Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Aralık 2024-

 

Suriye’de umut yok -Ergin Yıldızoğlu-

Suriye’de Esad rejimi yıkıldı. Suriye’nin çok kültürlü yapısını, etnik mozaiğini kucaklayan özgür, eşitlikçi bir gelişme hattı üzerinde toplumsal yaşamı yeniden kurma fırsatı doğdu. 

Suriye’nin son 50 yılında yaşanan baskı ve terörü, Irak yıkıldıktan sonra yayılan IŞİD vahşetini, “Arap Baharı” olaylarının yarattığı düş kırıklığını, Suriye iç savaşı felaketini, nihayet Esad rejimini yıkan güçlerin ideolojisini düşününce, bu iyimserlik hemen yok oluyor, yerini bir imkânsızlık duygusuna bırakıyor. Peki, tarihte, toplumsal ilerleme atılımları, devrimler hep “imkânsızı” arzulayanların eliyle gerçekleşmedi mi? Evet ama önce “gerçekçi” olmak koşuluyla: Var olan gerçekliği değiştirebilmek için önce onu doğru tanımlayabilmek gerekiyor. 

SURİYE GERÇEKLİĞİ

Suriye “gerçekliğini”, üç vektörün bileşkesi olarak düşünebiliriz. 

1) Ülkenin iç dinamiği 

2) Ülkeyi kucaklayan jeopolitik dinamikler 

3) 50 yıllın sosyopsikolojik mirası 

(1) Suriye, “Sykes-Picot” anlaşması gibi bir emperyalist iradenin elinde çok kültürlü, çok etnik gruplu, emperyalist müdahalelere açık ve asla istikrara kavuşamayacak bir biçimde kuruldu. Bu içinde Arap ve Kürt halkları, Ermeniler, Aleviler, Sünniler, Dürzüler, Hıristiyanlar gibi dini cemaatler olan bir yapıntıydı. Özel mülkiyete dayalı toplumlar, tarihin sunduğu zemin üzerinde kendi içlerinde, ekonomik siyasi ve kültürler/ dinler/etnik gruplar arası hiyerarşiler oluştururlar. Tarih, bize ne kadar adaletsiz olursa olsun zaman içinde belli bir iç dengeye ulaşan bu toplumları bir arada tutan devlet yıkılınca, kurulu hiyerarşilerin bastırdığı öfke, kin ve diğer adaletsizlik duyguları, intikam arzuları hızla serbest kalıyor; yeniden bir dengeye ulaşmak hem çok zor oluyor hem de uzun sürüyor; hatta bazen mümkün olmuyor. Suriye işte tam da bu noktada. 

(2) Söz konusu devletin yıkılması sürecinde onu kucaklayan jeopolitik dinamikler de rol oynuyor. Bu alandaki aktörlerin toplumun dinler, cemaatler, etnik grupların arasındaki çelişkilerini, farklılıklarını kullanarak yapacakları müdahaleler de gerçekliğin bir parçasıdır. Suriye bağlamında, Türkiye, İsrail ve ABD başta olmak üzere, Sünni Arap Petro devletleri, daha uzaktan Rusya ve Çin gibi büyük güçler, Ürdün ve Lübnan gibi küçük, kırılgan “güçler” kendi kısa ve uzun dönemli çıkarları doğrultusunda, sürece katılılıyorlar. El Nusra, IŞİD, YPG ve Esad ordusundan kalanlar gibi devlet olmayan aktörleri de Suriye gerçekliğinin jeopolitik boyutunun parçaları olarak düşünmek gerekir. 

Bugün Suriye’de yeni “düzeni”, HTŞ adlı bir aktör/ grup kurmaya çalışıyor. Bu aktör, tarihsel ve kültürel pratiklerinin kurucu etkilerinden, dolayısıyla El Nusra ve IŞİD mirasından soyutlanarak düşünülemez; bileşenlerinin kısa bir dönem içinde değişebileceğine ilişkin iddialar ciddiye alınamaz. Öyleyse, Sünni radikal İslamcı terörist bir grubun düzen kurma çabaları da gerçekliğin jeopolitik boyutunun bir parçasıdır. 

EPİGENETİK TRAVMA

Nihayet son derecede önemli ama hemen her zaman unutulan bir etken, “epigenetik travma” da Suriye gerçekliğinin 3. vektörünü oluşturuyor: “Epigenetik travma”, bir kişinin yaşadığı travmatik deneyimlerin, genetik kodda bir değişiklik olmaksızın, genlerin işleyişinde değişikliklere yol açarak sonraki nesillere aktarılabilmesi durumunu ifade eder. “Epigenetik travma”, genetik mirasın sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve psikolojik deneyimleri de içerebileceğini gösterir.

Daha iç savaş başlamadan önce Suriye toplumu, baskıcı bir rejimin altında, tutuklanma, işkence, bir yakınını “Muhaberat”ın elinde kaybetme gibi büyük travmaların yanı sıra, yıllar boyunca, biteviye tekrarlanan, günlük ekonomik, etnik, siyasi çaresizlik, aşağılanma gibi küçük ama birikimli travmaların  şekillendirdiği insanlardan oluşuyordu. “Sosyal sermaye” (bireylerarası ve bireylerle kurumlar arası güven, gelecek umudu) ya çökmüştü ya da çok zayıflamıştı. İç savaş bu büyük ve küçük travmaları çok daha ağırlaştırdı, toplumun “sosyal sermayesini” yok etti. 

Şimdi bu “travmaların toplumunu”, bizzat kendi üyeleri büyük travmalarla şekillenmiş bir aktörün kurabileceğine inanmamız isteniyor. Bu da tarihin bir ironisi olsa gerek. Gerçek şu ki Suriye’de umut yok, daha uzun bir süre de olmayacak.

                                                    /././

Teknolojik gelişme, faşizm -Ergin Yıldızoğlu

“Dün” Amerika’da teknolojik gelişmenin başını Henry Ford çekiyordu. Bugün Elon Musk çekiyor. O da Ford gibi faşist hareketleri destekliyor. Bu benzerlik bize bir şey daha söylüyor: Bilimsel teknolojik gelişme kendiliğinden toplumsal ilerlemeye açılmıyor; çoğu kez faşizme, savaşlara açılıyor. Artık esas sorun, üretici güçlerin serbestçe gelişememesi değil, gelişmesi, karmaşıklaşması giderek hızlanan üretici güçleri, siyasi ve ahlaki denetim altına almaktır. 

TARİH TEKERRÜR EDİYOR

Almanya’da Nazi partisinin iktidarını desteklemek için yapılan bir toplantıda 1 milyar Mark’tan fazla yardım toplayanlara bakınca karşımıza dönemin bilimsel teknolojik gelişmesinin öncüsü, kimya-ilaç, elektronik, makine imalat, ağır sanayi şirketleri çıkıyor. Aynı yıllarda ABD’de, otomotiv endüstrisinde devrim yaratarak yeni bir birikim rejiminin gelişmesine öncülük eden Ford azılı bir Yahudi düşmanı, bir Nazi hayranıydı; komplo teorilerini yaymak için gazete çıkarıyordu.

Bugün, X’te 200+ milyon takipçisi olan Elon Musk ırkçı faşist komplo teorilerinin yayılmasını kolaylaştırıyor; geçen hafta, “Almanya’yı yalnızca AfD kurtarabilir”  dedi; İngiltere’de İşçi Partisi hükümetini, sosyalist olduğunu ileri sürerek şiddetle eleştirdi; Reform adıyla bilinen faşist eğilimli partiye 100 milyon dolar yardım yapacağından söz ediliyor. Musk ABD seçimlerinde de Trump’ı desteklemişti; şimdi adeta gerçek başkanmış gibi devletin yapısını şekillendirmeye çalışıyor.

Son ABD seçimlerinde, Musk’ın yanı sıra, bilgisayar teknolojisi, yapay zekâ geliştiren dev şirketlerin, sosyal medya ve alışveriş platformlarının temsilcileri Trump’a büyük mali destek verdiler. Washington Post tarihinde ilk kez, büyük hissedarı Amazon’un sahibi Bezos’un baskısıyla, tarafsız kaldı. Kimi araştırmalar, Twitter, Facebook algoritmalarının seçmen tercihlerini Trump’tan yana yönlendirmeye çalıştıklarını gösteriyor.

Tarih tekerrür ediyor ama bu kez, Musk’ın Almanya ve İngiltere siyasetini şekillendirmeye çalışmasının da gösterdiği gibi ABD ile sınırlı değil. Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformları küresel ölçekte işliyorlar. Bunların  algoritmaları küresel çapta siyasi gelişmeleri etkileme gücüne sahip; hemen her zaman muhafazakâr, hatta Brezilya’da Bolsonaro, Arjantin’de Milei, Fransa’da LePen, Hindistan’da Modi gibi faşist politikacıları destekliyorlar.

GELİŞMENİN DİĞER SONUÇLARI

Bilimin, üretici güçlerin kapitalizm altında hızlı gelişmesinin, karmaşıklaşmasının getirdiği başka ağır sorunlar da var.
 
Bu sorunların başında küresel ısınma ve iklim krizi geliyor. Gezegen hızla yaşanmaz hale geliyor ama teknolojik, bilimsel gelişmenin öncüsü dev şirketler, milyarderler ekonomik siyasi güçlerini çözüm üretmek için değil, küresel ısınmayı reddetme eğilimde olan faşistleri desteklemek için kullanıyorlar. Yapay zekâyı besleyen “veri depolama hangarları”, bilgisayarlarını soğutmak için dünyanın tatlı su stoklarını baş döndürücü bir hızla tüketiyorlar.

Bu teknolojik gelişmeler, kapitalist devleti, oligarşiyi koruyan kitle denetim, gözetim ve manipülasyon araçlarını da güçlendiriyorlar. Böylece demokratik-ekonomik hakları korumak, “süreç olarak faşizme” direnmek giderek daha da zorlaşıyor.
 
Bu teknolojik gelişmelerin üzerinde yükselen Amazon gibi alışveriş platformları, sosyal medya alanını işgal eden kişiye özel reklamlarla, kaynakları zaten hızla tükenmekte olan bir gezegende tüketimi daha da hızlandırıyorlar.

Nihayet, demokratik yaşamın, genel seçimler, siyasi partiler gibi kurumlarının metalara, popülist hatta faşist ideolojilerin “gösteri”/“şov” sahnelerine dönüşmesiyle siyasetin estetik bir boyut kazanması, Nazi döneminin görkemli gösterileriyle kıyaslanacak oranda hızlanıyor.

Bu teknolojiler devletlerin, kültür endüstrisinin vatandaşları korkutarak, krizler yaratarak sürekli bir “acil durum” içinde tutarak manipüle etmeyi kolaylaştırıyorlar. Faşizm ilk kez yükselirken benzer kaygıları dile getiren, Walter Benjamin’i anımsarsak: “Ezilenlerin geleneği bize içinde yaşadığımız ‘acil durumun’ istisna değil kural olduğunu öğretir. O zaman gerçek bir ‘acil durum’ yaratmak bize düşüyor... ‘Gerçek acil durum’, tarihin kontrolsüz, yıkıcı gidişatına müdahale etmeyi içeriyor.”
                                                /././ 
Suriye, İsrail, Türkiye üzerine spekülatif düşünceler -Ergin Yıldızoğlu-

 Esad rejiminin çöküşüyle birlikte İsrail, Suriye’de stratejik alanları ele geçirmeye başladı. Bu gelişmeleri, Gazze’nin yerleşime açılma olasılığı, Batı Yakası’ndan yaklaşık 23 bin dönüm arazinin devlet toprağı (yerleşim yapılacak alan) olarak belirlenmesi, Lübnan topraklarına girerek askeri yerleşimler kurmaya başlaması ile birleştiren kimi Ortadoğulu Arap analistlerde İsrail’in sadece güvenlik kaygısıyla değil, aynı zamanda bir “imparatorluk kurma amacıyla” hareket ettiği kanaatini doğurdu; “İsrail bu süreçte önce İran’ı, sonra Türkiye’yi mi hedef alacak”  sorusunu gündeme getirdi. İlk anda fantastik gibi görünse de mevcut dinamikler üzerinden yapılan bir analiz bunun, tamamen gerçekdışı bir soru olmadığını gösteriyor. 

SURİYE’DE YENİ DURUM

Esad rejiminin çöküşü, İsrail’e kuzey sınırını yeniden şekillendirme fırsatı sundu. Özellikle Suriye rejiminin askeri altyapısını neredeyse tamamen imha eden İsrail, Golan Tepeleri, Hermon Dağı gibi yüksek konumları ele geçirerek Şam’a 25 km yakın bir alana konuşlandı. Suriye’nin yönetim boşluğu, İran’ın “Direniş Ekseni”  olarak adlandırılan ağının dağılmasına yol açtı; İran’ın bölgede güç yansıtmasını çok zorlaştırdı. 

Gazze’de Hamas’ın, Lübnan’da Hizbullah’ın etkisizleştirilmesi ve nihayet Suriye rejiminin Türkiye’nin inisiyatifi ile çökmesi, neo-con “Clean Break” (1998) raporunda tasarlanan, İsrail’i tehdit etme kapasitesine sahip rejimlerin yıkılmasını öngören projeye uygundu. 

Suriye rejiminin yıkılması, sıranın İran’a geleceğini düşündürüyor. Birincisi İran molla rejimi ekonomik kriz ve sık sık yükselen toplumsal muhalefet dalgaları karşısında giderek zayıflaması bir rejim değişikliği senaryosunu gündeme getiriyor. ABD basını daha şimdiden, bu muhalefet hareketinin desteklenmesi gerektiğini anlatmaya başladı. İkinci, senaryo, İsrail’in, Trump yönetiminin desteğini alarak, İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırıyla rejimin stratejik altyapısını imha etmesi olasılığıyla ilişkili. Bu senaryo, İran’da rejimin İsrail-ABD saldırısına cevap vermekte başarısız kalarak ağırlaştırılan yaptırımların da etkisi altında çökmeye başlamasını, dolayısıyla bir rejim değişikliği olasılığını da içeriyor. 

VE TÜRKİYE

Suriye’de Esad rejimi, IŞİD’den türeme bir yapılanmanın elinde, siyasal İslamın yönettiği Türkiye rejiminin inisiyatifiyle yıkıldı. Bu yapılanma, şimdi, iktidara gelerek bir toplum ve rejim inşa etmeye başlıyor. Böylece son tahlilde İsrail’i hedef alması, en azından çıkarlarının çatışması kaçınılmaz bir radikal İslam rejimi İsrail’e komşu oluyor. Bu rejimle, AKP Türkiye’sinin yakın ve organik bağları var. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları da Türkiye ile İsrail’i kaçınılmaz olarak, stratejik anlamda sınırdaş durumuna sokuyor. 

Türkiye ile İsrail’i, hatta Amerika’yı karşı karşıya getirecek diğer gerginlik noktası da Kürt sorunudur. Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt güçlerine karşı operasyonlarını yoğunlaştırırken İsrail, Kürtlerin otonomi arayışlarına sempati duyan bir tutum sergiliyor; ABD ile birlikte destekliyor. 

Bu çok karmaşık yeni durum, iki olasılığa işaret ediyor. Birincisi, İsrail Suriye’de, Kürt bölgesini de içeren bütünlüklü, istikrarlı ve güçlü bir devlet oluşmasını istemeyecek, Suriye’nin çok parçalı ve istikrarsız kalmasını, diğer bir deyişle, yok olmasını tercih edecektir. İkincisi, İran’ı hedef alan sürecin fiilen başlaması durumunda, bir NATO üyesi ve ABD ile karmaşık askeri bağlara sahip Türkiye’nin karşısına gelecek seçenekler de karmaşıklaşacaktır.

İran’ı hedef alan sürecin başarılı olması durumunda, Türkiye, bölgede İsrail’i tehdit edebilecek kapasitedeki son ülke konumuna gelecektir. Türkiye’nin Suriye’deki etkisini ve radikal unsurları güçlendirmesi, İsrail’in stratejik çıkarlarına ters düşecektir. Bu durumda, İsrail rejimi Türkiye’yi hedef alacak olsa da Türkiye’nin NATO ile bağlantısı ve stratejik konumu, İsrail’in Türkiye’ye yönelik doğrudan bir hareket yapmasını çok zorlaştıracaktır. Bu senaryoda, vekâlet savaşları veya diplomatik izolasyon yoluyla dolaylı bir çatışma daha olası görünüyor. 

Bu durumun hangi başka süreçlere açılacağını, ne gibi krizleri tetikleyeceğini şimdiden bilmek olanaklı değil.

                                                     /././

Bahçeli-Öcalan’ın ABD formülündeki rolü -Mehmet Ali Güller-

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “DEM’lilerin Öcalan’la görüşme talebine olumlu yanıt verdik” açıklamasından sonra Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder İmralı’ya gittiler ve iki saatlik görüşmeden sonra Öcalan’ın “Erdoğan ve Bahçeli’ye olumlu yanıtıyla” döndüler. 

Gerçi Adalet Bakanı, “DEM’lilerin talebiyle” diyor ama talebin asıl sahibi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ydi. Önce “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” demişti, ancak bunun doğuracağı siyasi faturayı görünce talebini “DEM’liler gitsin İmralı’da Öcalan’la görüşsün” şeklinde güncellemişti. 

BAHÇELİ’NİN ROLÜ

O nedenle bugün asıl üzerinde durulması gereken soru şudur: Bahçeli’nin 1 Ekim’de TBMM’de DEM sıralarına gidip tokalaşması ve sonra 22 Ekim’de “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” demesi ile HTŞ’nin 27 Kasım’da başlattığı “Esad yönetimini devirme” harekâtı arasında bir ilişki var mı? 

Çerçeveyi genişletelim: Ecevit hükümeti, ABD’nin “Irak’a saldırıda Türkiye üzerinden kuzey cephesi açılması” talep ve baskılarına karşı koydu. Başbakan  Ecevit’in yardımcısı Bahçeli ise 7 Temmuz 2002’de bırakın koalisyon ortaklarını, kendi parti yöneticilerini bile bilgilendirmeden 3 Kasım 2002 için erken seçim ilan ederek ABD’ye direnen hükümeti dağıttı. Sonuç? ABD’nin kuzey cephesi talebini kabul eden AKP hükümetinin yolu açıldı!

ABD’nin Irak’a harekâtının en temel sonucu ise “Federal Irak” ile Barzani devletinin Türkiye’ye komşu yapılması oldu. 

Öncesinde, 1999’da, Başbakan Ecevit bile şaşırmış, “ABD Öcalan’ı bize niye teslim etti, anlamadım” demişti. Bahçeli anlamıştı muhtemelen. Kolayca hem “asılmaması şartını” kabul etti hem de Türkiye’nin AB kapısına bağlanarak kurumlarının çökertilmesini. 

1 EKİM’DE DÜĞMEYE BASILDI

Evet, Bahçeli’nin “Öcalan açılımı”nın elbette Suriye’yle de ilgisi var. Nitekim Öcalan, kendisine gönderdiği yanıtı, “Gazze ve Suriye’de hadiseler göstermiştir ki...” diyerek şekillendiriyor ve şöyle diyor: “Sayın Bahçeli’nin ve sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim. Heyet (Buldan ve Önder) bu yaklaşımımı gerek devletle gerekse siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım.” 

Çağrı? Bahçeli “Öcalan gelsin TBMM’de PKK’yi tasfiye ettiğini açıklasın” demişti ya. 

KİM NE KAZANACAK?

İlk “çözüm” sürecinin tıkaçlarının başında PKK’nin Suriye’deki özerklik kazanımı geliyordu zaten. Bugünkü “çözüm” süreci ise bu bakımdan “kaldığı yerden devam” anlamına geliyor.

Planları şu: Öcalan PKK’nin kendini tasfiye ettiğini açıklayacak, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG ise Federal Suriye içinde özerkliğin kabulü üzerinden silahlı güçlerini Suriye Savunma Bakanlığı’na devredecek. 

Karşılığında DEM yeni anayasaya destek verip Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açacak. Böylece ilk “çözüm” sürecinin bir başka tıkacı olan Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çizgisi de tamamen silinmiş olacak. 

ABD’NİN FORMÜLÜ

Tabloyu daha iyi anlayabilmek için YPG komutanı Mazlum Abdi ile HTŞ lideri Colani’nin son açıklamalarını birlikte değerlendirmemiz gerekiyor. 

YPG komutanı Mazlum Abdi, “Yeni Suriye ordusuna entegre olmaya hazırız” diyor, “Suriye’nin birleşik olarak kalmasını ama siyasi sisteminin şeklinin değişmesini” istiyor, “ademi merkeziyetçi ve çoğulcu bir devlet inşası” talep ediyor, “özerk bölge temsilcilerinin söz sahibi olması gerektiğini” belirtiyor. 

HTŞ lideri Colani ise PYD/YPG ile görüştüklerini belirtip “Kürt güçleri ordu saflarına entegre edilecek. Kürtler Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıdır” diyor.

Özetle PKK’nin Suriye kolu, silahlı güçlerini Suriye ordusuna entegre etme karşılığında, Federal Suriye içinde özerk bölgenin tanınmasını amaçlıyor. Bu ABD’nin formülüydü. İşte Bahçeli-Öcalan açılımı, bu formülün gerçekleştirilmesi içindir. 

ABD’nin stratejik formülü dün Federal Irak’tı, bugün Federal Suriye; yarın mı?

                                                       /././

HTŞ’nin İsrail ödevi -Mehmet Ali Güller-

ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle Şam’da iktidar olan HTŞ yönetimi, şimdi bunun karşılığının ödenmesi görevleriyle karşı karşıya: Washington HTŞ’den İsrail ve YPG için güvence istiyor, Ankara ise HTŞ’den YPG’yi tasfiye etmesini. Her ne kadar YPG’yle ilgili talepler birbiriyle çelişiyorsa da HTŞ iki başkente sıcak mesajlar gönderiyor; Washington’a İsrail konusunda, Ankara’ya YPG konusunda.
 
İSRAİL’E DÖRT, ABD’YE BİR MESAJ

HTŞ’nin ajandasındaki öncelikli konu ABD’ye verilecek İsrail güvencesi.
HTŞ lideri Colani’nin Şam’a vali atadığı Mahir Mervan, bu amaçla ABD kamu radyosu NPR’ye bir demeç verdi. Mervan’ın İsrail mesajları şöyle: 
1) “Bizim sorunumuz İsrail’le değil.
2) İsrail korku hissetmiş olabilir. Bu yüzden Suriye’de biraz ilerledi, Suriye’yi biraz bombaladı.
3) İsrail’in ya da başka bir ülkenin güvenliğini tehdit edecek hiçbir şeye karışmak istemiyoruz.
4) Biz barış istiyoruz ve İsrail’e ya da herhangi birine karşı olamayız.
5) ABD, İsrail ile iyi ilişkiler kurmayı kolaylaştırmalı.” (harici.com.tr, 27.12.2024)

ABD’NİN COLANİ’DEN TALEPLERİ

Konu hakkında kamuya açık konuşma yetkisi olmayan bir ABD’li yetkili, Mervan’ın demeç verdiği ABD kamu radyosu NPR’ye “HTŞ’nin mesajını İsrail’e ilettiklerini” açıkladı.

Aslında Şam Valisi Mervan’ın İsrail mesajları, ABD heyetinin Colani’yle görüşmesinde talep ettiği beş şarttan İsrail’le olanın kabulü anlamına geliyor. 
23 Aralık’ta bu köşede “ABD’nin Colani’den beş talebi” başlığıyla yazmıştım. ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Barbara Leaf, Şam’da görüştüğü HTŞ lideri Colani’den İsrail’le ilgili şu talepte bulunmuştu:   “Yeni Suriye’nin hiçbir şekilde İsrail’e tehdit oluşturmayacağı garanti edilmeli.”

İşte Şam Valisi Mervan, bu talebi kabul ettiklerini açıklamış oluyor; “İsrail’le bir sorunumuz yok” diyor, “İsrail’e karşı değiliz” diyor, “İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyiz, ettirmeyiz” diyor, hatta güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü için İsrail’in Suriye’de “biraz ilerlemesini” de haklı buluyor!

ADRES: GENİŞ ASTANA

ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle beklemediği hızda Şam’a giren ve Beşşar Esad yönetimini deviren HTŞ’nin günün sonunda Suriye’yi tek başına yönetemeyeceğini Washington da görüyor, Ankara da. İki başkent bu nedenle Şam yönetiminin oluşturulmasına bir başka ülkenin karıştırılmamasında şu aşamada mutabık ama kendi renklerini verme konusunda da güçlü rakip durumundalar.
Moskova ise Ankara’ya süreci “geniş Astana” ile yönetmeyi teklif ediyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Rusya’nın Türkiye ve İran’la birlikte, bazı Arap ülkelerinin de katılımıyla, Suriye’deki tüm süreçlerin konsolide edilmesinde ve seçimlerin herkes tarafından tanınacak şekilde düzenlenmesinde destekleyici rol oynamaya hazır olduğunu” ifade etti (cumhuriyet.com.tr, 26.12.2024).
Dolayısıyla Şam’da “asıl yönetim” mücadelesi daha yeni başlıyor.
                                           /././

ABD’yle Fırat pazarlığı -Mehmet Ali Güller-

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın El Cezire televizyonundaki söyleşisi, Fırat’ın batısı-doğusu konusunda önemli gelişmelerin olduğuna işaret ediyor. 

Örneğin El Cezire soruyor: “Türkiye açısından bakıldığında, Suriye’de bir özerk Kürt bölgesi veya Kürt oluşumu söz konusu olabilir mi? Yoksa Türkiye bunu bir tehdit olarak mı algılar?”

Fidan’ın yanıtı ilginç: “Benim Suriye halkı adına konuşmam doğru olmaz.  Sorduğunuz husus, Suriye halkının bileceği iştir. Bu onların vereceği bir karar.” (AA, 19.12.2024)

FİDAN’IN HTŞ MESAJI

Örneğin El Cezire soruyor: “Kobani yakınlarında topçu birliklerinin toplanması,  Türkiye’nin büyük bir taarruz başlatmaya mı hazırlandığı anlamına geliyor?”

Fidan’ın yanıtı şöyle: Artık Şam’da yeni bir yönetim var. Bence bu konu artık öncelikle onları ilgilendiriyor. Bence eğer bu meseleyi düzgün bir şekilde ele alırlarsa bizim müdahale etmemiz için bir sebep kalmayacaktır.”  (aydinlik.com.tr, 19.12.2024)

Bu arada Aydınlık gazetesi dikkat çekiyor: Anadolu Ajansı, Fidan’ın El Cezire  söyleşisinin HTŞ kısmını abonelerine servis etmemiş! O kısımda Fidan HTŞ ile ilgili iki çarpıcı şey söylüyor: “Yeni yönetimi meşru bir ortak kabul ediyoruz” ve “Bence BM’den başlayarak uluslararası toplumun bu örgütün adını terör listesinden çıkarmasının zamanı geldi” (aydinlik.com.tr, 19.12.2024).

ATEŞKES KONUSU

Gelelim işin Fırat pazarlığı kısmına. 
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller, “Suriye’nin kuzeyindeki Menbiç civarında Türkiye ile SDG arasındaki ateşkesin, ABD’nin girişimiyle salıdan itibaren hafta sonuna kadar uzatıldığını açıkladı. (Amerika’nın Sesi, 17.12.2024)

Milli Savunma Bakanlığı “kaynakları”, bu açıklamayı iki gün sonra yalanladı:  “Türkiye olarak herhangi bir terör örgütü ile görüşmemiz söz konusu değildir. Yapılan açıklamayla ilgili bir dil sürçmesi olduğunu düşünüyoruz.”  (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024)

Haliyle insan merak ediyor: ABD dışişleri sözcüsünün resmi açıklaması, neden MSB sözcüsünün resmi açıklamasıyla değil de basına konuşan MSB  “kaynakları”  aracılığıyla yalanlanıyor? Öte yandan, tamam, MSB kaynakları SDG’yle ateşkesi yalanlıyor ama ya ABD’yle ateşkes? 

Bu arada Milli Savunma Bakanlığı “kaynakları” şunu da söylüyor:  “Suriye’deki yeni yönetim ve onun ordusu olan SMO’nun Suriye halkı ile birlikte terör örgütü PKK/YPG tarafından işgal edilen bölgeleri kurtaracağına inanıyoruz.” (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024)

PENTAGON’UN MESAJI 

Washington’un ve omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu SDG’nin açıklamaları, burada esas amacın, Ankara’yı SDG’yle muhatap etmek olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim SDG Komutanı Mazlum Abdi şu “teklifi” yapıyor: “Türkiye’yle ateşkes konusunda anlaşma olursa, Suriyeli olmayan Kürt savaşçılar Suriye’den ayrılacak” (Amerika’nın Sesi, 19.12.2024). 

Yani Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ilan ettiği üç şarttan birinin kabulünü, ateşkes anlaşmasına bağlıyor.Bu noktada dikkat çeken bir gelişme daha var. Pentagon Sözcüsü Tuğgeneral Patrick Ryder, bugüne kadar 900 olarak açıklanan Suriye’deki asker sayısını, 2 bin olarak güncelledi. (AA, 20.12.2024)

Peki, aradaki fark, 27 Kasım’da başlayan Esad yönetimini yıkma operasyonunda rol alan ABD özel kuvvetleri mi? Yoksa bu askerler, Fırat pazarlığı için mi konuşlandırıldı? Ve Pentagon Trump’ın açıklamalarına rağmen, bu hamlesiyle YPG’yi terk etmeyeceği mesajını mı vermiş oluyor?

İKİ ARA SONUÇ

Tüm bu olguları birlikte değerlendirirsek birbiriyle bağlantılı iki ara sonuca varmış oluruz:
1) Ankara, YPG’yle mücadeleyi şu aşamada HTŞ’ye havale etmiş görünüyor.
2) Ankara ile Washington arasında Fırat’ın doğusu-batısı için bir pazarlık yürüyor.

(Cumhuriyet)

   

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Ocak 2025-

Bir doktorun büyük adımları ve insanın her türlü korkuyu galebe çalması -Eray Özer- O beyaz önlüklü adam, çalıştığı hastaneyi ve oradaki has...