THTM 4. Olağan Genel Kurulu toplandı: 'Cumhuriyetçilerin birliğine doğru ilerliyoruz'
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin dün gerçekleştirilen dördüncü Genel Kurul toplantısında, yedi siyasi önerge sunuldu. Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) dördüncü Genel Kurul toplantısı, 12 Ocak Pazar günü Ankara’da yapıldı.Tüm gün süren Genel Kurul’da yedi siyasi önerge sunuldu ve üzerine tartışmalar yapıldı.
Genel Kurul, gelişen yerel meclisler ve THTM’ye katılan öğrenci inisiyatiflerinin temsilcileriyle Yürütme Kurulu’nun güçlendirilmesi önergesinin değerlendirilmesi ile tamamlandı.
Oyan: THTM halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak için kuruldu
Genel Kurul’un ilk oturumu THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz Oyan’ın açılış konuşmasıyla başladı.
“THTM topluma gerçek siyasi seçeneklerin olduğunu göstermek, halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak, görünür kılmak için kuruldu” diyen Oyan, THTM’nin başat rolünün Türkiye’deki dinci-milliyetçi iktidara karşı Cumhuriyeti ve laikliği savunması, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı duruşu, emek mücadelesini güçlendirerek Cumhuriyet’in kazanımlarını ileri çekmesi olduğunu belirtti.
THTM’nin bir yıl boyunca yürüttüğü Aydınlanma Sefeberliği, "NATO ve emperyalist savaşa karşı göreve" kampanyası, yerel meclisler ve temsilcilikler kurmasıyla kat ettiği mesafeyi anlatan Oyan, gelinen noktada THTM’nin Cumhuriyetçileri bir araya getirecek ve “emeğin cumhuriyetinin kurulması” konusunu tartıştıracak bir görev çıkarttığını ifade etti. “Bugünkü iktidar sermaye-tarikat düzeninin parçasıdır. 2025 yılı Türkiye’deki emekçileri için ekonomik açıdan zorlu olacak. Türkiye’de ekonomik ve sosyal bunalım var, THTM bu mücadelede yerini alacak” dedi.
THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz OyanTHTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması için adım
İlk oturumda açış konuşmasından ardından “THTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması: Yerel Temsilcilikler Oluşturulmasına Hız Kazandırıyoruz” başlıklı birinci önerge ele alındı.
Önerge üzerine söz alan Defne Halk Temsilcileri adına Hizam Hasırcı, Defne’deki yerel meclisin halk örgütlenmesine nasıl evrildiğini anlattı. Hatay’ın Defne ilçesinde bir yandan depremden kaynaklanan sorunlara insanlara dokunarak çözüm ürettiklerini, diğer yandan deprem olmasa da kapitalizmin yarattığı sorunlara mahalle mahalle örgütlenerek yanıt verdiklerini vurguladı. Hasırcı, “Defnede siyaset mafyatik ilişkilerle dönüyor. Biz, para olmadan da siyaset yapılabileceğini, ‘garibanların’ siyaset yapabileceğini göstererek ezber bozduk. ‘Defne vatandır’ sloganı ile çalışma yürüttük. Sene boyunca yaptığımız işlerle cumhuriyetçi ve antiemperyalist siyaseti yükseltmek için çalıştık. Şimdi Defne’de bir sosyal merkez açıyoruz. Sizlerin de desteğini bekliyoruz” dedi.
Ardından, kendi yerel meclisini kurma aşamasında olan temsilciliklerin deneyimleri paylaşıldı. Mamak Halk Temsilcileri Meclisi adına Engin Özkan, Mamak’ta köy dernekleri ve muhtarlıkların katılımıyla kurulan aydınlanma kürsüsünün yerel meclise dönüşecek temeli attığını anlattı. Kocaeli HTM adına Merve Uzuner, NATO ve emperyalist savaş karşıtı yürüyüş sırasında Kocaeli’de emek örgütlerinin kabullenmiş oldukları mücadele sınırlarını planlı bir çalışmayla aşabildiklerini ve temsilciliğin bir yerel meclise dönüşebildiğini ayrıntılarıyla paylaştı.
THTM Öğrenci inisiyatiflerinden Can Deniz, üniversitelerde Ayşenur ve İkbal’in katledilmesine karşı gelişen tepkilerden ,yurt ve yemekhane eylemlerine kadar gençlikte parçalı bir hareketlenme olduğu, ancak bunların “bir mozaiğin ötesine geçebilmesi” için THTM’nin mücadele çizgisiyle birleşmesi gerektiğinin altını çizdi.
'Yeni Osmanlıcılığa karşı mücadele' ve 'cumhuriyetçilerin birliği'
Genel Kurul’un ikinci oturumunda ise “Emperyalizme ve Yeni-Osmanlıcılığa karşı mücadeleyi yükselteceğiz!” ile “Cumhuriyetçilerin birliği için harekete geçiyoruz!” başlıklı önergeler tartışıldı.
İlk sözü, kurucu üyelerden gazeteci Zülal Kalkandelen aldı. “Yeni anayasa, kapalı kapılar ardında halktan habersiz yapılıyor” diyen Kalkandelen, “Cumhuriyet Devrimi tehlikede, bugün biz sosyalist değerlerle buluşup mücadele vermeliyiz” dedi. “Devrimi sahiplenmek, devrimi sürdürmenin koşuludur, Cumhuriyetçiler farklılıklarına rağmen birleşmeli” vurgusuyla önergeyi destekleyen Kalkandelen, “Siyasal İslam emperyalizmle el ele verip Cumhuriyeti yıkarken bunun karşısında THTM’ye, halkın teşkilatı olarak rol düşüyor. Cumhuriyetçileri birleştirme çağrısı, kurultay gibi somut bir toplantı ile yapılmalı” önerisinde bulundu.
Kurucu üyelerden Serdar Şahinkaya, “1923 Cumhuriyeti, Türkiye toplumu için medeniyet yolunda atılan bir adımdır. Fransız aydınlanması ve 1917 emekçi devrimi bizim iki örneğimizdi. Yeni bir Cumhuriyet için mücadele etmeliyiz. Yaşasın cumhuriyet, yaşasın cumhuriyetçilerin birliği” şeklinde konuştu.
Oturumda, toplantıya katılamayan kurucu üyelerden gazeteci Barış Terkoğlu, akademisyen Fatih Yaşlı, iktisatçı Korkut Boratav ve TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın yazılı katkıları okundu.
Barış Terkoğlu, Türkiye’nin komşu halklarla yeni Osmanlı hayallerinin peşinden koşarak değil, doğal sınırları içinde eşitlik ve barış temelinde bağımsızlığını yeniden kazanabileceğini belirtti. “İşte bunun için Cumhuriyetçi birikim bütün özneleriyle tarihsel bir irade olarak yeniden ortaya çıkmak zorunda” diyen Terkoğlu, “Bugünkü toplantınızın tarihsel zorlukları gerçeğin dönüştürücü gücüyle aşacak bir harita çizeceğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.
Fatih Yaşlı, Yeni-Osmanlıcılığın bir yandan Türkiye sermaye sınıfına yeni kârlılık alanları açtığı, diğer yandan derin yoksulluğun sarstığı iktidarın hegemonyasını yeniden tesis etmesine imkân verdiğini söyledi. Yaşlı, “Kürt sorunuyla ilgili adı konmamış sürecin de doğrudan bu arayışlarla ilgisi var” dedi. Buna eşlik eden “Siyasal Alevilik” tartışmalarının da Türkiye’nin ilerici birikimini hedeflediğini vurgulayan Yaşlı, “Bu gidişata karşı Cumhuriyet bayrağını sosyalizm bayrağıyla birlikte yükseltmek, omuz omuza vermek, bir araya gelmek zorundayız. Bu görevi başarıyla yerine getireceğine duyduğum inançla THTM’yi selamlıyorum” şeklinde mesaj gönderdi.
Korkut Boratav, İsrail’in, NATO’nun ve Yeni-Osmanlıcılıkla “hortlayan” şeriatçılığın oluşturduğu tehdide dikkat çektiği yazısında, Türkiye’de “Cumhuriyetçilerin Birliği” adına atılacak adımın hayati önemde olduğunun altını çizdi. Öte yandan Boratav, “Ne var ki, Cumhuriyetçilik yeknesak bir akım değildir; sosyalist, sol ve sağ kanatlar içermektedir. Halk egemenliği (demokrasi), laiklik ve tam bağımsızlık (anti-emperyalizm) üç kanadı birleştiren ortak ilkelerdir” dedi. Bu ilkelere sahip çıkanlar arasında “üniter” devlet konusunda görüş ayrılıkları belirdiğini belirten Boratav, Cumhuriyetçilerin birliğinde “Anti-demokratik savrulma içinde olanlar dışlanabilirler mi?… ‘Kürt sorunu’ ile üniter devlet ilkesi arasındaki ilişki nasıl çözülebilir? Bu konuların THTM içinde tartışılarak berraklığa ulaşmak büyük önem taşıyor” ifadelerini kullandı.
Kemal Okuyan, yurtdışında daha önce planlanmış bir görevi olması nedeniyle Genel Kurul’a katılamadığını belirterek THTM’nin toplantı gündemlerini öneminin altını çizdi. Okuyan, “Türkiye’de cumhuriyetçiliğin kendi içinde barındırdığı çeşitliliğin cesur bir muhasebe ve tartışmayı göze alması ve gerekiyorsa ayrışması gerekiyor. Ayrışma sözcüğünden korkmamalıyız” dedi. “THTM holdinglerin ve tarikatların düzenine karşı meydan okuyarak emperyalizme karşı en küçük bir taviz vermeme iradesi ile yola çıktı. Bu konularda bir belirsizlik kalmamalı. Türkiye’de kimse cumhuriyetçi birikimin ev sahibi olarak görmemeli kendini” diyen Okuyan, tarih boyunca komünistlerin cumhuriyetin önde gelen savunucularından olduklarını hatırlattı. Bununla birlikte, Türkiye’deki cumhuriyetçi birikim içinde hâlâ liberal ve milliyetçi unsurlar olduğunu, bu unsurların “ayrışamamış” olduğuna dikkat çekti. Okuyan, “Bu ayrışma hepimizin yapıcı, dürüst ve etkileşime açık bir tartışmaya katkı koymasıyla sağlıklı bir biçimde gerçekleşebilir” diye vurguladı.
Oturumun son konuşmasını Yürütme Kurulu üyesi Aydemir Güler yaptı. ABD ve İngiltere’nin 20. yüzyıldan beri Türkiye üzerine emperyalist projeler ürettiklerini hatırlatan Güler, “Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi buna yanıttı, buna karşılık kapitalist projeler tekrar harekete geçti. Cumhuriyeti koruyanlar ve yıkmaya çalışanların mücadelesi, Türkiye’nin tarihidir. Türkiye, Cumhuriyet mücadelesini büyük ölçüde kaybetti” dedi. Korkut Boratav’ın sorduğu soruların cumhuriyetçiler arasında tartışılması gerektiğini belirten Güler, “Cumhuriyetçilerin birliği” için Kemal Okuyan’ın söz ettiği ayrışmadan kaçınılmaması gerektiğinin altını çizdi. “Emekçilerin birliği tek tutkaldır” vurgusu yapan Aydemir Güler, “Cumhuriyetçilik bir birleşme ve aynı zamanda bir ayrışmadır. Bizi büyük bir görev çağırıyor’’ diyerek sözlerini tamamladı.
'Eğitimde gericiliğe karşı mücadele' ve 'Emek mücadelelerinde bütünlüklü hat'
Genel Kurul’un üçüncü oturumunda “Eğitimde gericiliğe karşı mücadeleyi yükselteceğiz” ve “Emek mücadelelerinde bütünlüklü, zenginleşmiş ve derinleşmiş bir hat oluşturmak için…” başlıklı dördüncü ve beşinci önergeler gündeme alındı.
Eğitimde gericileşme başlıklı önergeye ilişkin THTM’nin 3. Genel Kurul’da aldığı kararlarla başlattığı Aydınlanma Seferberliği kapsamında yaptığı çalışmalara dair gözlemler ve notlar aktarıldı. Uzmanlar Bildirisi ve sonrasında başlatılan imza kampanyası, Aydınlanma Seminerlerine dair değerlendirmelerin yapıldığı oturumda Çiğli Halk Temsilcileri Meclisi’nin gerçekleştirdiği tarikat yurduna mühür vurulması eylemi selamlandı.
İstanbul'dan iki eğitimci temsilcinin söz aldığı oturumda, eğitimde gerici ve piyasacı saldırı şiddetlenirken MESEM’lerle çocuk işçiliğinin yaygınlaşması, Öğretmen Meslek Kanunu dayatması gibi sorunlarla saldırının ağırlaştığı ve tutarlı bir direnç gelişmesi için THTM’ye kritik bir rol düştüğü vurgulandı. Zorunlu din dersleri ve ÇEDES projesinden çocukları korumak için öğretmenler ve velilerle koordineli çalışmalara devam edilmesi, tarikat yurtlarına karşı harekete geçilmesi, aydınlanmadan yana olan kurumlarla ilişkilerin güçlendirilmesi karar altına alındı.
Bu başlıkta söz alan Yürütme Kurulu üyesi Erhan Nalçacı, sözlerine 2025’in ilk genel kurulunun önemine işaret ederek başladı. Nalçacı, THTM’nin önceki yıldan farklı olarak alınan kararları sadece oylamak değil, yerelliklere taşımak sorumluluğuyla temsilcilerin toplandığını söyleyerek “Burası karar alan bir yasama organı, bu kararları yerelliklerde yürütmekten sorumlu. THTM bir halk hareketidir” diye vurguladı. Nalçacı, eğitim başlığında “Henüz yeterince öğretmenleri savunacak, velileri örgütleyecek ya da aydınlanma seferberliğini güçlendirecek örgütlülüğe kavuşamadık. THTM’nin yerel örgütlenmelerinden ayrı sektörel örgütlenmeleri yok. Ancak laiklik mücadelesi sınıf mücadelesidir, bu sebeple bir öğretmen örgütlenmesi zorunludur. Laik, yurtsever ve ilerici öğretmenleri bir araya getirmeliyiz” dedi. Aydınlanmadan yana eğitim kurumlarını harekete geçirerek 3 Mart Eğitim Birliği Kanunu’nun yıldönümünde THTM’nin İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri önünde basın açıklamaları, eğitim boykotu ve miting dahil her türlü aracı masaya sürmeye kararlı olduğunu vurguladı. Öte yandan, bahar aylarında Köy Enstitüleri Sempozyumu düzenlenmesi önerisini paylaştı.
Emek mücadeleleriyle ilgili önergeye ilişkin Neslihan Eroğlu söz aldı. Eroğlu, son dönemde artan belediye emekçilerinin mücadelelerinin üzerinde durulması, genel olarak sınıf kültürünün sanatsal, sportif etkinliklerle güçlendirilmesi, iletişim emekçilerine özel olarak el uzatılması başlıklarına değindi. Aydınlanma seferberliğinin işçilere dönük bir ayağı olması gerektiğini vurgulayan Eroğlu, düşük ücretle ve sigortasız çalıştırılan basın emekçileriyle geliştirilecek dayanışmanın THTM’nin görünürlüğünün de arttırılmasını sağlayacağına işaret etti.
Emek mücadeleleri başlığında söz alan Çiğli ve Çeşme Halk Meclisi temsilcileri, emeklileri harekete geçirmede sendikal örgütlenmenin önemli olanaklar sunduğunu kendi saha deneyimleriyle anlattılar.
'Yerel yönetimlerde rant ve talanla mücadele'
Dördüncü oturumda “Yerel Yönetimlerde ranta ve talana karşı mücadelede hattının derinleştirilmesi” ve “THTM toplumsal çürümenin bir parçası olan uyuşturucu kullanımına karşı mücadele edecek” başlıklı önergeler tartışıldı.
Yerel yönetimlerle ilgili önergede, belediye örgütlenmesinin kamu yararına bir halk örgütlenmesi olabilmesi için kırmızı çizgiler ve mücadele hedefleri ayrıntılı olarak ele alındı. Mevcut belediyelerde Meclisler yerine başkanların öne çıkması, kamu hizmetlerinin şirketlere, hizmet finansmanının uluslararası kredilere dayanması gibi sorunlara dikkat çeken önergede, THTM bileşenlerinin nasıl bir mücadele hattı benimsemesi ve kamu yararına aykırı uygulamalara karşı hangi hedeflerle örgütlemesi gerektiği tarif edildi.
Eskişehir’den THTM temsilcisi bir belediye işçisi, AKP’nin işçileri şahıs şirketlerinden belediye şirketlerine geçirerek kadro verdiği izlenimi yarattığını anlatarak, CHP’nin yönetimde bulunduğu belediyelerde de işçilerin sosyal demokrat patron sendikalarıyla karşı karşıya geldiğini, THTM’nin toplu iş sözleşmesi süreçlerinde aktif olarak yer alması gerektiğini belirtti. Antalya’dan THTM temsilcisi ise Belediye Meclisi’nin rant konusu olan imar planlarını halkın takip etmesini sağlayacak bir sistem üzerinde çalıştıklarını paylaştı.
Bu başlıkta söz alan kurucu üyelerden Aziz Konukman, belediyelerin yatırım, hizmet, alt yapı gibi harcamalarının “izlenmesi ve denetlenmesi” önerisinin doğru olduğu, buna karşılık “borç ödeme, gelir elde etme gibi gerekçelerle yapılan her tür satış ve özelleştirmenin” bizzat yağma ve talan anlamına geldiği için bunların “iptali” için mücadele etmek gerektiğinin altını çizdi.
Oturumda, yerel meclislerin özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinin takipçisi ve sorgulayıcısı olması gerektiğine vurgu yapıldı. Yeni açılacak yerel meclislerin yanı sıra il/ilçe temsilciliklerinin de yerel yönetimleri takip ederken belediye emekçilerini mücadele gündemine alması kararlaştırıldı.
Uyuşturucuya karşı mücadele başlığında Öğrenci İnisiyatifi temsilcileri söz aldı. Kürsüde, uyuşturucu kullanımının bir yandan 12 yaşına altına düşmesi, diğer yandan gençler arasında kullanımının “bireysel özgürlük” gibi gösterilerek yaygınlaşmasının bir ideolojik mücadele konusu olması gerektiğine vurgu yapıldı. Bu alanda yerel meclislerle birlikte uyuşturucuyla mücadele için kurumsal ve akademik işbirlikleri geliştirilmesi gerektiğine işaret edildi. Öte yandan, gençliğin geleceksizleşmesinin doğurduğu boşluğa yerleşen uyuşturucu bağımlılığıyla mücadelede spor, edebiyat, sanat ve bilim etkinliklerinin düzenlenmesi hedefi kondu.
Genel Kurul’un son önergesi olan Yürütme Kurulu’nun genişlemesi, Çiğli temsilcisi Emel Diril ve Öğrenci İnisiyatifi temsilcisi Can Deniz’in Kurul’a katılımının oylanmasıyla kabul edildi.
THTM 4. Genel Kurul Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.
***
Komünist gençler Nâzım Hikmet’i 19 Ocak’ta Eskişehir’de tiyatroyla, şarkılarla, resimlerle selamlayacak -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Fotoğraflar: Deniz ŞanlıTKP’li gençler Türkiye’nin çeşitli illerinde komünist şair Nâzım Hikmet’i selamlayacak. Eskişehir’deki etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek.
Solcu Liseliler ve Türkiye Komünist Gençliği, komünist şair Nâzım Hikmet’i doğum günü olan 15 Ocak vesilesiyle İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Giresun, Denizli, Kocaeli, Konya ve Kayseri’de selamlayacak.
19 Ocak’ta Eskişehir’de Taşbaşı Kültür Merkezi Kırmızı Salon’da gerçekleştirilecek etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek.
Nâzım Sahnesi, etkinliğe “Yirminci Asrın Macerası” oyunuyla hazırlanıyor.
Oyun sahnelenmeden bir hafta önce Nâzım Sahnesi’nin Vişnelik Semt Evi’ndeki provasına konuk olduk, oyuncularla ve oyunun yönetmeni Latif Tiftikçi’yle oyun ve Nâzım Hikmet üzerine konuştuk.
‘Nâzım Hikmet’in devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi bir tarafa bırakamayız’
Latif Tiftikçi, Nâzım Sahnesi isminin bir yanıyla iddialı gibi göründüğünü, bir yanıyla da liseli gençliğin heyecanına, coşkusuna ve devrimci mücadelesine çok uygun bir isim olduğunu söyledi.
Nâzım Hikmet’in genelde aşk şiirlerinin ön plana çıkarıldığını ve bu nedenle bütün olarak ele alınmadığını söyleyen Tiftikçi, “Nâzım Hikmet bir kavga insanı. Bir yanını bırakamayız; onun devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi de bir tarafa bırakamayız” dedi.
Oyunu, Nâzım Hikmet’in kavgası çerçevesinde ele aldıklarını ve Solcu Liseliler’in coşkusunu yansıtan bir metin olmasını istediklerini ifade eden Tiftikçi “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin bir bölümünü ele aldıklarını açıkladı.
Onu da Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiiriyle beslediklerini ve metni biraz güncelleyerek ortaya “Yirminci Asrım Macerası” isimli, yarım saat süren ama dinamik bir eser çıkardıklarını söyledi.
“Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin kendi dinamiklerine, yazım tarzına uygun bir sahneleme yapmaya çalıştıklarını çünkü Nâzım Hikmet’in bu eserin sahnelenecek bölümünde şiirin diliyle oynadığını, farklı yaklaşımlar, farklı sesler bulmaya çalıştığını söyledi. Tiftikçi, bunu yakalamaya çalıştıklarını ve sahnelerken de bu şekilde sahnelemeye çalıştıklarını ifade etti.
Tiftikçi, “Artık sona geldik. Arkadaşlar da çok özverili çalıştılar. Zor bir sahnelemeydi açıkçası ama üstesinden de geldiler. Ayın 19’unda sahneye çıkacağız hep birlikte” diyerek sözlerini noktaladı.
‘Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu’
Oyuncu Selman Alparslan, tiyatroyla ilkokul birinci sınıftan beri ilgilendiğini söyleyerek sözlerine başladı.
Bu oyunun içinde bulunmanın kendisi için şans eseri gerçekleştiğini söyleyen Alparslan, alışık olmadığı bir oyun türü olduğu için ilk başlarda zorlandığını, alışma sürecinin sancılı geçtiğini ancak alıştıktan sonra sürecin iyi ilerlediğini anlattı.
Latif TiftikçiAlparslan, Nâzım Hikmet’i daha önce tanıdığını ancak komünist olduğunu bilmediğini ve oyun vesilesiyle öğrendiğini ifade etti. “Nâzım Hikmet oyundan önce tabii ki bir şeyler ifade ediyordu benim için ancak politik şiirlerini okumadığımı fark ettim” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet için “Şiirlerindeki umut yoğunluğuyla ben dahil milyonlara ilham olmuş, olmaya devam ediyor” ifadelerini kullandı.
“Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet okumanın umudunu tazelediğini söyledi.
‘Nâzım’la aynı yolda mücadele edenler olarak oyunun bir parçası olmak gurur verici’
Oyuncu Eda Ülker, bu çalışmanın içinde yer almasının en büyük sebebinin on yıllardır verilen ve şu an kendisinin de içinde olduğu sosyalizm mücadelesini sanat diliyle insanlara aktarmak olduğunu söyledi.
“Nâzım, bir kavga insanı, tıpkı Latif Hoca’nın söylediği gibi. Nâzım’la aynı yolda mücadele ediyoruz ve bu nedenle bu oyunun bir parçası olmak ayrıca gurur verici” diyen Ülker, sözlerini Latif Tiftikçe ve oyunda emeği geçen arkadaşlarına teşekkür ederek bitirdi.
***
Şimdi tam kayyım mevsimi!-Oğuz Oyan-
"Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir."
Yeni yıl fahiş fiyat zamları ve katmerli yolsuzluk haberleriyle açılmışken... Kamunun yönetimindeki mal ve hizmet fiyatlarına, gerçekleşen TÜFE oranı olan yüzde 44,3’ten başlayıp köprü/yol/tünel geçişlerinde yüzde 300’leri aşan zamlar yapılmaya başlanmış... Bu arada kaderine razı durumuna getirilmiş veya iktidarın sarı sendikaları tarafından sesi soluğu kesilmiş geniş emekçi kesimlere ve emeklilere yüzde 11-15 oranlarında artışlar uygun görülmüşken... Eh, vurgunculuğun merkez üssü olan iktidar ayağı, kayyım atamalarıyla dikkatleri başka yönlere çekmeye çalışmasın da ne yapsın? Demek ki devamı da beklenmelidir.
Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu’nun gece yarısı yaptığı yönetmelik değişikliğiyle 56 milyar doları bulduğu hesaplanan (Bkz. Uğur Emek, 9 Aralık tarihli Sözcü) büyük vurgunlar yapılması, KÖİ soygununun bütçeyi kemirmesi, KÖİ’lerde azaltılması beklenen garantilerin arttırılması hatta dolardaki enflasyon erimesini bile karşılayacak tarife yükseltmeleri yapılması… Yabancı sermayenin çıkarlarının bu düzeyde kollanması, siyaset esnafının onlarla doğrudan çıkar bağlantıları olmadan mümkün olamazdı. Bütün bunlar ortada dururken, ihale yasası kalbura çevrilmişken, her türlü kayırmacılık, liyakatsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık zirve yapmışken, gündemin buralardan uzaklaştırılması ancak devlet şiddetiyle olabilirdi elbette.
İstanbul hesabı
Bir de tabii siyasal İslamcı iktidarın İstanbul özelinde kapatılmamış bir hesabı bulunduğu dikkate alınmalı. 31 Mart hezimeti özellikle İstanbul özelinde iktidara acı koymuş durumda. Çünkü BB Başkanının belediye meclisi üzerinden elini kolunu bağlama olanağı yitirildi. Beşiktaş gibi uç bir örnekte Cumhur ittifakı tek bir belediye meclis üyesi bile çıkaramadı! Olayı salt bir intikam hesabı olarak da görmemek gerekir. Büyükşehir belediye başkanını görevden almanın iç ve dış siyasi kısıtları (bu kısıtlara sermayenin tavrı da dahildir) şimdilik veriliyken, onun etrafını oymanın, mümkünse belediye meclisinde yeniden azınlığa düşürmenin hesapları önceliklidir mutlaka. Buna daha önce değinmiştik esasen… Esenyurt’a el konulmasından sonra şöyle yazmıştık: “Belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. (…) Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.”
“Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Daha önce ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?
Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolunun tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.” (Oğuz Oyan, “İktidar bildiğini okuyor”, 5 Kasım 2024, Sol Haber Portalı).
Bu yazıda haber verdiğimiz muhtemel gelişme Beşiktaş Belediyesi örneğiyle yaşandı. İhalede imzası olmayan belediye başkanının bu gerekçeyle görevden alınması da açık bir hukuksuzluktu. Bu arada Mersin Akdeniz İlçesi belediyesinin DEM’li başkanı yerine kayyım atanması aynı süreçte ortaya çıktı. Hem de İmralı trafiğinin yürüdüğü bir dönemde!
Dün akşam Beşiktaş Belediyesi önünde toplanan kalabalığa konuşan Ekrem İmamoğlu “iktidarın hedefinin Beşiktaş’ın ötesinde” olduğunu söylerken İstanbul BB’nin ve kendisinin hedefte olduğunu ima etmiş oluyordu. İki ay önce işin oraya kadar gitmeyeceği görüşündeydik; ama bir yandan iktidarın içerdeki sıkışmışlığı diğer yandan Suriye üzerinden elinin güçlendiği hayalini kuruyor olması, denklemin yeniden kurulmasına yol açabilir. Kuşkusuz bu durumda hesap İstanbul’u da aşmış demektir; Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir.
Kefil olamayız ama…
Bunları yazarken elbette CHP’li belediyelere veya iktidarın kontrolü dışındaki diğer belediyelere akçalı veya diğer ilişkilerinde kefil olmadığımız herhalde açık olmalı. Öte yandan birçok AKP’li belediyenin, birçok merkezi idare biriminin ve üniversitelerin ihale kuşuna dönüşmüş (Beşiktaş ve Esenyurt belediyeleri için savcılık iddianamesinde ihaleye fesat karıştıran girişimci ismi olarak Aziz İhsan Aktaş geçiyor) bir şaibeli kişi ile bir CHP’li belediyenin ne işi olabiliri de sorgulamak durumundayız. Dolayısıyla bu “AKP dönemi girişimcisinin” niçin AKP’li idarelerle yaptığı yolsuzlukların incelenmediği üzerinden yapılan itirazlar/eleştiriler bizim açımızdan hiç anlamlı değil. Hatta böyle bir yaklaşım, “tencere dibin kara, seninki benden kara” muhabbetine girer ki, CHP açısından dahi bu tür bir savunma pozisyonu asla tavsiye edilmez.
Aslında meselenin her iki yönü de bu yazının konusu değil. Şafak operasyonlarının hedefi, muhalefet belediyelerini ve belediye başkanlarını hukuki dayanak dahi aranmadan çeşitli iddialarla suçlamak ve suçlamalarla orantısız kayyım-tutuklama kararları çıkartmak olurken, muhalefete dönük eleştirileri öne çıkarmanın zamanı olmayabilir. Nitekim tam da bu sırada “koskoca” cumhurbaşkanı sıfatlı Erdoğan’ın, Özgür Özel’in ifadesine göre, Adana Yüreğir İlçesi BB Ali Demirçalı’yı makamına davet edip “başına kötü şeyler gelmemesi” örtük tehdidi altında AKP’ye katılma teklifinde bulunması -eğer doğruysa-, siyasi teamüllere aykırılık veya siyasi nezaketsizlik gibi çok hafif kaçacak nitelemeler üzerinden eleştirilemeyecek denli vahim bir gelişme demektir. Bütün bunlar İslamo-faşizmin yüzünün iyice açığa çıkmasının tezahürleridir.
Normalleşme nerede kaldı?
Biri “normalleşme” mi demişti? Hatta birkaç hafta öncesinde bile “normalleşme”den vazgeçmiş değiliz mi demişti? Galiba AKP devri kapanana kadar, bizim düzen muhalefeti siyasi-İslamcı hareketin gerçek niteliğini kavramayı bir türlü başaramayacak! Bu hareketin entrikalarını sezme ve karşı tavır geliştirmeyi de öğrenemeyecek. Sakın bunun arkasında CHP’nin kendi yolunu sermayeden bağımsız bir çizgide geliştiremiyor olmasının rolü olmasın? DEM açısından ise AKP ile ortaklaştığı tarihi bir Cumhuriyet düşmanlığı temelinde kendi özel gündemine sıkışıp kalmaktan ötesini görememek olmasın?
Cumhuriyetçilerin sahip çıkması gereken ilkeler
Düzen partilerince asıl başarılamayacak olan konular galiba şunlar: Cumhuriyetin temel kazanımları olan laiklik/aydınlanma devrimine ve anti-emperyalist/bağımsızlıkçı çizgiye sahip çıkmak. Hele bunun ötesine geçip, sermayeyi rahatsız etmek pahasına, emeğin Cumhuriyetini savunmak.
Oysa iktidara seçenek oluşturmanın ve iktidara yürümenin yolu bu ilkelerden geçiyor. Pazar günü Dördüncü Genel Kurulunu başarıyla tamamlayan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi de bu ilkeler üzerinden kendine alan açıyor ve tüm Cumhuriyetçileri kucaklama yolunda ilerliyor.
/././
İdeolojik hegemonya ve karşı-hegemonya -Nevzat Evrim Önal-
"Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor."
Bu hafta, geçtiğimiz hafta spesifik bir örnek üzerinden ele aldığımız “kültürel hegemonya” tartışmasını daha genel bir düzeyde sürdürmek istiyorum.
Çok temel bir eleştiriyle başlayalım: Bu tartışma daha tanım düzeyinde sorunlu; zira günümüzde kültür dendiğinde akla hemen sanat, moda, din gibi şeyler gelse de, kelime bundan çok daha geniş bir alanı kapsar. Kültür, insanın doğuştan sahip olmadığı ve ona toplum tarafından kazandırılan, bireyin toplumsallaşma sürecinde öğrendiği ve adapte olduğu (ya da olamadığı) her şeydir. Yani kültür, alet kullanımı ve işbölümü çerçevesinde tüm üretim pratiklerini de kapsayan, gayet somut ve maddi bir içeriğe de sahiptir.
Tanımdan bu maddi unsurların dışlanması suretiyle kültür kavramının daraltılması kavrama ideolojik bir müdahaledir. Bu müdahale, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun temelini oluşturan, özel mülkiyet ve emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkilerinin toplumsal (yani insan yapısı) niteliğinin gizlenmesi; bunların adeta kütle çekimi ya da enerjinin korunumu gibi doğallaştırılması ve insanlığın değiştirilemeyecek özellikleri mertebesine yükseltilmesine yöneliktir. Böylelikle, tanımı gereği “insanın başka türlü de yapabileceği şeyler” kümesi olan kültür, kendisinin bir alt kümesi olan “insanın mevcut egemen toplumsal düzende başka türlü yapabileceği şeyler”e indirgenir. Bu yeni ve indirgenmiş kültür alanı düzen açısından çok güvenlidir zira toplumsal mücadeleler “kültür savaşı”, “medeniyetler çatışması” ve benzeri afili isimlerle bu alana sıkıştırılabildiği müddetçe düzenin maddi temellerine yönelemez ve devrimci bir nitelik kazanamaz.
Örneğin, Türkiye’de son on küsur yıldır yürüyen ve düzen tarafından sürekli köpürtülen, batıcı liberallik ile islami muhafazakârlık arasındaki “yaşam tarzı” başlıklı mücadele uyduruk bir suni gündem değildir, milyonlarca insanı içine çekmiştir, ama sömürü düzeninin maddi temellerinin sorgulanması konusunda elle tutulur bir sonuç yaratmamıştır. Zira bu eksene sıkışmış tartışmanın her iki tarafı açısından da aranan şey düzen değişikliği değil, mevcut düzende ideolojik egemenliktir.
Bu yüzden, eğer içinde yaşadığımız sömürü düzenini en azından sorgulayacak bir tartışma yürüteceksek, kavramımız kültürel değil “ideolojik hegemonya” olmalıdır.
***
İkinci mesele şu: Düşüncenin kaynağı maddedir, bu bağlamda toplumsallaşmış ve yerleşiklik kazanmış düşünceler olarak tanımlayabileceğimiz ideolojilerin kaynağında da toplumun temelini oluşturan maddi ilişkiler vardır.
Hegemonya tartışması yeni değil, bu konuda 20. yüzyılda çok yazılıp çizildi. Ama yazılanların tamamını tarasanız dahi, 1845-1846 yılları arasında bir yerde yazılmış aşağıdaki satırlar kadar parlak ve meselenin özünü saptayan bir pasaj bulabileceğinizi düşünmüyorum: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.”1
Dolayısıyla aynı anda birkaç şeyin farkında olmamız gerekiyor: Birincisi, egemen düzene karşı yürütülen ve düzen değişikliği hedefleyen devrimci mücadelenin yok sayamayacağı ve dışında duramayacağı bir ideolojik savaş alanı var. Bu alanda mücadele topraklar veya bedenler değil zihinler üzerinde egemenlik kurmak için veriliyor. İkincisi, bu alandaki mücadelelerin büyük kısmı düzene karşı yöneltilen değil egemen sınıfın farklı bölmelerinin birbirlerine yönelttiği saldırılardan oluşuyor. Hatta kapitalizmin her döneminde egemen ideoloji, düzenin maddi sınırları ile çerçevelenen bu iç çatışmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Üçüncüsü, ideolojileri ne denli tutarlı ya da çekici olduklarından ziyade onları salgılayan maddi güç ikna edici kılıyor. Sıradan, emekçi insanlar bir bütün olarak düzenin egemen ideolojisine ya da onun liberalizm ya da milliyetçilik gibi bir unsuruna, esasen akıllarına yattığı ya da kendi çıkarlarına uygun olduğu için değil, o ideolojinin arkasındaki maddi güç tarafından kuşatıldıkları için ikna oluyor.
Bu üç vurguya bir de yakın tarih ve günümüz arasındaki temel farkı ekleyelim: Devrimciler tarafından 20. yüzyıl boyunca, bilhassa da 2. Dünya Savaşı sonrasında yürütülen hegemonya tartışmasında açık ya da örtük bir kabul şuydu: Düzen, sivil toplumda bir karşı-hegemonya kurularak barışçıl bir devrimle alt edilebilirdi.2 Ne var ki bu kabulü taşıyan Batı Marksistleri, tüm varyantları ve çarpıtmalarıyla sosyalist ideolojinin emekçi kitleler nezdinde ikna edici olmasının temel nedeninin Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı somut, maddi karşı ağırlık olduğunu asla görmek istemediler.
Otuz üç yıldır dünyada emperyalist kapitalizme karşı bir maddi ağırlık oluşturan, sosyalist ideolojiyi bu şekilde kendiliğinden destekleyen bir sosyalist devlet yok. Uluslararası alanda da, her ülkenin içinde de başlıca toplumsal mücadele, sermayedarlar ile sermayedarlar arasındaki rekabet haline gelmiş durumda.
***
Peki, bu ortamda, düzeni yıkmak isteyenler nasıl bir ideolojik mücadele verebilir ve vermelidir?
Müsaadenizle yazıyı, bu konudaki önerilerimi maddeleyerek tamamlayacağım.
1- Egemen ideoloji, ideolojiler haritasının neredeyse bütününü kaplamış durumdadır ve hegemonyası tama yakındır. Yeni sosyalist devrimler gerçekleşmediği ve bir kez daha emperyalist kapitalizme karşı somut ve maddi bir karşı ağırlık oluşmadığı müddetçe de böyle kalacaktır. Dolayısıyla düzene karşı verilecek ideolojik mücadele, ideolojiler meydanında düzenin dışında, saf ve arı bir sosyalizm mevkiinde konumlanarak ve buradan ateş etmeye dayalı bir cephe savaşı verilerek yürütülemez. Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor.
2- Bu bağlamda düzen karşıtı ideolojik mücadele, düzenin kendi iç rekabet mücadelelerinin yarattığı çatlaklara sızmalı ve bu rekabetin görünür hale getirdiği çelişkileri emekçi halkın bilincine çıkartmalıdır. Günümüzde bir işçi sınıfı aydınlanması ancak bu şekilde yaşanabilir ve buna katalizör olmak, devrimcilerin öncelikli görevidir.
3- Bu çatlaklara sızma, asla rakip taraflardan birine yamanan ya da onun ehvenişer olduğunu kabul eden bir propaganda hattı benimseyerek yapılamaz. Örneğin emperyalizmin yarattığı en büyük düşmanın NATO olduğu kuşkusuzdur, ama Putin Rusyasının onun karşısında kendiliğinden haklı ya da ahlaken üstün olduğu söylenemez. Bu yapıldığı anda mücadele ezilen ve sömürülen emekçilerin kurtuluşu için değil, görece zayıf bir kapitalist odak için verilir hale gelir. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının “üçüncü taraf” olduğu vurgusunu başa yazmalıdır.
4- Düzen işlerliğini koruduğu müddetçe egemen ideolojinin üzerinde bir karşı-hegemonya kurulamaz, zira devrimci mücadele asla kendi ideolojisinin arkasına düzeninkilerle boy ölçüşebilecek bir maddi kaynak yığamaz. Öte yandan buna ihtiyaç da yoktur. Devrim, adım adım toplum buna ikna edilerek değil, düzenin kendi çelişkilerinden kaynaklanan sistemik bir krizin devrimciler tarafından fırsata dönüştürülmesi sonucunda gerçekleşecektir. Bu yüzden ideolojik mücadele de, çürümekte olan egemen düzenin tüm sathına yayılacak (ve kaçınılmaz biçimde onunla beraber çürüyecek) iç bağları zayıf bir bulutsu yapıyla değil, düşünsel tutarlılık ve ahlaki üstünlük gibi düzenin asla sahip olamayacağı erdemlerin yanı sıra devrimci yoldaşlık hukuku ile birbirine bağlı, inanmış ve adanmış bir örgütle, yani Partiyle yürütülmelidir.
Türkiye’de böyle bir parti var. Düzenin egemen ideolojisine, onun şu ya da bu kısmına yamanmadan karşı çıkmak isteyen herkese de bu partide yer var.
- 1.Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach] çev. Sevim Belli, 5. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.75.
- 2.Cemal Hekimoğlu, “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında”, Gelenek 3, Ocak 1987, https://gelenek.org/gramsci-dusuncesi-kimlik-bunaliminda/.