Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -29 Aralık 2024-

Laiklik benimsenmeden sınıf mücadelesi verilemez -Oğuz Oyan-

Politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır.

Türkiye’de asgari ücretin azami sömürü düzeyinde belirlenmesi bu haftanın en önemli olayıydı. Ama önümüzdeki bir yılın da en önemli sorunu olmaya aday. Seçim olmayan bir siyasi konjonktürde, iktidarın dış politikayı da lehine döndürdüğüne inandığı bir ortamda, siyasi ve sendikal tepkilerin iyice zayıflatıldığı bir dönemde, sermaye ve iktidar alabildiğine fütursuz davranma serbestliğine kavuşmuş gözükmekte.

DİNİ VE FETİHÇİ SALDIRININ GÖLGESİNDE ASGARİ ÜCRET OPERASYONU

Önce 24 Aralık Salı gecesi apar topar Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplattırılıyor. O kadar aceleye getiriliyor ki, Mehmet Şimşek kadar hükmü olmadığı zaten bilinen Çalışma Bakanı’nın baskın toplantıdan haberi bile yok; hızla Ankara’ya çağrılıyor ve sefalet ücreti açıklattırılıyor. Niçin bu acele? Çünkü çarşamba günü “başyüce” grup toplantısında konuşacak. Övüneceği bir asgari ücret düzeyini açıklamak için değil, bu sefil düzeyin emekçilere hazmettirilmesini sağlamak üzere...

“Hazmettirme” operasyonunun arkasında her zamanki gibi din istismarı başrolde. Emekçileri bu fani dünyada haline şükretmeye davet ederek (illa her toplantıda bunun dillendirilmesi gerekmiyor) rıza üretme hamlelerine, açıklanan düzeyin hedef enflasyonun üzerinde olduğuna dair bilindik aldatmaca ekleniyor. Gerçi halkın tam bir perişanlık yaşadığı bir dönemde bunlar yeterli olamazdı ama iktidarın bugünlerde bir “kozu” daha var: Erdoğan’ın Suriye fatihi olarak pazarlanması! Bu nedenle RTE Gruptaki sözlerine “Fetih Suresi” ile başlıyor. Böylece din istismarı-fetih masalı-aşırı emek sömürüsü birleşiveriyor. Erdoğan’ın halk kitleleri üzerindeki bilindik efsunlama etkisi, sermayenin sınıf çıkarları adına harekete geçirilmiş oluyor.

Suriye olayıyla büyük bir fırsat yakaladığını düşünen iktidar ve sermaye çevreleri, emekçilerin haklarına çullanmak için hiç zaman yitirmek istemiyorlar. Dinsel ve milliyetçi duyguları istismar etmek zaten siyaset tezgâhından hiç eksik olmaz. Suriye operasyonu, buna alkış tutan emekçi kitlelerin de gafil avlanmasına neden oluyor. Buraya kadar söylenenden çıkarılabilecek ders şu: Emekçi sınıflar haklarını almak istiyorlarsa, din istismarına kapıyı kapatmalıdırlar. Tersinden söylersek, laiklik benimsenmeden sınıf mücadelesi verilemez. Din ve mezhep istismarının siyasete, devlet işlerine ve emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerine karıştırılmasına müsamaha gösterirseniz, daha yalın ifadeyle laikliği benimsemez ve onun mücadelesini vermezseniz, emek sömürüsünün katmerlenmesine katkıda bulunmuş olursunuz. Benzer uyarıyı şoven ve emperyal milliyetçiliğin sistemin egemenleri tarafından pervasızca kullanılması bakımından da yapabilirsiniz.

Siyasal İslamcıların ve sermayenin bu tezgâhlarına düşmeyen emekçiler, kendilerini aydınlanmış sayabilirler. Elbette egemen sınıf ve siyaset boş durmaz: Emekçi çocuklarının İmam Hatiplere ve ÇEDES’li bir yobaz eğitime mahkûm edilmek istenmesi tam da bu aydınlanmanın yolunun tıkanması amacıyladır. Demek ki sadece ücret ve onun etrafındaki konularda hak mücadelesi yeterli olmaz. Emekçiler öncelikle laik eğitim hakkını kararlılıkla savunmalıdırlar. Çünkü hem laik hem de nitelikli eğitim olmadan, emekçiler ne sınıf mücadelesi verebilir ne de çocuklarına iyi bir gelecek hazırlayabilirler. Kuşkusuz mesele eğitimle başlayıp bitmemektedir; mücadele, kamucu ve toplumcu bir devlet yapısının kurulmasını hedeflemelidir.

SERMAYENİN MEYDAN OKUMASI, SINIF İŞBİRLİKÇİLİĞİ OLMADAN OLMAZDI

Bütün beklentilerin ve emekçi taleplerinin aksine iktidarın asgari ücreti açlık sınırı civarında bağlamaya, üstelik bu düzeyi bir yıllık aşınmaya tabi tutmaya nasıl cüret edebildiği üzerinde daha fazla durulmalıdır. Burada iç ve dış sermayeden aldığı güç ve şimdilik arkasına aldığı geçici milliyetçi hezeyanlar tek başlarına açıklayıcı olamaz. Sınıf işbirlikçiliği üzerinden çalışan sendikal düzenin rolü ve siyasi muhalefet boşluğu görülmeden bu açıklamalar yetersiz kalır.

Türk-İş’in asgari ücret görüşmelerine kerhen katılması ve başkanının ağzından “benim hiçbir üyem asgari ücretli değil” diyerek bu sorumluluğu üzerinde gereksiz bir yük olarak görmesi, aslında asgari ücretlilerin ve asgari ücreti fazlaca aşamayan geniş ücretli kesimlerin “müzakerelerde” sahipsiz kalacağının bir ön kanıtı gibiydi. Bu köhnemiş oyun hep tekrarlanır. Bu yıl aşırı aşındırılmış mevcut asgari ücret düzeyi yüzünden sınıftan gelen tepkiler çok canlı olduğu için, Türk-İş “pazarlığı” biraz daha yukarıdan başlatmak zorunda kaldı. 29.543 TL Türk-İş açısından küçümsenecek bir talep değildi. Ancak mesele talep etmek değildi, onun arkasında durabilmekti. Bu irade hiç olmadı ve tüm taraflar bunu biliyordu. Sadece “mutabakatı imzalamama” tehdidininse içi boştu. Ayrıca Türk-İş açıklamasını iki basamaklı yaparak yani önce yüzde 45 enflasyon farkıyla 24.603 TL’ye ulaşıp bunun üzerine yüzde 20 refah payı isteyerek, aslında “hiç olmazsa ilk düzeye çıkılsın” örtük mesajını da vermişti. Ancak bu talebinin dahi arkasında durabilecek durumda değildi.

Türk-İş yönetimiyle ilgili sorun, onun siyasal İslamcı iktidar (ve dolayısıyla sermaye) ile kendisini kader birliği içinde görmesidir. Zaten bu niteliği bilindiği içindir ki sonuçta böylesine bir sefalet ücreti açıklanabilmektedir. Kaldı ki bu tip sendikacılık, toplu iş sözleşmelerinde elde edilen artışlara yakın asgari ücret artışlarından rahatsız olduğunu belli de etmektedir.

Türk-İş’in yaptığı ender olumlu işlerden biri olan “mutfak/gıda enflasyonu” verilerinin dahi son zamanlarda tartışılır olmaya başlaması bir diğer göstergedir. Haziran-Kasım döneminde 6 ayın 3’ünde Türk-İş’in aylık gıda enflasyonu yüzde 1’in altında açıklanmıştır. Haziran ayında yüzde 0 artış civarında kalınmış, Kasımda ise TÜİK’in yüzde 5,1’lik gıda enflasyonuna karşı Türk-İş yüzde 0,64 oranını açıklayabilmiştir. Türk-İş’in Haziran ve Kasım gıda enflasyonları tam da enflasyon farkları ve asgari ücret-açlık sınırı tartışmalarına denk getirilmiştir!

Elbette politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır. Asıl sorumlu sermayenin azgın sömürü ve kâr iştahıdır. AKP iktidarı da sadece siyasi kimliğiyle hatta sermaye sınıfının ve uluslararası sermayenin temsilcisi kimliğiyle değil, aynı zamanda Cumhuriyet döneminin tüm zamanlarının en fazla sermayedarlaşmış iktidarı olarak da hedefe konulmalıdır.

NE YAPMALI?

Türk-İş yönetimi çok sıkıştığı için bir daha Komisyona çağrılmak istemediğini bildirmek zorunda kalmıştır. Son sürecin tek olumlu yanı budur; ama bu kadarı yetmez, bu komisyon tüm işçi sınıfı tarafından reddedilmelidir. Tüm işçi sendikaları konfederasyonlarının katıldığı, sayısal ağırlığın işçi kesimine geçtiği ve grev hakkını da içeren bir yeni yapının kurulduğu kesinleşmeden bu Komisyona katılınmamalıdır. Ayrıca, 6356 sayılı Yasanın 40. maddesindeki teşmil uygulamasının memurları olduğu gibi işçileri de kapsaması mücadelesi verilmeli ve bir işkolundaki toplu iş sözleşmesi sonuçlarının o işkolundaki tüm işyerlerine teşmil edilmesi sağlanmalıdır. Ancak böylece asgari ücretin kapsamı daraltılabilecektir. Bu mücadele, teşmil uygulamasıyla işlevsiz kalacaklarını ve üye kaybedeceklerini düşünen sendika yöneticilerine karşı da verilmek durumundadır.

Çubuğun tam tersine bükülebilmesi için, elbette istikrar programının tüm yükünün sermayeye taşıtılması ve siyasi iktidara siyasi bedel ödetilmesi de şarttır. Her kırılma noktasında mücadele yeniden başlar!

                                                                 /././

Ortadoğu’da Amerikan demokrasisi - Hatırlatmalar/Birgün

Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı  zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.

Cihatçı çetelerin iktidar deneyimi ile ilk kez Suriye’de karşı karşıya gelmiyoruz. Ortadoğu yarım yüzyılı aşkın bir zamandır ABD emperyalizminin müdahaleleri doğrultusunda şekillenirken, siyasal İslamcı ve cihatçılar da bu müdahalelerin en önemli öznesi olarak öne çıktılar. Siyasal İslamcılığın şekillenmesi de içsel dinamiklerin ötesinde, Amerika’nın Soğuk Savaş politikalarına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği’nin “kutsal savaşla” kuşatılması adına yürürlüğe konulan “yeşil kuşak projesi” içinde şekillenen siyasal İslamcılık, Ortadoğu’da özellikle Sovyetler’in Afganistan işgali sonrasında şekillendirilmiştir. Afganistan, cihatçıların merkez üssü haline getirilirken, on yıl sürece işgal boyunca tüm bölgede etkinleştirilmiştir. Sovyet sonrası dünyada ise ABD kendi yarattığı gücü kontrol etmek ve kendisine yönelebilecek riskleri ortadan kaldırmak üzere, BOP ekseninde ılımlı İslamcılık üzerinden yeni bir süreç başlatmıştır. AKP ile birlikte Müslüman Kardeşler’in bölgede öne çıkması, El-Kaide benzeri örgütlenmelerin hedef alınırken onların içinde kontrol edilebilir yeni cihatçıların yaratılması bu sürecin bir parçası olarak yaşanmıştır.

Yakın tarihimize baktığımızda ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasındaki Afganistan ve Irak işgalleri, Arap Baharının ardından Libya ve Suriye’ye uzanan müdahalelerinde de bunu görüyoruz. Afganistan yirmi yılı aşan bir işgalin ardından, Taliban’ın ortaçağ karanlığına teslim edildi. Parçalanan Irak’ta on yıllardır istikrarsızlık, etnik-mezhepsel ayrışma temelinde bölgesel güç mücadeleleriyle birleşerek sürüp gidiyor. Libya, Kaddafi sonrasında cihatçı çeteler arasındaki bir kabileler savaşı içinde adeta yok edilmiş durumda. On üç yıllık bir iç savaşın ardından HTŞ’nin hâkim olduğu Suriye’de ise şimdiden etnik ve mezhepsel temelli karşıtlık ve çatışma dinamiklerini kendini göstermeye devam ediyor. Ortadoğu’da ABD politikası bir istikrar oluşturmaktan çok istikrarsızlık üzerine kuruludur. Büyük Ortadoğu Projesi tam da etnik ve mezhepsel tüm kimlik çatışma dinamiklerini harekete geçirerek, sınırsız bir parçalanma içinde bir tür daha kontrol edilebilir (ve sürekli çatışma dinamiklerine sahip) butik devletlerin yaratılmasıdır. Siyasal İslamcı ve cihatçı yapılar tam da bu politikanın içinde, kışkırtılan mezhepsel-dinsel fanatizmin özneleri olduğu oranda işlevsel bir noktada durmuştur. Ancak, siyasal İslamcıların şimdi Suriye’de kendilerine atfedilen demokratik ve çoğulcu bir rejimin kapsayıcı kurucu gücüne dönüşmesi mümkün değildir. Ortadoğu ülkelerinin durumu da Suriye’de çok kısa zamanda yaşananlar da bunu göstermeye devam ediyor.

AKP ve MHP iktidarı, Suriye’den bir fetihçilik devşirerek içerde de güç kazanmaya yönelik bir politika izlemeye çalışıyor. ABD’nin Suriye ve yeni Ortadoğu hedeflerine de bağlı olarak, bir tür emperyalizmin jandarması olarak bölgede konumlanma arayışı, AKP için içerde de iktidara tutunmak için bir fırsat kapısı olarak görülüyor. Erdoğan-Colani ikilisi üzerinden kurgulanan bu Amerikan politikası üzerinden Suriye ve bölge için bir istikrar vaadi yükseltiyor. Bu yolda El-Kaide ve IŞİD uzantılı HTŞ ve Colani’nin imajı batı medyası eliyle yenilenmeye çalışılıyor. Colani, ılımlı ve demokrat profiline oturtulmaya çalışırken, IŞID ve El-Kaide içinden yetişmiş HTŞ’nin çetecileri ordudan istihbarata kadar Suriye’nin yeni iktidar yapısının kilit noktalarına yerleştiriyor. Alevilere yönelik baskı ve şiddet haberleri artarken, Kürtlerden Dürzilere kadar tüm kesimlerin yeni rejimde kendilerine nasıl yer bulacakları sorusu yanıtsız kalmaya devam ediyor.

Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.

∗∗

AFGANİSTAN’DA AMERİKANCI ŞERİATIN KURULUŞU

Afganistan’ın bugün içinde yaşadığı baskıcı, şeriatçı rejimin temelinde SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma çerçevesiyle başlayıp, Ortadoğu’da İslamcı aktörler eliyle kurulması hedeflenen Yeşil Kuşak projesine kadar her adımında ABD’nin emperyalist stratejileri etkin oldu.

ABD Ortadoğu’da SSCB etkisinin, özellikle de sosyalist Arap milliyetçiliğinin geriletilmesi için panzehir olarak İslamcılığı gördü. Bu yaklaşıma zemin hazırlayan en önemli gelişmelerden biri, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir reaksiyon olarak kurulan Müslüman Kardeşler’in, 1950’ler itibariyle sosyalist, bağımsız siyasetlere karşı örgütlenerek İngiliz etkisine girmesi oldu. Önce İngilizlerin, ardından ise ABD’nin kullanışlı bulduğu İhvan hareketi, Mısır’ın sınırları dışına taşındı, Ortadoğu’da farklı ülkelerde Müslüman Kardeşler örgütlenmeleri kurulmaya başlandı. Bu stratejiyi pekiştirmek adına benzer bir formül de Suudi Arabistan’ın kurduğu Rabıta; Dünya İslam Örgütü oldu. Türkiye’de de İhvan ve Rabıta İslamcı tarikatların desteklenerek büyütülmesinin önünü açtı. Benzer şekilde ülkemizde kurulan, Fethullah Gülen gibi isimleri ortaya çıkaran Komünizmle Mücadele Dernekleri de yine bölgede sosyalizm rüzgârına karşı Batıyla uyumlu bir siyasal İslam projesinin sonucu olarak kuruldu.

ABD’nin, önce SSCB’yi sarmalama hedefi ile Türkiye’yi de içine alan dolaylı savaş stratejisi, bölgede görülen “fırsatlar” ile birlikte Yeşil Kuşak stratejisine evrildi, İhvan ve Rabıta ile başlayarak tüm bölgede doğrudan CIA finansmanı ile örgütlendirildi. Bölgede SSCB karşıtı, Batı ve neoliberalizm yanlısı ılımlı islamcı iktidarlar kuşağı kurabilme fikri Mısır’dan Suriye’ye, Türkiye’den Tunus’a farklı örgütlenmeler aracılığı ile desteklendi.

Ancak 1970’lere gelindiğinde ABD, Afganistan’daki gelişmeler sonucu İslamcılığın siyasal bir örgütlenmenin ötesine geçebileceğini fark etti. Afganistan’da doğrudan Amerikan hükümeti ve CIA desteği ile kurulup büyütülen Taliban ve El-Kaide örgütleri ile bugün hâlâ bölgemizin kaderini şekillendiren cihatçı İslamcılık yolu açıldı.

Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu.

AFGAN OKULLARINA SOKULAN CIA CİHATÇILIĞI

Ortadoğu’da cihatçı örgütlerin oluşumu ve yeşermesi, Afganistan’da SSCB’ye karşı ABD’nin örgütlediği “mücahitlerle” başladı. Afganistan’da 1978 yılında Sovyet ve sosyalizm yanlısı askerlerin iktidara gelmesi sonucu, ABD ve Pakistan’ın finansman ve silah desteğini alan İslamcı gruplar silahlı ayaklanma çıkardı. Afganistan’da bugün Taliban’ın şeriat karanlığına giden süreç, henüz 45 yıl önce, doğrudan ABD teşvikiyle başlamış oldu. 1979’da yaşanan iç savaşı durdurmak için bu kez SSCB’nin Afganistan’a doğrudan müdahalesi, karşıt islamcı grupları ABD gözünde daha da kıymete bindirdi. Pakistan’da eğitim verilen, finansman ve silah desteği sağlanan gruplar, Afganistan’a geçerek SSCB’ye karşı iç savaşı örgütledi. ABD’nin SSCB’nin bölgesel olarak geriletilmesi stratejisinde dost ve kardeş olarak gördüğü “mücahitlere” 1979’dan 1985’e kadar toplam 250 milyon dolar yardım yapıldı. 1985 yılında dönemin Amerikan başkanı Ronald Reagan, mücahitlere SSCB’ye karşı kullanılmak üzere uçaksavar füzelerinin verilmesini onayladı. İslamabad havalimanına doğrudan ABD ikmali ile getirilen silahlar, burada radikal islamcı gruplara dağıtılıyordu.

Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu. Amerikan kanalları Taliban’ın başarılarını kutlayan belgeseller çekip Müslüman nüfus yoğunluklu ülkelere servis ediyordu. Afganistan’da çocukların cihatçı örgütlere katılması için motivasyon çalışmaları yürütülüyordu. Taliban’ın ABD finansmanı ile kurduğu eğitim merkezlerinde ilköğretim matematik derslerinde çocuklara hız problemleri, Rus askerlerini öldüren mücahitlerin kalaşnikof mermileri üzerinden anlatılıyordu.

Tüm bu yatırımlar, daha karanlık bir ekonomi-politiği de yaratıyordu. Afganistan’da eroin üretimi 1970’lerde CIA tarafından, ülkede mücahit örgütlenmesini finanse etmek amacıyla başlatıldı. CIA Afganistan’da üretilen eroini dünya pazarına taşıyarak gelirleriyle de Taliban, El-Kaide mensuplarına silah, finansman desteği verdi. Cihatçı örgütlenmeleri doğuran, dünyayı eroinle zehirleyen, ülkeyi mezhepçi katliamlar ve kadın köle pazarlarıyla dolduran tüm bu stratejinin karşılığı olarak ABD, geçen on yıllarda batı hegemonyasına karşı önemli kazanımlar elde eden antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine karşılık olarak kendi sağcı, mezhepçi gerilla örgütleri kuruyordu.

TALİBAN DEMOKRASİSİ

Afganistan’da cihatçı İslamcılığın ABD tarafından örgütlendirilmesi öncesinde SSCB, bölgedeki Arap ülkelerinin çoğuyla yakın ilişki içerisindeydi. Kalkınmacı-bağımsızlıkçı Arap milliyetçilikleri, sömürge dönemi sonrası yerleşen seküler rejimler, Soğuk Savaşta ABD emperyalizmine karşı önemli bir uluslararası destek sağlıyordu. ABD’nin Afganistan’da Pakistan taşeronluğunda kurguladığı siyasal İslamcılık, yalnızca SSCB’nin jeopolitik etkisini kırmakla sınırlı olmadı, bütün bir Ortadoğu’nun siyasal-toplumsal gidişatını, cihatçı mezhepçilik zehriyle tersine çevirdi.

1988’de SSCB’nin Afganistan’dan koşulsuz çıkışı sonrası ülke Taliban’a teslim edilirken, Batı cihatçı mücahitlerle işinin bittiğini düşünse de tarih aksine aktı. Taliban’ın Afganistan’da 20. yüzyılda ülkede kurulan tüm seküler kurumları yıkışı, Şii katliamları, kadınların eğitimden çektirilmesi, cariye pazarlarının kurulması, El-Kaide’yle girilen siyasi ittifak… Tüm bu gelişmeler yaşanırken örgütün en büyük destekçisi ABD olarak kaldı. SSCB işgali bitmiş, Afganistan’a demokrasi gelmişti!

1990’larla birlikte, yıllardır ABD-Pakistan-Suudi Arabistan üçgeni tarafından finanse edilen, eğitilen, silahlandırılan El-Kaide vb, Afganistan merkezli İslamcı yapılar, “cihadı sürdürmeye ve yaymaya kararlıydı”, El-Kaide dünyanın farklı yerlerinde kanlı terör eylemleri düzenleyen uluslararası bir örgütlenme haline gelmişti. 11 Eylül ile birlikte ise, cihatçı İslamcılık ABD’nin Ortadoğu stratejisinde bu kez uzaktan desteklenen müttefik yerine, Amerikan ordusunun bölgedeki varlığını meşrulaştıracak, bir tür demokrasi düşmanı korkuluk işlevi gördü.

AMERİKAN ORDUSUYLA GELEN ŞERİAT

2001’de Bin Ladin’i teslim etmeyi reddeden Taliban Afganistan’ının Amerikan ordusu tarafından işgali, cihatçı örgütleri bitirmek yerine güçlendirdi ve etki alanını genişletti. Hakeza askerî varlığını ilk kez Ortadoğu’ya taşıyan ABD de bir daha bölgeden çıkmadı. SSCB’den sonra kendisine sözde yeni bir düşman yaratan El-Kaide vb selefi cihatçı örgütlenmeler, buradaki savaş birikimini sonrasında Irak ve Suriye’ye taşıdı.

2001’de başlayan ve 20 yıl boyunca dönem dönem yoğunlaşarak süren işgalin sonunda ABD bir türlü Taliban ve El-Kaide’ye karşı aradığı “ılımlı İslamcı” aktörü bulamadı. SSCB’ye karşı Taliban’ı örgütleyen akıl, yine benzer yöntemlerle, ülke içerisinde büyütülen mafya ve çetelerle yeni bir siyasal aktör yaratma konusunda başarısız oldu. İşgalin 20. yılında ABD Afganistan’dan kaçarcasına çıkarken, akıllarda şeriat karanlığından kurtulabilmek için uçak kanadına tutunmaya çalışan insanların trajedisi kaldı.

Geçen üç yılda, Afganistan yeniden tamamen Taliban’ın egemenliğine geçti. Ağır şeriat hükümlerinin uygulandığı ülkede, en ufak siyasal ayaklanma kanla bastırılıyor. Kadınların eğitime katılımı tamamen yasaklandı. Parklara, spor salonlarına ve benzeri kamusal alanlara gidişleri cezalandırılıyor. Kamusal alanda kırbaçlama, taşlama, uzuv kesme gibi şeri hükümlere dayalı cezalar uygulanıyor. Kadınlara peçe takma zorunluluğu getirildi, çalıştıkları işlerden uzaklaştırıldı.

Sonuç olarak ABD’nin 1970’lerde SSCB’ye karşı cihatçı örgütlerin kurulması ve desteklenmesi ile başlayan Afganistan harekâtı, 50 yılın sonunda 3 milyona yakın ölüm, yıkılmış bir ülke, insanlık dışı bir şeriat rejimi ile sonuçlandı. ABD’nin ilkokul sıralarına kadar soktuğu cihat propagandaları, silahlarını verdiği katliamlar, finanse ettiği mezhepçi savaşçılar, Afganistan’ı bugün Taliban şeriatında ışık görünmeyen bir karanlığa gömdü.

∗∗

IRAK: ABD “DEMOKRASİ” GETİRİYOR

Amerikan emperyalizminin Afganistan işgalinden sonraki ikinci durağı, henüz 2 yıl sonra Irak’ın işgali oldu. 1991’deki Körfez Savaşından bu yana Saddam’ı Amerikan çıkarlarına ters gören, Ortadoğu petrollerini ele geçirme hedefindeki Washington, doğruluğu hiçbir zaman kanıtlanamayan bir iddiayla, dünya kamuoyunun tepkisine rağmen Irak’ı işgal etti. Afganistan işgalinden beri Irak’a girmeyi hedefleyen ABD’nin Saddam’ın “kitle imha silahları bulundurduğu” iddiasını dönemin İngiliz İşçi Partili başbakanı Tony Blair, “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları bulundurduğu su götürmez bir gerçek” sözüyle destekledi. İddialar, mobil biyolojik silah laboratuvarları gibi uçuk senaryolara kadar yükseldi. 2003 yılında henüz çiçeği burnunda AKP iktidarının o dönem iki partili meclisten işgali desteklemek için geçirmek istediği Irak tezkeresi, ülke kamuoyundaki işgal karşıtı reaksiyon ile engellenebildi.

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Enerji Kurumunun aksi kanısına rağmen ABD’nin liderliğindeki emperyalist blok Irak’ı işgal etti. Bahanelerin gerçekliği önemli değildi, nitekim hiçbir zaman da bu silahlar bulunamadı. Ancak emperyalizmin yeni kaynak arayışı, silah, sanayi, finans sektörlerinin iştahı işgali geçerli kıldı. 20 Mart 2003’te “Irak’a Özgürlük Operasyonu” başlatıldı.

IRAK PETROLLERİNE “ÖZGÜRLÜK”

İşgal güçleri, Kuzey Irak’taki Kürt peşmergelerle birlikte 2 ay içerisinde Irak ordusunu yenilgiye uğrattı. ABD, ülkede siyasi iktidarı ele geçirdi. İşgalin 2. yılında “İslami-Demokratik” federal anayasaya geçti. Ülke etnik ve mezhepsel ayrılık üzerinden yeniden haritalandırıldı. ABD, Kuzey Irak petrollerini ele geçirdi, bölgede Barzani liderliğinde kurulan Bölgesel Yönetimi himayesine alarak ülkenin kaynaklarını güvence altına aldı.

Ancak ABD’nin Vietnam’dan sonraki en kanlı işgali olan Irak’taki askerî müdahalesi, işkenceleriyle ünlü hapishaneleri, ülkenin siyasal yapısını mezhepçi gerilimi şiddetlendirecek şekilde değişmesi, Saddam destekçisi Sünnilerin tasfiyesi gibi hamleler, ülkeyi bugün bile tam olarak bitmemiş bir iç savaşa sürükledi. Wikileaks belgelerine göre daha 6. yılında 100 binden fazla sivil ölümün yaşandığı işgal, dünya tarihine Amerikan emperyalizminin en büyük suçlarından biri olarak geçti. Ancak hep yıkım, işkenceler, katliamlarla anılan işgalin en büyük zararlarından biri, Irak’ın etnik-mezhepçi temelde bölünerek egemenlik, demokrasi ve kardeşlik temelinde birleşebilecek bir ülke olabilme ihtimalini tamamen rafa kaldırdı. En kaba haliyle böl-yönet stratejisi, Ortadoğu için yeni model haline getirildi. Bunun yanı sıra yine Irak’ta denenen, Amerikan askerî-endüstriyel kompleksinin Amerikan şirketlerinin yağması için egemen ülkelere yönelik müdahalecilik modeli 21. yüzyılın başat emperyalist stratejilerinden biri haline geldi.

Amerikan askerlerinin kontrolündeki hapishanelerde, sonrasında Wikileaks vb. sızıntılarda ortaya çıkan insanlık dışı işkence ve muameleler, Afganistan işgaliyle güçlenen El-Kaide vb. cihatçı örgütlenmelere yeni bir alan açtı. Özellikle işgal sonrası tasfiye edilen Saddam hükümeti dönemi komutanları, Irak’ta El-Kaide yapılanmalarını örgütledi. Ardından Suriye savaşında aktör haline gelecek El-Nusra ve IŞİD’in öncülü olan Irak El-Kaide’si, doğrudan Amerikan işgalinin sonucuydu. Sürpriz olmayan bir biçimde, bu örgütlerin terör saldırılarının hedefleri de büyük ölçüde işgali Amerikan askerleri değil, ülkedeki Şii siviller oldu.

BÖLÜNME YAPISALLAŞTIRILDI

Amerikan işgalinin Irak ve Ortadoğu siyasetine etkisi yalnızca cihatçı örgütlere alan açması olmadı. Irak işgali sonrası ABD’nin “özgürleştirme” ve “demokrasi” hamlesi, ülkenin tüm siyasal yapısının ancak etnik ve mezhepsel temelde temsil edilebildiği bir modeli yarattı. Tüm yasama ve yürütme aygıtlarının Sünni, Şii ve Kürt temsili üzerinden bölündüğü bu yapı, bahsedilen kimlikler arasındaki hiyerarşiyi kristalize etti, sürekli siyasal kriz yaratan bir hale getirdi. Sünni Arapların ülkedeki siyasal temsil düzeyindeki zayıflık mezhepçi örgütlenmeleri güçlendirirken, Irak haritasının tamamen Şii-Sünni-Kürt kimlikleri ve mezhepleri üzerinden şekillenmesi de ülkenin bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı.

Doğrudan ABD’nin sömürgeci güç olarak kendi masasında kurguladığı ve ülkeyi siyasal olarak kırılganlaştırılan, sürekli yeni iç savaş potansiyelleri ve siyasi krizler üreten sistemin sorunları, geçen yıllarda da kendisini göstermeye devam etti. Irak’ta El-Kaide, vb. örgütlerin saldırıları on yıllarca kesintisiz olarak sürdü, Suriye savaşının patlak vermesinin ardından IŞİD, Irak’ın dağınıklığı ve zayıflığı sayesinde ülkede çok hızlı bir şekilde topraklarını genişletti, siyasal egemenliğine Amerikan emperyalizmi tarafından el koyulan Irak, başta da ABD ve İran olmak üzere farklı jeopolitik güçlerin vekil gücü haline geldi. 2003’te Irak’a “demokrasi getirmek için” başlatılan işgalin sonucu, anayasal temelden parçalanmış bir ülke, yerleşik kimlik gerilimleri, sonu gelmeyen cihatçı terör ve ülke kaynaklarının sürekli düzeyde yağmalanması oldu. ABD, Irak’ta gördüğü “fırsatları”, gelecek yıllarda Libya ve Suriye’de de gerçekleştirmek isteyecekti.

∗∗

LİBYA: NATO HEDİYESİ BİTMEYEN İÇ SAVAŞ

Afganistan ve Irak savaşlarının kanlı bilançosunun Amerikan müdahaleciliğine negatif yansıması ve yarattığı meşruiyet krizi, 2010 Arap baharında kimi ülkelerde siyasal İslamcı güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle bir nebze yumuşadı. Özellikle ABD’nin tamamen kontrolünde olmayan ülkelerdeki siyasal isyanlar ve iktidar değişiklikleri, Washington’da yeni bir fırsat penceresi açtı. Haritada Suriye ve Libya, Irak’ta geçen kanlı 8 yılın ardından yeni işgal hedefleri olarak seçildi.

BAĞIMSIZ AFRİKA KORKUSU

Bölgenin en büyük petrol rezervlerini barındıran Libya’nın bağımsızlığına kavuşması, sağlık ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, okuma yazma oranının dört katına çıkarılması ve ülkenin laik bir temelde kalkınması sürecinin başrolü olan Kaddafi, Arap baharından en az etkilenen ülkeydi. Yanı başında Mısır ve Tunus’ta yaşanan kitlesel ayaklanmalara karşın, Libya’da kendiliğinden gelişen ciddi bir eylemlilik yaşanmadı. Ancak on yıllardır Amerikan karşıtı bir pozisyon ile dedolarizasyon ve Afrika birliğini savunan Kaddafi’nin bir toplumsal ayaklanma ya da iç savaşla devrilme ihtimali ABD açısından Mısır ve Tunus’tan çok daha kıymetliydi. Nitekim eşzamanlı olarak Suriye’de yapıldığı gibi Libya’da da ABD başta olmak üzere emperyalist blok el altından para ve silah desteği verdiği örgütlenmeler üzerinden yapay bir toplumsal ayaklanma örgütlemeye girişti. Kaddafi hükümetinin bu ayaklanmaları bastırma girişimi NATO müdahalesi için yeterli bir sebepti. 2016 Amerikan seçimlerinde Clinton’ın sızdırılan mailleri de Libya’ya müdahalenin temelinde Kaddafi’nin dolar yerine Afrika’nın ortak para birimi olarak altın dinarına geçilmesi için yatırım yapma “suçu” olduğunu ortaya çıkardı.

19 Mart 2011’de Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları başta olmak üzere tüm NATO üyelerinin desteği ile Libya’ya hava bombardımanı başlatıldı. Libya ordusunu imha ederek Kaddafi’yi devirmeyi hedefleyen operasyon, 400’den fazla sivilin katledilmesine sebep oldu. NATO hava saldırılarının desteklediği Ulusal Geçiş Hükümeti güçleri Trablus’u ele geçirdikten sonra iktidardan düşen Kaddafi, muhalifler tarafından yakalandı, işkence edilip öldürüldü. NATO’nun desteklediği sözde “özgürlükçü” Geçiş Hükümeti, Kaddafi’nin cesedini halka göstermek için günlerce soğuk hava deposunda sergilendi.

BİTMEYEN İÇ SAVAŞ

Doğduğu İtalyan Libya’sından çıkıp, ülkeden İtalyan güçlerini kovan Kaddafi, 2011 yılına gelindiğinde ABD önderliğinde ülkenin sömürge döneminden bu yana yıllarca kanını emen İtalya ve Fransa’nın askerî müdahalesiyle iktidardan indirildi. Libya ordusunun silahları ele geçirilip, alelacele Suriye’deki yeni muhalif güçlere teslim edildi. Kaddafi’nin ölümü sırasında ve sonrasındaki vahşet, Libya’nın gelecek 13 yılda yaşayacaklarının habercisiydi. Libya’da NATO bombardımanı ve Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Amerikan destekli gruplarla oluşturulmaya çalışılan geçiş hükümeti süreci ise ancak 2 yıl dayanabildi. 2014’te, meclisteki iki büyük partinin girdiği iktidar yarışı, ülkede müdahale sonrası oluşan çok parçalı yapı, Amerikan işgallerinin güçlendirdiği İslamcı eğilimler ülkeyi hâlâ neticelenmemiş bir iç savaşa sürükledi. İktidara gelen Ulusal Kongrenin yolsuzlukları, kadınlara yönelik baskıları, antidemokratik uygulamalar, NATO bombardımanının yıkımı tamir edilememiş ülkede yeni bir iç savaşı getirdi. ABD, Türkiye, Katar karşısında ise Rusya’nın vekil güçler üzerinden sürdürdüğü iç savaş, ülkenin Kaddafi sonrası kırılganlaşan tüm birliğini ve altyapısını imha etti. IŞİD belli bir dönem ülkede güç sahibi oldu. Geçmişte halkın enerjiye erişimi son derece düşük fiyatlarla olan petrol zengini Libya’da bugün hâlâ kesintisiz bir elektrik sistemi sağlanabilmiş değil. Ülkenin petrol rezervleri bombardımanı gerçekleştiren ülkeler arasında bölüşüldü. ABD doları, Fransızlar petrol yataklarını kurtardı. Libyalılara ise 10 binlerce sivil ölümünün yanı sıra artık sonlanacağına dair bile umut olmayan bir iç savaş kaldı.

                                                                /././

Hüda-Par 1, Devlet Tiyatrosu 0 -Gözde Bedeloğlu-

Haziran ayında özel bir dans okulu Diyarbakır’daki Tema Park’ta ‘Caz Pikniği’ düzenlemişti. Çocukların, gençlerin ve ailelerin katıldığı etkinliğe, yaklaşık elli kişilik bir grup tekbir getirerek saldırmış ve iki kişiyi yaralamıştı. Cumhur İttifakı üyesi Hüda-Par, Kürt halkının örf ve adetlerine uygun olmadığını iddia ettiği dans etkinliğinin ‘teşhircilik’ yapılarak toplumu rahatsız ettiğini iddia etmiş ve saldırıya sahip çıkmıştı. Kimse ceza almadı. Hüda-Par Diyarbakır İl Başkanı Zeynul Abidin Gülsever’e göre, kentin sokakları açık hava meyhanelerine dönüşmüş, parklar cinsi sapıklık merkezleri haline getirilmişti. DEM’li belediyeyi, kamuya açık alanlarda çocukların görmemesi gereken ortamlar yaratmakla suçlayan Gülsever, ‘bayanlar’, çocuklar ve ailelerin cadde ve sokaklarda gezemez duruma geldiğini iddia etmişti.

∗∗

2023 seçimlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleme kararı alarak AKP listelerinden meclise giren Hüda-Par ile Hizbullah arasındaki ilişki domuz bağı, mezar evler, Gaffar Okkan ve Konca Kuriş cinayetleriyle tartışılmaya devam ediyor. İktidarın yeni ortağı olarak siyasete yön verme gücünün arttığına inanan Hüda-Par, bu sayede kamusal alanlarda kimin ne yapıp yapamayacağıyla ilgili karar verme hakkına sahip olduğu sanısına da iyiden iyiye kapılmışa benziyor. Hüda-Par üyeleri son olarak, Hırvat yazar Miro Gavran’ın kaleme aldığı ‘Karımın Kocası’ adlı oyunun sahnelendiği Diyarbakır Devlet Tiyatrosu önünde toplanarak tekbir getirdi. ‘Ahlak dışı’ olduğu gerekçesiyle oyunun iptal edilmesini isteyen Hüda-Par Diyarbakır İl Başkanlığı, bir gün öncesinde yayınladığı sosyal medya mesajıyla yetkilileri göreve çağırmış ve toplumsal aile yapısını bozduğunu, ahlaki değerleri zedelediğini iddia ettikleri bu tür etkinliklerin her zaman karşısında duracaklarını ilan etmişlerdi. Oyunun ismi ‘Evlilik Komedisi’ olarak değiştirildi. Buna kimin karar verdiği bilinmiyor çünkü olayla ilgili, başta Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü olmak üzere, muhataplarından henüz bir açıklama gelmiş değil.

Oyuncu Tamer Karadağlı, vaktiyle Gezi’den yükselen sese kulak verilmesi gerektiğini söylemiş ve eylemlere destek vermişti. Sonrasında onu, film festivallerini sanatla alakası olmayan, politik konuşmaların yapıldığı etkinliklere dönüştüğü için eleştirirken gördük. Çok geçmeden de DT genel müdürlüğüne atandı. Bugün, başında bulunduğu kurum ve sanatçıların karşı karşıya kaldığı tehdit ve saldırı karşısında sessiz. Kimsenin bir diğerine, doğru saydığı inanç, ahlak ve düşünceyi dayatamayacağını, her şeyden önce sanatın görev ve amacının insanları özgürleştirmek olduğunu söyleyemedi. Onun yerine, Hüda-Par’ı hoş tutmak için oyunun adının değiştirilmesine seyirci kaldı. Oyuncular Sendikası, isim ve fotoğraflarıyla hedef gösterilen oyuncuların can ve iş güvenliğinden endişe ettiğini açıklayan bir bildiri yayınladı. Amed Şehir Tiyatrosu, bunun ‘protesto’ değil saldırganlık olduğunu söyleyerek meslektaşlarına sahip çıktı. Bağımsız Tiyatro Birliği, saldırganlığı ve Devlet Tiyatroları’nın olayı karşılama biçimini kınadı. Konuşmayan bir tek, savunulan kurumun kendisi kaldı.

∗∗

Bu son olay, “Devletin tiyatrosu olur mu” sorusunu yeniden gündeme taşımak için oldukça elverişli. 2012 yılında, o zaman Başbakan olan Erdoğan, devlet eliyle tiyatronun olmayacağını, özelleştireceklerini söylemişti. İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın, Şehir Tiyatroları’nın başına bürokrat atamasıyla başlayan tartışmayla ilgili olarak Erdoğan, “Tiyatroları özelleştirmek suretiyle buyurun tiyatrolarınızı istediğiniz gibi oynayın. Destek gerekirse biz de istediğimiz oyunlara sponsor oluruz. Buyrun işte özgürlük. Ama kusura bakma geleceksin hem belediyeden maaşını alacaksın ondan sonra da yönetime istediğin gibi verip veriştireceksin. Olmaz öyle şey” diye konuşmuştu. Bu açıklama, devletin sanatı ve sanatçıyı korumakla yükümlü kılındığı Anayasa’nın 64. Maddesine aykırıydı. Devlet, Erdoğan’ın ima ettiği gibi istediği tiyatroya sponsor olan bir şirket değil, halkın sanata erişimini garanti altına almakla ve kamu hizmeti sunan ödenekli ya da bağımsız bütün tiyatrolara eşit şekilde destek vermekle yükümlü bir yapıdır. Maalesef ülkemiz bu gelişmişlik düzeyine sahip değil. Kültür Bakanlığı, ödenekli tiyatroların halkın parasını doğru kullanıp kullanmadığıyla değil repertuarıyla ilgileniyor, Hüda-Par’ın ‘ahlaksızlık’ suçlamasını kabul eder gibi oyun ismi değiştiriyor.

Günün sonunda devlet tiyatroları, çerçevesini siyasi iktidarın çizdiği bir tüzükle yönetiliyor. Repertuar, iktidar tarafından atanan bir müdürün süzgecinden geçiyor. Sansür her zaman gündemde. Üstelik 657 sayılı yasaya göre devlet memuru olan sanatçıların devlet aleyhine görüş beyan etmeleri de yasak. Nasıl? Oluyor mu böyle, kendini savunamayan devletin tiyatrosu? E olmuyor işte!

                                                                /././

Silkelemeyen, silkelenir -Berkant Gültekin-

AKP iktidarı 2025 yılının asgari ücretini 22 bin 104 lira olarak açıkladı. Böylece ülkeyi yöneten akıl hem yerel hem de küresel sermayenin taleplerine uygun olarak “yerli ve milli” emeği değersizleştirme tutumuna devam etti. Son aylarda IMF’nin, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının, yatırım bankalarının, finans çevrelerinin, New York bankerlerinin, Londra tefecilerinin ve bilumum kapitalist-emperyalist piyasa aktörünün ne dediğini bilinler için hükümetin açıkladığı sefalet ücreti hiç de sürpriz olmadı.

Düşünün, ülkede 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 30 bin lira, yoksulluk sınırı 80 bin lira olmuş, bekar bir çalışanın yaşama maliyeti 40 bin liranın üzerine çıkmış (BES-AR verileri) ve buna rağmen iktidar, ülkede ortalama maaşa dönüşen asgari ücreti 22 bin lira gibi bir seviyede baskılayabiliyor. Yıl sonu enflasyonun yüzde 45’ten fazla olmasının beklendiği yerde, asgari ücrete gelen zam yüzde 30’u aşmıyor. Sorana, “Hedef enflasyona göre zam yaptık” deniyor ama devlet vergi, harç ve cezalar için yeniden değerleme oranını yüzde 44 olarak belirliyor.

Üstelik Türkiye’de enflasyon, her seferinde Merkez Bankası’nın tahmininin çok ötesinde gerçekleşiyor. Bankanın Şahap Kavcıoğlu döneminde 2024 yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 22,3’tü. Mayıs 2023 seçiminden sonra aynı beklenti önce yüzde 33’e sonra yüzde 36’ya çıkarıldı. Mevcut yönetim ise en son geçen ay bunu yüzde 44 olarak revize etti. Yüzde 23 nere, yüzde 44 nere… Ki ekonomistlerin beklentisi, bunun da yukarısı. Muhtemelen orta noktası yüzde 21 enflasyon olan 2025’te de aynı senaryo yaşanacak. Hedef enflasyona göre belirlenen asgari ücret, gerçek enflasyona ezdirilecek ve gidişat değiştirilemezse toplum yaşam savaşında yine ağır yaralar alacak.

Bu arada asgari ücret meselesindeki tezvirat da sürüyor. Piyasa yanlısı liberal çevreler, enflasyon-asgari ücret dinamiğini tersten ele alarak manipülasyona mola vermiyor. Sanki asgari ücrete zam talebinin nedeni yüksek enflasyon değil de tam tersine yüksek enflasyonun nedeni asgari ücretin yukarı çıkarılmasıymış gibi bir algı yerleştirilmek isteniyor. Asgari ücret artırıldığı sürece enflasyonun önüne geçilemeyeceği gibi “sınıfsal” ezberler tekrarlanıyor. Bunun için de ortaya eğri büğrü birtakım çizgilerin ve farklı renklere boyanmış çubukların olduğu sözde bilimsel tablolar ortaya konuluyor.

Oysa hiç teorik izahata gerek yok, yaşananlar gerçeğin ta kendisi... Asgari ücrete yüksek zam talebi, enflasyonun patladığı zamanlarda belirgin olmaya başlamadı mı? Türkiye’de son yıllarda asgari ücretin gündemde bu kadar yer kaplaması, enflasyondaki tarihi zirvelerin görülmesiyle alakalı değil mi?

Kimse enflasyon zıvanadan çıksın diye asgari ücrette büyük artışlar istemedi; herkes enflasyonun zıvanadan çıkması sonucu alım gücünü korumak için zam istedi. İktidar hatalı tercihleriyle önce enflasyonu zıplattı, çalışanlar da bunun üzerine haklı olarak aldıkları ücretin enflasyonu yakalamasını istedi. Bu kadar basit. Şimdi çözüm olarak “Asgari ücreti düşük tutalım ki enflasyonu kontrol altına alalım” fikrine destek vermek ne politik ne de ahlaki açıdan kabul edilebilirdir.

Peki bu hal ve vaziyette memleketin beli nasıl doğrultulacak? Birkaç gündür iktidara, milyonları açlığa ve sefalete mahkûm ettiği yönünde eleştiriler yöneltiliyor. İktidar da icraatlarıyla diyor ki, “Evet açlığa mahkûm ediyorum, var mı bir itirazınız?” Dürüst olmak gerekirse belli başlı itirazlar dışında kitlesel bir başkaldırının olduğunu söylemek olanaksız. Halkın geniş kesimleri bu işin böyle gitmemesi gerektiğini düşünüyor fakat bireyler ortak çıkarları için omuz omuza verip kitle haline gelmeyince, o düşünceler politik baskı unsuruna dönüşemiyor. Politik baskı unsuruna dönüşmeyen memnuniyetsizlik de getire getire bireysel huzursuzluk ve psikolojik bunalım getiriyor. Oysa bunalımda olması gereken insanların moral-motivasyonu değil, milyonların yaşam hakkını elinden alan bu adaletsiz sömürü düzeninin tepesindekiler olmalı.

Tabii kitlesel itiraz, yani esasında toplumsal muhalefet, insan müdahalesine gerek duymadan oluşabilecek bir doğa olayı değil. Onun fikren ve fiilen örgütlenmesi gerekir. Bu da muhalefetin görevi. Fakat muhalif siyasilerin, halka, halkın yaşadığı yoksulluğu alım gücüne ilişkin çeşitli hesaplamalarla anlatma stratejisinin ötesine geçemediği görülüyor. Acaba halk yaşadığı yoksulluğu idrak edemediği için mi yoksa halkın yaşadığı yoksulluk siyaseten belirleyici bir güce dönüştürülemediği için mi Türkiye’de iktidar zor durumda kalmıyor?

Halk zaten yaşadığı yoksulluğu onu yaşamayanlardan iyi biliyor ve bu realiteye ilişkin değerlendirmeler de akademisyenler, gazeteciler ve uzmanlar tarafından günbegün yapılıyor. Muhalif siyasetin işi, toplumsal talepleri, iktidar değişimi yolunda bir kaldıraca çevirebilmektir. Halka sorunları anlatmakla yetinip mücadeleyi sandık gününe sıkıştıran veya halkın tepkisini şu ya da bu gerekçeyle dizginleyen, yumuşatan ve erteleyen yaklaşımın bugüne kadar kime yaradığı anlaşılmış olmalı.

Bugün Ankara’da 160’tan fazla kurumun çağrısıyla “Yurttaş Sesleniyor, Haklarımızı Alacağız” başlıklı bir miting yapılacak. Bu miting, ülkeyi uçurumun kenarına getiren iktidara karşı geniş ve birleşik bir toplumsal muhalefet çabasının başlangıç adımı olmalı. Zira örgütsüzlük bariyeri aşılamadığı ve siyaset, beyaz yakalısından mavi yakalısına, bu ülkenin gerçek sahipleri olan üreten yurttaşların uzaktan baktığı bir gösteri sahnesi olduğu sürece, hak ettiği gibi silkelenmeyen bu çürümüş düzen, bir avuç eliti yanına alıp herkesi silkelemeye ve Türkiye’nin geleceğini karartmaya devam edecek.

                                                                /././

Suriye(II) -İlhan Cihaner-

Suriye’de nerede ise her gün dengelerin değiştiği, kazanan/kaybeden listelerinin güncellendiği, yapılan analizlerin çöpe gittiği günleri yaşıyoruz. Özellikle iktidarın ve ilişik medyanın köpürttüğü ve tabanında da yankı bulduğu anlaşılan “fetih ve oyun kurucu ülke histerisi” farkı söz söyleme, farklı söze kulak kabartma olanağını da kısıtlıyor. Nitekim dikkate değer sözler söyleyen Salih Müslüm’e mikrofon tutan Nevşin Mengü’ye dava açılması, Suriye analizlerinin en önemli unsurlarından olan PYD/SDG bölgesinden haber veren (velev ki propagandasını yapan olsun) gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in öldürülmesi ile ilgili açıklama yapan gazeteciler ve barolara soruşturma açılması bu kısıtlılığı gösteren olgular. O kadar ki, nerede ise SMO ve HTŞ’yi eleştirmek TSK’yı eleştirmekten daha zor hale gelmiş durumda!

Bu kadar değişkenin, “galat-ı meşhurun”, baskının söz konusu olduğu bir ortamda somut durumun analizi yapılırken “yöntemin” göz önünde bulundurulması zorunlu oluyor haliyle. İktidar yıllardır, saatler içinde 180 derece ters görüşlere ikna etmekte zorlanmadığı bir tabana hitap etmenin, hiçbir tutarlılık ya da başarısızlık nedeniyle hesap vermemenin konforunu yaşıyor.

Türkiye’yi hedefe koyduğunu söylediği ve bütün kötülüklerin anası olarak propaganda ettiği “dış güç” ABD’den gelen “övgüler” sevinçle karşılanıyor, İsrail’in işgalleri ve Suriye’nin alt yapısını yok eden hamleleri son sürat sürerken, mızmızlanma kabilinde bir iki açıklama hariç hiçbir şey yapmıyor iktidar. Halep kalesine muhtemelen birkaç günlüğüne asılan bayrak tüm bu çelişkilerin örtüsü olarak kullanılıyor.

Muhalefet ise biraz yukarıda tarif etmeye çalıştığım koşullar, biraz dış politika alanını iktidara terk etmenin tembelliği, biraz da yanlış devlet analizi nedeniyle toplumun önüne bütünlüklü bir çerçeve koyamıyor. Oysa eleştiri yanında -tam da birinci parti olmuşken- bütünlüklü bir dış politika ve Suriye perspektifi çizilmeli. Varsa yoksa sığınmacılar!

Bu durumda anlama çabasına, yorulmuş kavramları, üstü örtülen gerçekleri yerli yerine oturtarak başlamak gerekli. En çok kullanılan “Esad rejimi 12 günde, beklenmedik şekilde çöktü” ezberi mesela. 13 yıldır sistematik olarak bombalanan, uluslararası yaptırımlarla boğuşan, nerede ise tüm Batının eğit donat programları ile hırpalanan, IŞİD’den lejyoner cihatçılara, etnik aktörlerden mezhep savaşçılarına kadar aktörlerin dahil olduğu yıpratıcı ve birikimli bir süreç söz konusu. Bu anlamda ne beklenmedik bir son ne de 12 gün söz konusu.

Ortaya çıkan sonuçların; Oded Yinon’un yazdığı “1980’lerde İsrail için bir strateji” raporu (“Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde bir Alevî devleti, Halep bölgesinde bir Sünnî devleti, Şam’da kuzeydeki komşusuna düşman bir başka Sünnî devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Golan tepelerimizi da içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır.” Oded Yinon, Kivunim , 1982), Wesley Clark’ın “Sonuçta birkaç hafta sonra yeniden onu görmeye gittim; o sırada artık Afganistan bombardımanı başlamıştı. ‘Hâlâ Irak’la savaşmayı düşünüyor muyuz?’ diye sordum. General, ‘Ooo, durum daha da kötü’ dedi. Masasının üzerine eğildi. Bir kâğıt aldı. Ve ‘Bunu daha bugün üst kattakilerden –yani Savunma Bakanlığı bürosundan– aldım’ dedi. Ve arkasından, ‘Bu, beş yıl içinde nasıl yedi ülkeyi halledeceğimizi betimleyen andıç; Irak’la başlayacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan’la devam edecek, en son İran’la işi bitireceğiz’ dedi.” açıklaması ile uyumu göz ardı edilemez. Özetle olan biteni açıklamaya ve doğru bir bakış açısı oluşturmaya çalışılırken Emperyalizm olgusu göz ardı edilemez. Kuşkusuz her zaman her şeye muktedir bir emperyalizm yaklaşımı, ya da diğer dinamikleri göz ardı eden bir yaklaşım değil kastım.

Öteden beri genel olarak emperyalizmin özel olarak da iktidarın kullandığı “akışkan” hale gelmiş bir “terör ve terörizm” kavramını da yerli yerine oturtmak gerekli. Bu kavramın nasıl bir sopaya dönüştüğünü, ya da yok sayılabildiğini en iyi Türkiye’de deneyimliyoruz. Salıverilen IŞİD’liler ve Hizbullahçılar, öte yandan sadece haber yaptığı için hayatı zindan edilenler. Özellikle Fidan ve Kalın’ın HTŞ ile ilişkileri, hatta Bahçeli’nin Öcalan çağrısı “terör” kavramının ne kadar oynak/akışkan olduğunun ispatı oldu. Bu kavramın (yaygara da diyebiliriz) zihnimizi esir almasına izin vermememiz gerekir.

Tüm yaşananlar sonsuz bir kaosu davet ettiği kadar, başta Kürt Meselesi olmak üzere temel sorunlarımızın çözümüne ve giderek bir Ortadoğu barışını inşa etmeye de alan açmış durumda. Sonraki yazımda buna değinmeye çalışacağım.

                                                              /././

Asgari ücret rezaleti: Büyük sermayenin dediği oldu!-Aziz Çelik-

Asgari ücret IMF ve uluslararası sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda belirlendi. Siz bakmayın “yerli ve milli” oldukları iddialarına asgari ücrete bile uluslararası sermaye çevrelerinin karar verdiği bir ülkede yaşıyoruz.

2025 yılı asgari ücreti net 22 bin 104 lira olarak ilan edildi. “İlan edildi” diyorum. Çünkü asgari ücret, bu konuda tek yetkili merci olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda konuşulmadı, müzakere edilmedi. Komisyona bir miktar tebliğ edildi. Komisyon bu miktarı imzalayıp Resmî Gazete’de yayımlayacak.

23 Aralık 2024’te BirGün’de yayımlanan “Asgari ücrette neler olacak” başlıklı yazımda bu olacakları öngörmüştüm. Öngörülerim doğru çıktı. “Asgari ücreti Komisyon değil hükümet belirleyecek” demiştim. Öyle oldu. Hükümet, üstelik tam bir emrivaki içinde asgari ücreti ilan etti.  50 yıldır ilk kez Komisyon bir gece vakti toplantıya çağrıldı. Komisyon tarihinde böyle bir toplantı yok. Zaten toplantı da yapılmadı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı geldi ve asgari ücreti ilan etti. Asgari ücret, işveren kesimi ve hükümet tarafından bir teklif sunulmadan ve müzakere yapılmadan oldu bitti ile açıklandı.

Asgari ücreti aslında hükümet de belirlemedi. Asgari ücreti başta uluslararası sermeye çevreleri olmak üzere büyük sermaye belirledi. Asgari ücretin gece yarısı apar topar açıklanmasında da büyük sermeye çevrelerinin etkili olduğu ve bir an önce asgari ücret meselesini kapatmak istedikleri anlaşılıyor. Hükümete bir asgari ücret dikte ettiler ve hükümet de sermayenin ricasını yerine getirdi! Sorumluluk hükümetin, fail hükümet ama perde arkasındaki güç büyük sermayedir.

Hükümet bu kararı ile kemer sıkma politikasına devam edeceğini, uyguladığı “sermaye dostu-emek düşmanı” ekonomi politikasını kararlılıkla sürdüreceğini ve enflasyonun faturasını halka yıkacağını da ilan etmiş oldu.

“Asgari ücret kararına işçi tarafı katılmayacak” demiştim. Öyle oldu. Türk-İş’e hükümetin teklifi konusunda bilgi dahi verilmedi. Türk-İş gece apar topar yapılan toplantıya katılmadı. Asgari ücret konusunda uzun süre net ve kararlı bir tutum sergilemeyen Türk-İş’in 3. toplantıdan sonra 30 bin liraya yakın bir miktar açıklaması, ucube toplantıya katılmaması ve Asgari Ücret Tespit Komisyonundan çekilmesi geç ama önemli bir gelişmedir.

ENFLASYONA EZDİRDİLER

“Asgari ücretin resmi enflasyonun çok altında kalacak” diye yazmıştım. Öyle oldu. Yüzleri kızarmadan ve hiçbir utanç belirtisi göstermeden asgari ücrete yüzde 30 zam yaptılar. Asgari ücret resmi enflasyonun altında ezildi. Resmi yıl sonu enflasyonunun bile yüzde 46 civarında olması beklenirken, yeniden değerleme oranı yüzde 44 iken asgari ücrete yüzde 30 zam yapılması tartışmasız bir biçimde milyonlarca işçinin enflasyona ezdirilmesidir. Asgari ücrete sadece 5 bin 100 lira zam yaptılar. Oysa bir yıl önce asgari ücrete 5 bin 600 TL zam yapılmıştı. Yaşanan onca enflasyona rağmen asgari ücreti geçen yıldan daha az artırdılar.

Asgari ücret sıradan bir ücret değil. Çalışanların yarısının doğrudan ücretidir. Asgari Ücret ortalama ücrettir. Asgari ücretin 22 bin 104 lira olarak belirlenmesi milyonlarca insanın sefalete mahkûm edilmesidir. Yeni asgari ücret şubat veya mart ayında açlık sınırının altında kalacak. Açlık sınırı kasım ayı itibariyle 21 bin TL civarındayken 2025’te 22 bin liralık asgari ücret kabul edilemez. Asgari ücret çok muhtemel şubat ayında açlık sınırının altında kalacak.

“Saptanacak ücret büyümeden pay alamayacak” demiştim. Saptanan asgari ücret ile 2025 yılında tahmini kişi başına gayri safi yurtiçi hasılayı karşılaştırdığımızda asgari ücretin kişi başına GSYH’ye oranı yüzde 40’lar civarına geriledi. Saptanan asgari ücretin pastadaki payı, 12 Eylül dönemine geriledi. Oysa çok değil 8 yıl önce, 2016’da asgari ücret KB GSYH’nin yüzde 60’ı düzeyindeydi. Saptanan asgari ücret emeğin pastadaki payını daha da düşürecek.

“Üç ayrı asgari ücret olacak” demiştim. Öyle oldu. Özel sektör asgari ücreti, kamu işçisi asgari ücreti ve asgari memur maaşı arasındaki fark kapanmadı. Tersine ciddi fark oluştu. En düşük kamu işçisi ücreti 2025’in ilk 6 ayında 40 bin liraya, en düşük memur maaşı 45 bin liraya yaklaşırken, en düşük özel sektör işçisi ücreti 22 bin lira düzeyinde kalmış oldu.

“YERLİ VE MİLLİ” DEĞİL!

Asgari ücret artışı yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda yüzde 30 olarak açıklandı. Asgari ücrette sermeyenin ve uluslararası finans çevrelerinin kırmızı çizgisi olan yüzde 30 aşılmadı. Hükümet asgari ücreti emperyalist çevrelerinin arzusuna göre ilan etmiştir. Yüzde 30’luk asgari ücret zammı sermayenin özellikle de uluslararası sermayenin üst sınırı ve kırmızı çizgisiydi.

Bloomberg'in haberine göre Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Fatih Karahan birkaç ay önce ABD'de yatırımcılara yüzde 25'lik asgari ücret artışının enflasyon görünümüyle tutarlı olduğu mesajını vermişti. Siyasi iktidarın gözde sermaye örgütü MÜSİAD asgari ücrete yüzde 25 civarında zam istemişti. İstanbul Ticaret Odası asgari ücretin beklenen enflasyona göre saptanmasını istemişti. IMF Ekim ayında yaptığı açıklamada Türkiye’nin yüksek bir asgari ücret artışından kaçınmasını istemişti.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poor’s (S&P) Kasım 2024’te Türkiye’nin kredi notunu yükseltirken asgari ücret konusundaki görüşlerini de açıklamıştı.  Şöyle demişti: "Yüzde 30'un üzerinde bir artışın, hâlihazırda uzayan dezenflasyon sürecini neredeyse kesin olarak daha da uzatacağı ve 2027'de tek haneli enflasyonu elde etmeyi zorlaştıracağı kanaatindeyiz. Türkiye'de 2028'e kadar planlanmış seçimlerin olmaması nedeniyle, Türk politika yapıcılar talebi ve enflasyonu azaltmak için kademeli mali sıkılaştırma ve gelir politikaları uygulamak adına bir alana sahip görünüyor. Bu ayarlamanın bir parçası olarak, hükümetin 2025'te asgari ücreti sadece bir kez ayarlama kararı aldığı anlaşılıyor. Bu durum, önümüzdeki yıl reel ücretlerde bir düşüş ve hanehalkı harcamalarında aşağı yönlü bir baskı anlamına gelecektir."

Bu saptamanın ardından şu değerlendirmeyi yapmıştım: “Anlaşılan o ki uluslararası sermaye çevreleri asgari ücret için yüzde 30'luk bir üst sınır koymuş durumda. Uluslararası sermaye çevrelerinin 22 bin-22 bin 500 bandında bir asgari ücret beklediği ve hükümete böyle bir limit koyduğu anlaşılıyor. Ayrıca "seçim yokken kemerleri sıkın" diyorlar! Uluslararası sermaye çevrelerinin asgari ücret planı bu!”

IMF ve S&P ne dediyse, uluslararası sermaye çevreleri ne istediyse aynen gerçekleşti.  Uluslararası sermaye çevreleri asgari ücret için yüzde 30'luk bir üst sınır koymuştu. Hükümet bu üst sınıra uydu. Asgari ücrete Komisyon değil uluslararası sermaye çevreleri karar verdi. Hükümet bunun gereğini yerine getirdi.

Siz bakmayın “yerli ve milli” oldukları iddialarına asgari ücreti bile uluslararası sermaye çevrelerinin karar verdiği bir ülkede yaşıyoruz. Gerçek budur. Onların yerli ve millî dedikleri ucube hukuk sistemidir, ucube siyasal sistemdir. İş ekonomi politikasına gelince emperyalizme göbekten bağlı bir politikayı uyguluyorlar.

YENİ BİR ASGARİ ÜCRET ŞART!

Asgari ücrette yüzde 30 artışla yetinmeleri ocak ayındaki diğer emek gelirleri artışı için de bir gözdağıdır. Ocak 2025’te emekli aylıkları ve memur maaşlarında da bir iyileştirme yaşanmayacak. Hükümet sermayeye verdiği söze sadık kalarak kemer sıkma programını uygulamaya devem edecek ve 2025 yılında seçim olmasının verdiği pervasızlıkla daha sert davranacak.

Hükümetin körü körüne inandığı neoliberal hurafeye göre ücret artışları enflasyonun sebebidir. “Enflasyonu düşürmek için ücretleri düşürmek gerekir” fikrine inanıyorlar. Bu yüzden asgari ücreti ve diğer emek gelirlerini bastırıyorlar ve daha da bastıracaklar.

Ancak 22 bin liralık asgari ücretle 2025 yılı geçmez. Asgari ücret en kısa zamanda revize edilmelidir. Şimdi veya kısa bir süre içinde asgari ücretin insanca yaşamaya yetecek bir düzeye çıkarılması için ses yükseltmek şart. Asgari ücretin revize edilmesi sendikaların ve emek örgütlerinin ve muhalefetin mücadelesine bağlı olacaktır.

Artık yeni bir asgari ücret şarttır! Yeni asgari ücret asgari ücretin sadece miktarının artırılması değildir. Yeni bir asgari ücret, asgari ücretin asgari bir çalışan grubunu kapsayan ücret olmasıdır. Ücretler sendikalar ve toplu pazarlık yoluyla belirlenmeli. Sendikaların ve toplu iş sözleşmesinin olmadığı işyerlerinde sendikaların o işkolundaki toplu iş sözleşmeleri teşmil edilmelidir. Asgari ücret hükümetin ve sermayenin iki dudağı arasından alınmalıdır.

                                                                 /././

Erbaş’ın Ziraat Katılım ısrarı -Mustafa Bildircin-

Diyanet’te devam eden 2025 yılı promosyon anlaşma süreci kangren halini aldı. İdari Kurul’un kararına rağmen Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın, Ziraat Katılım ile anlaşılması konusunda ısrarcı olduğu iddia edildi.(https://www.birgun.net/haber/erbasin-ziraat-katilim-israri-587174)

                                                                    ***
Güllük talanı -Aycan Karadağ-
Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Güllük Limanı’nda, ICC Güllük Marina İşletmeciliği A.Ş. tarafından yapılması planlanan yat limanı projesi için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ‘ÇED olumlu’ kararı verdi. Bölge halkının yoğun itirazlarına rağmen alınan bu karar, yaşam alanları üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle tepki topladı.(https://www.birgun.net/haber/gulluk-talani-587156)
                                                                 ***
Haraç mezat yıl sonu hasılatı -Havva Gümüşkaya-
Devletin değerli varlıklarını elden çıkaran iktidar satış maratonunu hızlandırdı. 634,1 milyon TL’lik taşınmaz satışına onay Resmi Gazete’de yayımlandı. Kasım itibarıyla 12,1 milyar TL taşınmaz satışı kaydedildi.

Özelleştirme kararları ile devletin birçok kıymetli kamu varlığını elden çıkaran iktidar, yıl sonunda satış için gaza bastı. Yılın son haftasında yedi ilde toplam 35 taşınmaz özelleştirme kapsam ve programına alındı. Ayrıca özelleştirme programında yer alan birçok taşınmazın da satışı gerçekleştirildi.

Son yıllarda “arsa satış ofisi”ne dönüştüğü dile getirilen Özelleştirme İdaresi, bu yıl Ocak-Kasım döneminde 12,1 milyar TL tutarında satış gerçekleştirdi. Yılsonu için 8 milyar lira olan bütçe hedefi, Eylül ayı itibarıyla aşıldı. Satış gelirlerinin yüzde 94’ünü arsa ve arazi satışları oluşturdu.

Satışların önemli bir bölümü olan 2,9 milyar TL’lik kısmı orman vasfını yitirmiş arazi satışlarından, 1,3 milyar liralık bölümünü ise Hazine’ye ait tarım arazilerinin satışlarından elde edilen tutar oluşturdu.

634,1 MİLYONLUK KARAR

Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararları ile Özelleştirme İdaresi Başkanlığının bazı illerdeki bazı taşınmazların özelleştirme yoluyla şirketlere  satışlarına onay verildi. Dört ilde toplam tutarı 634,1 milyon TL’yi bulan taşınmaz satışı gerçekleştirildi.

Buna göre Türkiye Șeker Fabrikaları AŞ adına kayıtlı Ağrı’nın Merkez ilçesi Suçatağı Köyü’ndeki taşınmazın 58,1 milyon lira bedelle en yüksek teklifi veren Emre Tanıșır’a satıldı.

Mülkiyeti Maliye Hazinesi adına kayıtlı Ankara’nın Çankaya ilçesi Dodurga Mahallesi’ndeki taşınmazın 92 milyon bedelle en yüksek teklifi sunan Fehmi Turgut’a satışı onaylandı.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı adına kayıtlı Aydın’ın Didim ilçesindeki iki ayrı taşınmazdan birinin 155 milyon lira, diğerinin de 165 milyon lira bedelle en yüksek teklifi veren Ege Yonca Yapı İnşaat AŞ’ye satılmasına onay verildi.

Maliye Hazinesi adına kayıtlı Aydın’ın Kuşadası ilçesi Davutlar Mahallesi’ndeki taşınmazın 164 milyon lira bedelle en yüksek teklifi veren "Şentürk Ali Kılıç Sapran Deluxe"e satışı uygun bulundu.

35 TAŞINMAZ SATILACAK

Ayrıca geçen hafta Adana, Antalya, İstanbul, İzmir, Konya, Mersin ve Muğla illerinde bulunan 35 taşınmaz özelleştirme kapsam ve programına alındı. Mülkiyeti Maliye Hazinesi adına kayıtlı taşınmazların, özelleştirme işlemlerinin 31 Aralık 2027 tarihine kadar tamamlanmasına karar verildi.  Cumhurbaşkanlığı programına göre 2025 yılında özelleştirmelerden 30 milyar lira tutarında rekor gelir bekleniyor.

                                                                   ***

(Birgün)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Ocak 2025-

Özelleştirme sebep, karanlık sonuç: Yurttaş canının, enerji şirketleri kârının derdinde Çınartepe ve Darıca'da yüz binlerce kişi günlerd...