın insan ırkçılığa, milliyetçiliğe ve faşizme tepkisini ortaya koydu. Fransa’da emeklilik yaşına karşı başlayan mücadele 2024’te de etkisini hissettirdi, sosyal temelli eylemler devam etti. Almanya’da işten atmalara karşı, ücret artışları için yüz binlerce metal işçisi eylemlere katıldı. İtalya’da aşırı sağcı hükümetin yaptığı sosyal kısıtlamalara karşı sendikalar iki kez grev çağrısı yaptı.

Birçok ülkede sermaye, askeri harcamaların da etkisiyle büyüyen bütçe açıklarının faturasını emekçi sınıfların sosyal haklarından, ücretlerinden kesintiler yaparak denkleştirmek istiyor. Sınıflar arası çelişkilerin, yoksulluğun her geçen yıl biraz daha arttığı kıta Avrupa’sında halkın bu politikalara daha fazla seyirci kalmayacağını ise Fransa, Almanya, İtalya sokaklarındaki eylemler gösteriyor.

                                                               /././

İçeride ve dışarıda kriz...-Mustafa Yalçıner-

Dikkatli okurlar hatırlayacaktır; Türkiye’de bir ekonomik kriz olduğu iddiasının doğru olmadığını yazmıştım. Yakın zamana kadar gerçekten yoktu.

Türkiye’de 2024’ün 2. çeyreğine (nisan-mayıs-haziran) gelinceye kadar ekonomik kriz yoktu, ama bu yoğun bir sömürü olmadığı anlamına gelmedi. Ekonomi canlıyken de şirketler devasa kârlar elde ederken işçi ve emekçiler aldıkları ücret ve maaşlarla geçimlerini sürdüremez duruma sıkıştırılmaktaydı. 2024’te örneğin asgari ücrete hiç zam yapılmadı ve yıl boyunca 17 bin TL’lik asgari ücret hemen bütün ücretlerin belirleyeni oldu. 2024 “emekliler yılı” ilan edildi, ama enflasyon yıl ortalaması yüzde 100’e yaklaşırken emekli maaşları sadece yüzde 20 arttı. Ekonominin büyümesiyle övünülürken gelir dağılımı emek gelirleri aleyhine yüzde 5-7 oranında bozuldu. Gelirlerden sermayenin aldığı pay arttı, ama emeğin payı yüzde 32’lerden 25’lere geriledi. Yiyecek-içecek türü zorunlu geçim maddeleri fiyatlarıyla kiralar ve ulaşım giderleri yüzde 100’ün üzerinde artmasıyla gerçek ücretlerin düşmesi, Pazar file ya da poşetlerinin giderek küçülmesi ve neredeyse boşalmasında yansıdı.

Türkiye büyüyor, ama emeğiyle geçinenler sürekli küçülüyordu.

2024’ün 2. çeyreğinden başlayarak büyümenin de sonuna gelindi. Artık Türkiye büyümüyor da. Gerçi özellikle tekeller hâlâ yüksek kârlar elde ediyor, ama ekonomi durgunluğu da geride bırakarak, artık krizle yüzleşiyor.

Artık rakamlarla oynamada son derece hünerli olan TÜİK de başka rakamları öne çıkarıp görünmez kılmaya çalışsa bile kapitalizmin krizini gizleyemiyor.

Ekonominin büyümesine kanıt olarak gösterilen gayrisafi yurt içi hasılanın artış oranı iki çeyrektir negatif. Yani GSYİH artmıyor, tersine azalıyor. Kendisinden önceki çeyreklere göre, mart-nisan-haziran aylarını kapsayan 2. çeyrekte ve bir sonraki 3. çeyrekte büyüme yüzde 0.2.

Sanayi üretiminde ise durum daha da vahim. Bu kez önceki çeyreklere göre değil, daha düşük bir gerilemeyi ifade eden 2023’ün aynı dönemine göre rakamlar veriliyor. Cmh. Bşk.lığı Strateji ve Bütçe Bşk.lığı, 2024’ün 1. çeyreğinde yüzde 4.9 olan sanayi üretimi artış oranını 2. çeyrekte -yüzde 1.8, 3. çeyrekteyse -2.2 olarak açıkladı. 4. çeyrekte küçülme daha da büyüyecek!

Sanayinin küçülme ya da daralmasında Erdoğan hükümetinin aldığı ekonomi kararlarının da payı var kuşkusuz. Şimşek ve öncellerinin aldığı her önlem sanayi ve ekonomide kriz unsurlarını biriktirdi.

Sanayinin daralması örneğin kapanan şirket sayısındaki artışta görünüyor. TOBB'nin verilerine göre, 2024'ün 11 ayında kurulan şirket sayısı geçen yıla göre yüzde 11.4 azaldı, kapanan şirket sayısı ise yüzde 19.7 arttı. Ancak daralma daha da çok artan işsizlikte yansıyor. Geniş tanımlı işsizlik oranı son bir yılda yüzde 29.2, işsiz sayısıysa 2.7 milyon arttı. Bunu fabrika ve işletmelerin giderek artan işçi atmalarıyla bu yöndeki açıklamalarında da görüyoruz.

Üst üste iki çeyrektir daralan sanayi üretimi, kapanan şirket ve büyüyen işsizlikle artık gerçek bir ekonomik krizdeyiz.

Üstelik “yandaş medya”nın abartılı övünmelerine rağmen ülke dışında da işlerin yaver gittiği söylenemez.

Evet, Erdoğan hükümeti HTŞ ile iş tutuyor ve yolunu açmaya çalışıyor. Ancak Colani’nin iki büyük destekçisi ABD ile İngiltere ve Türkiye’den çok onların sözünü dinlediği ve dinleyeceği su götürmez.

Verilmeye çalışılan onca İsrail karşıtı görüntüye rağmen bu ülkeyle ilişkiler artık mızrağın çuvala sığdırılabileceği boyutu aştı. Eskiden sadece İsrail’le ticarete ara verilmemesi derdi vardı hükümetin. Şimdi buna İsrail’le örtü ittifakı gizleme derdi eklendi. İki ülkenin Suriye’de amaç, hedef ve eylem birliği içinde oldukları apaçık ortada. ABD’nin komutasında İsrail’in güneyden, Türkiye’nin kuzeyden baskısıyla el birliğiyle Esad devrildi ve sadece Suriye değil Ortadoğu yeniden şekillendiriliyor.

En başta Kürt sorunu olmak üzere İsrail’le ayrışan çıkar ve hedefler yok değil. Bu konu ABD ile de ayrılık noktası.

Ve artık bölgede Türkiye’nin ABD ile arasındaki çelişme ve sürtüşmelere oynayarak kendi özel hedeflerini gerçekleştirmeye çalışacağı ciddi bir güç olarak Rusya da yok.

Fidan Şam manzarası karşısında Colani’yle çay içebilir ama bu Türkiye’nin dışarıdaki krizini çözmez!

                                                             /././

RTÜK ceza yağdırdı: "Osman Gökçek’in ‘villa şikayeti’ üzerine SZC TV, Halk TV ceza aldı"

RTÜK üyeleri Tuncay Keser ve İlhan Taşcı RTÜK’ün haftalık toplantısında televizyon ve haber kanallarına verilen cezaların detaylarını paylaştı. Sosyal medya hesabı üzerinden paylaşımda bulunan Keser, “YouTube, RTÜK kıskacında ve değişmeyen yaptırım tablosu. Yılın son toplantısında da yine aynı kanallar ceza bombardımanına uğradı, SZC TV’ye üç, NOW TV ve Tele 1’e ikişer, Halk TV ve Flash Haber’e birer ceza. Osman Gökçek’in ‘villa şikayeti’ üzerine SZC TV, Halk TV ceza aldı” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/538216)

                                                                    ***

Steinmeier Meclisi feshetti, Almanya 23 Şubat'ta erken seçime gidiyor

Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, Federal Meclisi feshederek 23 Şubat 2025'te erken seçime gidileceğini duyurdu. Ülkede 6 Kasım günü SPD, Yeşiller ve FDP’den oluşan ve parti renkleri nedeniyle “trafik lambası” olarak anılan koalisyon hükümetinin dağılmasının ardından erken seçimlerin 23 Şubat’ta yapılması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Kesin seçim tarihinin Steinmeier tarafından ilan edilmesi bekleniyordu. SPD’li Başbakan Olaf Scholz, Maliye Bakanlığı yapan FDP Genel Başkanı Christian Lindner’i görevden alarak hükümetin dağılmasının önünü açmıştı. Almanya'da uzun yıllardır genel seçimler eylülde yapılıyordu. Erken seçimin kış ortasında yapılmasının yanı sıra kalan sürenin kısıtlılığının da organizasyon açısından sıkıntılara yol açabileceği belirtiliyor.

                                                              ***

(Evrensel)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ATTİLA AŞUT (Dosya) -28 Aralık 2024-

  Türkçeye kıymayın efendiler! Günümüzde  “sunucu”  diye ekranlarda boy gösteren insanları gördükçe, bir dönem beyazcamda dinlemeye doyamadı...