T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Aralık 2024-

1996’dan 2025’e III. Dünya Savaşı -Akdoğan Özkan-

Kimilerine göre, III. Dünya Savaşı çoktan başladı bile. Eğer öyleyse, tam olarak hangi gün, neden başladı ve kim başlattı? 2024’ün bu son günlerinde, gelin onun hikayesini yazalım. Zira işin bu “milat” boyut ve karakteri 2025’te gürültüden iyice duyulmaz olabilir.

2024 yılı dünyanın güzelleştiği bir yıl olmadı, olamadı maalesef. Eğer, birilerinin ileri sürdüğü gibi, III. Dünya Savaşı aslında fark ettirmeden çoktan başlamışsa ve her geçen yıl daha da şiddetleniyorsa, 2024 yılı bu savaşın daha çok sayıda insan hayatına mal olduğu, son derece tatsız gelişmelerle dolu bir yıl olarak tarih sayfalarındaki yerini alacak:

-Savaşların coğrafyaları genişlerken olası yeni cepheler de yoğunlaştı.

-Ukrayna, Batı üretimi uzun menzilli Kara Taktik Füze Sistemleriyle (ATACMS) Rusya içlerini vurmaya başladı.

-Moskova, durduracak bir savunma sisteminin bulunmadığı söylenen, sesin 10 katı hıza sahip, orta menzilli Oreşnik füzelerini kullanmaya başladı.

-Rusya bayraklı bir ticaret gemisi ilk kez Karadeniz dışında (İspanya’nın Akdeniz kıyıları açıklarında) muhtemel bir Ukrayna kaynaklı sabotaj eylemiyle hedef alındı.

-Taktik nükleer silah kullanımı ihtimali hiç bu yılki kadar gündeme gelmedi.

-Finlandiya’dan sonra İsveç de NATO’ya tam üye oldu ve Nordik bölgesindeki askeri tatbikatlar yoğunlaştı.

-Güney Çin Denizi’ndeki askeri tatbikatlar daha önce hiç yaşanmamış seviyelere ulaştı

-Orta Doğu biraz daha istikrarsızlaşırken, Gazze’nin faaliyette kalan son hastanesi de bombalandı.

Bugün bu ateşi tetikleyen savaşların stratejisine her ne kadar ABD’nin 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiği söylense de -ve ilk kurşun 2003’te (Irak’a karşı) atılmış olsa da- bugün yaşadıklarımızın düşük yoğunluklu ve kontrollü bir dünya savaşı olduğunu da kabul edeceksek eğer, bu durumda III. Cihan Harbi’nin asıl miladının 1996 yılı olduğunu düşünmek daha doğru olabilir. Zira Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin çözülüşü akabinde kesintisiz barışa ve liberal demokrasiye yürüdüğü sanılan dünyamızda istikametin yeni bir dünya savaşına doğru çevrildiği en önemli kilometre taşı, kanımca 1996’da dönüldü.

Her şey 1996’da başladı

1996 yılında küresel açıdan büyük önem taşıyan çok önemli gelişmeler gerçekleşmiş olsa da bunlar içinde en önemlisi, sanırım Amerikan Kongresi’nin 23 Temmuz 1996 tarihli oturumunda aldığı bir karar oldu. ABD Temsilciler Meclisi o tarihte Orta ve Doğu Avrupa’daki “yeni demokrasilerin” NATO’ya tam üye olmalarını sağlama süreçlerine mali yönden destek vermek ve İttifak’ın doğuya doğru genişlemesini mümkün kılmak üzere “NATO Enlargement Facilitation Act of 1996” adı verilen bir karar tasarısını onayladı. 1997 mali yılından başlamak üzere geçerli olan bu yasa ile -Kongre kayıtlarından da görüleceği üzere- Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın 1999’da NATO’ya dahil olmalarının önü açılmış oldu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve iki Almanya’nın birleşmesi süreçlerinde dönemin iki süper gücü arasında varılan tüm mutabakatlar yok sayılarak, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin yolu açıldı. (NATO’nun Ruslara doğuya doğru genişlememe sözü verdiğini ortaya koyan belgelerden birini “Bir belge ve bir söz üzerinden Ukrayna krizi” başlıklı Şubat 2022 tarihli yazımda aktarmıştım.)

Amerikan Cumhuriyetçi Parti temsilcisi Benjamin Arthur Gilman’ın sponsorluğunda hazırlanan söz konusu yasada, “yeni demokrasiler” olarak Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Moldova’nın yanı sıra Ukrayna’nın da adı geçmekteydi. Gazeteci Selami İnce’nin Birikim dergisinin Haziran 1999 tarihli 122. sayısındaki “NATO’nun sahibi kim?” başlıklı yazısında, Alman Aussenpolitik dergisini kaynak göstererek aktardığı bilgilere bakılırsa, yasayla birlikte bu ülkelerin NATO’ya dahil olmaları için 1997 mali yılı bütçesinde 60 milyon dolar ayrılmıştı ve bu tutarın hemen tamamı ABD’de yaşayan çoğu zengin iş insanlarından oluşan 20 milyonun üzerindeki Polonyalı ve Çekya kökenli Yahudi Amerikan vatandaşlarından gelmekteydi.

“NATO Enlargement Facilitation Act”in bir diğer anlamı da, NATO’daki kolektif inisiyatifin terk edilerek direksiyonun artık tamamen örgütün asli sahibi olan ABD’ye geçmekte olduğuydu. Alman Der Spiegel dergisinin 16 Mart 1997 tarihli12. sayısında (s. 151) sorduğu ve “gelecek yüzyılın ilk yarısı içinde NATO’nun genişletilerek etkisini sürdüreceğine inanıyor musunuz?” şeklindeki sorusuna ABD’nin eski Bonn Büyükelçisi Richard Holbrooke’nin verdiği yanıt bu ülkenin “inisiyatif alma” hazırlıklarına işaret etmesi bakımından önemliydi. Selami İnce’nin Türkçeye çevirerek yazısında aktardığı bu yanıt şöyleydi: 

“NATO barış zamanının en başarılı örgütü. Bir şey kesin. Eğer NATO yeni üye almaz ve bugünkü çekirdek çevresi dışındaki barış amaçlı görevlerini yerine getirmezse anlamsız hale gelir.”

Evet, bundan neredeyse 30 yıl önce kurulmuş bir cümle bu ve dünyanın yeniden savaşa doğru ilerlemeye başladığının ilk değilse bile ilk göstergelerinden birisi ve ileriki yıllarda yaşanacak savaşların da teminatı gibi. Evet, her şey NATO anlamsız hale gelmesin, diye kurgulandı.

Rusya - Almanya yakınlaşmasının ürkütücülüğü

Aslına bakılırsa ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki süreçte, başlarda NATO’nun genişlemesini hedefleyen bir plan peşinde olmamıştı. Hatta Amerikan Başkanlarından George H. W. Bush, 1992 yılında Rusya’ya 470 milyon dolarlık yardım paketinin önünü açan bir tasarının (Freedom Support Act) yasalaşmasını bile sağlamıştı. Onun ardından, 1993-2001 yılları arasında görev yapan Başkan Bill Clinton da NATO’yu büyütmek gibi ısrarlı bir tasavvura sahip olmamıştı. Clinton yönetimi başlarda Rusya’yı “çevreleme” siyaseti gütmek yerine “demokratik liberalizm” ilkelerini uygulamaktan yanaydı ve eski hasımlarının ekonomik ve siyasi dönüşümüne G-7 ve IMF çatısı altında yürütülen çalışmalarla mali katkı vermekteydi.

Ancak 1993’ten sonra işin rengi biraz değişmeye başladı. 12 Aralık 1993 tarihinde Rusya’da yapılan parlamento seçimlerinin sonuçlarına tepki olarak Amerikan iç politikasının geleneksel dinamikleri devreye girdi. Rusya’daki seçimlerde Vladimir Jirinovski gibi ABD’ye pek sıcak fikir ve hislerle yaklaşmayan aşırı sağcı adaylar ve Komünist Partisi hatırı sayılır oranda oy almıştı. Bunun üzerine, Amerikalılar ABD Başkanı Bill Clinton ile Rusya lideri Boris Yeltsin arasında 13 Ocak 1994’te gerçekleşen Moskova Zirvesi’ne “daha fazla reform, daha fazla iyileşme” sloganıyla gittiler. Yine de Rusya’ya doğrudan Amerikan mali yardımları kesilmedi. Ancak, Rusya’nın iktisadi dönüşüm sürecinde işin içine özel şirketler ile yarı-özel nitelikli girişimler ve vakıfların girmesi ve ABD’nin Rusya siyasetinin ulus-aşırı bir nitelik kazanmaya başlaması Cumhuriyetçileri tedirgin ediyordu. Ayrıca, iki bloklu siyasi ve askeri yapısı tarihe karışmakta olan Avrupa’nın bütünüyle dahil olacağı kolektif bir güvenlik teşkilatına dönüşecek NATO’ya Rusya’nın da üye olabileceğini deklare etmesi, Amerikan askeri sanayi kompleksinin Kongre’deki temsilcilerini kara kara düşündürmeye başladı.

Kuklayı yitirme endişesi

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Cumhuriyetçileri endişelendiren bir diğer husus da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Avrupa’da doğan boşluğu, yeniden yapılanma sürecindeki birleşik, güçlü Almanya’nın doldurmaya aday olmasıydı. Bir diğer deyişle, Berlin’in Doğu Avrupa ülkelerini böyle bir perspektifle nüfuz alanına katması olasılığından tedirgin olunuyordu. Bu olasılık, ABD’de Rusya - Almanya yakınlaşmasının gelişeceği ve kendilerini artık bir rakip olarak görme potansiyeli barındırması şeklinde propagandalara yol vermiş, bunun nasıl engelleneceğine yönelik tartışmalar Amerikan kamuoyunun gündemine gelmeye başlamıştı. Rusya’daki 1996 seçimleriyle birlikte Cumhuriyetçiler bu korkuyu daha da pompalar oldular. Gerçi Amerikan sermayesine sıkıntısız kapı aralayan ve zamanla Batılı şirketlerin kuklası haline gelen Yeltsin 1996 yılındaki devlet başkanlığı seçimlerinde yeniden başkan seçilmişti ama sonuçlar şaibeli idi ve seçimin hileli olduğuna yönelik pek çok itiraz yapılmıştı. Yeltsin’in bu seçimlerde ABD Başkanı Bill Clinton'un devreye girmesiyle, ABD'li danışmanlardan yardım aldığı da ileri sürüldüyordu. Yeltsin seçimin ilk turunda %35 oy alırken rakibi Komünist Parti adayı Gennadi Züganov %32 oy almıştı. İkinci tur seçimlerinde Züganov bazı milliyetçi partilerin desteğini alsa da %40’ta kalmış, Yeltsin %54 oyla tekrar başkan seçilmişti ama Cumhuriyetçiler Yeltsin’in toplumsal dokuyu tarumar eden politikalarının cenderesi altındaki Rus halkının Komünistleri yeniden iktidara getirme ihtimalinin ciddiyetini görmüşlerdi. Nitekim, muhalif cepheden Sergey Baburin ve Sergey Sergey Udaltsov gibi isimler 2012 yılında yaptıkları açıklamalarda, pek çok seçim sahtekarlığına şahit olduklarını belirtmişler ve 1996 seçimlerinin asıl galibinin Komünist Parti lideri Gennadi Züganov olduğunu ileri sürmüşlerdi.

Bugünlerin mimarı: Brzezinski

NATO’nun doğuya doğru genişletilmesinden ve üyelerin silah harcamalarının her zaman olduğu gibi yükselmesinden yana olan Amerikan askeri sanayi kompleksi, 1996 Rusya seçimleriyle aradığı mazerete kavuşmuş, deyim yerindeyse “kış ortasında çilek bulmuş gibi sevinmişti.” Onlar işin “tamamen duygusal” (!) yönüne bakarken konunun ideolojik ve jeopolitik şampiyonluğunu yapma işi 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yürütmüş Zbigniew Brzezinski’ye düşmüştü. Johns Hopkins Üniversitesi'ndeki Paul H. Nitze İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu'nda Dış Politika Profesörü olarak görev yaptığı gibi Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nin de danışmanları arasında yer alan Zbigniew Brzezinski, ABD çıkarları açısından NATO’nun genişlemesi gerekliliğinin jeopolitik izahını yapan bir devlet adamı, parlak bir akademik kariyere de sahip bir kanaat önderi idi.

Amerika Birleşik Devletleri Barış Enstitüsü, 5 Mart 1997’de, bu konuyu tartışmak üzere Avrupa Güvenlik Çalışma Grubu'nun ilk toplantısını gerçekleştirdiğinde ilk söz Brzezinski’ye verilecekti. Söz konusu çalışma grubunun amacı, Beyaz Saray ve Kongre temsilcilerini bir araya getirerek NATO’nun Temmuz ayındaki Madrid Zirvesi’nde alacağı genişleme kararı sonrası sürecin en iyi nasıl yönetileceği ve Moskova’nın itirazlarının nasıl göğüsleneceği konusunda siyaset erbabı ve devlet erkanı arasında diyaloğu teşvik etmekti. Dünyanın bugünkü güvensiz ortamının belki de baş mimarı sayabileceğimiz Zbigniew Brzezinski, o toplantının ilk oturumunda, NATO ile Rusya arasında süregiden adaylık müzakereleri ve onay sürecinin olası sonuçlarını tartışmaya açmış ve Rusya’nın İttifak’a üyeliğinin Avrupa güvenliği ve istikrarı üzerindeki (olumsuz) etkilerini kendince açıklamıştı. Toplantı sonrasında Dr. Brzezinski'nin açıklamalarını ve çalışma grubu katılımcılarının yaptığı katkıları özet olarak içeren “Managing NATO Enlargement” başlıklı bir de özel rapor hazırlandı, Barış Enstitüsü’nün program görevlisi Lauren Van Metre tarafından.

Brzezinski, özetle, NATO’nun Rusya’sız genişlemesi gerektiğini, Rusya ile ilişkilerin köpürtülmeden [yani hasmane şekilde -AÖ] devam etmesinin ABD’nin jeostratejik çıkarlarına daha uygun olduğunu savunuyordu. Onun bu rapordan da beslenen ve Foreign Affairs dergisinin Eylül/Ekim 1997 tarihli nüshasında “A Geostrategy for Eurasia” başlığıyla yayınlanan makalesi, aslında III. Dünya Savaşı’nın mimarisine yaptığı katkının özünü yansıtmaktaydı. Makale, bir süre sonra raflardaki yerini de alacak olan “The Grand Chessboard” adlı kitabından bir bölüm içermekteydi. Bugün CIA arşivlerinde de bulabileceğiniz bu kitapta Brzezinski, benim özetimle şöyle diyordu:

“Daha genişlemiş bir Avrupa-Atlantik [NATO] sistemi ve Rusya’yla daha iyi ilişkiler arasında bir seçim yapılması gerekiyorsa, tartışmasız öncelikli tercihimiz ilk seçenek olmalıdır. Bu nedenle, NATO’nun genişlemesi konusunda Rusya ile herhangi bir uzlaşmaya yönelmek ya da Rusya'yı bu ittifakın fiili karar alıcı üyelerinden biri yapmak, NATO'nun özgün Avrupa-Atlantik karakterini zayıflatacağı gibi İttifak’a yeni kabul edilecek üyeleri de ikinci sınıf statüye düşürebilecektir. Bu da hem Rusya'nın Orta Avrupa'daki nüfuz alanını yeniden kazanma çabalarını başlatabilecek, hem de ABD’nin Avrupa meselelerindeki rolünü zaafa uğratabilecektir. Ayrıca Ruslar ABD-Avrupa arasındaki anlaşmazlıkları bir fırsat olarak görüp kullanabileceklerdir.”

Türkçesi: Hazır Sovyetler Birliği çökmüş, dünya hep beraber liberal demokrasiye doğru yürümeye başlamışken, bu zaferi düşmanlıkları daha kolay yönetmede kullanmak varken neden düşmanlıkların sona erdirilmesinde ve dünyayı daha güvenli bir yer yapmakta kullanalım!

Bir diğer deyişle, liberal demokrasinin ideologları, bir anlamda “serbest rekabetin” serbestliğinden çekiniyorlar, Amerikan askeri-sanayi kompleksinin “barış hayrına” küçülmesinden endişe ediyorlardı. (Çok şükür o günler aşıldı da, bugün ABD’de ortalama bir vergi mükellefi, yenilenebilir enerji için yılda sadece 6 dolar, K-12 eğitimi için 270 dolar harcarken silah üreticilerine yılda 1.087 dolar harcayabiliyor.)

Dolayısıyla, bugün Avrupa’yı kökünden sarsan gerilim ve çatışmaların ardında bir mimar aranacaksa, bunların en başında 30 yaşında ABD vatandaşlığı almış Polonyalı Brzezinski gelmektedir.

Brzezinski’nin Orta Doğu şubesi: Netanyahu

Özellikle Orta Doğu’yu ateşe veren gerilim ve çatışmaların ardında ise yine bir Polonyalı olan Benzion Mileikowsky’nin, yani Varşova doğumlu Binyamin Netanyahu’nun olduğunu söylersek sanırım yanlış olmaz. Burada yine 1996 yılı öne çıkıyor. Zira onun 1996 yılında yayımlanan “Fighting Terrorism” isimli  kitabı bu çatışmaların “mimari arkaplanını” yansıtmakta.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ikinci baskısını, 1 Ocak 2001’de yapan kitabında, İran, Irak, Suriye, Afganistan Filistin Yönetimi ve Sudan terörist devletler/ yönetimler olarak tanımlanmakta ve yine benim özetimle şu sav ileri sürülmekteydi:

“Bu terör devletleri, terör örgütleri ve bileşenleri ile birlikte operasyonel ve politik olarak birbirilerini destekledikleri uluslararası bir terör ağı oluşturuyorlar. Humeyni Devrimi, Afganistan Savaşı, Körfez Savaşı’nın sonunda Saddam Hüseyin’in kaçışı ve Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat'ın militan gruplara kol kanat germesi, bu terör ağının yarattığı sonuçlardır. Bunlarla birebir savaşmak faydasızdır. Yapmamız gereken şey onları destekleyen hükümetleri devirmektir. Yani ihtiyacımız olan, Orta Doğu'da rejim değişiklikleridir. Bunun için özel kuvvetler oluşturulmalı, halkın terörist taleplere boyun eğme dürtüsüne karşı savaşması ve saldırılardan en az hasarla kurtulması için eğitilmesi gerekmektedir. “

Netanyahu, Amerikan yönetimlerini daha 90’ların sonlarında bu tezine ikna etmiş ve Beyaz Saray’a Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Somali, Sudan, Lübnan ve İran’ı içeren yedi ülkeden oluşan uzun bir “hedef ülkeler” listesi vermiştir. Columbia Üniversitesi öğretim üyelerinden, iktisatçı ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Jeffrey Sachs’ın iddiasına göre, ABD yönetimleri 11 Eylül (2001) saldırılarının ardından yaklaşık 30 yıldır sistematik biçimde Netanyahu'nun bu listesini temel alan isteklerini yerine getirmekte ve sırasıyla bu ülkelerle savaşa girip kaos, istikrarsızlık ve rejim değişikliği üretmektedir.

Nitekim, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin İran’ın da aralarında olduğu Şer Ekseni’ndeki ülkeleri sırayla vurarak savaşa gireceğini, 2003’te kaleme aldığı “Winning Modern Wars” başlıklı kitabında söylemişti. (Bkz. s.130) ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül sonrasında karar verdiğini belirten Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak, Washington’un hedefindeki ülkelerin adlarını da sıralamıştı: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Amerikalı General Netanyahu’nun listesiyle örtüşen listeyi ve benzer ifadeleri Pentagon’un o dönemde 3 numaralı ismi olan Paul Wolwovitz’den de duymuştu.

Velhasıl, 2003’te Irak ile başlayan yangın 20 yıldır Orta Doğu’yu mesken tutmuş durumda. Netanyahu’nun tüm talepleri yerine getirildi sayılır. ABD’yi listenin sonundaki ülke olan İran ile doğrudan savaştırmak hariç, tabii. İran’ın Akdeniz’e uzanan kolları köreltildiğine göre, şimdi sırada belli ki o var. Ama tabii bir savaşın öncelikle bir “iç savaş” olarak manşetlere yansıtılması, ortada “ılımlı isyancı” gruplar olması istenir. Öyle “tek kale maç” yapılmaz. Bir savaş ancak “iç savaş” olursa “sürdürülebilir” (!) olur İran’daki rejim değişikliği operasyonu. E, bunun da geliştirilmesi tabii biraz zaman alabilir.

Her ne kadar Suriye Savaşı uluslararası kamuoyunda çoğunlukla bir “iç savaş” olarak nitelendirilmiş ise de aslında “Çınar Kerestesi” (Timber Sycamore) kod adı verilen bir ABD Başkanlık talimatı uyarınca ve ABD ile Körfez monarşileri öncülüğünde 2012’de yürürlüğe konulan bir rejim değişikliği operasyonu olarak yürüdü. Devlet Başkanı Beşşar Esad hükümetine karşı savaşan Suriyeli isyancıları silahlandırmak ve eğitmek için bir milyar dolarlık CIA programının adıydı Çınar Kerestesi. Bu program, Suriye’yi ABD ile Rusya arasında bir vekalet savaşı alanına dönüştürmeye katkıda bulunduysa da Esad'ın iktidardan uzaklaştırılması için ülkenin başta petrol olmak üzere temel gelir kaynaklarından mahrum bırakılması, akabinde Suriye halkını bir zamanların Irak’ı gibi açlığa mahkum eden Sezar Yaptırımlarının devreye girmesi ve nihayet Körfez monarşilerinin Esad’ı Tahran desteğini azaltmaya ikna ederek İhvancı ve Selefi yapılar karşısında kırılgan hale geçecek şekilde kolunu kanadını kırmaları gerekmişti.

“Meğer iyi adam biz değilmişiz”

Bütün bu gelişmelere bakarak, dünyayı Wall Street Journal’ın “III. Dünya Savaşı başladı mı yoksa?” başlığını taşıyan bir haberinin girişinde ifade ettiği gibi, “Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore’den oluşan otokrasi ekseninin demokratik dünya düzenini tehdit ettiği zamanlardan geçiyoruz,” şeklinde okumayı da sürdürebilirsiniz. Ancak, temelinde ABD’nin öncülük ettiği tüm bu çatışmaların kronik şiddet ve istikrarsızlık dışında hiçbir sonuç üretmediğinin artık belirgin bir şekilde görüldüğü ve Batı dünyasının moral çöküşünün hissedildiği zamanlar bunlar. III. Dünya Savaşı “teknik olarak” ister başlamış ister başlamamış olsun, bütün bu kronik şiddet ve istikrarsızlığın temelleri 1996’da atılmış bir mimariyle başladığını ve işlediğini görmek durumundayız. Barış adına umutlarımızı çoğaltmak istiyorsak öncelikle bunu anlamak ve o mimari kurguyla mücadele edilmesi gerekiyor.

Umarım 2025 bu anlama çabasını ve mücadeleyi büyütüp umutlandığımız bir yıl olur ve başladıysa da III. Dünya Savaşı, daha fazla genişlemeden sönümlendirebildiğimiz bir momente ulaşırız.

 Gazze’de uzun süre gönüllü olarak hekimlik yapmış ve büyük travmalara tanıklık etmiş 77 yaşındaki Norveçli anestezi uzmanı Dr. Mads Gilbert’in söylediği gibi, 2024 yılı Batı'da yaşayanların kendilerinin “iyi adam” olmadıkları gerçeğini artık fark ettiği bir yıl oldu. Bu anlamda, kötü adamlığın neresinden dönersek dönelim, kârdır diye düşünerek, hepinize mutlu, sağlıklı ve barış içinde bir yeni yıl diliyorum.

                                                              /././

140 yıllık İtalyan havacılık şirketi Piaggio'nun Baykar'a satışı: "Kazan-kazan operasyonu"-Övgü Pınar-

İtalyan havacılık şirketi Piaggio'nun Türkiye'den Baykar tarafından satın alınması operasyonu İtalya'da dikkatle takip ediliyor.

1884'te kurulan ve ilk uçağını 1915'te üreten Piaggio Aerospace, 2018'den bu yana "kayyum" idaresi altındaydı. Satış sürecinde İtalyan basınına göre Türkiye'nin yanı sıra Brezilya ve Suudi Arabistan'dan da teklifler gelmişti. Geçen Cuma günü ise İtalya Ticaret ve Made in Italy Bakanlığı, şirketin Türkiye'den Baykar'a satıldığını açıkladı.

Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar da sosyal medyada İtalyanca ve Türkçe yayımladığı mesajında, "Baykar olarak 140 yıllık köklü bir mirasa sahip Piaggio Aerospace'i bünyemize katarak Türk havacılık sanayisinin gücünü Avrupa'ya taşıyoruz. Bu stratejik adımla üretim kapasitemizi güçlendirirken tarihi bir markayı geleceğe taşımanın sorumluluğunu üstleniyoruz" dedi.

İtalya Ticaret ve Made in Italy Bakanı Adolfo Urso da anlaşmayı "ülke için stratejik bir varlık olan Piaggio Aerospace'e yeni bir gelecek" olarak tanımladı. Öte yandan muhalefet ve sendikalardan İtalya'nın ve çalışanların çıkarlarının korunması çağrıları geliyor.

Satış operasyonunu BBC Türkçe'ye değerlendiren savunma ve Türkiye uzmanı Uluslararası İlişkiler Profesörü Federico Donelli ise Baykar'ın bu anlaşmayla pazarını ve arzını genişletme potansiyeline vurgu yapıyor ve "Bu, en azından kağıt üzerinde bir kazan-kazan operasyonu gibi görünüyor" diyor.

2014'te Abu Dabi hükümetine ait Mubadala şirketine satılan Piaggio, 2018'de finansal sıkıntılar nedeniyle İtalyan devleti kontrolünde 'olağanüstü yönetim' olarak anılan bir kayyum idaresine alınmıştı. İtalya hükümeti, şirketin bu dönemde de tam kapasiteyle faaliyetlerini sürdürdüğünü belirtiyor.

Şirketin başta gelen faaliyetleri arasında, İtalyan ordusunun da kullandığı P180 Avanti iş jetleri; istihbarat, gözetleme ve keşif amaçlı HammerHead İHA'ları ve ABD'nin F35 programında kullanılan F135 motor parçaları da bulunuyor.

Donelli, bu bağlamda "stratejik bir varlığın satın alınmasının ikili ilişkiler üzerinde daha da olumlu bir etki yaratacağını" söyledi.

Prof. Federico Donelli de "Baykar sağlıklı ancak pazarını genişletmesi gereken bir şirketi satın alıyor, bu açıdan Türk şirketinin şüphesiz katkısı olacaktır" diyor.

Bakanlık: Garantiler verildi

Cuma günü açıklanan anlaşmayla İtalya hükümeti, olağanüstü yönetimdeki Piaggio Aerospace markası altında faaliyet gösteren iki şirket Piaggio Aero Industries ve Piaggio Aviation'ın tüm iş komplekslerinin Türk şirketi Baykar'a devredilmesine onay verdi.

Ticaret ve Made in Italy Bakanlığı'nın açıklamasında, "İHA (insansız hava aracı) sistemleri ve ileri havacılık teknolojileri alanında lider geliştirici ve üretici şirketlerden" Baykar'ın Piaggio'yu "net ve iddialı bir endüstriyel vizyonla yeniden canlandırma garantisi" verdiği belirtildi.

Açıklamaya göre Piaggio'nun satışı için gelen üç teklif içinde Baykar'ın teklifinin, "Piaggio Aero ve Piaggio Aviation çalışanlarının ve alacaklılarının çıkarlarını garanti altına almak ve grubun endüstriyel görünümünü ileriye taşımak için en uygunu olduğu kanaatine varıldı".

Anlaşmayla Baykar'ın hem uçak üretimi hem de motor bakım ve motor komponent üretimi faaliyetlerini sürdürme ve güçlendirme vaadinde bulunduğu belirtildi.

Anlaşmanın ekonomik boyutu bakanlık tarafından açıklanmadı. Piaggio'ya bu konuda yönelttiğimiz sorulara haberimiz yayına girene kadar yanıt gelmedi.

Detayları kamuya henüz duyurulmayan endüstriyel planla ilgili sendikalardansa ihtiyatlı açıklamalar geldi.

Sendikalar, üretim tesislerinin ve istihdamın sürekliliğini, üretim varlıklarının korunmasını, insan kaynakları ve araştırmaya yatırım yapılmasını ve endüstriyel planda bu konularda garanti verilmesini talep ediyor.

Sıfır emisyonlu iş uçağı projesi

İtalya Metal İşçileri Sendikası (Uilm) Baykar'ın Piaggio'yu satın alarak Avrupa'daki pazarını büyütme fırsatı elde ettiğini de vurguladı.

Trieste Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü ve İtalya'nın köklü düşünce kuruluşlarından Uluslararası Siyaset Araştırmaları Enstitüsü (ISPI) araştırmacısı Federico Donelli de bu anlaşmanın Baykar'ın "hem pazarını hem de arzını genişletme arzusunun" göstergesi olduğunu söyledi.

Donelli, Baykar'ın Piaggio'yu satın almasının arkasında, bazı sektörler veya modellerle ilgili "know-how" elde etme isteğinin de olduğunu vurguladı, "Bunların arasında şüphesiz P180 Avanti'nin yanı sıra sıfır emisyonlu iş uçağı projesi de var" dedi.

Donelli'ye göre, "Baykar'ın son yıllarda inşa ettiği şöhret ve itibar, Piaggio Aero'nun yeniden lansmanı için faydalı bir itici güç olabilir". Ayrıca, Piaggio Aerospace ve Baykar'ın uzmanlığı arasındaki entegrasyon, HammerHead gözetleme dronları gibi bazı modellerin daha da geliştirilmesinde ve genel olarak motor bileşenlerinin üretiminde belirleyici olabilir.

İtalya basını: Erdoğan'ın damadına satıldı

Satış haberi hafta sonunda İtalya basınında geniş yer buldu, baş sayfalardan "Piaggio Erdoğan'ın damadına satıldı" gibi ifadelerle duyuruldu. Haberlerde, Piaggio'nun 800'den fazla çalışanına iş güvencesi verilmesi hususu ağırlıkla öne çıkarıldı.

Piaggio'nun genel merkezinin bulunduğu Liguria bölgesinin gazetesi Il Secolo XIX, altı yıl süren olağanüstü komiserlik yönetiminden sonra "nihayet tünelin sonunda ışık göründüğü için memnuniyet duyulduğunu" ancak sendikaların işçilerin hakları konusunda ihtiyatlı olduğunu yazdı.

Savunma sektörü haberleri veren Analisi Difesa (savunma analizi) sitesi ise Baykar'ın olası hedefleri arasında, "Piaggio'nun İHA sektöründe kazandığı deneyimleri edinmek" ve "Avrupalı müşterilere satılmak üzere kendi İHA'larının ve motorlarının üretimi, bakımı/revizyonu için Liguria'daki fabrikaları Avrupa'da bir merkez (hub) olarak kullanmak" hipotezlerini de saydı.

Uluslararası ilişkilere etkisi

Muhalefetteki Demokratik Parti'nin NATO Parlamenterler Meclisi üyeleri, Piaggio'nun yeniden canlandırılmasının, "Erdoğan'ın damadının şirketi" Baykar tarafından satın alınmasına bağlanması konusunda endişelerini dile getirdi.

Merkez-soldaki muhalif parlamenterler, Türk şirketin son yıllarda Ukrayna'ya yeni nesil insansız hava araçları tedarikini "değerli" diye niteledi ancak "Endüstriyel stratejisinin merkezinde kesinlikle İtalya ve/veya Avrupa'nın çıkarları yer almaz" dedi.

Muhalif bir diğer parti 5 Yıldız Hareketi'nin Liguria bölge yönetimi de "Piaggio Aero'nun Türk Baykar şirketine satışı, geleceğin Made in Italy insansız hava araçlarının Türkiye üzerinden savaş halindeki ülkelere satışı konusunda endişe yaratıyor" şeklinde bir açıklama yaptı.

Prof. Federico Donelli ise bu anlaşmanın İtalya-Türkiye ilişkilerine ve uluslararası alana yansımaları konusunda şunları söyledi:

"İniş-çıkışlar görülebilse de Türkiye ile İtalya arasında, hem siyasi hem de ekonomik-sosyal düzeyde güçlü bağlar var. Son yıllarda, özellikle Libya olmak üzere bazı konularda çıkarların buluşabileceği kabulüne dayalı olarak belirgin bir artış söz konusu.

NATO'nun geleceğinin bile şüphe yaratabildiği, hızla değişen ve giderek istikrarsızlaşan bir uluslararası bağlamda İtalyan-Türk ekseni, Akdeniz'den Afrika Boynuzu'na kadar çeşitli cephelerde siyasi ve güvenlik istikrar gücü görevi görme potansiyeline sahip."

                                                      /././

2025’e bizimle birlikte girecek yeni vergi ve cezalar -Murat Batı-

1 Ocak 2025 itibariyle yeni vergiler uygulanmaya başlanacak. Ayrıca yeniden değerleme oranı nedeniyle maktu[1] harçlar/vergiler, cezalar artırımlı uygulanacak. 2024 yılında mevduat faizleri ile KKM’ye getirilen muhtelif oranlardaki stopajlar 2025 Şubat itibarıyla artırılacak

Bunları tek değerlendirmeye çalışalım…

Yurt içi asgari kurumlar vergisi uygulanmaya başlanacak

2 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 7524 sayılı Kanun ile 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’na Yurt içi asgari kurumlar vergisi adıyla 32/C maddesi eklenerek yurt içi kurumlar vergisi getirildi. Ve bu yeni uygulama 1 Ocak 2025 itibariyle yürürlüğe girecek.

Bu maddeye göre hesaplanan vergi, kurumların indirim ve istisnalar düşülmeden önceki kurum kazancının yüzde 10'undan az olamayacaktır. Daha basit bir ifadeyle yurt içi asgari kurumlar vergisi şöyle işleyecektir: Kurumlar vergisi mükellefleri yıllık beyannamelerini verdiklerinde kanunen kabul edilen giderlerini düşüp kanunen kabul edilmeyen giderlerini (düşmüşse) ekledikten sonra bazı istisnalar da düşüldükten sonra- ulaşacakları ticari karlarına asgari kurumlar vergisi oranını yani yüzde 10’u uygulayacaklar. Ardından normal süreç uygulanacak yani bazı istisnalar hariç varsa diğer istisnalar muafiyetler, bağışlar vs. düşülecek. Kalan tutar üzerinden yüzde 25’lik -banka, finans kurumları için yüzde 30- kurumlar vergisi uygulanacak ve çıkacak bu tutar ilk önce bulunan (asgari kurumlar vergisi uygulandığı andaki) tutardan düşük ise ilk bulunan tutar ödenecek. Fazla ise zaten bu tutar ödenecek.

Küresel asgari kurumlar vergisi uygulanmaya başlanacak

1 Ocak 2025’te uygulanmaya başlanacak başka bir vergi de küresel asgari kurumlar vergisidir. Bu vergi özellikle uluslararası alanda vergi kayıp ve kaçağını azaltmak amacıyla OECD toplantılarında alınan kararların bir sonucudur.

Küresel asgari kurumlar vergisi 7524 sayılı Kanun ile getirildi. Buna göre nihai ana işletmesinin konsolide finansal tablosundaki yıllık konsolide hasılatı, gelirin raporlandığı hesap döneminden önceki dört hesap döneminin en az ikisinde 750 milyon euro karşılığı Türk lirası sınırını geçen çok uluslu işletme gruplarının bağlı işletmelerinin ilgili hesap dönemindeki kazançları, yerel ve küresel asgari tamamlayıcı kurumlar vergisine tabi olacak.

Elektronik ticarete yüzde 1 stopaj uygulanacak

7524 sayılı Kanun ile hayatımıza giren ve 1 Ocak 2025’ten itibaren uygulanmaya başlanacak olan bu düzenleme ile elektronik ticaret işlemlerine aracılık edenler bu işten aldığı paranın KDV hariç tutarını sattığı ürün sahibine verirken yüzde 1 stopaj yapma zorunluluğu getirildi. Kendi internet sitesinden ya da elektronik ortamda başkasına ait ürünleri satan/pazarlayan firmalara uygulanacakÖrneğin, İstanbul’dan Diyarbakır’a gitmek için Pegasus’un kendi internet sitesinden bilet alırsanız bu işlem bu düzenlemeye tabi olmayacak ama cokcokucuz.com gibi sitelerden alırsanız o zaman yüzde 1 stopaj olacak. Bu uygulama giyim, elektronik ürün, yemek vs için uygulanacak.

Örneğin kadın kıyafeti üreten Female Giyim A.Ş. ürettiği ürünleri kendisi satmaktadır. Firmanın satışlarını artırmak için İstanbul’da bu tür ürünleri kendi internet sitesinde satan Aracı A.Ş. ile KDV dahil %5 oranında komisyonla anlaşmıştır.  Bu ürünleri Aracı A.Ş. kendi internet sayfasında satışa sunmuştur. Female Giyim A.Ş.’ye ait ürünler Ocak 2025’te Aracı A.Ş. internet sayfasında KDV dahil 550 bin liraya satış olmuştur. Bu satışın 50 bin lirası KDV’dir. Tahsilatları da Aracı A.Ş. yapmıştır.

Bu durumda stopaj yapılacak vergi aşağıdaki şekilde hesaplanacaktır;

Buna göre Aracı A.Ş. Ocak ayındaki bu işlemden dolayı KDV hariç tutar üzerinden yüzde 1 stopaj yapacak -ki örneğimize göre 5 bin lira- bunu Şubat ayında muhtasar beyanname ile beyan edip ödeyecektir. Ürünü satın alan bizlerin bu tarz herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır.

Mevduat faizlerine uygulanacak stopaj artırılacak

1 Kasım 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 9075 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile mevduat faizlerinden elde edilen gelirlere uygulanacak stopaj oranları yüzde 2,5 kadar artırıldı. KKM’ye stopaj uygulaması ise 1 Ağustos 2024 tarihli 8775 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile getirilmişti.

Ancak bu oranların uygulanma süresi 31 Ocak 2025 tarihine kadardır. Yani muhtemelen 1 Şubat 2025 tarihinde yeni bir Cumhurbaşkanı kararı ile hem KKM’ye hem de mevduat faizlerine ilişkin stopaj oranları artırılacaktır.

Motorlu taşıtlar vergisi yüzde 43,93 zamlı ödenecek

VUK mük.m298/B uyarınca yeniden değerleme oranı yüzde 43,93 olarak açıklanmıştı. Bu oranı Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur. Kanunlarımızda birçok maktu vergi/harç ve cezalar/trafik cezaları ile istisna hadleri bu oranda artırılacak. Ancak kendi kanunlarında Cumhurbaşkanının yeniden değerleme oranını farklı şekilde kullanma yetkisi verilmiştir.

Bunlardan bir tanesi de motorlu taşıtlar vergisidir. Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu'nun 10'uncu maddesi uyarınca ödenecek tutarlar her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılarak uygulanmaktadır. Yani 2024’te 100 TL MTV ödediyseniz 2025’te 144 TL ödeyeceksiniz.

Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu m.10 uyarınca taşıt değerleri ve vergi miktarları YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanı yüzde 20'sinden az olmamak üzere yeni oranlar belirleyebilir

2024 yılında MTV'den hedeflen tahsilat 69 milyar lira, 2024 yılının ilk 11 ayında MTV'den 65 milyar lira tahsil edilmiş. 2025 yılında hedeflenen tahsilat ise 107 milyar liradır.

Bu tabloya göre Cumhurbaşkanının MTV’ye ilişkin indirim yetkisini kullanmayacağı görülüyor.

Zaten indirim yetkisini en son 21 Aralık 2022’de yayımlanan 6582 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile  kullanmıştı. Ancak yılın bitmesine iki gün kala yetkisini kullanmayacağını düşünmekteyim. Umarım yanılırım.

Emlak vergisi yarı oranda artacak

Emlak Vergisi Kanunu'nun 29'uncu maddesinde bulunan vergi değeri yani emlak vergisinin hesaplandığı değer her yıl yeniden değerleme oranının yarısı oranında artırılmaktadır. Önümüzdeki yıl emlak vergisi, yüzde 43,93’ün yarısı olan yüzde 21,97 oranında zamlı ödenecek. Yani bu yıl 100 TL emlak vergisi ödediyseniz önümüzdeki yıl 122 TL ödeyeceksiniz.

Emlak vergisi ile alakalı EVK m.29 uyarınca Cumhurbaşkanı, bu maddede belirtilen artış oranını sıfıra kadar indirmeye veya yeniden değerleme oranına kadar artırmaya yetkilidir denilmiştir. Yani Cumhurbaşkanı isterse 2025 yılında emlak vergisi oranını sıfıra indirebilir. Bunun için de bir Cumhurbaşkanı kararı yayımlaması gerekecek.

Ayrıca Çevre temizlik vergileri her yılbaşında, bir önceki yıl vergi tutarı yeniden değerleme oranının yarısı kadar arttırılmak suretiyle belirlenir. Belediye Gelirleri Kanunu mük.m.44 çevre temizlik vergisinin, su tüketim miktarı esas alınmak suretiyle metreküp başına alınan tutar YDO oranında artırılır ve CB, bunu ¼ oranına kadar azaltma yetkisine sahiptir.

Ancak yılın bitmesine iki gün kala Cumhurbaşkanının bu yetkisini de kullanmayacağını düşünmekteyim.

Vergi dilimleri artacak

Ücretliler dahil olmak gelir elde eden gerçek kişilere uygulanan vergi tarifesi dilimleri de yüzde 43,93 oranında artacak. Ancak yüzde 5’e kadar olan küsuratlar geriye doğru uygulanacak.

Cumhurbaşkanının bunu yüzde 50 artırma yetkisi var. Şayet yetkiyi kullanmazsa -ki ben kullanmayacağını düşünmekteyim- 2025 yılında gelir vergisi dilimleri tahminen aşağıdaki gibi olacak.

Buna göre GVK m.103 uyarınca 1 Ocak 2025’ten itibaren uygulanacak gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi 158 bin TL olacaktır.

Yani bu yıl yüzde 20'lik dilime geçmek için yıl içinde ücretinin toplamının 110 bin TL'yi aşması gerekirken 2025 yılında "bu tutar 158 bin TL'yi aşarsa" şeklinde düzenlenecektir.

Maktu vergi cezaları artacak

Vergi Usul Kanunu'nda düzenlenen idari para cezaları da Vergi Usul Kanunu'nun mükerrer 414'üncü maddesi uyarınca yeniden değerleme oranı kadar artırılacaktır. Ancak VUK’ta bu şekilde hesaplanan maktu had ve miktarların yüzde beşini aşmayan kesirlerin dikkate alınmayacağı belirlendiğinden yüzde 5’i aşmayan kesirler geriye doğru yuvarlanacak.

2 Ağustos 2024 tarihli 7524 sayılı Kanunla VUK’taki maktu (özel/genel) usulsüzlük cezaları fazlasıyla artırılmıştı. 1 Ocak itibariyle de artırılan maktu (özel/genel) usulsüzlük cezaları yüzde 43,93 kadar artırılarak hatırı sayılır bir seviyeye çıkacak.

Örneğin fiş/fatura almamanın cezası 5 bin liradan 7 bin liraya çıkacak. Bu tutarların tam olarak ne kadar olacağı bugün/yarın yayımlanacak genel tebliğlerle netleşmiş olacaktır.

VUK mük.m.414 uyarınca Cumhurbaşkanın, bunu yarı oranda azaltma yetkisine sahiptir. Ancak vergi cezalarını yarıya indirmeyle alakalı şu ana kadar bir Cumhurbaşkanı kararı yayımlanmadığından kuvvetle muhtemel Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanmayacak ve vergi cezaları yüzde 43,93 oranında artacak.

Trafik cezaları artacak

Trafik cezaları da yüzde 43,93 oranında artırılacak. Trafik cezalarında kırmızı ışık ihlalinin cezası 1.506 liradan 2.167 liraya; yanlış yere park etmek 690 liradan 993 liraya çıkacak. Cumhurbaşkanının bunu değiştirme yetkisi bulunmamaktadır.

Maktu istisna tutarları da artacak

Vergi mevzuatımızda konut gelirlerine, değer artışı kazançlarına gibi kısımlarda maktu istisna uygulanmaktadır. Bu istisnalar mükelleflerin lehinedir ve bu tutarlar da yeniden değerleme oranı kadar artırılacak.

Buna göre konut kira gelirlerine uygulanan istisna tutarı 33 bin liradan 47 bin liraya, iş yeri dışında yemek verilen ücretliye uygulanacak istisna yemek bedeli 170 liradan 240 liraya yükseltilecek.

Maktu harçlar zamlanacak

Harçlar Kanunu kapsamında alınan maktu harçlar da yeniden değerleme oranı kadar zamlanacak. Harçlar Kanunu'nun mükerrer 138'inci maddesi uyarınca alınacak maktu harçlar yeniden değerleme oranı ile artırılarak uygulanacak. Sadece bu artış maktu yani sabit bir parasal tutar olarak belirtilen harçlara uygulanacak. Buna göre yargı harçları, tapu kadastro harçları, noter harçları, vergi yargısı harçları, konsolosluk harçları, gemi ve liman harçları, diploma harçları ve trafik harçları yüzde 43,93 kadar artırılacaktır.

Buna göre yurt dışından getirilen cep telefonları için uygulanacak tutar 31.692 TL’den 45.614 TL’ye, yurt dışı çıkış harcı 500 liradan 710 liraya, 7 bin 833 lira olan pasaport harcı 11 bin 274 liraya yükseltilecek.


[1] Maktu, sabit parasal bedel demek, örneğin 20 lira 100 lira gibi. Örneğin konut kira gelirlerine 33 bin lira maktu istisna uygulanmaktadır.

                                                                   /././

Ulusal Yapay Zeka Stratejisi (2021-2025) ne kadar uygulandı?-Füsun Sarp Nebil-

"Yapay zekâ"nın sadece propaganda olmaması, gerçekten etkili olması için Türkiye'nin cafcaflı duyurulardan çok uygulamaya öncelik vermesi gerekiyor. Strateji, Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi'nin sadece bir propaganda aracı olmaz ise Türkiye'nin teknolojik ve ekonomik geleceğine anlamlı bir şekilde katkıda bulunabilir.

Yarın "Üzerimize gelen tren" başlıklı bir yazım olacak. Öncesinde, o yazıya altyapı olsun anlamında, ülkemizdeki yapay zeka çalışmalarına göz atalım. Bununla bir yandan da, hem gazeteci hem de bu ülkenin bir vatandaşı olarak, hükümetin çalışmalarını izleme ve değerlendirme görevimiz yerine gelsin.

24 Ağustos 2021'de Bilişim Vadisi'nde, Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanlığı ile Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan Ulusal Yapay Zeka Stratejisi” kamuoyuna tanıtıldı. O dönem Ulusal Yapay Zeka Stratejisi'ni incelemiş ve düşüncelerimi yazmıştım.

En önemli eksik bence "yetenek yetiştirme" (özellikle matematik eğitiminden bahsediyorum) ve “internet altyapısı” konularındaydı. Bu eksikliklere rağmen, böyle bir stratejinin ortaya konulması iyi bir gelişmeydi.

Şimdi bu stratejinin son yılına giriyoruz. Ama maalesef, stratejinin eylem planı bile 3 yıl sonra yani süre biterken, 2024'ün 26 Ağustos'unda yayınlandı. Hem de 2024-2025 başlığı ile. Stratejinin ne kadar ciddiye alındığını varın, siz düşünün. Ama yine de geçen sürede bir şeyler yapıldı mı ya da neler yapılmadı, yakından bakalım;

2021-2025 strateji belgesine göre 5 temel amaç vardı;

  1. Yapay zekaya yönelik AR-GE yatırımlarını artırmak.
  2. Yapay Zeka ile ilgili eğitim ve iş gücü becerilerini geliştirmek.
  3. Eğitim dahil olmak üzere kamu hizmetlerinde yapay zekanın benimsenmesini teşvik etmek.
  4. Yapay zeka için yasal ve etik bir çerçeve geliştirmek.
  5. Türkiye'yi 2025'e kadar yapay zeka alanında ilk 20 ülke arasına yerleştirmek.

Temel vaatlerden biri, gelecek nesilleri dijital çağa hazırlamak için yapay zekayı eğitime dahil etmekti.

Global Yapay Zeka Endeksi'nde durum

Şimdi bunların hangilerinin yerine geldiğini incelemeden önce, önceki yazımda 2019 rakamlarını verdiğim "dünya ülkelerinin yapay zeka sıralaması" 2024 verilerine göz atalım. Bakalım 5 yıl sonra neredeyiz?

19 Eylül 2024 tarihli son duruma, ilk 5 sıralamaya bakarak başlayalım ve önceki yazımızdaki 2019 verileri ile karşılaştıralım. Listede ilk 5'e tırmanan 2 yeni ülke var; Fransa ve Singapur. Buna karşılık 2019 listesinde 5. sırada yer alan Güney Kore bu yıl 6'ncılığa ve 4'üncü sırada yer alan Kanada ise 8'inciliğe gerilemiş.

ABD'nin açık ara 100 puan aldığı, onu 54 puan ile Çin'in takip ettiği ama diğer ülkelerin 30 civarında olduğu görülüyor. Puanlamada ABD'nin önde olmasının nedeni yeteneklerin, altyapının, AR-GE'nin, ticari uygulamaların ve devletin payının katkısı olduğu görülüyor.

Şimdi Türkiye'nin puanına karşılaştırmalı olarak bakalım; üstteki şeritte 2024, altta 2019 verilerini görüyorsunuz. Türkiye 2019'da 10,5 olan toplam puanını 11,3'e çıkarmış. Şu anda dünya listesinde 34'üncü sırada yer alıyor.

2021 yılında strateji yayınlandığında eleştirdiğim konulardan birisi eğitime yani "yetenek yetiştirme" konusuna idi. Şimdi 2019 ile karşılaştırmalı bakarsak, "yetenek" puanı 7,8'den sadece 8'e çıkmış. Ya da başka deyişle 5 yıl boş geçmiş ve yetenek yetiştirilememiş. (Sayısı arttırılamamış.)

Oysa Ulusal Yapay Zeka Stratejisi belgesindeki en önemli amaçlardan birisi -yukarıda da belirttik- "yapay zeka ile ilgili eğitim ve iş gücü becerilerini geliştirmek" idi. 4 ay önce yayınladıkları gecikmeli eylem planına da bakarsanız 71 öncelikli eylemin 20'sinde "yapay zeka uzmanı yetiştirmek" ile ilgili eylemler var. Ama endeksteki yetenek puanımızın 5 yılda 7,8'den sadece 8'e çıkmış olması, Yapay Zeka Stratejisi'nin temel hedeflerinden birini pas geçtiğini gösteriyor.

Yani Yapay Zeka Stratejisi bu alanda başarısızlığa uğramış. Nasıl uğramasın ki, başta Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere üniversitelerin hali ortada. Ama ben üniversiteden de daha önceye yani ilkokuldan itibaren matematik eğitimine işaret etmiştim. Matematik ilkokul ve ortaokulda ağırlıklı verilmeli ve çocuklara sevdirilmeli.

İlaveten de endeksin yetenek bileşeninin gelişmemiş olması, "beyin göçü"n en çok etkilediği sektörlerden birisinin yapay zeka alanı olduğunu da düşündürüyor. Örneğin 2'nci sıradaki Çin, 2019 yılında 17,2 iken 2024'de yetenek rakamını 26'ya çıkarmış.

Yapılan tek şey belge yayınlamak mı?

Endeksi incelemeye devam edelim; Türkiye'nin altyapı puanı 45,6'dan 16'ya düşmüş. (Elektrik, internet ve süper bilgisayar erişimi.) İşletme çerçevesi 56'dan 79'a çıkmış. (düzenleyici çerçevesi çıkarılmış olması ve kamuoyu farkındalığı ile oluşan bir kriter.)

Buna karşılık 4,8 olan araştırma puanı 3'e düşerken, 1 olan geliştirme puanı 4'e çıkmış. Hükümet stratejisi 7,4'ten 48'e çıkmış. Bunun temel nedeni de dediğimiz gibi 2021-2025 strateji belgesinin yayınlanmış olması. Ticarileşmede ise 5 yılda ancak 1'den 2'ye çıkılmış. (ABD 100 iken...)

Özetle, 5 yıl içinde Türkiye'nin yaptığı hemen hemen tek faaliyet bir strateji raporu yayınlamış olması. Bu tür endekslerde de düzenleyici çerçeveleri önem arz ediyor. Ancak sonuçlara baktığımızda bu strateji raporu yayınlanmış ama hiç uygulanmamış. Belge dışında elle tutulur bir gelişme gözükmüyor.

Aşağıda strateji belgesinde olup da uygulanmayanların neler olduğuna yakından bakalım.

Yapay Zeka Stratejisi'nin uygulama eksiklikleri

Türkiye'nin Ulusal Yapay Zeka Stratejisi (2021-2025), yapay zekayı (YZ) eğitim, sağlık ve endüstri dahil olmak üzere çeşitli sektörlere entegre etmek için hedefleri ana hatlarıyla belirten bir belge gibi görünüyor. Ancak, gerçekten uygulanıp uygulanmadığı veya öncelikle bir propaganda aracı olarak hizmet edip etmediği konusuna gözlemlenebilir eylemler ve sonuçlarla bakalım. 2025' girerken, durumu -yapay zeka desteği de alarak- analiz edelim.

Eğitim ve yapay zeka entegrasyonu

Okullarda sınırlı etki: Stratejinin vaadine rağmen, yapay zeka Türkiye'nin ilk veya orta öğretimine yaygın olarak entegre edilmedi. Bu konuda yapay zeka odaklı müfredat veya öğretmen eğitim programları konusunda çalışma göremiyoruz.

Yüksek öğrenim çabaları: İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) gibi bazı üniversiteler yapay zeka araştırma programları veya bölümleri başlattı. Ancak bu çabalar sistemsel olmaktan çok tekil gelişmeler olarak kaldı.

Kamu hizmetlerinde yapay zeka

Kamu hizmetlerini dijitalleştirme olsa da, örneğin e-Devlet, gelişmiş yapay zeka araçlarının entegrasyonu asgari düzeyde ya da hiç hükmünde kalıyor.

İşgücü geliştirme

Bireyleri yapay zeka ile ilgili işler için eğitmek veya yeniden beceri kazandırmak için programlar sınırlı ve stratejinin hedefleriyle uyuşmuyor. Eğitimin yapay zekayı içerecek şekilde düzenlendiğini görmedik.

Ülkemiz dijital oyun kullanıcısı en fazla olanlar arasında. Bu merak pekala matematiğe çevrilebilir. İlkokuldan itibaren çocuklara matematik sevdirilebilir. Zorlaştırma yerine oyunla öğretilebilir. Bugün Rus ve Ukraynalı hacker'ların güçlerinin arkasında, ilkokuldan başlayan temel matematik var.

Uygulamayı engelleyen zorluklar

2021'de strateji yayınlandığında diğer önemli sorun olarak altyapıda eksiklik olduğuna işaret etmiştik. Aradan geçen 3 yılda aynı altyapı sorunu telekomda, eğitimde, enerjide vs sürüyor. Değişen hiçbir şey yok. Dolayısıyla bu alanda da sözde kalan bir strateji raporu var. Peki bu eksiklikler neden çözülemiyor? Uygulama açısından şu sorunları sayabiliriz.

Politik kararlılık yok

Ankara'daki politikacıların hiçbiri yapay zeka ya da onun getirmekte olduğu gelecek ile ilgilenmiyor. Bu konuya aldırdıkları yok. Sadece seçim dönemlerinde, "Karadeniz gazı" sunduklarında olduğu gibi, propaganda amaçlı sundukları yapay zeka strateji raporu var. Yapay zeka alanında politik kararlılık diye bir şey yok.

Bütçe ve kaynak eksikliği

Politik kararlılık olmadığını 2025 bütçesine bakınca da görüyoruz. Yetersiz finansal kaynaklar ve telekom altyapı eksikliği, yetersiz veri merkezi sektörü, enerji sorunları, öğretmen eğitimi ve müfredat geliştirme konularında bütçe ve kaynak eksikliği çok açık bir şekilde ortadadır.

Telekom altyapısının yarattığı sorun

Türkiye'nin fiber altyapısının zayıflığı, yapay zekanın gelişimini ve benimsenmesini ilerletmenin önünde kritik bir engel. Fiber optik ağlara yapılan yatırımlar, stratejik hükümet politikaları ve uluslararası iş birliğiyle birleştirildiğinde, Türkiye'nin yapay zekanın dönüştürücü potansiyelinden yararlanması için temel oluşturabilir. Bu çabalar olmadan ülke, teknoloji odaklı bir gelecekte geride kalma riskiyle karşı karşıya.

Veri merkezi sektörünün zayıflığı 

Yapay zeka demek veri merkezleri ve enerji olması demektir. Ülkeler veri merkezlerinin ihtiyacı olan enerjiyi bulmak için gözden çıkarılmış olan nükleer enerji santrallarını yeniden başlatıyorlar.

Yapay zeka çağında başarılı olmak için ülkeler yerel, ölçeklenebilir ve sürdürülebilir veri merkezi altyapısının geliştirilmesine öncelik vermelidir. Veri merkezi sektörünün güçlü olması sağlam bir yapay zeka ekosistemini yaratabilir. Ekonomik rekabeti artırabilir ve kritik veri kaynakları üzerinde egemenlik sağlayabilir. Böyle bir strateji olmadan, küresel yapay zeka yarışında geride kalma riski kaçınılmaz hale gelir.

Strateji uygulama eksikliği

Yapay zeka alanındaki çabalar genellikle parçalanmış ve tekil çabalar durumunda. Girişimler, ülke çapında tutarlı bir uygulama olmaksızın bireysel kurumlarda veya pilot programlar aracılığıyla gerçekleşiyor.

Sınırlı farkındalık ve erişilebilirlik

Özellikle kırsal alanlardaki birçok okulda, yapay zeka eğitimi için gereken bırakın gelişmiş araçları, temel dijital altyapı bile yok. Eğitime girmeyen yapay zekanın gelişme imkanı da yok.

Sadece propaganda mıydı?

2021 öncesi duruma bakmasak bile, strateji raporunun yayınlandığından günümüze gelene kadar bahsettiğimiz konularda gelişme olmaması gööne alındığında, yapay zeka stratejisi planının, hükümetin odaklandığı bir hedef olmasından ziyade, propaganda yapmaya yönelik olup olmadığını sormak makul. Bu görüşü destekleyen birkaç nokta var:

Eylem Planı bile 3 yıl sonra yayınlandı: Her strateji planının mutlaka eylem planı olur. Planın bitmesine az kala, 2024'te alelacele yayınlanan eylem planına bakınca 'Yerine gelsin diye yayınlandı' diye düşünmeden edemiyorum.

Eğitim ve altyapıda görülen gelişme yok: 3 yıldır eğitimde, altyapıda yapay zekaya yönelik gelişme sıfıra yakın.

2025 bütçesinde de ayrılan kaynak yok: Türkiye'nin 2025 yılı bütçesinde yapay zeka (YZ) alanına ayrılan spesifik bir ödenek miktarı kamuya açıklanmadı.

İzleme-denetleme süreci yok: Propaganda olduğunu düşünmemizin diğer nedeni de -diğer tüm benzeri hükümet belgelerinde olduğu gibi- izleme ve denetleme süreci yok. Şeffaflıktan bahsetmiyorum bile.

Propaganda ve seçim etkisi: Bu tür iddialı projelerin duyuruları genellikle seçim döngüleri sırasında kamuoyu algısını etkileyecek şekilde zamanlanır. Stratejinin hedefleri geniş çapta duyuruldu ve bu da ileri görüşlü bir yönetim algısı yarattı. Ancak, somut eylemler yok. Bu da, strateji raporunun tamamen propaganda amaçlı olduğunu gösteriyor.

2025'de yapay zeka stratejisine kaynak ayrılacak mı?

Türkiye stratejiye kalan zaman diliminde (2025) kaynak ayırır mı? 2021-2025'te hedeflerin gerçekleştirilmesi için ilgili kurum ve kuruluşların bütçelerinden pay ayrılması gerekiyor. Ancak, yapay zeka için ayrılan toplam bütçe miktarı hakkında net bir bilgi mevcut değil.

Bu yazıyı da hatırlatmak amaçlı yazdım. 2025'te hiç olmaz ise bir şeyler yapılabilir. Bazı önlemler alınabilir. Örneğin eğitime yapay zeka sokulması için planlama düşünülebilir. Çoktandır konuşulan veri merkezi stratejisi de artık yayınlanmalı ve sektörün sorunları ele alınmalıdır. Ama tabii ki en önemlisi fiber altyapının önündeki engeller kaldırılmalı. Altyapının yapılması için önlemler alınmalıdır.

Geçtiğimiz günlerde katıldığım Vodafone yıl sonu basın toplantısında, Genel Müdür Engin Aksoy'un "5G'nin 1 yıllık gecikmesi ile ülke ekonomisi 120 milyar TL'lik bir faydadan mahrum kalıyor" ifadesi vardı. Rakamı nasıl hesapladıklarını bilemiyorum. Ama kaybedilen sadece 3 aşağı, 5 yukarı bu düzeylerde olan bir rakam değil. Aslında geleceği kaybettiğimizi anlayabiliyor musunuz? Bunu "Üzerimize gelen tren" yazımda daha farklı şekilde anlatacağım.

Son olarak, "yapay zeka"nın sadece propaganda olmaması, gerçekten etkili olması için Türkiye'nin cafcaflı duyurulardan çok uygulamaya öncelik vermesi gerekiyor. Strateji, Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi'nin sadece bir propaganda aracı olmaz ise Türkiye'nin teknolojik ve ekonomik geleceğine anlamlı bir şekilde katkıda bulunabilir.

                                                                   /././

Hâkim ve Savcılar Kurulu için Venedik Komisyonu ne diyor?-Rıza Türmen-

Bugün AKP, bağımsız bir yargı ve bağımsız bir HSK istememektedir. Tersine siyasal muhaliflerini cezalandıran bağımlı bir yargı ve bunu gerçekleştirecek bağımlı bir HSK istemektedir. O nedenle de uluslararası hukuk çevrelerinin “yargıyı bağımsız yapın” istemlerine kulaklarını tıkamaktadır.

Venedik Komisyonu, 9 Aralık 2024 tarihinde Türkiye’deki Hâkim ve Savcılar Kurulu (HSK) ile ilgili bir rapor yayınladı. Venedik Komisyonu Avrupa Konseyi’nin önemli bir organı. Avrupa’nın önde gelen hukukçularının hazırladıkları raporlarla üye devletlerdeki demokrasi, hukuk devleti alanalarındaki eksikliklere dikkati çekiyor ve bunların düzeltilmesi için önerilerde bulunuyor. Bu raporlar AİHM kararlarında da etkili oluyor.

HSK’a benzer kuruluşlar Avrupa’da birçok devlette mevcut. Amaç hukuk devleti ilkelerine saygı gösterilmesini sağlamak. Bu ilkelerin başında yargının ve yargıcın bağımsızlığı geliyor. HSK’lar her ülkede yargı bağımsızlığının anahtarı. Yargı bağımsızlığı olmadan kuvvetler ayrılığından, fren denge mekanizmasından, demokratik bir rejimden söz etmek olanağı yok. Bağımsız bir yargı yoksa, bireyin hak ve özgürlüklerinin de güvencesi yok demektir. Bağımsız bir yargının olmaması aynı zamanda adil yargılanma hakkının da ihlalidir. Yargı bağımsızlığının sağlanması için önce HSK’nın bağımsız olması gerekir.

Venedik Komisyonu’nun raporu Türkiye’deki HSK hakkında yazılan ilk rapor değil. Bu konuda yazılan pek çok rapor var. Bütün bu raporlarda varılan sonuç HSK’nın bağımsız olmadığı. Raporlar bu konudaki endişeleri dile getiriyor.

Venedik Komisyonu 2017 referandumu ile ilgili raporunda yeni Anayasa ile Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir siyasal parti başkanı olabileceğini, dolayısıyla HSK’ya atama yetkisine sahip olduğu 13 üyeden 6 üyenin siyasal atamalar olacağını belirtmişti.

AİHM 2020’de kabul ettiği Selahattin Demirtaş kararında Venedik Komisyonu’nun bu gözlemine yer verdi.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin uygulamamakta ısrar ettiği AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarıyla ilgili kararlarında, “genel önlemler” başlığı altında, Türkiye’den HSK’nın yürütmeden bağımsız olmasını sağlayacak önlemlerin alınmasını talep etti. Aynı kararlarda, yargının tarafsız ve bağımsız olmamasından duyulan endişe de belirtildi.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi 2022 yılında aldığı bir kararda, HSK’nın oluşumu nedeniyle, yargı bağımsızlığının güvence altında olmadığına değinir.

Benzer eleştirileri Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye’yi izleme raporlarında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin ya da B.M. İnsan Hakları Komisyonu’nun raporlarında da görmek olanağı var.

Anayasa’nın 159. Maddesine göre, HSK 13 üyeden oluşuyor. Adalet Bakanı HSK’nın başkanı, müsteşarı da doğal üyesi. Geri kalan 11 üyesi de şöyle saptanıyor: 4 üyesi Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor, bunlardan 3’ü adli yargıdan, biri idari yargıdan. 7 üye ise TBMM tarafından seçiliyor.  Bunlardan 3’ü Yargıtay’dan, 1’i Danıştay’dan, 3’ü ise öğretim üyesi ve avukatlar arasından. Seçim usulü de şöyle: Adaylık için başvurular TBMM, Anayasa ve Adalet Komisyonu üyelerinden oluşan Karma Komisyon’a gönderiliyor. Karma Komisyon’un her bir üyelik için üç aday belirlemesi gerekiyor. Birinci turda üçte iki çoğunluk, ikinci turda beşte üç çoğunluk aranıyor. İki turda da adaylar belirlenemezse, her bir üyelik için en çok oyu alan iki aday arasında da ad çekme usulüyle adaylar belirleniyor. TBMM bu adaylar arasından her bir üye için seçim yapıyor.

Bu aday belirleme usulünde ilk bakışta muhalefetin gösterdiği adayların da HSK’a üye olma şansı var gibi gözükse de bu yanıltıcı bir görünüm. Karma Komisyon’da AKP-MHP bloku çoğunluğa sahip olduğundan en çok oy alan iki aday arasında çekilen kura iktidarın gösterdiği adaylar oluyor.

Venedik Komisyonu’nun HSK’nın oluşumuna ilişkin görüşleri şöyle özetlenebilir:

1. HSK’nın Oluşumu

a. HSK’nın Yargıç ve Savcı Üyelikleri

Avrupa standartlarına göre HSK’nın en az yarısı meslektaşları tarafından seçilen yargıç ve savcılardan oluşmalıdır. Bunun amacı siyasal makamların müdahalelerini önlemek ve HSK’nın yargıç ve savcıları temsil etmesini sağlamak.

Türkiye’deki HSK’nın 8 üyesi yargıç ve savcılardan oluşmasına karşın, meslektaşları tarafından seçilmiş değillerdir.

HSK üyelerinden dördü Cumhurbaşkanı tarafından atamakta: Bu atama için bazı şekli koşullar öngörülmekteyse de atama Cumhurbaşkanı’nın hiçbir kriter olmaksızın takdirine bırakılmıştır. O nedenle Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir siyasal partinin başkanı olduğu düşünülürse, bu atamaların siyasal nitelikte olduğu ortaya çıkar.

Ayrıca Adalet Bakanı ve müsteşarıyla birlikte gerçekte Cumhurbaşkanı 13 üyeden 6’sını atamaktadır. Geri kalan 7 üye ise Cumhurbaşkanı’nın partisinin çoğunlukta olduğu TBMM tarafından seçilmektedir. Böylelikle yürütme, yargı bağımsızlığını sağlayacak olan HSK üzerinde tam bir kontrole sahiptir.

b. HSK’nın Yargıdan Gelmeyen Üyelikleri

Anayasa HSK’nın üç üyesinin yüksek öğretim kurumlarından ve avukatlardan seçilmesini öngörmektedir. Bunun amacı HSK’nın oluşumunun çoğulcu bir yapıya sahip olmasını sağlamak ve HSK’nın korporatist bir yapıya dönüşmesini önlemektir. Oysa, HSK üyelerinden hiçbiri meslektaşları tarafından seçilmediğinden ve yargıç ve savcılar topluluğunu temsil etmediklerinden korporatist bir yapı da söz konusu değildir. Bu üyelerin TBMM’deki seçimleri aynı usule tabi olduğundan, kendi kurumları tarafından gösterilen adaylar arasından seçim yapılmadığından ayni sakıncalar geçerlidir.

c. HSK’nın Doğal Üyeleri

Adalet Bakanı HSK’nın başkanı, müsteşarı ise HSK’nın doğal üyesidir. Avrupa Yargıçları Konseyi’ne göre, pasif bile olsa bir Hükümet üyesinin yargıçlara disiplin yaptırımları uygulamaya yetkili bir organda bulunması son derece sakıncalıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki adil yargılanma hakkıyla ve disiplin yaptırımları uygulayan organının bağımsız olması gerekliliği ile bağdaşmaz.
Yargıç ve savcıların denetimi ve soruşturmasının Adalet Bakanının onayına bağlı olması, HSK’nın görevlerini bağımsız olarak yaptığı konusunda endişelere yol açmaktadır. Adalet Bakanı’nın soruşturmalarla ilgili yetkileri, HSK üyeleri üstünde caydırıcı etki yapabilir.

Adalet Bakanı Müsteşarı’nın HSK’nın oy hakkına sahip doğal üyesi olması da HSK’nın bağımsızlığı bakımından endişe vericidir. Müsteşar, Bakanın önceliklerini ve görüşlerini HSK’ya taşıyacak, yargıç ve savcıların atamaları, terfileri, disiplinleri gibi konularda rol oynayacaktır.

d. Yargıçlar ve Savcılar Arasında Ayrım Yapılmaması

Türkiye’deki mevcut sistemde yargıçlar ve savcılar eşit statüye sahiptir. Oysa çağdaş Avrupa standartlarına göre yargıçlar ve savcıların kurulları farklı olmalıdır.

2. HSK’nın Görevleri

Anayasa’nın 159. Maddesi: HSK’nın görevlerini sayarken “yargıç ve savcıları … denetlemek”ten söz etmekte. Oysa HSK’nın görevi yargıç ve savcıları denetlemek değil, yargının bağımsızlığını sağlamak olmalıdır.

HSK Kanunu’nun 4-1ç maddesinde HSK’nın görevleri arasında “meslekte kalmaları uygun görülmeyenler” ibaresi kullanılmakta. “Uygunluk” idareye takdir yetkisi veren bir idare hukuku kavramıdır. Bu kavramın yargıçlar hakkında kullanılarak yargıçların görevlerine uygun olmadıkları için keyfi bir biçimde görevlerine son verilmesi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.

Anayasa’nın 159(10) maddesi ve HSK Kanunu’nun 33(5) maddesi, meslekten çıkarma kararları dışındaki HSK kararlarının kesin olduğunu, bunların yargı denetimine tabi olmadığını belirtmekte.
Avrupa standartlarına göre, HSK’nın bütün kararları yargı denetimine tabi olmalıdır.

Raporun son bölümünde Venedik Komisyonu Hükümete şu tavsiyelerde bulunmakta:

  1. HSK üyeliklerinin en az yarısı yargıç ve savcılar arasından seçilmeli, Cumhurbaşkanı HSK’ya üye atamamalıdır.
  2. Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSK üyeliğine son verilmelidir.
  3. Yargı mensubu olmayan üyelerin sayısı arttırılmalı. TBMM, üniversiteler ya da Baro tarafından önceden seçilen adaylar arasından seçim yapmalıdır.
  4. HSK başkanı, üyeler tarafından seçilen tarafsız bir kişi olmalıdır.
  5. Yargıçlar ve savcılar için iki ayrı kurul oluşturulmalıdır.
  6. Anayasa md.159’deki “denetim” sözcüğü, yargıç ve savcılar üzerinde kontrol yetkisi vermeyen başka bir sözcükle değiştirilmelidir.
  7. HSK Kanunu’ndaki 4/1/ç maddesindeki “uygun görülmeyenler” ibaresinin, yargıçların keyfi bir biçimde görevlerine son verilmesine yol açmayacağı açıklığa kavuşturulmalıdır.

Türkiye’nin taraf olduğu ya da olmadığı (AB Komisyonu gibi) insan hakları ve hukuk devletiyle uğraşan bütün uluslararası kuruluşlar Türkiye’de yargı bağımsızlığının, bunun için de önce HSK’nın bağımsızlığının sağlanmasını, bu amaçla gereken adımların atılmasını talep ediyorlar.

Venedik Komisyonu’nun raporu bunun ötesine geçerek HSK’nın bağımsızlığı için neler yapılması gerektiğini de belirtiyor.

Türkiye’de HSK’nın ve yargının bağımsızlığı ile ilgili bir sorun olduğu açık. Bütün bunlar karşısında Türkiye’yi yöneten iktidar ne yapıyor? Böyle bir sorunun varlığını reddediyor. Reddedince de çözüm bulmak gibi bir derdi olmuyor.

Venedik Komisyonu raporunda Hükümet’in de görüşlerine yer veriliyor. Hükümet, raporu hazırlayan uzman hukukçuların raporda yer alan bütün eleştirilerini reddediyor.

İşin ilginç yanı 2011-2013 yıllar arasında yeni bir anayasa yapmak için kurulan TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda Venedik Komisyonu raporundaki önerilerin bazıları Komisyon’a katılan dört parti (AKP-CHP-MHP-BDP) tarafından daha önce kabul edilmişti.

Örneğin Yargıçlar ve Savcılar için iki ayrı kurul oluşturulması, Adalet Bakanı’nın Yargıçlar Kurulu Başkanı olmaması, başkanın üyeler tarafından seçilmesi, Cumhurbaşkanı’nın üye atamaması, TBMM’deki üye seçimlerinin kendi kurumları tarafından aday gösterilen kişiler arasından yapılması, AKP’nin de içinde bulunduğu dört parti tarafından kabul edilmişti.

Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda o gün kabul edilen metinlerin bugün neden reddedildiği sorusu ortaya çıkmaktadır.

Bu sorunun yanıtı açıktır. Bugün AKP, bağımsız bir yargı ve bağımsız bir HSK istememektedir. Tersine siyasal muhaliflerini cezalandıran bağımlı bir yargı ve bunu gerçekleştirecek bağımlı bir HSK istemektedir. O nedenle de uluslararası hukuk çevrelerinin “yargıyı bağımsız yapın” istemlerine kulaklarını tıkamaktadır. Yargının bağımsız olmadığı bir ülkede, hukuk devletinin de demokrasiden de söz edilemeyeceği ise AKP iktidarını fazla ilgilendirmemektedir. Çünkü bunlardan çoktan vazgeçilmiştir.

                                                                       /././

Dava bitti, Narin’in neden öldüğü hâlen belirsiz

Narin Güran cinayeti davasında Yüksel, Salim ve Enes Güran ağırlaştırılmış ömür boyu, komşuları Nevzat Bahtiyar ise 4 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Narin'in kim tarafından ve neden öldürüldüğü ise hâlen meçhul.(https://t24.com.tr/haber/dava-bitti-narin-in-neden-oldugu-halen-belirsiz,1206182)

                                                                       ***
(T-24)


Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Aralık 2024-

 

Suriye’de umut yok -Ergin Yıldızoğlu-

Suriye’de Esad rejimi yıkıldı. Suriye’nin çok kültürlü yapısını, etnik mozaiğini kucaklayan özgür, eşitlikçi bir gelişme hattı üzerinde toplumsal yaşamı yeniden kurma fırsatı doğdu. 

Suriye’nin son 50 yılında yaşanan baskı ve terörü, Irak yıkıldıktan sonra yayılan IŞİD vahşetini, “Arap Baharı” olaylarının yarattığı düş kırıklığını, Suriye iç savaşı felaketini, nihayet Esad rejimini yıkan güçlerin ideolojisini düşününce, bu iyimserlik hemen yok oluyor, yerini bir imkânsızlık duygusuna bırakıyor. Peki, tarihte, toplumsal ilerleme atılımları, devrimler hep “imkânsızı” arzulayanların eliyle gerçekleşmedi mi? Evet ama önce “gerçekçi” olmak koşuluyla: Var olan gerçekliği değiştirebilmek için önce onu doğru tanımlayabilmek gerekiyor. 

SURİYE GERÇEKLİĞİ

Suriye “gerçekliğini”, üç vektörün bileşkesi olarak düşünebiliriz. 

1) Ülkenin iç dinamiği 

2) Ülkeyi kucaklayan jeopolitik dinamikler 

3) 50 yıllın sosyopsikolojik mirası 

(1) Suriye, “Sykes-Picot” anlaşması gibi bir emperyalist iradenin elinde çok kültürlü, çok etnik gruplu, emperyalist müdahalelere açık ve asla istikrara kavuşamayacak bir biçimde kuruldu. Bu içinde Arap ve Kürt halkları, Ermeniler, Aleviler, Sünniler, Dürzüler, Hıristiyanlar gibi dini cemaatler olan bir yapıntıydı. Özel mülkiyete dayalı toplumlar, tarihin sunduğu zemin üzerinde kendi içlerinde, ekonomik siyasi ve kültürler/ dinler/etnik gruplar arası hiyerarşiler oluştururlar. Tarih, bize ne kadar adaletsiz olursa olsun zaman içinde belli bir iç dengeye ulaşan bu toplumları bir arada tutan devlet yıkılınca, kurulu hiyerarşilerin bastırdığı öfke, kin ve diğer adaletsizlik duyguları, intikam arzuları hızla serbest kalıyor; yeniden bir dengeye ulaşmak hem çok zor oluyor hem de uzun sürüyor; hatta bazen mümkün olmuyor. Suriye işte tam da bu noktada. 

(2) Söz konusu devletin yıkılması sürecinde onu kucaklayan jeopolitik dinamikler de rol oynuyor. Bu alandaki aktörlerin toplumun dinler, cemaatler, etnik grupların arasındaki çelişkilerini, farklılıklarını kullanarak yapacakları müdahaleler de gerçekliğin bir parçasıdır. Suriye bağlamında, Türkiye, İsrail ve ABD başta olmak üzere, Sünni Arap Petro devletleri, daha uzaktan Rusya ve Çin gibi büyük güçler, Ürdün ve Lübnan gibi küçük, kırılgan “güçler” kendi kısa ve uzun dönemli çıkarları doğrultusunda, sürece katılılıyorlar. El Nusra, IŞİD, YPG ve Esad ordusundan kalanlar gibi devlet olmayan aktörleri de Suriye gerçekliğinin jeopolitik boyutunun parçaları olarak düşünmek gerekir. 

Bugün Suriye’de yeni “düzeni”, HTŞ adlı bir aktör/ grup kurmaya çalışıyor. Bu aktör, tarihsel ve kültürel pratiklerinin kurucu etkilerinden, dolayısıyla El Nusra ve IŞİD mirasından soyutlanarak düşünülemez; bileşenlerinin kısa bir dönem içinde değişebileceğine ilişkin iddialar ciddiye alınamaz. Öyleyse, Sünni radikal İslamcı terörist bir grubun düzen kurma çabaları da gerçekliğin jeopolitik boyutunun bir parçasıdır. 

EPİGENETİK TRAVMA

Nihayet son derecede önemli ama hemen her zaman unutulan bir etken, “epigenetik travma” da Suriye gerçekliğinin 3. vektörünü oluşturuyor: “Epigenetik travma”, bir kişinin yaşadığı travmatik deneyimlerin, genetik kodda bir değişiklik olmaksızın, genlerin işleyişinde değişikliklere yol açarak sonraki nesillere aktarılabilmesi durumunu ifade eder. “Epigenetik travma”, genetik mirasın sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve psikolojik deneyimleri de içerebileceğini gösterir.

Daha iç savaş başlamadan önce Suriye toplumu, baskıcı bir rejimin altında, tutuklanma, işkence, bir yakınını “Muhaberat”ın elinde kaybetme gibi büyük travmaların yanı sıra, yıllar boyunca, biteviye tekrarlanan, günlük ekonomik, etnik, siyasi çaresizlik, aşağılanma gibi küçük ama birikimli travmaların  şekillendirdiği insanlardan oluşuyordu. “Sosyal sermaye” (bireylerarası ve bireylerle kurumlar arası güven, gelecek umudu) ya çökmüştü ya da çok zayıflamıştı. İç savaş bu büyük ve küçük travmaları çok daha ağırlaştırdı, toplumun “sosyal sermayesini” yok etti. 

Şimdi bu “travmaların toplumunu”, bizzat kendi üyeleri büyük travmalarla şekillenmiş bir aktörün kurabileceğine inanmamız isteniyor. Bu da tarihin bir ironisi olsa gerek. Gerçek şu ki Suriye’de umut yok, daha uzun bir süre de olmayacak.

                                                    /././

Teknolojik gelişme, faşizm -Ergin Yıldızoğlu

“Dün” Amerika’da teknolojik gelişmenin başını Henry Ford çekiyordu. Bugün Elon Musk çekiyor. O da Ford gibi faşist hareketleri destekliyor. Bu benzerlik bize bir şey daha söylüyor: Bilimsel teknolojik gelişme kendiliğinden toplumsal ilerlemeye açılmıyor; çoğu kez faşizme, savaşlara açılıyor. Artık esas sorun, üretici güçlerin serbestçe gelişememesi değil, gelişmesi, karmaşıklaşması giderek hızlanan üretici güçleri, siyasi ve ahlaki denetim altına almaktır. 

TARİH TEKERRÜR EDİYOR

Almanya’da Nazi partisinin iktidarını desteklemek için yapılan bir toplantıda 1 milyar Mark’tan fazla yardım toplayanlara bakınca karşımıza dönemin bilimsel teknolojik gelişmesinin öncüsü, kimya-ilaç, elektronik, makine imalat, ağır sanayi şirketleri çıkıyor. Aynı yıllarda ABD’de, otomotiv endüstrisinde devrim yaratarak yeni bir birikim rejiminin gelişmesine öncülük eden Ford azılı bir Yahudi düşmanı, bir Nazi hayranıydı; komplo teorilerini yaymak için gazete çıkarıyordu.

Bugün, X’te 200+ milyon takipçisi olan Elon Musk ırkçı faşist komplo teorilerinin yayılmasını kolaylaştırıyor; geçen hafta, “Almanya’yı yalnızca AfD kurtarabilir”  dedi; İngiltere’de İşçi Partisi hükümetini, sosyalist olduğunu ileri sürerek şiddetle eleştirdi; Reform adıyla bilinen faşist eğilimli partiye 100 milyon dolar yardım yapacağından söz ediliyor. Musk ABD seçimlerinde de Trump’ı desteklemişti; şimdi adeta gerçek başkanmış gibi devletin yapısını şekillendirmeye çalışıyor.

Son ABD seçimlerinde, Musk’ın yanı sıra, bilgisayar teknolojisi, yapay zekâ geliştiren dev şirketlerin, sosyal medya ve alışveriş platformlarının temsilcileri Trump’a büyük mali destek verdiler. Washington Post tarihinde ilk kez, büyük hissedarı Amazon’un sahibi Bezos’un baskısıyla, tarafsız kaldı. Kimi araştırmalar, Twitter, Facebook algoritmalarının seçmen tercihlerini Trump’tan yana yönlendirmeye çalıştıklarını gösteriyor.

Tarih tekerrür ediyor ama bu kez, Musk’ın Almanya ve İngiltere siyasetini şekillendirmeye çalışmasının da gösterdiği gibi ABD ile sınırlı değil. Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformları küresel ölçekte işliyorlar. Bunların  algoritmaları küresel çapta siyasi gelişmeleri etkileme gücüne sahip; hemen her zaman muhafazakâr, hatta Brezilya’da Bolsonaro, Arjantin’de Milei, Fransa’da LePen, Hindistan’da Modi gibi faşist politikacıları destekliyorlar.

GELİŞMENİN DİĞER SONUÇLARI

Bilimin, üretici güçlerin kapitalizm altında hızlı gelişmesinin, karmaşıklaşmasının getirdiği başka ağır sorunlar da var.
 
Bu sorunların başında küresel ısınma ve iklim krizi geliyor. Gezegen hızla yaşanmaz hale geliyor ama teknolojik, bilimsel gelişmenin öncüsü dev şirketler, milyarderler ekonomik siyasi güçlerini çözüm üretmek için değil, küresel ısınmayı reddetme eğilimde olan faşistleri desteklemek için kullanıyorlar. Yapay zekâyı besleyen “veri depolama hangarları”, bilgisayarlarını soğutmak için dünyanın tatlı su stoklarını baş döndürücü bir hızla tüketiyorlar.

Bu teknolojik gelişmeler, kapitalist devleti, oligarşiyi koruyan kitle denetim, gözetim ve manipülasyon araçlarını da güçlendiriyorlar. Böylece demokratik-ekonomik hakları korumak, “süreç olarak faşizme” direnmek giderek daha da zorlaşıyor.
 
Bu teknolojik gelişmelerin üzerinde yükselen Amazon gibi alışveriş platformları, sosyal medya alanını işgal eden kişiye özel reklamlarla, kaynakları zaten hızla tükenmekte olan bir gezegende tüketimi daha da hızlandırıyorlar.

Nihayet, demokratik yaşamın, genel seçimler, siyasi partiler gibi kurumlarının metalara, popülist hatta faşist ideolojilerin “gösteri”/“şov” sahnelerine dönüşmesiyle siyasetin estetik bir boyut kazanması, Nazi döneminin görkemli gösterileriyle kıyaslanacak oranda hızlanıyor.

Bu teknolojiler devletlerin, kültür endüstrisinin vatandaşları korkutarak, krizler yaratarak sürekli bir “acil durum” içinde tutarak manipüle etmeyi kolaylaştırıyorlar. Faşizm ilk kez yükselirken benzer kaygıları dile getiren, Walter Benjamin’i anımsarsak: “Ezilenlerin geleneği bize içinde yaşadığımız ‘acil durumun’ istisna değil kural olduğunu öğretir. O zaman gerçek bir ‘acil durum’ yaratmak bize düşüyor... ‘Gerçek acil durum’, tarihin kontrolsüz, yıkıcı gidişatına müdahale etmeyi içeriyor.”
                                                /././ 
Suriye, İsrail, Türkiye üzerine spekülatif düşünceler -Ergin Yıldızoğlu-

 Esad rejiminin çöküşüyle birlikte İsrail, Suriye’de stratejik alanları ele geçirmeye başladı. Bu gelişmeleri, Gazze’nin yerleşime açılma olasılığı, Batı Yakası’ndan yaklaşık 23 bin dönüm arazinin devlet toprağı (yerleşim yapılacak alan) olarak belirlenmesi, Lübnan topraklarına girerek askeri yerleşimler kurmaya başlaması ile birleştiren kimi Ortadoğulu Arap analistlerde İsrail’in sadece güvenlik kaygısıyla değil, aynı zamanda bir “imparatorluk kurma amacıyla” hareket ettiği kanaatini doğurdu; “İsrail bu süreçte önce İran’ı, sonra Türkiye’yi mi hedef alacak”  sorusunu gündeme getirdi. İlk anda fantastik gibi görünse de mevcut dinamikler üzerinden yapılan bir analiz bunun, tamamen gerçekdışı bir soru olmadığını gösteriyor. 

SURİYE’DE YENİ DURUM

Esad rejiminin çöküşü, İsrail’e kuzey sınırını yeniden şekillendirme fırsatı sundu. Özellikle Suriye rejiminin askeri altyapısını neredeyse tamamen imha eden İsrail, Golan Tepeleri, Hermon Dağı gibi yüksek konumları ele geçirerek Şam’a 25 km yakın bir alana konuşlandı. Suriye’nin yönetim boşluğu, İran’ın “Direniş Ekseni”  olarak adlandırılan ağının dağılmasına yol açtı; İran’ın bölgede güç yansıtmasını çok zorlaştırdı. 

Gazze’de Hamas’ın, Lübnan’da Hizbullah’ın etkisizleştirilmesi ve nihayet Suriye rejiminin Türkiye’nin inisiyatifi ile çökmesi, neo-con “Clean Break” (1998) raporunda tasarlanan, İsrail’i tehdit etme kapasitesine sahip rejimlerin yıkılmasını öngören projeye uygundu. 

Suriye rejiminin yıkılması, sıranın İran’a geleceğini düşündürüyor. Birincisi İran molla rejimi ekonomik kriz ve sık sık yükselen toplumsal muhalefet dalgaları karşısında giderek zayıflaması bir rejim değişikliği senaryosunu gündeme getiriyor. ABD basını daha şimdiden, bu muhalefet hareketinin desteklenmesi gerektiğini anlatmaya başladı. İkinci, senaryo, İsrail’in, Trump yönetiminin desteğini alarak, İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırıyla rejimin stratejik altyapısını imha etmesi olasılığıyla ilişkili. Bu senaryo, İran’da rejimin İsrail-ABD saldırısına cevap vermekte başarısız kalarak ağırlaştırılan yaptırımların da etkisi altında çökmeye başlamasını, dolayısıyla bir rejim değişikliği olasılığını da içeriyor. 

VE TÜRKİYE

Suriye’de Esad rejimi, IŞİD’den türeme bir yapılanmanın elinde, siyasal İslamın yönettiği Türkiye rejiminin inisiyatifiyle yıkıldı. Bu yapılanma, şimdi, iktidara gelerek bir toplum ve rejim inşa etmeye başlıyor. Böylece son tahlilde İsrail’i hedef alması, en azından çıkarlarının çatışması kaçınılmaz bir radikal İslam rejimi İsrail’e komşu oluyor. Bu rejimle, AKP Türkiye’sinin yakın ve organik bağları var. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları da Türkiye ile İsrail’i kaçınılmaz olarak, stratejik anlamda sınırdaş durumuna sokuyor. 

Türkiye ile İsrail’i, hatta Amerika’yı karşı karşıya getirecek diğer gerginlik noktası da Kürt sorunudur. Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt güçlerine karşı operasyonlarını yoğunlaştırırken İsrail, Kürtlerin otonomi arayışlarına sempati duyan bir tutum sergiliyor; ABD ile birlikte destekliyor. 

Bu çok karmaşık yeni durum, iki olasılığa işaret ediyor. Birincisi, İsrail Suriye’de, Kürt bölgesini de içeren bütünlüklü, istikrarlı ve güçlü bir devlet oluşmasını istemeyecek, Suriye’nin çok parçalı ve istikrarsız kalmasını, diğer bir deyişle, yok olmasını tercih edecektir. İkincisi, İran’ı hedef alan sürecin fiilen başlaması durumunda, bir NATO üyesi ve ABD ile karmaşık askeri bağlara sahip Türkiye’nin karşısına gelecek seçenekler de karmaşıklaşacaktır.

İran’ı hedef alan sürecin başarılı olması durumunda, Türkiye, bölgede İsrail’i tehdit edebilecek kapasitedeki son ülke konumuna gelecektir. Türkiye’nin Suriye’deki etkisini ve radikal unsurları güçlendirmesi, İsrail’in stratejik çıkarlarına ters düşecektir. Bu durumda, İsrail rejimi Türkiye’yi hedef alacak olsa da Türkiye’nin NATO ile bağlantısı ve stratejik konumu, İsrail’in Türkiye’ye yönelik doğrudan bir hareket yapmasını çok zorlaştıracaktır. Bu senaryoda, vekâlet savaşları veya diplomatik izolasyon yoluyla dolaylı bir çatışma daha olası görünüyor. 

Bu durumun hangi başka süreçlere açılacağını, ne gibi krizleri tetikleyeceğini şimdiden bilmek olanaklı değil.

                                                     /././

Bahçeli-Öcalan’ın ABD formülündeki rolü -Mehmet Ali Güller-

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “DEM’lilerin Öcalan’la görüşme talebine olumlu yanıt verdik” açıklamasından sonra Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder İmralı’ya gittiler ve iki saatlik görüşmeden sonra Öcalan’ın “Erdoğan ve Bahçeli’ye olumlu yanıtıyla” döndüler. 

Gerçi Adalet Bakanı, “DEM’lilerin talebiyle” diyor ama talebin asıl sahibi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ydi. Önce “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” demişti, ancak bunun doğuracağı siyasi faturayı görünce talebini “DEM’liler gitsin İmralı’da Öcalan’la görüşsün” şeklinde güncellemişti. 

BAHÇELİ’NİN ROLÜ

O nedenle bugün asıl üzerinde durulması gereken soru şudur: Bahçeli’nin 1 Ekim’de TBMM’de DEM sıralarına gidip tokalaşması ve sonra 22 Ekim’de “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” demesi ile HTŞ’nin 27 Kasım’da başlattığı “Esad yönetimini devirme” harekâtı arasında bir ilişki var mı? 

Çerçeveyi genişletelim: Ecevit hükümeti, ABD’nin “Irak’a saldırıda Türkiye üzerinden kuzey cephesi açılması” talep ve baskılarına karşı koydu. Başbakan  Ecevit’in yardımcısı Bahçeli ise 7 Temmuz 2002’de bırakın koalisyon ortaklarını, kendi parti yöneticilerini bile bilgilendirmeden 3 Kasım 2002 için erken seçim ilan ederek ABD’ye direnen hükümeti dağıttı. Sonuç? ABD’nin kuzey cephesi talebini kabul eden AKP hükümetinin yolu açıldı!

ABD’nin Irak’a harekâtının en temel sonucu ise “Federal Irak” ile Barzani devletinin Türkiye’ye komşu yapılması oldu. 

Öncesinde, 1999’da, Başbakan Ecevit bile şaşırmış, “ABD Öcalan’ı bize niye teslim etti, anlamadım” demişti. Bahçeli anlamıştı muhtemelen. Kolayca hem “asılmaması şartını” kabul etti hem de Türkiye’nin AB kapısına bağlanarak kurumlarının çökertilmesini. 

1 EKİM’DE DÜĞMEYE BASILDI

Evet, Bahçeli’nin “Öcalan açılımı”nın elbette Suriye’yle de ilgisi var. Nitekim Öcalan, kendisine gönderdiği yanıtı, “Gazze ve Suriye’de hadiseler göstermiştir ki...” diyerek şekillendiriyor ve şöyle diyor: “Sayın Bahçeli’nin ve sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim. Heyet (Buldan ve Önder) bu yaklaşımımı gerek devletle gerekse siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım.” 

Çağrı? Bahçeli “Öcalan gelsin TBMM’de PKK’yi tasfiye ettiğini açıklasın” demişti ya. 

KİM NE KAZANACAK?

İlk “çözüm” sürecinin tıkaçlarının başında PKK’nin Suriye’deki özerklik kazanımı geliyordu zaten. Bugünkü “çözüm” süreci ise bu bakımdan “kaldığı yerden devam” anlamına geliyor.

Planları şu: Öcalan PKK’nin kendini tasfiye ettiğini açıklayacak, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG ise Federal Suriye içinde özerkliğin kabulü üzerinden silahlı güçlerini Suriye Savunma Bakanlığı’na devredecek. 

Karşılığında DEM yeni anayasaya destek verip Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açacak. Böylece ilk “çözüm” sürecinin bir başka tıkacı olan Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çizgisi de tamamen silinmiş olacak. 

ABD’NİN FORMÜLÜ

Tabloyu daha iyi anlayabilmek için YPG komutanı Mazlum Abdi ile HTŞ lideri Colani’nin son açıklamalarını birlikte değerlendirmemiz gerekiyor. 

YPG komutanı Mazlum Abdi, “Yeni Suriye ordusuna entegre olmaya hazırız” diyor, “Suriye’nin birleşik olarak kalmasını ama siyasi sisteminin şeklinin değişmesini” istiyor, “ademi merkeziyetçi ve çoğulcu bir devlet inşası” talep ediyor, “özerk bölge temsilcilerinin söz sahibi olması gerektiğini” belirtiyor. 

HTŞ lideri Colani ise PYD/YPG ile görüştüklerini belirtip “Kürt güçleri ordu saflarına entegre edilecek. Kürtler Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıdır” diyor.

Özetle PKK’nin Suriye kolu, silahlı güçlerini Suriye ordusuna entegre etme karşılığında, Federal Suriye içinde özerk bölgenin tanınmasını amaçlıyor. Bu ABD’nin formülüydü. İşte Bahçeli-Öcalan açılımı, bu formülün gerçekleştirilmesi içindir. 

ABD’nin stratejik formülü dün Federal Irak’tı, bugün Federal Suriye; yarın mı?

                                                       /././

HTŞ’nin İsrail ödevi -Mehmet Ali Güller-

ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle Şam’da iktidar olan HTŞ yönetimi, şimdi bunun karşılığının ödenmesi görevleriyle karşı karşıya: Washington HTŞ’den İsrail ve YPG için güvence istiyor, Ankara ise HTŞ’den YPG’yi tasfiye etmesini. Her ne kadar YPG’yle ilgili talepler birbiriyle çelişiyorsa da HTŞ iki başkente sıcak mesajlar gönderiyor; Washington’a İsrail konusunda, Ankara’ya YPG konusunda.
 
İSRAİL’E DÖRT, ABD’YE BİR MESAJ

HTŞ’nin ajandasındaki öncelikli konu ABD’ye verilecek İsrail güvencesi.
HTŞ lideri Colani’nin Şam’a vali atadığı Mahir Mervan, bu amaçla ABD kamu radyosu NPR’ye bir demeç verdi. Mervan’ın İsrail mesajları şöyle: 
1) “Bizim sorunumuz İsrail’le değil.
2) İsrail korku hissetmiş olabilir. Bu yüzden Suriye’de biraz ilerledi, Suriye’yi biraz bombaladı.
3) İsrail’in ya da başka bir ülkenin güvenliğini tehdit edecek hiçbir şeye karışmak istemiyoruz.
4) Biz barış istiyoruz ve İsrail’e ya da herhangi birine karşı olamayız.
5) ABD, İsrail ile iyi ilişkiler kurmayı kolaylaştırmalı.” (harici.com.tr, 27.12.2024)

ABD’NİN COLANİ’DEN TALEPLERİ

Konu hakkında kamuya açık konuşma yetkisi olmayan bir ABD’li yetkili, Mervan’ın demeç verdiği ABD kamu radyosu NPR’ye “HTŞ’nin mesajını İsrail’e ilettiklerini” açıkladı.

Aslında Şam Valisi Mervan’ın İsrail mesajları, ABD heyetinin Colani’yle görüşmesinde talep ettiği beş şarttan İsrail’le olanın kabulü anlamına geliyor. 
23 Aralık’ta bu köşede “ABD’nin Colani’den beş talebi” başlığıyla yazmıştım. ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Barbara Leaf, Şam’da görüştüğü HTŞ lideri Colani’den İsrail’le ilgili şu talepte bulunmuştu:   “Yeni Suriye’nin hiçbir şekilde İsrail’e tehdit oluşturmayacağı garanti edilmeli.”

İşte Şam Valisi Mervan, bu talebi kabul ettiklerini açıklamış oluyor; “İsrail’le bir sorunumuz yok” diyor, “İsrail’e karşı değiliz” diyor, “İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyiz, ettirmeyiz” diyor, hatta güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü için İsrail’in Suriye’de “biraz ilerlemesini” de haklı buluyor!

ADRES: GENİŞ ASTANA

ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle beklemediği hızda Şam’a giren ve Beşşar Esad yönetimini deviren HTŞ’nin günün sonunda Suriye’yi tek başına yönetemeyeceğini Washington da görüyor, Ankara da. İki başkent bu nedenle Şam yönetiminin oluşturulmasına bir başka ülkenin karıştırılmamasında şu aşamada mutabık ama kendi renklerini verme konusunda da güçlü rakip durumundalar.
Moskova ise Ankara’ya süreci “geniş Astana” ile yönetmeyi teklif ediyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Rusya’nın Türkiye ve İran’la birlikte, bazı Arap ülkelerinin de katılımıyla, Suriye’deki tüm süreçlerin konsolide edilmesinde ve seçimlerin herkes tarafından tanınacak şekilde düzenlenmesinde destekleyici rol oynamaya hazır olduğunu” ifade etti (cumhuriyet.com.tr, 26.12.2024).
Dolayısıyla Şam’da “asıl yönetim” mücadelesi daha yeni başlıyor.
                                           /././

ABD’yle Fırat pazarlığı -Mehmet Ali Güller-

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın El Cezire televizyonundaki söyleşisi, Fırat’ın batısı-doğusu konusunda önemli gelişmelerin olduğuna işaret ediyor. 

Örneğin El Cezire soruyor: “Türkiye açısından bakıldığında, Suriye’de bir özerk Kürt bölgesi veya Kürt oluşumu söz konusu olabilir mi? Yoksa Türkiye bunu bir tehdit olarak mı algılar?”

Fidan’ın yanıtı ilginç: “Benim Suriye halkı adına konuşmam doğru olmaz.  Sorduğunuz husus, Suriye halkının bileceği iştir. Bu onların vereceği bir karar.” (AA, 19.12.2024)

FİDAN’IN HTŞ MESAJI

Örneğin El Cezire soruyor: “Kobani yakınlarında topçu birliklerinin toplanması,  Türkiye’nin büyük bir taarruz başlatmaya mı hazırlandığı anlamına geliyor?”

Fidan’ın yanıtı şöyle: Artık Şam’da yeni bir yönetim var. Bence bu konu artık öncelikle onları ilgilendiriyor. Bence eğer bu meseleyi düzgün bir şekilde ele alırlarsa bizim müdahale etmemiz için bir sebep kalmayacaktır.”  (aydinlik.com.tr, 19.12.2024)

Bu arada Aydınlık gazetesi dikkat çekiyor: Anadolu Ajansı, Fidan’ın El Cezire  söyleşisinin HTŞ kısmını abonelerine servis etmemiş! O kısımda Fidan HTŞ ile ilgili iki çarpıcı şey söylüyor: “Yeni yönetimi meşru bir ortak kabul ediyoruz” ve “Bence BM’den başlayarak uluslararası toplumun bu örgütün adını terör listesinden çıkarmasının zamanı geldi” (aydinlik.com.tr, 19.12.2024).

ATEŞKES KONUSU

Gelelim işin Fırat pazarlığı kısmına. 
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller, “Suriye’nin kuzeyindeki Menbiç civarında Türkiye ile SDG arasındaki ateşkesin, ABD’nin girişimiyle salıdan itibaren hafta sonuna kadar uzatıldığını açıkladı. (Amerika’nın Sesi, 17.12.2024)

Milli Savunma Bakanlığı “kaynakları”, bu açıklamayı iki gün sonra yalanladı:  “Türkiye olarak herhangi bir terör örgütü ile görüşmemiz söz konusu değildir. Yapılan açıklamayla ilgili bir dil sürçmesi olduğunu düşünüyoruz.”  (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024)

Haliyle insan merak ediyor: ABD dışişleri sözcüsünün resmi açıklaması, neden MSB sözcüsünün resmi açıklamasıyla değil de basına konuşan MSB  “kaynakları”  aracılığıyla yalanlanıyor? Öte yandan, tamam, MSB kaynakları SDG’yle ateşkesi yalanlıyor ama ya ABD’yle ateşkes? 

Bu arada Milli Savunma Bakanlığı “kaynakları” şunu da söylüyor:  “Suriye’deki yeni yönetim ve onun ordusu olan SMO’nun Suriye halkı ile birlikte terör örgütü PKK/YPG tarafından işgal edilen bölgeleri kurtaracağına inanıyoruz.” (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024)

PENTAGON’UN MESAJI 

Washington’un ve omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu SDG’nin açıklamaları, burada esas amacın, Ankara’yı SDG’yle muhatap etmek olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim SDG Komutanı Mazlum Abdi şu “teklifi” yapıyor: “Türkiye’yle ateşkes konusunda anlaşma olursa, Suriyeli olmayan Kürt savaşçılar Suriye’den ayrılacak” (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024). 

Yani Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ilan ettiği üç şarttan birinin kabulünü, ateşkes anlaşmasına bağlıyor.Bu noktada dikkat çeken bir gelişme daha var. Pentagon Sözcüsü Tuğgeneral Patrick Ryder, bugüne kadar 900 olarak açıklanan Suriye’deki asker sayısını, 2 bin olarak güncelledi. (AA, 20.12.2024)

Peki, aradaki fark, 27 Kasım’da başlayan Esad yönetimini yıkma operasyonunda rol alan ABD özel kuvvetleri mi? Yoksa bu askerler, Fırat pazarlığı için mi konuşlandırıldı? Ve Pentagon Trump’ın açıklamalarına rağmen, bu hamlesiyle YPG’yi terk etmeyeceği mesajını mı vermiş oluyor?

İKİ ARA SONUÇ

Tüm bu olguları birlikte değerlendirirsek birbiriyle bağlantılı iki ara sonuca varmış oluruz:
1) Ankara, YPG’yle mücadeleyi şu aşamada HTŞ’ye havale etmiş görünüyor.
2) Ankara ile Washington arasında Fırat’ın doğusu-batısı için bir pazarlık yürüyor.

(Cumhuriyet)

   

 


Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...