soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Komünist gençler Nâzım Hikmet’i 19 Ocak’ta Eskişehir’de tiyatroyla, şarkılarla, resimlerle selamlayacak - 14 Ocak 2025-

THTM 4. Olağan Genel Kurulu toplandı: 'Cumhuriyetçilerin birliğine doğru ilerliyoruz'

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin dün gerçekleştirilen dördüncü Genel Kurul toplantısında, yedi siyasi önerge sunuldu. Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) dördüncü Genel Kurul toplantısı, 12 Ocak Pazar günü Ankara’da yapıldı.

Tüm gün süren Genel Kurul’da yedi siyasi önerge sunuldu ve üzerine tartışmalar yapıldı.

Genel Kurul, gelişen yerel meclisler ve THTM’ye katılan öğrenci inisiyatiflerinin temsilcileriyle Yürütme Kurulu’nun güçlendirilmesi önergesinin değerlendirilmesi ile tamamlandı.

Oyan: THTM halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak için kuruldu

Genel Kurul’un ilk oturumu THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz Oyan’ın açılış konuşmasıyla başladı.

“THTM topluma gerçek siyasi seçeneklerin olduğunu göstermek, halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak, görünür kılmak için kuruldu” diyen Oyan, THTM’nin başat rolünün Türkiye’deki dinci-milliyetçi iktidara karşı Cumhuriyeti ve laikliği savunması, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı duruşu, emek mücadelesini güçlendirerek Cumhuriyet’in kazanımlarını ileri çekmesi olduğunu belirtti.

THTM’nin bir yıl boyunca yürüttüğü Aydınlanma Sefeberliği, "NATO ve emperyalist savaşa karşı göreve" kampanyası, yerel meclisler ve temsilcilikler kurmasıyla kat ettiği mesafeyi anlatan Oyan, gelinen noktada THTM’nin Cumhuriyetçileri bir araya getirecek ve “emeğin cumhuriyetinin kurulması” konusunu tartıştıracak bir görev çıkarttığını ifade etti. “Bugünkü iktidar sermaye-tarikat düzeninin parçasıdır. 2025 yılı Türkiye’deki emekçileri için ekonomik açıdan zorlu olacak. Türkiye’de ekonomik ve sosyal bunalım var, THTM bu mücadelede yerini alacak” dedi.

                                              THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz Oyan

THTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması için adım

İlk oturumda açış konuşmasından ardından “THTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması: Yerel Temsilcilikler Oluşturulmasına Hız Kazandırıyoruz” başlıklı birinci önerge ele alındı.

Önerge üzerine söz alan Defne Halk Temsilcileri adına Hizam Hasırcı, Defne’deki yerel meclisin halk örgütlenmesine nasıl evrildiğini anlattı. Hatay’ın Defne ilçesinde bir yandan depremden kaynaklanan sorunlara insanlara dokunarak çözüm ürettiklerini, diğer yandan deprem olmasa da kapitalizmin yarattığı sorunlara mahalle mahalle örgütlenerek yanıt verdiklerini vurguladı. Hasırcı, “Defnede siyaset mafyatik ilişkilerle dönüyor. Biz, para olmadan da siyaset yapılabileceğini, ‘garibanların’ siyaset yapabileceğini göstererek ezber bozduk. ‘Defne vatandır’ sloganı ile çalışma yürüttük. Sene boyunca yaptığımız işlerle cumhuriyetçi ve antiemperyalist siyaseti yükseltmek için çalıştık. Şimdi Defne’de bir sosyal merkez açıyoruz. Sizlerin de desteğini bekliyoruz” dedi.

Ardından, kendi yerel meclisini kurma aşamasında olan temsilciliklerin deneyimleri paylaşıldı. Mamak Halk Temsilcileri Meclisi adına Engin Özkan, Mamak’ta köy dernekleri ve muhtarlıkların katılımıyla kurulan aydınlanma kürsüsünün yerel meclise dönüşecek temeli attığını anlattı. Kocaeli HTM adına Merve Uzuner, NATO ve emperyalist savaş karşıtı yürüyüş sırasında Kocaeli’de emek örgütlerinin kabullenmiş oldukları mücadele sınırlarını planlı bir çalışmayla aşabildiklerini ve temsilciliğin bir yerel meclise dönüşebildiğini ayrıntılarıyla paylaştı.

THTM Öğrenci inisiyatiflerinden Can Deniz, üniversitelerde Ayşenur ve İkbal’in katledilmesine karşı gelişen tepkilerden ,yurt ve yemekhane eylemlerine kadar gençlikte parçalı bir hareketlenme olduğu, ancak bunların “bir mozaiğin ötesine geçebilmesi” için THTM’nin mücadele çizgisiyle birleşmesi gerektiğinin altını çizdi.

'Yeni Osmanlıcılığa karşı mücadele' ve 'cumhuriyetçilerin birliği'

Genel Kurul’un ikinci oturumunda ise “Emperyalizme ve Yeni-Osmanlıcılığa karşı mücadeleyi yükselteceğiz!” ile “Cumhuriyetçilerin birliği için harekete geçiyoruz!” başlıklı önergeler tartışıldı.

İlk sözü, kurucu üyelerden gazeteci Zülal Kalkandelen aldı. “Yeni anayasa, kapalı kapılar ardında halktan habersiz yapılıyor” diyen Kalkandelen, “Cumhuriyet Devrimi tehlikede, bugün biz sosyalist değerlerle buluşup mücadele vermeliyiz” dedi. “Devrimi sahiplenmek, devrimi sürdürmenin koşuludur, Cumhuriyetçiler farklılıklarına rağmen birleşmeli” vurgusuyla önergeyi destekleyen Kalkandelen, “Siyasal İslam emperyalizmle el ele verip Cumhuriyeti yıkarken bunun karşısında THTM’ye, halkın teşkilatı olarak rol düşüyor. Cumhuriyetçileri birleştirme çağrısı, kurultay gibi somut bir toplantı ile yapılmalı” önerisinde bulundu.

Kurucu üyelerden Serdar Şahinkaya, “1923 Cumhuriyeti, Türkiye toplumu için medeniyet yolunda atılan bir adımdır. Fransız aydınlanması ve 1917 emekçi devrimi bizim iki örneğimizdi. Yeni bir Cumhuriyet için mücadele etmeliyiz. Yaşasın cumhuriyet, yaşasın cumhuriyetçilerin birliği” şeklinde konuştu.

Oturumda, toplantıya katılamayan kurucu üyelerden gazeteci Barış Terkoğlu, akademisyen Fatih Yaşlı, iktisatçı Korkut Boratav ve TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın yazılı katkıları okundu.

Barış Terkoğlu, Türkiye’nin komşu halklarla yeni Osmanlı hayallerinin peşinden koşarak değil, doğal sınırları içinde eşitlik ve barış temelinde bağımsızlığını yeniden kazanabileceğini belirtti. “İşte bunun için Cumhuriyetçi birikim bütün özneleriyle tarihsel bir irade olarak yeniden ortaya çıkmak zorunda” diyen Terkoğlu, “Bugünkü toplantınızın tarihsel zorlukları gerçeğin dönüştürücü gücüyle aşacak bir harita çizeceğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.

Fatih Yaşlı, Yeni-Osmanlıcılığın bir yandan Türkiye sermaye sınıfına yeni kârlılık alanları açtığı, diğer yandan derin yoksulluğun sarstığı iktidarın hegemonyasını yeniden tesis etmesine imkân verdiğini söyledi. Yaşlı, “Kürt sorunuyla ilgili adı konmamış sürecin de doğrudan bu arayışlarla ilgisi var” dedi. Buna eşlik eden “Siyasal Alevilik” tartışmalarının da Türkiye’nin ilerici birikimini hedeflediğini vurgulayan Yaşlı, “Bu gidişata karşı Cumhuriyet bayrağını sosyalizm bayrağıyla birlikte yükseltmek, omuz omuza vermek, bir araya gelmek zorundayız. Bu görevi başarıyla yerine getireceğine duyduğum inançla THTM’yi selamlıyorum” şeklinde mesaj gönderdi.

Korkut Boratav, İsrail’in, NATO’nun ve Yeni-Osmanlıcılıkla “hortlayan” şeriatçılığın oluşturduğu tehdide dikkat çektiği yazısında, Türkiye’de “Cumhuriyetçilerin Birliği” adına atılacak adımın hayati önemde olduğunun altını çizdi. Öte yandan Boratav, “Ne var ki, Cumhuriyetçilik yeknesak bir akım değildir; sosyalist, sol ve sağ kanatlar içermektedir. Halk egemenliği (demokrasi), laiklik ve tam bağımsızlık (anti-emperyalizm) üç kanadı birleştiren ortak ilkelerdir” dedi. Bu ilkelere sahip çıkanlar arasında “üniter” devlet konusunda görüş ayrılıkları belirdiğini belirten Boratav, Cumhuriyetçilerin birliğinde “Anti-demokratik savrulma içinde olanlar dışlanabilirler mi?… ‘Kürt sorunu’ ile üniter devlet ilkesi arasındaki ilişki nasıl çözülebilir? Bu konuların THTM içinde tartışılarak berraklığa ulaşmak büyük önem taşıyor” ifadelerini kullandı.

Kemal Okuyan, yurtdışında daha önce planlanmış bir görevi olması nedeniyle Genel Kurul’a katılamadığını belirterek THTM’nin toplantı gündemlerini öneminin altını çizdi. Okuyan, “Türkiye’de cumhuriyetçiliğin kendi içinde barındırdığı çeşitliliğin cesur bir muhasebe ve tartışmayı göze alması ve gerekiyorsa ayrışması gerekiyor. Ayrışma sözcüğünden korkmamalıyız” dedi. “THTM holdinglerin ve tarikatların düzenine karşı meydan okuyarak emperyalizme karşı en küçük bir taviz vermeme iradesi ile yola çıktı. Bu konularda bir belirsizlik kalmamalı. Türkiye’de kimse cumhuriyetçi birikimin ev sahibi olarak görmemeli kendini” diyen Okuyan, tarih boyunca komünistlerin cumhuriyetin önde gelen savunucularından olduklarını hatırlattı. Bununla birlikte, Türkiye’deki cumhuriyetçi birikim içinde hâlâ liberal ve milliyetçi unsurlar olduğunu, bu unsurların “ayrışamamış” olduğuna dikkat çekti. Okuyan, “Bu ayrışma hepimizin yapıcı, dürüst ve etkileşime açık bir tartışmaya katkı koymasıyla sağlıklı bir biçimde gerçekleşebilir” diye vurguladı.

Oturumun son konuşmasını Yürütme Kurulu üyesi Aydemir Güler yaptı. ABD ve İngiltere’nin 20. yüzyıldan beri Türkiye üzerine emperyalist projeler ürettiklerini hatırlatan Güler, “Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi buna yanıttı, buna karşılık kapitalist projeler tekrar harekete geçti. Cumhuriyeti koruyanlar ve yıkmaya çalışanların mücadelesi, Türkiye’nin tarihidir. Türkiye, Cumhuriyet mücadelesini büyük ölçüde kaybetti” dedi. Korkut Boratav’ın sorduğu soruların cumhuriyetçiler arasında tartışılması gerektiğini belirten Güler, “Cumhuriyetçilerin birliği” için Kemal Okuyan’ın söz ettiği ayrışmadan kaçınılmaması gerektiğinin altını çizdi. “Emekçilerin birliği tek tutkaldır” vurgusu yapan Aydemir Güler, “Cumhuriyetçilik bir birleşme ve aynı zamanda bir ayrışmadır. Bizi büyük bir görev çağırıyor’’ diyerek sözlerini tamamladı.

'Eğitimde gericiliğe karşı mücadele' ve 'Emek mücadelelerinde bütünlüklü hat'

Genel Kurul’un üçüncü oturumunda “Eğitimde gericiliğe karşı mücadeleyi yükselteceğiz” ve “Emek mücadelelerinde bütünlüklü, zenginleşmiş ve derinleşmiş bir hat oluşturmak için…” başlıklı dördüncü ve beşinci önergeler gündeme alındı.

Eğitimde gericileşme başlıklı önergeye ilişkin THTM’nin 3. Genel Kurul’da aldığı kararlarla başlattığı Aydınlanma Seferberliği kapsamında yaptığı çalışmalara dair gözlemler ve notlar aktarıldı. Uzmanlar Bildirisi ve sonrasında başlatılan imza kampanyası, Aydınlanma Seminerlerine dair değerlendirmelerin yapıldığı oturumda Çiğli Halk Temsilcileri Meclisi’nin gerçekleştirdiği tarikat yurduna mühür vurulması eylemi selamlandı.

İstanbul'dan iki eğitimci temsilcinin söz aldığı oturumda, eğitimde gerici ve piyasacı saldırı şiddetlenirken MESEM’lerle çocuk işçiliğinin yaygınlaşması, Öğretmen Meslek Kanunu dayatması gibi sorunlarla saldırının ağırlaştığı ve tutarlı bir direnç gelişmesi için THTM’ye kritik bir rol düştüğü vurgulandı. Zorunlu din dersleri ve ÇEDES projesinden çocukları korumak için öğretmenler ve velilerle koordineli çalışmalara devam edilmesi, tarikat yurtlarına karşı harekete geçilmesi, aydınlanmadan yana olan kurumlarla ilişkilerin güçlendirilmesi karar altına alındı.

Bu başlıkta söz alan Yürütme Kurulu üyesi Erhan Nalçacı, sözlerine 2025’in ilk genel kurulunun önemine işaret ederek başladı. Nalçacı, THTM’nin önceki yıldan farklı olarak alınan kararları sadece oylamak değil, yerelliklere taşımak sorumluluğuyla temsilcilerin toplandığını söyleyerek “Burası karar alan bir yasama organı, bu kararları yerelliklerde yürütmekten sorumlu. THTM bir halk hareketidir” diye vurguladı. Nalçacı, eğitim başlığında “Henüz yeterince öğretmenleri savunacak, velileri örgütleyecek ya da aydınlanma seferberliğini güçlendirecek örgütlülüğe kavuşamadık. THTM’nin yerel örgütlenmelerinden ayrı sektörel örgütlenmeleri yok. Ancak laiklik mücadelesi sınıf mücadelesidir, bu sebeple bir öğretmen örgütlenmesi zorunludur. Laik, yurtsever ve ilerici öğretmenleri bir araya getirmeliyiz” dedi. Aydınlanmadan yana eğitim kurumlarını harekete geçirerek 3 Mart Eğitim Birliği Kanunu’nun yıldönümünde THTM’nin İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri önünde basın açıklamaları, eğitim boykotu ve miting dahil her türlü aracı masaya sürmeye kararlı olduğunu vurguladı. Öte yandan, bahar aylarında Köy Enstitüleri Sempozyumu düzenlenmesi önerisini paylaştı.

Emek mücadeleleriyle ilgili önergeye ilişkin Neslihan Eroğlu söz aldı. Eroğlu, son dönemde artan belediye emekçilerinin mücadelelerinin üzerinde durulması, genel olarak sınıf kültürünün sanatsal, sportif etkinliklerle güçlendirilmesi, iletişim emekçilerine özel olarak el uzatılması başlıklarına değindi. Aydınlanma seferberliğinin işçilere dönük bir ayağı olması gerektiğini vurgulayan Eroğlu, düşük ücretle ve sigortasız çalıştırılan basın emekçileriyle geliştirilecek dayanışmanın THTM’nin görünürlüğünün de arttırılmasını sağlayacağına işaret etti.

Emek mücadeleleri başlığında söz alan Çiğli ve Çeşme Halk Meclisi temsilcileri, emeklileri harekete geçirmede sendikal örgütlenmenin önemli olanaklar sunduğunu kendi saha deneyimleriyle anlattılar.

'Yerel yönetimlerde rant ve talanla mücadele'

Dördüncü oturumda “Yerel Yönetimlerde ranta ve talana karşı mücadelede hattının derinleştirilmesi” ve “THTM toplumsal çürümenin bir parçası olan uyuşturucu kullanımına karşı mücadele edecek” başlıklı önergeler tartışıldı.

Yerel yönetimlerle ilgili önergede, belediye örgütlenmesinin kamu yararına bir halk örgütlenmesi olabilmesi için kırmızı çizgiler ve mücadele hedefleri ayrıntılı olarak ele alındı. Mevcut belediyelerde Meclisler yerine başkanların öne çıkması, kamu hizmetlerinin şirketlere, hizmet finansmanının uluslararası kredilere dayanması gibi sorunlara dikkat çeken önergede, THTM bileşenlerinin nasıl bir mücadele hattı benimsemesi ve kamu yararına aykırı uygulamalara karşı hangi hedeflerle örgütlemesi gerektiği tarif edildi.

Eskişehir’den THTM temsilcisi bir belediye işçisi, AKP’nin işçileri şahıs şirketlerinden belediye şirketlerine geçirerek kadro verdiği izlenimi yarattığını anlatarak, CHP’nin yönetimde bulunduğu belediyelerde de işçilerin sosyal demokrat patron sendikalarıyla karşı karşıya geldiğini, THTM’nin toplu iş sözleşmesi süreçlerinde aktif olarak yer alması gerektiğini belirtti. Antalya’dan THTM temsilcisi ise Belediye Meclisi’nin rant konusu olan imar planlarını halkın takip etmesini sağlayacak bir sistem üzerinde çalıştıklarını paylaştı.

Bu başlıkta söz alan kurucu üyelerden Aziz Konukman, belediyelerin yatırım, hizmet, alt yapı gibi harcamalarının “izlenmesi ve denetlenmesi” önerisinin doğru olduğu, buna karşılık “borç ödeme, gelir elde etme gibi gerekçelerle yapılan her tür satış ve özelleştirmenin” bizzat yağma ve talan anlamına geldiği için bunların “iptali” için mücadele etmek gerektiğinin altını çizdi.

Oturumda, yerel meclislerin özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinin takipçisi ve sorgulayıcısı olması gerektiğine vurgu yapıldı. Yeni açılacak yerel meclislerin yanı sıra il/ilçe temsilciliklerinin de yerel yönetimleri takip ederken belediye emekçilerini mücadele gündemine alması kararlaştırıldı.

Uyuşturucuya karşı mücadele başlığında Öğrenci İnisiyatifi temsilcileri söz aldı. Kürsüde, uyuşturucu kullanımının bir yandan 12 yaşına altına düşmesi, diğer yandan gençler arasında kullanımının “bireysel özgürlük” gibi gösterilerek yaygınlaşmasının bir ideolojik mücadele konusu olması gerektiğine vurgu yapıldı. Bu alanda yerel meclislerle birlikte uyuşturucuyla mücadele için kurumsal ve akademik işbirlikleri geliştirilmesi gerektiğine işaret edildi. Öte yandan, gençliğin geleceksizleşmesinin doğurduğu boşluğa yerleşen uyuşturucu bağımlılığıyla mücadelede spor, edebiyat, sanat ve bilim etkinliklerinin düzenlenmesi hedefi kondu.

Genel Kurul’un son önergesi olan Yürütme Kurulu’nun genişlemesi, Çiğli temsilcisi Emel Diril ve Öğrenci İnisiyatifi temsilcisi Can Deniz’in Kurul’a katılımının oylanmasıyla kabul edildi.

THTM 4. Genel Kurul Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.

                                                             ***

Komünist gençler Nâzım Hikmet’i 19 Ocak’ta Eskişehir’de tiyatroyla, şarkılarla, resimlerle selamlayacak -Yekta Armanc Hatipoğlu-

                                                                   Fotoğraflar: Deniz Şanlı 

TKP’li gençler Türkiye’nin çeşitli illerinde komünist şair Nâzım Hikmet’i selamlayacak. Eskişehir’deki etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek.

Solcu Liseliler ve Türkiye Komünist Gençliği, komünist şair Nâzım Hikmet’i doğum günü olan 15 Ocak vesilesiyle İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Giresun, Denizli, Kocaeli, Konya ve Kayseri’de selamlayacak. 

19 Ocak’ta Eskişehir’de Taşbaşı Kültür Merkezi Kırmızı Salon’da gerçekleştirilecek etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek. 

Nâzım Sahnesi, etkinliğe “Yirminci Asrın Macerası” oyunuyla hazırlanıyor. 

Oyun sahnelenmeden bir hafta önce Nâzım Sahnesi’nin Vişnelik Semt Evi’ndeki provasına konuk olduk, oyuncularla ve oyunun yönetmeni Latif Tiftikçi’yle oyun ve Nâzım Hikmet üzerine konuştuk. 

‘Nâzım Hikmet’in devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi bir tarafa bırakamayız’

Latif Tiftikçi, Nâzım Sahnesi isminin bir yanıyla iddialı gibi göründüğünü, bir yanıyla da liseli gençliğin heyecanına, coşkusuna ve devrimci mücadelesine çok uygun bir isim olduğunu söyledi. 

Nâzım Hikmet’in genelde aşk şiirlerinin ön plana çıkarıldığını ve bu nedenle bütün olarak ele alınmadığını söyleyen Tiftikçi, “Nâzım Hikmet bir kavga insanı. Bir yanını bırakamayız; onun devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi de bir tarafa bırakamayız” dedi. 

Oyunu, Nâzım Hikmet’in kavgası çerçevesinde ele aldıklarını ve Solcu Liseliler’in coşkusunu yansıtan bir metin olmasını istediklerini ifade eden Tiftikçi “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin bir bölümünü ele aldıklarını açıkladı. 

Onu da Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiiriyle beslediklerini ve metni biraz güncelleyerek ortaya “Yirminci Asrım Macerası” isimli, yarım saat süren ama dinamik bir eser çıkardıklarını söyledi.

“Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin kendi dinamiklerine, yazım tarzına uygun bir sahneleme yapmaya çalıştıklarını çünkü Nâzım Hikmet’in bu eserin sahnelenecek bölümünde şiirin diliyle oynadığını, farklı yaklaşımlar, farklı sesler bulmaya çalıştığını söyledi. Tiftikçi, bunu yakalamaya çalıştıklarını ve sahnelerken de bu şekilde sahnelemeye çalıştıklarını ifade etti. 

Tiftikçi, “Artık sona geldik. Arkadaşlar da çok özverili çalıştılar. Zor bir sahnelemeydi açıkçası ama üstesinden de geldiler. Ayın 19’unda sahneye çıkacağız hep birlikte” diyerek sözlerini noktaladı. 

‘Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu’ 

Oyuncu Selman Alparslan, tiyatroyla ilkokul birinci sınıftan beri ilgilendiğini söyleyerek sözlerine başladı. 

Bu oyunun içinde bulunmanın kendisi için şans eseri gerçekleştiğini söyleyen Alparslan, alışık olmadığı bir oyun türü olduğu için ilk başlarda zorlandığını, alışma sürecinin sancılı geçtiğini ancak alıştıktan sonra sürecin iyi ilerlediğini anlattı.

                                                                 Latif Tiftikçi

Alparslan, Nâzım Hikmet’i daha önce tanıdığını ancak komünist olduğunu bilmediğini ve oyun vesilesiyle öğrendiğini ifade etti. “Nâzım Hikmet oyundan önce tabii ki bir şeyler ifade ediyordu benim için ancak politik şiirlerini okumadığımı fark ettim” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet için “Şiirlerindeki umut yoğunluğuyla ben dahil milyonlara ilham olmuş, olmaya devam ediyor” ifadelerini kullandı.

“Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet okumanın umudunu tazelediğini söyledi. 

‘Nâzım’la aynı yolda mücadele edenler olarak oyunun bir parçası olmak gurur verici’

Oyuncu Eda Ülker, bu çalışmanın içinde yer almasının en büyük sebebinin on yıllardır verilen ve şu an kendisinin de içinde olduğu sosyalizm mücadelesini sanat diliyle insanlara aktarmak olduğunu söyledi. 

“Nâzım, bir kavga insanı, tıpkı Latif Hoca’nın söylediği gibi. Nâzım’la aynı yolda mücadele ediyoruz ve bu nedenle bu oyunun bir parçası olmak ayrıca gurur verici” diyen Ülker, sözlerini Latif Tiftikçe ve oyunda emeği geçen arkadaşlarına teşekkür ederek bitirdi. 

                                                              ***

Şimdi tam kayyım mevsimi!-Oğuz Oyan-

"Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir."

Yeni yıl fahiş fiyat zamları ve katmerli yolsuzluk haberleriyle açılmışken... Kamunun yönetimindeki mal ve hizmet fiyatlarına, gerçekleşen TÜFE oranı olan yüzde 44,3’ten başlayıp köprü/yol/tünel geçişlerinde yüzde 300’leri aşan zamlar yapılmaya başlanmış... Bu arada kaderine razı durumuna getirilmiş veya iktidarın sarı sendikaları tarafından sesi soluğu kesilmiş geniş emekçi kesimlere ve emeklilere yüzde 11-15 oranlarında artışlar uygun görülmüşken... Eh, vurgunculuğun merkez üssü olan iktidar ayağı, kayyım atamalarıyla dikkatleri başka yönlere çekmeye çalışmasın da ne yapsın? Demek ki devamı da beklenmelidir.

Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu’nun gece yarısı yaptığı yönetmelik değişikliğiyle 56 milyar doları bulduğu hesaplanan (Bkz. Uğur Emek, 9 Aralık tarihli Sözcü) büyük vurgunlar yapılması, KÖİ soygununun bütçeyi kemirmesi, KÖİ’lerde azaltılması beklenen garantilerin arttırılması hatta dolardaki enflasyon erimesini bile karşılayacak tarife yükseltmeleri yapılması… Yabancı sermayenin çıkarlarının bu düzeyde kollanması, siyaset esnafının onlarla doğrudan çıkar bağlantıları olmadan mümkün olamazdı. Bütün bunlar ortada dururken, ihale yasası kalbura çevrilmişken, her türlü kayırmacılık, liyakatsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık zirve yapmışken, gündemin buralardan uzaklaştırılması ancak devlet şiddetiyle olabilirdi elbette. 

İstanbul hesabı

Bir de tabii siyasal İslamcı iktidarın İstanbul özelinde kapatılmamış bir hesabı bulunduğu dikkate alınmalı. 31 Mart hezimeti özellikle İstanbul özelinde iktidara acı koymuş durumda. Çünkü BB Başkanının belediye meclisi üzerinden elini kolunu bağlama olanağı yitirildi. Beşiktaş gibi uç bir örnekte Cumhur ittifakı tek bir belediye meclis üyesi bile çıkaramadı! Olayı salt bir intikam hesabı olarak da görmemek gerekir. Büyükşehir belediye başkanını görevden almanın iç ve dış siyasi kısıtları (bu kısıtlara sermayenin tavrı da dahildir) şimdilik veriliyken, onun etrafını oymanın, mümkünse belediye meclisinde yeniden azınlığa düşürmenin hesapları önceliklidir mutlaka. Buna daha önce değinmiştik esasen… Esenyurt’a el konulmasından sonra şöyle yazmıştık: “Belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. (…) Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.” 

“Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Daha önce ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?

Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolunun tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.” (Oğuz Oyan, “İktidar bildiğini okuyor”, 5 Kasım 2024, Sol Haber Portalı).

Bu yazıda haber verdiğimiz muhtemel gelişme Beşiktaş Belediyesi örneğiyle yaşandı. İhalede imzası olmayan belediye başkanının bu gerekçeyle görevden alınması da açık bir hukuksuzluktu. Bu arada Mersin Akdeniz İlçesi belediyesinin DEM’li başkanı yerine kayyım atanması aynı süreçte ortaya çıktı. Hem de İmralı trafiğinin yürüdüğü bir dönemde! 

Dün akşam Beşiktaş Belediyesi önünde toplanan kalabalığa konuşan Ekrem İmamoğlu “iktidarın hedefinin Beşiktaş’ın ötesinde” olduğunu söylerken İstanbul BB’nin ve kendisinin hedefte olduğunu ima etmiş oluyordu. İki ay önce işin oraya kadar gitmeyeceği görüşündeydik; ama bir yandan iktidarın içerdeki sıkışmışlığı diğer yandan Suriye üzerinden elinin güçlendiği hayalini kuruyor olması, denklemin yeniden kurulmasına yol açabilir. Kuşkusuz bu durumda hesap İstanbul’u da aşmış demektir; Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir.

Kefil olamayız ama…

Bunları yazarken elbette CHP’li belediyelere veya iktidarın kontrolü dışındaki diğer belediyelere akçalı veya diğer ilişkilerinde kefil olmadığımız herhalde açık olmalı. Öte yandan birçok AKP’li belediyenin, birçok merkezi idare biriminin ve üniversitelerin ihale kuşuna dönüşmüş (Beşiktaş ve Esenyurt belediyeleri için savcılık iddianamesinde ihaleye fesat karıştıran girişimci ismi olarak Aziz İhsan Aktaş geçiyor) bir şaibeli kişi ile bir CHP’li belediyenin ne işi olabiliri de sorgulamak durumundayız. Dolayısıyla bu “AKP dönemi girişimcisinin” niçin AKP’li idarelerle yaptığı yolsuzlukların incelenmediği üzerinden yapılan itirazlar/eleştiriler bizim açımızdan hiç anlamlı değil. Hatta böyle bir yaklaşım, “tencere dibin kara, seninki benden kara” muhabbetine girer ki, CHP açısından dahi bu tür bir savunma pozisyonu asla tavsiye edilmez. 

Aslında meselenin her iki yönü de bu yazının konusu değil. Şafak operasyonlarının hedefi, muhalefet belediyelerini ve belediye başkanlarını hukuki dayanak dahi aranmadan çeşitli iddialarla suçlamak ve suçlamalarla orantısız kayyım-tutuklama kararları çıkartmak olurken, muhalefete dönük eleştirileri öne çıkarmanın zamanı olmayabilir. Nitekim tam da bu sırada “koskoca” cumhurbaşkanı sıfatlı Erdoğan’ın, Özgür Özel’in ifadesine göre, Adana Yüreğir İlçesi BB Ali Demirçalı’yı makamına davet edip “başına kötü şeyler gelmemesi” örtük tehdidi altında AKP’ye katılma teklifinde bulunması -eğer doğruysa-, siyasi teamüllere aykırılık veya siyasi nezaketsizlik gibi çok hafif kaçacak nitelemeler üzerinden eleştirilemeyecek denli vahim bir gelişme demektir. Bütün bunlar İslamo-faşizmin yüzünün iyice açığa çıkmasının tezahürleridir.

Normalleşme nerede kaldı?

Biri “normalleşme” mi demişti? Hatta birkaç hafta öncesinde bile “normalleşme”den vazgeçmiş değiliz mi demişti? Galiba AKP devri kapanana kadar, bizim düzen muhalefeti siyasi-İslamcı hareketin gerçek niteliğini kavramayı bir türlü başaramayacak! Bu hareketin entrikalarını sezme ve karşı tavır geliştirmeyi de öğrenemeyecek. Sakın bunun arkasında CHP’nin kendi yolunu sermayeden bağımsız bir çizgide geliştiremiyor olmasının rolü olmasın? DEM açısından ise AKP ile ortaklaştığı tarihi bir Cumhuriyet düşmanlığı temelinde kendi özel gündemine sıkışıp kalmaktan ötesini görememek olmasın? 

Cumhuriyetçilerin sahip çıkması gereken ilkeler

Düzen partilerince asıl başarılamayacak olan konular galiba şunlar: Cumhuriyetin temel kazanımları olan laiklik/aydınlanma devrimine ve anti-emperyalist/bağımsızlıkçı çizgiye sahip çıkmak. Hele bunun ötesine geçip, sermayeyi rahatsız etmek pahasına, emeğin Cumhuriyetini savunmak. 

Oysa iktidara seçenek oluşturmanın ve iktidara yürümenin yolu bu ilkelerden geçiyor. Pazar günü Dördüncü Genel Kurulunu başarıyla tamamlayan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi de bu ilkeler üzerinden kendine alan açıyor ve tüm Cumhuriyetçileri kucaklama yolunda ilerliyor.

                                                                 /././

İdeolojik hegemonya ve karşı-hegemonya -Nevzat Evrim Önal-

"Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor."

Bu hafta, geçtiğimiz hafta spesifik bir örnek üzerinden ele aldığımız “kültürel hegemonya” tartışmasını daha genel bir düzeyde sürdürmek istiyorum. 

Çok temel bir eleştiriyle başlayalım: Bu tartışma daha tanım düzeyinde sorunlu; zira günümüzde kültür dendiğinde akla hemen sanat, moda, din gibi şeyler gelse de, kelime bundan çok daha geniş bir alanı kapsar. Kültür, insanın doğuştan sahip olmadığı ve ona toplum tarafından kazandırılan, bireyin toplumsallaşma sürecinde öğrendiği ve adapte olduğu (ya da olamadığı) her şeydir. Yani kültür, alet kullanımı ve işbölümü çerçevesinde tüm üretim pratiklerini de kapsayan, gayet somut ve maddi bir içeriğe de sahiptir. 

Tanımdan bu maddi unsurların dışlanması suretiyle kültür kavramının daraltılması kavrama ideolojik bir müdahaledir. Bu müdahale, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun temelini oluşturan, özel mülkiyet ve emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkilerinin toplumsal (yani insan yapısı) niteliğinin gizlenmesi; bunların adeta kütle çekimi ya da enerjinin korunumu gibi doğallaştırılması ve insanlığın değiştirilemeyecek özellikleri mertebesine yükseltilmesine yöneliktir. Böylelikle, tanımı gereği “insanın başka türlü de yapabileceği şeyler” kümesi olan kültür, kendisinin bir alt kümesi olan “insanın mevcut egemen toplumsal düzende başka türlü yapabileceği şeyler”e indirgenir. Bu yeni ve indirgenmiş kültür alanı düzen açısından çok güvenlidir zira toplumsal mücadeleler “kültür savaşı”, “medeniyetler çatışması” ve benzeri afili isimlerle bu alana sıkıştırılabildiği müddetçe düzenin maddi temellerine yönelemez ve devrimci bir nitelik kazanamaz.

Örneğin, Türkiye’de son on küsur yıldır yürüyen ve düzen tarafından sürekli köpürtülen, batıcı liberallik ile islami muhafazakârlık arasındaki “yaşam tarzı” başlıklı mücadele uyduruk bir suni gündem değildir, milyonlarca insanı içine çekmiştir, ama sömürü düzeninin maddi temellerinin sorgulanması konusunda elle tutulur bir sonuç yaratmamıştır. Zira bu eksene sıkışmış tartışmanın her iki tarafı açısından da aranan şey düzen değişikliği değil, mevcut düzende ideolojik egemenliktir.  

Bu yüzden, eğer içinde yaşadığımız sömürü düzenini en azından sorgulayacak bir tartışma yürüteceksek, kavramımız kültürel değil “ideolojik hegemonya” olmalıdır.

***

İkinci mesele şu: Düşüncenin kaynağı maddedir, bu bağlamda toplumsallaşmış ve yerleşiklik kazanmış düşünceler olarak tanımlayabileceğimiz ideolojilerin kaynağında da toplumun temelini oluşturan maddi ilişkiler vardır.

Hegemonya tartışması yeni değil, bu konuda 20. yüzyılda çok yazılıp çizildi. Ama yazılanların tamamını tarasanız dahi, 1845-1846 yılları arasında bir yerde yazılmış aşağıdaki satırlar kadar parlak ve meselenin özünü saptayan bir pasaj bulabileceğinizi düşünmüyorum: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.”1

Dolayısıyla aynı anda birkaç şeyin farkında olmamız gerekiyor: Birincisi, egemen düzene karşı yürütülen ve düzen değişikliği hedefleyen devrimci mücadelenin yok sayamayacağı ve dışında duramayacağı bir ideolojik savaş alanı var. Bu alanda mücadele topraklar veya bedenler değil zihinler üzerinde egemenlik kurmak için veriliyor. İkincisi, bu alandaki mücadelelerin büyük kısmı düzene karşı yöneltilen değil egemen sınıfın farklı bölmelerinin birbirlerine yönelttiği saldırılardan oluşuyor. Hatta kapitalizmin her döneminde egemen ideoloji, düzenin maddi sınırları ile çerçevelenen bu iç çatışmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Üçüncüsü, ideolojileri ne denli tutarlı ya da çekici olduklarından ziyade onları salgılayan maddi güç ikna edici kılıyor. Sıradan, emekçi insanlar bir bütün olarak düzenin egemen ideolojisine ya da onun liberalizm ya da milliyetçilik gibi bir unsuruna, esasen akıllarına yattığı ya da kendi çıkarlarına uygun olduğu için değil, o ideolojinin arkasındaki maddi güç tarafından kuşatıldıkları için ikna oluyor.

Bu üç vurguya bir de yakın tarih ve günümüz arasındaki temel farkı ekleyelim: Devrimciler tarafından 20. yüzyıl boyunca, bilhassa da 2. Dünya Savaşı sonrasında yürütülen hegemonya tartışmasında açık ya da örtük bir kabul şuydu: Düzen, sivil toplumda bir karşı-hegemonya kurularak barışçıl bir devrimle alt edilebilirdi.2 Ne var ki bu kabulü taşıyan Batı Marksistleri, tüm varyantları ve çarpıtmalarıyla sosyalist ideolojinin emekçi kitleler nezdinde ikna edici olmasının temel nedeninin Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı somut, maddi karşı ağırlık olduğunu asla görmek istemediler.

Otuz üç yıldır dünyada emperyalist kapitalizme karşı bir maddi ağırlık oluşturan, sosyalist ideolojiyi bu şekilde kendiliğinden destekleyen bir sosyalist devlet yok. Uluslararası alanda da, her ülkenin içinde de başlıca toplumsal mücadele, sermayedarlar ile sermayedarlar arasındaki rekabet haline gelmiş durumda.

***

Peki, bu ortamda, düzeni yıkmak isteyenler nasıl bir ideolojik mücadele verebilir ve vermelidir?

Müsaadenizle yazıyı, bu konudaki önerilerimi maddeleyerek tamamlayacağım.

1- Egemen ideoloji, ideolojiler haritasının neredeyse bütününü kaplamış durumdadır ve hegemonyası tama yakındır. Yeni sosyalist devrimler gerçekleşmediği ve bir kez daha emperyalist kapitalizme karşı somut ve maddi bir karşı ağırlık oluşmadığı müddetçe de böyle kalacaktır. Dolayısıyla düzene karşı verilecek ideolojik mücadele, ideolojiler meydanında düzenin dışında, saf ve arı bir sosyalizm mevkiinde konumlanarak ve buradan ateş etmeye dayalı bir cephe savaşı verilerek yürütülemez. Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor. 

2- Bu bağlamda düzen karşıtı ideolojik mücadele, düzenin kendi iç rekabet mücadelelerinin yarattığı çatlaklara sızmalı ve bu rekabetin görünür hale getirdiği çelişkileri emekçi halkın bilincine çıkartmalıdır. Günümüzde bir işçi sınıfı aydınlanması ancak bu şekilde yaşanabilir ve buna katalizör olmak, devrimcilerin öncelikli görevidir.

3- Bu çatlaklara sızma, asla rakip taraflardan birine yamanan ya da onun ehvenişer olduğunu kabul eden bir propaganda hattı benimseyerek yapılamaz. Örneğin emperyalizmin yarattığı en büyük düşmanın NATO olduğu kuşkusuzdur, ama Putin Rusyasının onun karşısında kendiliğinden haklı ya da ahlaken üstün olduğu söylenemez. Bu yapıldığı anda mücadele ezilen ve sömürülen emekçilerin kurtuluşu için değil, görece zayıf bir kapitalist odak için verilir hale gelir. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının “üçüncü taraf” olduğu vurgusunu başa yazmalıdır.

4- Düzen işlerliğini koruduğu müddetçe egemen ideolojinin üzerinde bir karşı-hegemonya kurulamaz, zira devrimci mücadele asla kendi ideolojisinin arkasına düzeninkilerle boy ölçüşebilecek bir maddi kaynak yığamaz. Öte yandan buna ihtiyaç da yoktur. Devrim, adım adım toplum buna ikna edilerek değil, düzenin kendi çelişkilerinden kaynaklanan sistemik bir krizin devrimciler tarafından fırsata dönüştürülmesi sonucunda gerçekleşecektir. Bu yüzden ideolojik mücadele de, çürümekte olan egemen düzenin tüm sathına yayılacak (ve kaçınılmaz biçimde onunla beraber çürüyecek) iç bağları zayıf bir bulutsu yapıyla değil, düşünsel tutarlılık ve ahlaki üstünlük gibi düzenin asla sahip olamayacağı erdemlerin yanı sıra devrimci yoldaşlık hukuku ile birbirine bağlı, inanmış ve adanmış bir örgütle, yani Partiyle yürütülmelidir.

Türkiye’de böyle bir parti var. Düzenin egemen ideolojisine, onun şu ya da bu kısmına yamanmadan karşı çıkmak isteyen herkese de bu partide yer var.

                                                                      /././

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ocak 2025-

İş kazası ve meslek hastalığı geçiren işçilere bağlanan aylık nasıl dörtte üç oranında düşürüldü ve nasıl gözden kaçtı?-Meltem Öztürk-

Asgari ücretle çalışan bir işçi, 1 Ekim 2008’den önce kaza geçirerek yüzde 25 oranında iş göremez hâle geldiğinde 749 lira 70 kuruş bağlanıyordu. Aynı işçinin kazayı ‘bir gün sonra’ geçirdiği varsayıldığında bağlanacak aylık 187 lira 42 kuruşa düşüyor. Eski kanun yürürlükte olsa 18 bin 203 lira 85 kuruş aylık alacak olan aynı işçiye şu anda yürürlükte olan kanuna göre 4 bin 550 lira 96 kuruş aylık bağlanıyor!

İş kazası geçirerek mesleklerini eskisi gibi sürdüremeyecek hâle gelen işçilere, SGK’nın bağladığı aylıklarda, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte neredeyse dörtte üç (3/4) oranında bir düşüş gerçekleşmiştir.

Yanlış duymadınız! İşçilerin tabi olduğu mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nda iş kazası neticesinde meslekte kazanma gücünü en az yüzde 25 oranında kaybeden işçilere SGK’nın bağlayacağı aylık bakımından bir alt sınır getirilmişti. Bu da brüt asgari ücretin yüzde 70’i idi.Yerine getirilen kanun bu alt sınırı kaldırdı. Böylelikle iş kazası geçiren, meslek hastalığı sonucunda engelli hâle gelen işçilerin çok büyük kısmına bağlanan aylıklar dörtte üç oranında düştü.

Muazzam aylık farkı örnekleri

Asgari ücretle çalışan bir işçinin, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2008 tarihinden bir gün önce kaza geçirdiğini ve yüzde 25 oranında iş göremez hâle geldiğini varsayalım. O gün yürürlükte olan Sosyal Sigortalar Kanunu’na göre bu işçiye en az 749,70 TL aylık bağlanabilecekti. Aynı işçinin kazayı bir gün sonra yaptığını varsaydığımızda ise, bağlanacak aylık 187,42 TL’sına düşmektedir. Bir de günümüzün parasal değerleriyle kıyaslayalım. Aynı işçiye şu anda yürürlükte olan kanuna göre bugün 4 bin 550 lira 96 kuruş aylık bağlanırken, eski kanun yürürlükte olsaydı, en az 18 bin 203 lira 85 kuruş aylık bağlanacaktı. Görüldüğü gibi fark muazzam düzeydedir.

“Koltuk değneğini fırlatarak isyan edenler…”

Bu konu, iş kazası geçirerek engelli hâle geldikten sonra SGK’nın kendilerine bağladığı düşük aylık sebebiyle depresyon geçiren işçileri görmekten psikolojisinin bozulduğunu söyleyen bir SGK memuru tarafından önüme getirildi. “Koltuk değneklerini fırlatarak, bu parayla nasıl evleneceğiz,nasıl ev geçindireceğiz diye ağlıyorlar” dedi memur. Bu bilgilendirme üzerine konuyu çeşitli akademik çalışmalarda gündeme getirmiş olmama rağmen hâlâ bu konuda farkındalık oluşmadığını görmek üzücü. Umuyorum, bu makaleyle sorun muhataplarına ulaşır.

Bu değişikliği tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelere ve Anayasa’ya uygunluğu bakımından uzun uzun tartışabiliriz. Ama bir gazete makalesine bu tartışmayı sığdırmamız imkânsız. En azından, hukuk güvenliği ilkesinin yürürlükteki mevzuatın süreceğine duyulan inançla destekleneceğini söyleyebiliriz.

SGK, yıllarca verdiği taahhüdü bir günde değiştirdi

İş kazası geçiren kişilerin birçoğu 1 Ekim 2008 tarihinden önce de sigortalı olan kişilerdir. İşverenleri, bu işçiler adına sigorta primi ödemiştir. İşverenin bu yükümlülüğü yerine getirmesinin karşılığı olarak SGK da kaza gerçekleştiğinde işçiye aylık bağlamayı taahhüt etmiştir. Bu aylığın nasıl hesaplanacağı da bu taahhüdün içindedir. Bu bakımdan, SGK bir yükümlülük altına girmiştir. Söz konusu değişiklik ise yıllarca verilen bir taahhüdün kapsamını bir günde değiştirmiştir. Belirtilen tarih öncesi ve sonrasında oluşan bu eşitsizliği haklılaştıracak bir sebep bulmak gerçekten çok zor. Nitekim bu işçilerden, 1 Ekim 2008 tarihi öncesinde kaza geçiren arkadaşlarına bağlanan geliri emsal göstererek kendilerine bağlanan aylığa itiraz edenlerin, sonuç değişmediğinde SGK koridorlarında ağladıklarını söylemişti aynı memur.

Sosyal güvenlik tarihinde bu denli büyük bir değişikliğin dikkatlerden kaçmış olması da en az değişikliğin kendisi kadar çarpıcı. İyi bir sosyal güvenlik sisteminde kanun koyucu sosyal sigorta hakları üzerinde bu düzeyde müdahalede bulunma yetkisine sahip olamaz, olmamalı da. SGK’nın bir kamu kurumu olması, zaman zaman devletin sisteme kaynak desteği yapabiliyor oluşu bu denli müdahaleye olanak tanımamalıdır. Sosyal sigorta sistemi, taraflarını asıl olarak “sigortalı, işveren ve SGK’nın oluşturduğu” ve “prim-edim dengesine” dayanan bir ilişkiye dayanıyor çünkü. Tıpkı özel kişiler arasındaki ilişkiler gibi.

Üstelik Anayasa, devlete sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri alma yükümlülüğü getirmiştir. Bu önlemler, mevcut hakların kapsamını genişletmeye yönelik olmalıdır, söz konusu değişiklikte olduğu gibi mevcut hakkı ölçüsüzce daraltmaya değil.

Nasıl gözden kaçtı?

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, köklü değişiklikler yaratması sebebiyle, henüz tasarı düzeyindeyken pek çok kurum ve kişi tarafından incelendiği hâlde nasıl olup da böylesine önemli bir değişiklik gözlerden kaçmıştır? Kanımca bir sebebi, yapılan değişikliğin hesaplama yapıldığında ortaya çıkması olabilir. Nitekim bu durum SGK’da görevli şef tarafından önüme getirildiğinde, hesaplama tekniğini öğrenmem için rehberliğe ihtiyaç duymuştum. Diğer bir sebebi de karmaşık, değişken, genelge ve yönetmeliklerle dolu mevzuatı sebebiyle, hukukçuların sosyal sigorta hukukundan uzak durması olabilir. Nitekim mahkemeleri en çok meşgul eden dava türleri arasında sosyal sigorta davaları ön sıralarda yer alırken, uzman hukukçu sayısı oldukça azdır. Muhtemelen bu yüzden söz konusu tasarı, tasarı kanunlaştıktan sonra da kanun, yeterli sayıda uzman hukukçunun denetiminden geçme imkânı elde edememiştir.

Sosyal sigorta kanununda yer alan “maaş, aylık, gelir, ödenek” gibi kavramların çokça birbirine karıştırıldığı dikkati çekmektedir. Nitekim bu makalenin konusunu oluşturan “aylık”ın kanundaki karşılığı “sürekli iş göremezlik geliridir.” Ama siz değerli okuyucuların konuyu daha kolay anlaması bakımından aylık kavramını kullanmayı tercih ettiğimi belirtmeliyim. Hukuksal açıklamalar yapmaktan, hesaplama tekniğinden söz etmekten, kanun maddeleri vermekten özellikle kaçınarak konuyu ana hatlarıyla takdim ettiğimi de eklemeliyim. Yoksa bu konu bir hukukçu tarafından, akademik ya da hukuki bir metinde bu şekilde anlatılmaz. Akademik üslupla yazılsa okuyucular tarafından kolay anlaşılmaz. Nitekim üç ayrı çalışmada gündeme getirdiğim hâlde bu konunun gündem oluşturamaması da akademik çalışmaların okunurluk düzeyinin azlığından, teorinin uygulamaya uzanamamasından kaynaklanmaktadır.

SGK aylıkları ve sosyal yardımlar karşılaştırmasında çarpıcı durum!

Bu aylığın dörtte üç oranında düşürülmesi yanında çarpıcı bir durum daha var ki o da sosyal yardımlarla karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablodur. Örneğin bugün iş kazası geçirerek yüzde 40 oranında sürekli iş göremez olan bir işçiye SGK tarafından 7 bin 281 lira 540 kuruş aylık bağlanacaktır. Aynı oranda engelli olan muhtaç bireylere de devlet, Vakıflar Genel Müdürlüğü aracılığıyla 6 bin 339 lira 36 kuruş sosyal yardım yapmaktadır. Birisi, yıllarca primi alınmış bir sosyal sigorta yardımıyken, diğeri sisteme hiçbir katkısı olmayan kişilere bağlanan bir sosyal yardımdır, bir nevi sosyal sadakadır. Görüldüğü üzere sosyal sigorta yardımının sosyal yardımlarla arasındaki fark çok azdır.

2012 yılında yaptığım bir araştırmaya göre yüzde 40 engeli olan bir kişi 482 TL sosyal yardım alırken, iş kazası neticesinde yüzde 40 engelli hâle gelen işçiye SGK 299,88 TL aylık bağlamaktaydı. O dönem sosyal sigorta yardımları sosyal yardımların çok daha gerisindeydi. Sosyal sigorta yardımlarının, sosyal yardımların çok daha fazla üzerine çıkarılması gereklidir. Bu sonuca sosyal yardımları kısarak ulaşılmaması koşuluyla.

Bu insanları aç mı bırakacağız?

Sonuç olarak iş kazası geçiren ya da meslek hastalığına yakalanan işçileri aldıkları aylıkla geçinebilecek aşamaya getirmek iyi bir sosyal güvenlik sistemi için zorunluluktur. Bu kişilerin aylıkları kesilmeksizin çalışmaları mümkün ise de yeniden iş bulmaları hiç kolay olmamaktadır. Çalışmazlarsa emeklilik şartlarını sağlamaları da neredeyse imkânsızdır. Bağlanan aylıkla geçinmeleri, aile geçindirmeleri de mümkün değildir. Peki bu insanları aç mı bırakacağız? Mesleki bir riske maruz kaldıkları için mağdur olan, engelli hâle gelen fakat sesleri solukları hiç çıkmayan, hatta mahrum bırakıldıkları haklardan da bîhaber olan bu kişiler için bir gündem oluşturma zamanı çoktan geçmiştir.

                                                                /././

İstiklal’in ‘öteki’ kahramanları... Cumhuriyet’in 16 Ocak’ı!-Umur Talu-

Tarih ne içeride ne dışarıda… Ne içeriden dışarıya ne dışarıdan içeriye öyle ezbere akıyor. Ulusal olan her şeyin enternasyonal bir bağı, uluslararası olan her şeyin de ulusal bir imzası olabiliyor

Atatürk basın toplantısına katılan gazetecilerle (16 Ocak 1923, İzmit)

Bazı isimler sayacağım, biliyorsunuzdur: Michael Collins, James Connolly, Arthur Griffith, Sinn Fein, İrlanda Bağımsızlık Savaşı mesela. Ya da Sverdlov, Troçki, Lenin, Frunze; Sovyet Devrimi. Veya Doktor Muhtar Ahmed Ensari, Gandi, Nehru, Ecmel Han ve Hindistan bağımsızlık hareketi. Antonio Gramsci ve İtalya’da devrimci Bienio Rosso iki yılı. Rosa Luxemburg, Spartakistler, Alman Devrimi süreci. Saad Zaglul ve Mısır bağımsızlık hareketi. Fransız ve İngiliz ordularının isyancı askerleri, donanma ayaklanmaları. Hatta Zapata, Villa, Petra Herrera ve Meksika Devrimi. Bir de antibiyotiğin bile icat edilmediği; büyük bir savaş, işgaller, imparatorlukların yıkılışı ve devrim devrinde; bütün dünyayı kırıp geçiren, 50 milyona kadar can alan 1918-20, hatta artçılarıyla daha da süren “yıkıcı” bir virüs, İspanyol Gribi!

Hemen hepsi, Birinci Dünya Savaşı, işgal yılları, İstiklal Savaşı ve “Türkiye Cumhuriyeti”ne giden yoldaki “bu ahval ve şerait”in çağdaşları, paralelel tarihi!

1916’daki “Paskalya Ayaklanması” ile başlayan, 21 Ocak 1919’da resmen ilan edilen, 1920 “Kanlı Pazar”ı ile şiddetlenen, 1921’e kadar süren, hatta bir “cumhuriyet” kuran mücadele; suikastlarla, pusularla can veren İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın “kahramanlar”ı. Bizim topraklardan da yardımına koşulan “İngiltere imalatı” kıtlık ve açlığın çocukları. İngiltere Kraliyeti ve İmparatorluğunun, ordusu ile işbirlikçilerin baş belaları.

1917 Sovyet Devrimi. “Çanakkale Geçilmez”in de sayesinde, müttefiklerin yardımını alamayan Çarlık ordusunun yenilişi, Troçki’nin liderliğindeki Kızılordu’nun, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na da yerleştirilen Frunze komutasında “Beyaz Rus” ordusunu Kırım’da ezişi. Sadece Osmanlı’nın değil, İstiklal Savaşı’nın da “Doğu Cephesi”nden kurtuluşu yanında, denizaltıyla İnebolu’ya gönderilen Rus-Sovyet altınları ve silahlarının Milli Mücadele’ye akışı. İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin “kızıl paniği.”  

İspanyol Gribi’nden 18 milyon insanı ölen sömürge Hindistan’da, hastalıkla ölümden dönen “barışçı” Gandi’nin bile silahlı bağımsızlık hareketine onay verişi. İngiltere’nin ilk Hintli hekimiyken, Balkan Savaşları’nda Osmanlı askerlerinin yardımına koşmuş Doktor Ensari’nin evinde, yukarıdaki isimlerin birleşmesiyle nihai kararın verilişi. Kendi bağımsızlık mücadeleleri kadar, İstiklal Savaşı’na da yardım. Sadece maddi değil, İngiltere ordusunu meşgul ederek, yıpratarak da.

1922’de Mussolini’nin iktidara yürüyüşüyle bir deri bir kemik cezaevi yıllarına mahkûm olan Gramsci’nin de ilham verdiği iki yıllık Biennio Rosso; İtalyan devrim günleri. Aynı dönemde, bu uğurda suikastla öldürülen Rosa Luxemburg, Karl Liebcknecht gibi teorisyen-devrimci öncülerden ilham alan “Alman Devrimi.”

Ülkeyi Osmanlı’dan almış İngiltere’ye karşı Mısır bağımsızlık hareketinin başlayıp neticelenmesi. Çok uzakta, belki çok alakasız görünen Meksika Devrimi’nin ABD üzerinde de yarattığı baskı.

Bunları sayarken, 1918’de Mondros Mütarekesi’yle bu toprakları işgal edenleri de anmış olduk bir taraftan. Ordusundaki “komünist isyanlar”ı saymazsak, Yunanistan hariç.

İşte “bu ahval ve şerait”i sadece “ulusal ve tecrit halinde bir İstiklal Savaşı” değil, aynı zamanda “enternasyonal bir dalga” olarak da okuyan “parlak” bir komutan, stratejist, diplomat ve politikacının hızla girdiği yolun; sadece savaşı kurgulayışının değil, “ikinci iktidar”ı da Meclis’le kuruşunun 106, 105, 103 ve 102’nci yıldönümlerinin yılı 2025.

Bütün bunları “tarihin öznel ve sadece ulusal akmadığını” da ihsas ettirmek, kolaycı ezberlerin tarihi anlamada çok kısır kalabildiğini sık düşündüğüm için de yazdım. Bir “tarihi dönem ve yıldönümü” vesilesiyle de.

Tarihte İzmit istasyonu ve kasrı

16 Ocak 1923, esasında, yeni rejimin, Cumhuriyet’in ilk ifade bulduğu gün. Büyük Taarruz’un sadece birkaç ay sonrası. İstanbul henüz işgal altında. Yer İzmit. Annesini henüz kaybetmiş olan Mustafa Kemal trenle, Büyük Taarruz’dan sadece iki ay önce de geldiği İzmit’te yine. İstanbul matbuatının önemli isimlerini Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılmış, bugün müze olan Kasr-I Hümayun’a davet etmiş. O günü isterseniz “belgeselemiz”den izleyelim. Tarih öyle anide akmıyor çünkü; “Arkadaşlar yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz”den çok önce orada kaynamış, akmış zaten:

“16 Ocak 1923. 101 yıl önce. Eskişehir’den gelen tren İzmit istasyonuna girer.

28 Haziran 1921’de, İngiliz işgalinin ardından gelen Yunan işgalinden kurtulmuştur İzmit. Trenin geldiği Eskişehir kurtulmuş, İzmir kurtulmuş, Büyük Zafer kazanılmış, İstanbul dışında, 4 seneyi geçen işgalden kurtulmuştur ülke. Büyük Zafer de İzmit’e gelir. Mustafa Kemal’in İstiklal sonrasının planlarıyla.

İstanbul matbuatından ve İzmit’ten gazeteciler, muharrirler gelecek; onlara fikirlerini soracak, düşüncelerini anlatacaktır. Büyük Zafer ardındadır ama hemen bitişikte İstanbul’da işgal fiilen bitmemiş, “işgalciler” tamamen çıkıp gitmemiştir.

Lozan’a, TBMM Hükümetiyle birlikte; çökmüş, çürümüş İstanbul, yani Padişah hükümeti de davet edildiği için, Ankara’da, Meclis’te sadece bir karşı oyla saltanat kaldırılalı 2,5 ay olmuştur. İzmit’i bir sınır yapan, o sınırı Körfez’de Darıca’dan Şile’ye çizen Mudanya Mütarekesinin üzerinden 3 ay geçmiştir ama Lozan’ın tam ortasıdır. Tam masadan kalkıldığı, anlaşmaya varılamadığı günlerdir.

Mustafa Kemal’in çantasında yeni devletin biçimi, başkent meselesi, Hilafetin geleceği, bir partinin kuruluşu, kadınların toplumsal ve siyasi hakları gibi maddeler peş peşe dizilidir. İstanbul’un ve Hilafetin kaderi de, Ankara’nın başkentliği de, Lozan’a mesajlar da, kadınların geleceği de, ordunun Büyük Zafer sonrası durumu da şimdi Kasr-ı Hümayun’da bir masadadır.

Pendik’ten kalkan vapur Cumhuriyet öncesindeki ilk ve tek basın toplantısının, İzmit zirvesinin gazeteci, yazar konuklarını İstanbul’dan taşır.

Biri İzmit’in evladıdır zaten. İleri Gazetesi İzmit Muhabiri Kılıçzade Hakkı Bey. Bir diğeri Ankara Hükümeti İstanbul Siyasi Temsilcisi Adnan Adıvar ve cepheden cepheye gazeteci olarak koşmuş eşi, yazar Halide Edip Hanım. Ki Mustafa Kemal ile gardak fotoğrafı ünlü Time dergisinin kapağına yerleşecektir.

Vakit Başyazarı Ahmet Emin Yalman. İleri Gazetesi’nden Suphi İleri. İkdam’dan Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Tanin’den İsmail Müştak Bey. Akşam’dan Falih Rıfkı Atay da oradadır. “Hangi konuları öğrenmek istiyorsunuz. İstediğiniz her şeyi sorabilirsiniz.” 16 Ocak o günden sonra Basın Onur Günü de olacaktır.

Söylenenlerin bazısı “şimdilik” gizli kalacaktır çünkü İstanbul’da saltanat kalkmış ama hala halifelik vardır ve belli ki halifelik kalkacaktır. Çünkü belli ki TBMM Meclisinden yeni bir devletin müjdesi çıkacak, o devlet Cumhuriyet olacaktır. Çünkü İstanbul’da hala işgal kuvvetleri vardır ve Lozan kesintiye uğramış, sonuçlanmamıştır. Henüz geldikleri gibi gitmemişlerdir tamamen.

Çünkü İstanbul hâlâ başkenttir ama bağımsızlığa Ankara’daki Meclis hükümetiyle ulaşan liderin kafasında Ankara’nın başkent olması vardır.

Sorulara tek tek cevap veren Mustafa Kemal, bağımsızlık sonrasındaki yeni devletin niteliklerini ilk kez İzmit’te ihsas ettirir, hatta ilk kez açıklar. Ankara’daki “Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz”den 9 ay 12 gün önce İzmit’te “Efendiler biz Cumhuriyet ilan edeceğiz” der adeta.

16 Ocak akşamı 9.30’da başlayan toplantı 17 Ocak saat 03’te biter. Gazeteciler gece uyuyamaz, Paşa’dan duyduklarını aralarında konuşur, yeni bir Türkiye İzmit’te de şekillenmektedir. Ahmet Emin Yalman “İlk şahitleri olduğumuz tarihi inkılap hazırlığı o kadar mühimdi ki, uzun zaman gözlerimizi kapatamadık, münakaşalar devam etti. Bunlar belli ediyordu ki Mustafa Kemal Paşa hedefine varmıştı. Büyük tarihi inkılabı benimsememizi sağlamıştı.”

Tarih ne içeride ne dışarıda… Ne içeriden dışarıya ne dışarıdan içeriye öyle ezbere akıyor. Ulusal olan her şeyin enternasyonal bir bağı, uluslararası olan her şeyin de ulusal bir imzası olabiliyor. Bu yazıdaki iki bölüm de birbirinden hiç kopuk değil! İlham, fikir ve cesaret ile mücadele, yeryüzünü dolaşabilen, sınırları aşan şeylerdir.

                                                               /././

Benzin ve motorine rekor zam için tarih belli oldu.

Benzin ve motorine perşembe günü gece yarısından itibaren zam geliyor. Motorinin litresi 2,34 TL'lik zamla 50 lira sınırına dayanacak.

Akaryakıtta zam dalgası devam ediyor. Sektör kaynaklarının aktardığına göre, 16 Ocak Perşembe günü gece yarısından itibaren benzinin litresine 1,56 TL, motorine ise 2,34 TL zam yapılacak.

LPG fiyatlarına da yakın zamanda zam yapılması bekleniyor.

3 büyükşehirde zam sonrası akaryakıt fiyatları şöyle olacak:

İstanbul:

Motorin: 48 TL - Benzin: 46,72 TL

Ankara:

Motorin: 48,77 TL - Benzin: 47,34 TL

İzmir:

Motorin: 49,16 TL - Benzin: 47,72 TL

                                                      ***

Rönesans Holding 45 günde yapmıştı: Tavanı çöken yoğun bakım ünitesinde kusurlular saptandı, bebeğin ölüm nedeni araştırılıyor -Cengiz Anıl Bölükbaş-

Tesisat olması gereken şekilde yapılmamış, sızıntıya rağmen tamir edilmemiş.

Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi - cengiz
Rönesans Holding tarafından 45 günde yapılan, açılışını Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi'nin yoğun bakım ünitesinin tavanının çökmesine ilişkin soruşturmada bilirkişi raporu dosyaya girdi. Raporda, yoğun bakım ünitesi tesisatının mevzuata uygun yapılmadığı, daha önce sızıntı yaşanmasına rağmen gerekli onarımın gerçekleştirilmediği vurgulandı. Raporda, tesisatı yapan şirket personeli ile gerekli kontrol ve onarımı yapmayan personel kusurlu bulundu. Tavanın çökmesinin ardından farklı hastanelere nakledilen bebeklerden birinin ölümü ile ilgili araştırma da devam ediyor. Raporda, tavanın çökmesi ile bebeğin ölümü arasında ilişki kurulmadı ancak savcılığın otopsi raporuna göre soruşturmayı genişletebileceği bildirildi.
Atatürk Havalimanı'nın yerleşkesine pandemi döneminde Rönesans Holding tarafından inşa edilen ve açılışı 31 Mayıs 2020'de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi'nde, geçen ağustos ayında yenidoğan yoğun bakım ünitesinin tavanı sıcak su borusunun patlaması nedeniyle çöktü.

Çökme sonrası yoğun bakım ünitesinde tedavi gören 8 bebek itfaiye ekipleri tarafından tahliye edildi. Farklı bir üniteye transfer edilen ve sonrasında durumu kötüleşen bir yenidoğan prematüre bebek hayatını kaybetti.

Alınan bilgiye göre, yaşanan olaydan bir hafta sonra hastanenin nöroloji bölümünde de tavan çökmesi meydana geldi.

Olması gereken kalitede ve sağlamlıkta yapılmamış

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturmada bilirkişi raporu tamamlandı. Raporda, olay yerinde yapılan incelemede, sıcak su borusunun, dirsek bağlantı yerindeki sıcak işlemle tutturulması işleminin özensiz olduğu ve olması gereken kalite ve sağlamlıkta birbirine yapıştırılmadığı belirtildi. Raporda, bu sebeple boru içinde oluşan basınç ile boruda fiziki bir yırtılma, yahut patlama olmadan, sıcak suyun yerinden çıkan borudan sızarak yayıldığı ifade edildi.

Daha önce de sızıntı olmuş, onarım yapılmamış

Yapılan incelemede, sıcak suyun sızması durumunun daha önce de yaşandığı ancak bu şiddet ve debide olmadığı, bu nedenle kayda değer hasar oluşmadığı vurgulandı.

Rapora göre, olay yerinde yapılan incelemede bebek odalarının cam ve kapıları ile kuvözlerin sıcak suyun fiziki basınçlı temasına maruz kaldığına ve kuvözlerde fiziki hasar oluştuğuna dair bir bulgu gözlemlenmedi. Aynı zamanda itfaiye müdahalesi öncesi bebeklerin buhar yoğunluğuna maruz kaldıklarına dair de bir iz ve bulgu da saptanmadı. Kuvözlerin ıslak ya da nemli olmadıklarının gözlemlendiği ifade edildi.

Yüklenici firmanın ve hastanenin personelini kusurlu bulundu

Raporda, sıcak su borusundan daha önce de su sızmasına rağmen onarım yapılmadığı, tesisatın ilk imalatının olması gerektiği kalitede bulunmadığı, sıcak su basıncından kaynaklı olarak boruların yerinden çıktığı vurgulandı.

Bilirkişi, özensiz çalışmasından dolayı tesisatı hatalı yapan yüklenici kişi veya şirketin personelini ile gerekli kontrol ve onarımı yapmayan hastanenin teknik personelinin yetkilisini kusurlu buldu.

                                                       ***

Saraysız Başkan Jose Mujica'dan hafızalara kazınacak sözler - BİRGÜN

Uruguay'ın efsanevi Devlet Başkanı Jose Mujica (Pepe) yemek borusu kanserinin karaciğerine sıçradığını ve artık tedavi görmeyi reddettiğini duyurdu ve vasiyetini açıklamasının ardından yeniden dünya gündeminde.  İşte Mujica'nın yaşama bakışını özetleyen sözleri ve yaşamından kesitler!

Uruguay'ın efsanevi Devlet Başkanı Jose Mujica (Pepe) yemek borusu kanserinin karaciğerine sıçradığını ve artık tedavi görmeyi reddettiğini duyurdu ve vasiyetini açıklamasının ardından yeniden dünya gündeminde.

İşte Mujica'nın yaşama bakışını özetleyen sözleri ve yaşamından kesitler:

HAYAT PEK ÇOK KEZ SENİ YERE SEREBİLİR. ÖNEMLİ OLAN TEKRAR AYAĞA KALKMAK VE DEVAM ETMEK VE YİNE DEVAM ETMEKTİR.

Hayatta ne yaşamam gerekiyorsa, karşıma ne çıktıysa, bunların sorumluluklarını üstlenmekten kaçınmadım. Rastlantı olgusuna tarihte de yer vermeliyiz. Ben tesadüfen varım. Hesaplanamaz şeyler vardır: Rastlantılar. Bunların yokluğu yalandır. İki nokta önemlidir: Nedenler ve rastlantılar. Onca yıl hapiste bulunmasaydım belki de şu anda böyle olmayabilirdim. Mezarım kazılmıştı çoktan. Genç insanlara bunu aktarmak istedim. Düştüğün zaman kalkmayı bilmelisin. Hayat pek çok kez seni yere serebilir. Önemli olan tekrar ayağa kalkmak ve devam etmek ve yine devam etmektir.

NE FAKİR, NE DE BAŞKA BİR ŞEYİM. ASIL FAKİR OLANLAR PARALARININ ARKASINDA, ONA MAHKÛM YAŞAYANLARDIR.

Mıknatıs gibiyim; dünyanın dört bir yanından gazeteciler ziyaretime geliyor. Benim özel bir çabam da olmuyor. Nasıl görünüyorsam öyleyim. Öyle konuşuyorum. Ve nasıl arzuluyorsam, öyle yaşıyorum. Asıl şaşırtıcı olan, günümüzde bunun insanlara tuhaf gelmesi. Pek çok insan, “Bu b.ktan ihtiyara dünyadaki bunca ilgi de nereden çıktı?” diye düşünüyor. Ama benim özel bir çabam olmadı. Sadece, nerede olursa olsun, istediğim gibi yaşamaya uğraştım. Ne fakir, ne de başka bir şeyim. Asıl fakir olanlar paralarının arkasında, ona mahkûm yaşayanlardır.

ELBETTE SADECE KAZANMAK İÇİN SAVAŞMIYORSUN ÇOCUĞUM. AMA KAZANACAĞINA İNANMALISIN.

Daha kavgaya girişmeden yere serileceklerini düşünenler beni hasta ediyor. Elbette sadece kazanmak için savaşmıyorsun çocuğum. Ama kazanacağına inanmalısın. Böylelikle ancak hayatına bir anlam katabilir, böylece yol alabilirsin. Yenilebilirsin. Hayat gibi çetrefilli bir düşmanı kim mağlup etmiş ki? Ama hayat macerana bir anlam kazandırmalısın. Maddi gereksinimlerinin çok ötesinde, hayatı tutku ile yaşamalısın. Hayatı hevesle yaşamalısın. Hayatla böyle bir anlaşma yapmalısın. Bunlar, her aklına geleni yap anlamına da gelmiyor. Ama sizlere şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, ben bu hayatta deliler gibi eğleniyorum.

KENDİMİZİ ÇOK ÜSTÜN VE ÖNEMLİ GÖRÜYORUZ

Kesinlikle önemsiz varlıklarız; bunu bilmek gerekir. Fotosentez zincirinde yaklaşık 30 kadar kademe var ve biz sadece ilki ve sonuncusunu öğreniyoruz. Yeryüzünde bundan daha önemli bir şey yok ve biz hâlâ kendimizi çok üstün ve önemli görüyoruz.

Hayat o kadar kısa ki, ona küçük de olsa bir sessiz alan bırakman gerekiyor. Daha sonra her şey devam edecek ama birey için bu özel alan çok önemli olacak ve onu istediği şekilde yaşayacak. Ve ondan hiç dolambaçsız bir şekilde keyif alacak.

BENİM İÇİN DEHANIN YÜZDE 90'I DÖKTÜĞÜN TERDİR

Ben bir deha falan değilim. Söylenenleri ciddiye alsaydım, çekilmez birisi olurdum. Benim için dehanın % 90’ı döktüğün terdir. Sana asıl bilgeliği, büyük bir hevesle yaşamak ve düşündüğünü söylemek verir. Bunu yapan siyasetçi sayısı oldukça az. Bazen her düşündüğünü söylemek uygun olmayabilir ama inan ki çok olumlu sonuçlar veriyor.

KONUŞACAK BİR ŞEYİN YOKSA KONUŞMAMALISIN

İyi bir kitap okuduğunda macera, kitabı kapattığın zaman başlar. Çünkü senin de kendinden bir şeyler koyduğun bir bölüm oluyor. Seni düşündürüyor. Konuşmalar için de aynı şey geçerli. Eğer, ne zaman bitecek bu konuşma diye içinden geçiriyorsan, bunun bir nedeni de aslında boş konuşuyor olmalarıdır. Zorlaşan da olmaz. Sana kulak vermeleri için bunu hak etmelisin. Konuşmalarına biraz içerik kat, bak nasıl sana önem verecekler ve seni dinleyecekler. Ama boş konuşursan insanlar seni dinlemez. Konuşacak bir şeyin yoksa konuşmamalısın. Ancak pot kırarsın.


DÜŞÜNDÜĞÜN GİBİ YAŞAMALISIN. AKSİ TAKDİRDE YAŞADIĞIN GİBİ DÜŞÜNMEYE BAŞLARSIN.

Halkları oluşturan insanların büyük bir kısmı devlet başkanlarının yaşadığı gibi bir hayatı yaşamıyor. Ben ülkenin büyük bir bölümünün yaşam tarzı nasılsa öyle yaşıyorum. Devlet başkanlarını azınlıkta olan bir grubun yaşadığı sisteme dahil etmeye çalışan bir mekanizma var. Düşündüğün gibi yaşamalısın. Aksi takdirde yaşadığın gibi düşünmeye başlarsın.


NEFRET YIKICIDIR; KAZANDIRMAZ.

Bize o zulümleri yapanlara (Hapiste yattığı 12 yıl boyunca yaşadıklarını kast ediyor) karşı dahi nefretle hareket etmiyorum. Nefret yıkıcıdır; kazandırmaz. Bu bir demogoji, binlerine hoş görünme yolu veya davadan dönme olarak yorumlanmamalıdır. Bu ilkesel bir meseledir.

YALIN BİR ŞEKİLDE ANLATILAMAYANLAR, ASLINDA O KADAR DA ÖNEMLİ DEĞİLDİR.

Sosyalizm, çok farklı anlamlar büründürülen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük haline geldi. En yalın haline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması için mücadele ediyoruz. Siyasette çok ağırlığı olan bir konuymuş gibi göründüğü halde, yalın bir şekilde anlatılamayanlar, aslında o kadar da önemli değildir.

HAYAT, GELECEKTİR; GEÇMİŞ DEĞİL!

Hayat, gelecektir; geçmiş değil! Bu, geçmişin yaşanmadığı anlamına gelmez. Geçmiş vardır ama belirleyici olan gelecektir. Sana unutabilme yeteneğini verecek olan da budur. Aslında unutmak doğru sözcük değil. Hiçbir b.ku unutmuyorsun. Ben tüm bu yaşadıklarımı nasıl unutacağım ki? Mesele, üstesinden gelmektir.

AĞIR OLMAYAN BAVULLARLA YÜRÜMEYİ SEVİYORUM

Ben fakir değilim. Tutumluyum. Çünkü, sahip olduğum özgürlüğün keyfini sürmek için zamana ihtiyacım var. Yoksulluğu değil, ölçülü olmayı ve ağır olmayan bavullarla yürümeyi seviyorum.”


Kaynak: Saraysız Başkan Jose Mujica- Tekin Yayınevi

EFSANE LİDERİN YAŞAMINDAN KESİTLER


José Mujica, tam adıyla José Alberto Mujica Cordano, 20 Mayıs 1935'te Uruguay'ın Montevideo kentinde doğdu.

Politikaya Küba Devrimi’nden ilham alan Tupamaro Marksist gerilla grubunun lideri olarak atılan Mujica, halk arasında “Pepe” lakabıyla tanınıyor.

1973’te Uruguay’da askeri diktatörlük ilan edilince tutuklandı ve 12 yıl boyunca hapiste kaldı. Bu süre zarfında ağır işkenceler gördü.

1985 yılında diktatörlüğün sona ermesinin ardından serbest bırakıldı.

Sol görüşlü bir koalisyon olan Geniş Cephe (Frente Amplio) hareketine katıldı ve 1994’te Parlamento’ya girdi, ardından Tarım Bakanı olarak görev yaptı.

2010-2015 yılları arasında ise Uruguay Devlet Başkanı olarak görev yaptı.

Mujica'nın yaşama biçimi tüm dünyada örnek bir lider olmasını sağladı. Bir hastanede sırada beklerken görüldüğü fotoğraf gündem yarattı, "külüstür" bir otomobil kullanmayı sürdürdü, küçük bir çiftlik evinde sade bir şekilde yaşadı ve görevi nedeniyle elde ettiği gelirin büyük çoğunluğunu bağışladı. 2015 yılındaysa görevini bıraktı.

Pepe, bu yaşam şekli nedeniyle TIME dergisi tarafından "Dünyanın en yoksul başkanı” olarak tanımlanan Mujica, küçük bir çiftlikte mütevazı bir yaşam sürmeye çalıştı. Başkanlık sarayında yaşamayı reddederek, eşiyle birlikte Montevideo yakınlarındaki bir çiftlikte kaldı ve maaşının büyük kısmını hayır kurumlarına bağışladı. 2015 yılında başkanlık görevini bıraktı; ancak halk arasındaki popülerliğini sürdürdü.

Nisan 2024’te yemek borusunda kanserli bir tümör tespit edilen Pepe, radyoterapi görse de tedavide kalıcı sonuç elde edilemedi.

BİRGÜN

Lübnan’a Amerikan-Suud ayarı: Arap basınında neler yazıldı? -Yusuf Ertaş/Evrensel

Körfez medyası Lübnan'da Aun’un cumhurbaşkanı seçilmesini İran ve Hizbullah’a karşı zafer olarak gördü. Direniş Ekseni’ne yakın olanlar ise Emel Hareketi ve Hizbullah'tan da oy aldığına dikkat çekti.
Lübnan’da, yaklaşık iki buçuk yıldır boş olan cumhurbaşkanlığı koltuğuna Genelkurmay Başkanı Joseph Aun seçildi. Seçimin ABD-Fransa-Suudi Arabistan müdahalesi sonucu oluşan “ulusal uzlaşı” ile gerçekleştiğine işaret ediliyor. Körfez medyası Aun’un seçilmesini İran ve Hizbullah’a karşı bir “zafer” olarak gördü. Direniş Ekseni’ne yakın Arap basını ise Aun’un Emel Hareketi ve Hizbullah oylarıyla seçildiğine dikkat çekti.

LÜBNAN’DAKİ MEZHEPÇİ YAPI

Lübnan’daki mezhepçi yapı nedeniyle cumhurbaşkanlığı koltuğu uzun süre boş kalabiliyor. Bu durum bu döneme özgü değil. Nitekim, 25 Mayıs 2014 yılında görev süresi sona eren Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın ardından, cumhurbaşkanlığı seçimi çeşitli sebeplerle ertelenmiş ve Lübnan yine yaklaşık iki buçuk yıl boyunca yeni bir cumhurbaşkanı seçememişti. Mişel Aun ise 31 Ekim 2016 yılında seçilerek 31 Ekim 2022’ye kadar cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturdu. Aun’dan sonra da 12 meclis oturumuna rağmen yeni isim seçilemedi. 9 Ocak perşembe günü parlamentoda yapılan ilk oturumda ise 128 üyeli meclisten 71 oy alan Joseph Aun (Soyadlarına rağmen Mişel Aun ile bir yakınlığı bulunmamakta), ikinci oturumda 28 oyu Emel Hareketi ve Hizbullah’tan olmak üzere toplam 99 oy alarak iki yıl dört ay 10 günlük boşluktan sonra cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu.

HİZBULLAH’A YÖNELİK BİR TEHDİT

Joseph Aun yemin konuşmasında birçok vaatte bulundu ancak “Silahlar ordunun tekelinde olacak” yönündeki vaadi öne çıktı. Bu sözler Hizbullah’a yönelik bir tehdit olarak değerlendirildi. Direniş Ekseni’ne karşı olan tutumuyla bilinen Faruk Yusuf, Middle East Online Haber sitesinde yer alan yazısında “Eğer Hizbullah’ın gücü yok edilmemiş ve İran’ın varlığı ortadan kaldırılmamış olsaydı, Lübnan Cumhuriyeti’nin bir cumhurbaşkanı olmayacaktı” diye yazdı. Bu cenahtan yazarlar Hizbullah’ın silahsızlandırılması işinin tıkır tıkır işleyeceği görüşünde birleşiyor. Ancak Rai Al Youm Yazarı Abdulbari Atwan “Bu vaadin, yalnızca direnişin gönüllü olarak silahlarını teslim etmesi ya da askeri bir karşı duruşla gerçekleştirilebileceğine” işaret ederek “Bu durum, Lübnan için bir kriz anlamına geliyor” uyarısında bulunuyor.

COLANİ: SÖZLERİ Mİ, İCRAATLARI MI?

Öte yandan Suriye de Arap basınında gündemdeki yerini koruyor. Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) Lideri Ebu Muhammed Colani (Artık Ahmed Şara adını kullanıyor) ve yönetimi ile ilgili yapılan değerlendirmelerde iki karşıt tutum dikkat çekiyor. Bir eğilim Colani’nin söylemlerini ve davranışlarını temel alarak ona “Bir şans verilmesi gerektiğini” söylüyor. Diğer eğilim ise onun cihatçı geçmişine, kilit görevlere yaptığı atamalara ve icraatlarına bakarak değerlendirme yapıyor ve Suriye’de daha tehlikeli gidişe işaret ediyor.

Birinci eğilimin temsilcilerinden Suudi Arabistan Sermayeli Şarkul Awsat Yazarı Abdurrahman el-Raşid, “Ahmed Şara’nın daha Şam’a girmeden önce bile yaklaşımıyla Bağdadi ve Zerkavi’den farklı bir kişilik sergilediğini” savunarak “Bu yeni yöneticiler, bir fırsatı hak ediyorlar” diye yazıyor.

Mısır merkezli Al Watan Gazetesi Yazarı Amira Hawasak ise “Suriye’de şu anda gerçekleşen intikam operasyonları, Beşar Esad döneminde olanlardan pek farklı değildir. Eğer durum böyle devam ederse, bu hiç de umut verici bir tablo değil. Doğrudur, Suriye bir dönüşüm döneminden geçiyor, ancak bu dönemde sadece aşırı grupların değil, tüm güçlerin dayanışması gereklidir. Ancak şu an görünen, bu cihatçı grupların kendi düzenlerini kurup iktidarı paylaşmaya kararlı olduklarıdır. Bu, şu anki hükümet yapısından ve yetkilerin dağılımından açıkça anlaşılmaktadır. İslamcı gruplar dışındaki tüm güçler süreçten dışlanmış durumda, bu gruplar iktidara el koymuş ve mevcut durumun böyle devam etmesini istemektedir” değerlendirmesini yapıyor.

TRUMP GAZZE’YE ATOM BOMBASI MI ATACAK?

Bu arada Trump, Hamas’ın elindeki rehineler serbest bırakılmazsa, Ortadoğu’da cehennemin kapılarını açacağı ve Gazze’yi cehenneme çevireceği yönündeki tehdidini tekrarladı. Filistin merkezli Al Kuds gazetesi başyazısında, İsrail’in, savaşın başından itibaren Gazze’ye karşı yeryüzünün cehennem kapılarını açtığına işaret ederek, “Gazze’nin şu anda yaşadığı cehennemden daha büyük bir cehennem var mı, yoksa Trump’ın tehdidiyle Gazze, atom bombası ya da nükleer bomba ile mi vurulacak?” diye sordu.

LÜBNAN’DA YENİ CUMHURBAŞKANI VE OLASI SONUÇLARI

Abdulbari ATWAN - Rai Al Youm

General Joseph Aun’un, iki yılı aşkın bir süredir devam eden cumhurbaşkanlığı boşluğunun ardından Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi, Lübnan üzerindeki Amerikan vesayetinin mutlak hakimiyetini, Amerika’nın Arap müttefiklerinin nüfuzunu ve Lübnan’daki bazı siyasi kurumlarda görev yapan rüşvetçi ve yolsuzluk yapanların bu vesayetle iş birliğinin büyüklüğünü teyit etmektedir. Bu durum, Hizbullah’ın temsil ettiği İslami direnişin etkisinin büyük ölçüde zayıflatılması ve direniş mirasından vazgeçerek, diğer Lübnan partilerine benzer şekilde sadece bir siyasi partiye dönüşmesi yönündeki baskıların altını çizmektedir.

Bize bunun demokratik bir seçim olduğunu söylemeyin. Nasıl demokratik bir seçim olabilir ki, tek bir aday var, o da Genelkurmay Başkanı. Demokrasinin en önemli unsuru, özgür rekabet ve dış dayatmalara boyun eğmemektir. Egemenlikten nasıl söz ediyorsunuz ki bugün parlamentoda yapılan oylamada, ABD büyükelçisi başmisafir olarak oturuyor, adeta etkinliğin sahibi gibi davranıyordu ve hâlâ Lübnan’daki fiili yönetici konumunda.

Milyonlarca Lübnanlının “ulusal uzlaşı” başlığı altında kutladığı bugün, ABD-İsrail ortak planının kusursuz bir şekilde ve aşama aşama uygulanmasının sonucudur. Bu plan, Lübnan halkını aç bırakmak, onları helal ekmekten mahrum etmek, halkın itibarını ve ekonomisini yok etmek, paralarını çalmak, ulusal para birimini çökertmek ve Ortadoğu ile dünyada örnek gösterilen bankacılık sistemini sarsmakla başladı.

Şimdi kutlamaları bir kenara bırakalım ve Lübnan’ın yeni Cumhurbaşkanı General Joseph Aun’un zaferini ilan ettikten sonra parlamentoda yaptığı konuşmada yer alan vaatler, tehditler ve geleceğe yönelik planlara odaklanalım. Konuşmasında yer alan her bir noktayı tek tek inceleyelim ve tartışalım.

İlk olarak: Lübnan devletinin silah tekelini savunması, aslında Lübnan’daki İslami direnişin silahlarının teslim edilmesini hedefleyen siyonist Amerikan planının bir adımıdır. Bu taahhüt, yalnızca direnişin gönüllü olarak silahlarını teslim etmesiyle ya da askeri bir karşı duruşla gerçekleştirilebilir. Bu durum, Lübnan için bir kriz anlamına geliyor. Ayrıca önemli bir nokta, yeni Cumhurbaşkanı General Aun’un konuşmasında “direniş” kelimesine yer vermemesi, şehitlere dua etmeyip, Lübnan’ı savunma ve 2006 Temmuz Savaşı’nda elde edilen zaferdeki rolü için direnişe teşekkür etmemesidir. Bu durum, ilerleyen dönemde Lübnan’da büyük tartışmalara yol açabilir.

İkinci olarak: Cumhurbaşkanı Aun’un Filistinli mülteci kamplarındaki silahların toplanması, Lübnan ordusunun güvenliği sağlaması ve Filistinli mültecilerin yerleşmesinin engellenmesi konusundaki kararlılığı, yani geri dönüş hakkının korunması, büyük bir gerilim ve zorluk yaratabilir. Özellikle kamplardaki silahların toplanması, yalnızca güç kullanılarak gerçekleştirilebilir, bu da Lübnan’da istikrarsızlık ve çatışmalara yol açacak bir durum anlamına gelir. Böyle bir adım, bölgedeki hassas dengeyi bozabilir ve gelecekte ciddi bir kriz yaratabilir.

Üçüncü olarak: Lübnan devletinin Lübnan topraklarındaki İsrail işgalini ortadan kaldırmasını sağlayacak entegre bir savunma stratejisinin tartışılması çağrısında bulundu ki bu çağrı büyük bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırıları sırasında kendini savunamayan, askerleri öldürülen, yiyecekleri Amerika’dan gelen ve güney köylerinin ya da onlardan geriye kalanların yok edilmesini engelleyemeyen bir Lübnan ordusuyla işgal nasıl ortadan kaldırılabilir? ateşkes anlaşması imzalandıktan sonra bile, o tarihten bu yana İsrail ordusu tarafından 395’ten fazla ihlal gerçekleştirilmiş ve 40 Lübnanlı şehit edilmiştir.

Dördüncü olarak: Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanı, kendisini “seçenlerin” çoğunluğu yolsuzluk ve kamu parasını çalma liderleri iken ve bunların büyük bir kısmı Amerika ve Fransa tarafından korunurken, nasıl olur da bir yolsuza ya da suçluya dokunulmazlık vermeyeceğini taahhüt edebilir.

AUN VADETTİKLERİNİ YERİNE GETİREBİLECEK Mİ?

Dr. Saad Naci CEVAD - Rai Al Youm

Seçilen yeni başkan Lübnan halkını çok sevindirdi, hakikaten bu sevinci hak ediyorlar. Ancak, seçim oturumunda Lübnan halkının temsilcileri arasında büyük bölünmeler gözler önüne serildi. Halkın çıkarlarını doğru şekilde savunmaya çalışanlardan çok, ülkeyi bilinmeyen bir geleceğe sürüklemeye kararlı olanlar ortaya çıktı. Seçim sonucu ilan edildiğinde, bunun dışarıdan yapılan baskılar ve uzlaşmalarla elde edildiği açıktı; meclise dış baskı yapan ve müdahale etmeye kararlı ülkelerin temsilcilerinin orada bulunması bunun bir göstergesiydi.

Diğer bir delil ise, yeni cumhurbaşkanı yemin ettikten sonra konuşmasına başladığında, bu konuşma büyük umutlar ve vaatler taşıyor olmasına rağmen, milletvekillerinin tepkileri içsel bölünmelerin derinliğini ortaya koydu. Örneğin, başkan seçilen Joseph Aun, devletin silahı tek elde tutması gerektiğinden bahsettiğinde, bir grup milletvekili bir dakikadan fazla süre boyunca ayakta alkışladı. Buna karşın, İsrail’in saldırıları ve ihlallerine karşı güçlü bir ordu kurma konusundan söz ettiğinde, başka bir grup aynı şiddetle alkışladı. Ancak yolsuzlukla mücadele, yolsuzları cezalandırma, kamu hizmetlerini yeniden sağlama ve mali krizi çözme konularında aynı sıcaklıkta bir tepki almadı. Herkes, özellikle de başkan, iç ve dış durum göz önünde bulundurulduğunda, ABD ve Batı’nın Lübnan ordusuna silah sağlamama ısrarı ve bu tutumun İsrail’in çıkarları doğrultusunda şekillendiği göz önüne alındığında, bu hedefleri başarmanın onun için zor olacağını biliyor.

Şüphesiz ki, yeni cumhurbaşkanının karşılaşacağı en büyük zorluk, Hizbullah’ın silahlarıdır. Bu silahlar olumsuz bir faktör olduğu için değil, nitekim olmasalardı siyonist güçler birkaç saat içinde Lübnan’ı işgal edebilirdi. Ancak, bu silahlar hem iç hem de dış bazı güçler tarafından güçlü bir şekilde gündeme getirilmektedir, ayrıca bu, her şeyden önce İsrail’in bir talebidir. Ancak bu konu, Başkan Aun’ın ülkeyi yönetme kapasitesini kanıtlayabileceği temel nokta olmaya devam etmektedir. Belki de en iyi çözüm, direniş güçlerini Lübnan Silahlı Kuvvetlerine entegre ederek onları bir sınır güvenlik gücü haline getirmek olacaktır. Böyle bir çözüm, Lübnan’ı koruyacak güçlü bir kapasiteyi feda etmeksizin, bu gücü ve kazandığı deneyimi askeri alanda tutma imkanı sunar. Peki, böyle bir çözümü dayatıp uygulayabilir mi? Eğer bunu başarır ve dış ve iç güçler karşı çıkmazsa, Lübnan’a yönelik büyük bir zafer elde etmiş olacak ve bu zafer onu diğer alanlarda da başarıya götürebilir. Böyle bir karara karşı çıkanlara, Lübnan ordusu zayıf ve gerekli silahlardan yoksun kaldığı sürece, Lübnan’ın direniş silahına ihtiyaç duyduğunu söyleyebilir.

Sadece hatırlatmak gerekirse, ABD, Irak’ı işgal edip ordusunu çökerterek, deneyimsiz ve sadece mezhepçi katliamlar yapan milislerden oluşan yeni bir ordu kurmuştu. Bu ordu “Ulusal Muhafızlar” olarak adlandırıldı ve Irak ordusu olarak kabul edildi; ancak bu ordu, kısa süre içinde birkaç küçük IŞİD çetesinin karşısında çökmüştü. Gelecek günler, Lübnan’daki gelişmeleri nasıl şekillendireceğini gösterecektir.

AUN’UN SEÇİLMESİ BÖLGEDEKİ BÜYÜK DEĞİŞİMLERİN ARKA PLANINI OLUŞTURUYOR

Maher El HATİB - Enneşra/Lübnan

Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı boşluğunun başladığı tarihten itibaren öne çıkan adaylardan biri olmasına rağmen, Başkan Joseph Aun’un seçilmesini hayal etmek kolay değildi. Bu durum, bölgenin son aylarda yaşadığı değişimlerden kaynaklanıyordu. İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısından başlayarak eski Suriye rejiminin çöküşüne kadar uzanan gelişmeler, “Marada Hareketi” Lideri Süleyman Franciye’nin adaylığını destekleyen güçlerin geri adım atmasına neden oldu.

Bu bağlamda, büyük dış müdahalelerin, yerel tarafların çoğunu bu seçeneğe yönelmeye zorladığı açıktır. Bazı taraflar, kendi lehine olacak daha fazla değişim umuduyla beklerken, diğerleri uzlaşmaya girmenin kaçınılmaz olduğunu kabul etmiş, ancak son günlerde kendi şartlarını iyileştirmeye çalışmıştır.

SURİYE VE DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL

Amira HAWASAK - Al Watan/Mısır

Yarım yüzyıldan fazla bir süredir, nefes almaya çalışan herkesi hapishanelere ve gözaltı merkezlerine doldurdu. Milyonlarca insan yerinden edildi, ülkesine yabancılaştırıldı, binlercesi öldürüldü ve Suriye büyük bir hapishaneye dönüştü. Ancak bu halk, özgürlük, onur ve insan hakları getirdiğini iddia eden, masum bir görüntü sergilemeye çalışan, fakat öncekinden pek de farklı olmayan gerici bir yönetimle yeniden imtihan edilmek zorunda kaldı.

Heyet Tahrir el Şam Lideri Ahmed Şara’nın (Colani) ve el Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesinin kurucusunun, Suriye için yeni bir anayasa yazımının üç yıl, başkanlık seçimlerinin ise dört yıl süreceğini ifade ettiği andan itibaren, bu grubun Suriye’de iktidarı demokratik yollarla bırakmayacağını anladım. Ancak, bu tür açıklamalara gerek kalmadan da bu fraksiyonun ne demokrasiyle ne de başka bir yöntemle iktidarı terk edeceğini görmek zor değildi; çünkü bu, asla vazgeçmeyecekleri bir fırsattır.

Suriye’de şu anda gerçekleşen intikam operasyonları, Beşar Esad döneminde olanlardan pek farklı değil. Eğer durum böyle devam ederse, bu hiç de umut verici bir tablo değildir. Doğrudur, Suriye bir dönüşüm döneminden geçiyor, ancak bu dönemde sadece aşırı grupların değil, tüm güçlerin dayanışması gerekli. Ancak şu an görünen, bu aşırı grupların kendi düzenlerini kurup iktidarı paylaşmaya kararlı oldukları. Bu, şu anki hükümet yapısından ve yetkilerin dağılımından açıkça anlaşılıyor. İslamcı gruplar dışındaki tüm güçler süreçten dışlanmış durumda, bu gruplar iktidara el koymuş ve mevcut durumun böyle devam etmesini istemektedir.

Üstelik şu ana kadar, Suriye’deki İslamcı olmayan ve ılımlı akımlardan hiçbir figürün sahnede yer almadığını görüyoruz. Bu durum, Suriye’nin geleceği için son derece tehlikeli bir işaret olup, ülkenin her yönüyle tehdit altında olduğunun bir göstergesidir.

TRUMP NE TÜR BİR CEHENNEMDEN BAHSEDİYOR?

Al Kuds - Başyazı/Filistin

ABD’nin Seçilmiş Başkanı Donald Trump, bu ayın 20’sindeki yemin töreninden ve Beyaz Saray’a resmen girişinden önce İsrailli tutuklular meselesinin çözülmemesi halinde Ortadoğu’da cehennemin kapılarını açacağı ve Gazze’yi cehenneme çevireceği yönündeki tehditlerini yineledi.

İsrail, savaşın başından itibaren Gazze’ye yeryüzünün cehennem kapılarını açtı ve halkımıza karşı baskı yapmak için hiçbir yöntemi bırakmadı. Ordu liderlerinin askeri hedeflerin sona erdiğini açıklamalarına rağmen saldırılar sivilleri öldürmek için devam ediyor. İsrail özellikle Gazze’nin merkez ve kuzey bölgelerinde mümkün olduğunca çok sayıda sivili hedef alıyor. Bugüne kadar Gazze’de katledilenlerin sayısı 46 bini geçti. Peki, Gazze’nin şu anda yaşadığı cehennemden daha büyük bir cehennem var mı, yoksa Trump’ın tehdidiyle Gazze, atom bombası ya da nükleer bomba ile mi vurulacak?

Yusuf Ertaş/Evrensel

Otoyol, köprü ve tünellerin yeni ücretleri belli oldu -T24-


Karayolları Genel Müdürlüğünden yapılan açıklamayla birlikte köprü, otoyol ve tünellerin yeni ücretleri belli oldu.

Yavuz Sultan Selim 1. Sınıf yüzde 15 zamlanırken 15 Temmuz köprüsü yüzde 42 zamlandı. Osmangazi'de de artış yüzde 42.3'ü buldu.

Köprü, otoyol ve tünellerin 2025 yılı yeni ücretleri:

              T-24

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Lokomotifler kıskaçta -Havva Gümüşkaya- Lokomotif sektörlerde üretim çarkları yavaşladı, istihdam azaldı, siparişler düştü ve konkordato baş...