soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Komünist gençler Nâzım Hikmet’i 19 Ocak’ta Eskişehir’de tiyatroyla, şarkılarla, resimlerle selamlayacak - 14 Ocak 2025-

THTM 4. Olağan Genel Kurulu toplandı: 'Cumhuriyetçilerin birliğine doğru ilerliyoruz'

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin dün gerçekleştirilen dördüncü Genel Kurul toplantısında, yedi siyasi önerge sunuldu. Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) dördüncü Genel Kurul toplantısı, 12 Ocak Pazar günü Ankara’da yapıldı.

Tüm gün süren Genel Kurul’da yedi siyasi önerge sunuldu ve üzerine tartışmalar yapıldı.

Genel Kurul, gelişen yerel meclisler ve THTM’ye katılan öğrenci inisiyatiflerinin temsilcileriyle Yürütme Kurulu’nun güçlendirilmesi önergesinin değerlendirilmesi ile tamamlandı.

Oyan: THTM halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak için kuruldu

Genel Kurul’un ilk oturumu THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz Oyan’ın açılış konuşmasıyla başladı.

“THTM topluma gerçek siyasi seçeneklerin olduğunu göstermek, halkın gerçek gündemini siyasal alana taşımak, görünür kılmak için kuruldu” diyen Oyan, THTM’nin başat rolünün Türkiye’deki dinci-milliyetçi iktidara karşı Cumhuriyeti ve laikliği savunması, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı duruşu, emek mücadelesini güçlendirerek Cumhuriyet’in kazanımlarını ileri çekmesi olduğunu belirtti.

THTM’nin bir yıl boyunca yürüttüğü Aydınlanma Sefeberliği, "NATO ve emperyalist savaşa karşı göreve" kampanyası, yerel meclisler ve temsilcilikler kurmasıyla kat ettiği mesafeyi anlatan Oyan, gelinen noktada THTM’nin Cumhuriyetçileri bir araya getirecek ve “emeğin cumhuriyetinin kurulması” konusunu tartıştıracak bir görev çıkarttığını ifade etti. “Bugünkü iktidar sermaye-tarikat düzeninin parçasıdır. 2025 yılı Türkiye’deki emekçileri için ekonomik açıdan zorlu olacak. Türkiye’de ekonomik ve sosyal bunalım var, THTM bu mücadelede yerini alacak” dedi.

                                              THTM Yürütme Kurulu Sözcüsü Oğuz Oyan

THTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması için adım

İlk oturumda açış konuşmasından ardından “THTM örgütlenmesinin yaygınlaştırılması: Yerel Temsilcilikler Oluşturulmasına Hız Kazandırıyoruz” başlıklı birinci önerge ele alındı.

Önerge üzerine söz alan Defne Halk Temsilcileri adına Hizam Hasırcı, Defne’deki yerel meclisin halk örgütlenmesine nasıl evrildiğini anlattı. Hatay’ın Defne ilçesinde bir yandan depremden kaynaklanan sorunlara insanlara dokunarak çözüm ürettiklerini, diğer yandan deprem olmasa da kapitalizmin yarattığı sorunlara mahalle mahalle örgütlenerek yanıt verdiklerini vurguladı. Hasırcı, “Defnede siyaset mafyatik ilişkilerle dönüyor. Biz, para olmadan da siyaset yapılabileceğini, ‘garibanların’ siyaset yapabileceğini göstererek ezber bozduk. ‘Defne vatandır’ sloganı ile çalışma yürüttük. Sene boyunca yaptığımız işlerle cumhuriyetçi ve antiemperyalist siyaseti yükseltmek için çalıştık. Şimdi Defne’de bir sosyal merkez açıyoruz. Sizlerin de desteğini bekliyoruz” dedi.

Ardından, kendi yerel meclisini kurma aşamasında olan temsilciliklerin deneyimleri paylaşıldı. Mamak Halk Temsilcileri Meclisi adına Engin Özkan, Mamak’ta köy dernekleri ve muhtarlıkların katılımıyla kurulan aydınlanma kürsüsünün yerel meclise dönüşecek temeli attığını anlattı. Kocaeli HTM adına Merve Uzuner, NATO ve emperyalist savaş karşıtı yürüyüş sırasında Kocaeli’de emek örgütlerinin kabullenmiş oldukları mücadele sınırlarını planlı bir çalışmayla aşabildiklerini ve temsilciliğin bir yerel meclise dönüşebildiğini ayrıntılarıyla paylaştı.

THTM Öğrenci inisiyatiflerinden Can Deniz, üniversitelerde Ayşenur ve İkbal’in katledilmesine karşı gelişen tepkilerden ,yurt ve yemekhane eylemlerine kadar gençlikte parçalı bir hareketlenme olduğu, ancak bunların “bir mozaiğin ötesine geçebilmesi” için THTM’nin mücadele çizgisiyle birleşmesi gerektiğinin altını çizdi.

'Yeni Osmanlıcılığa karşı mücadele' ve 'cumhuriyetçilerin birliği'

Genel Kurul’un ikinci oturumunda ise “Emperyalizme ve Yeni-Osmanlıcılığa karşı mücadeleyi yükselteceğiz!” ile “Cumhuriyetçilerin birliği için harekete geçiyoruz!” başlıklı önergeler tartışıldı.

İlk sözü, kurucu üyelerden gazeteci Zülal Kalkandelen aldı. “Yeni anayasa, kapalı kapılar ardında halktan habersiz yapılıyor” diyen Kalkandelen, “Cumhuriyet Devrimi tehlikede, bugün biz sosyalist değerlerle buluşup mücadele vermeliyiz” dedi. “Devrimi sahiplenmek, devrimi sürdürmenin koşuludur, Cumhuriyetçiler farklılıklarına rağmen birleşmeli” vurgusuyla önergeyi destekleyen Kalkandelen, “Siyasal İslam emperyalizmle el ele verip Cumhuriyeti yıkarken bunun karşısında THTM’ye, halkın teşkilatı olarak rol düşüyor. Cumhuriyetçileri birleştirme çağrısı, kurultay gibi somut bir toplantı ile yapılmalı” önerisinde bulundu.

Kurucu üyelerden Serdar Şahinkaya, “1923 Cumhuriyeti, Türkiye toplumu için medeniyet yolunda atılan bir adımdır. Fransız aydınlanması ve 1917 emekçi devrimi bizim iki örneğimizdi. Yeni bir Cumhuriyet için mücadele etmeliyiz. Yaşasın cumhuriyet, yaşasın cumhuriyetçilerin birliği” şeklinde konuştu.

Oturumda, toplantıya katılamayan kurucu üyelerden gazeteci Barış Terkoğlu, akademisyen Fatih Yaşlı, iktisatçı Korkut Boratav ve TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın yazılı katkıları okundu.

Barış Terkoğlu, Türkiye’nin komşu halklarla yeni Osmanlı hayallerinin peşinden koşarak değil, doğal sınırları içinde eşitlik ve barış temelinde bağımsızlığını yeniden kazanabileceğini belirtti. “İşte bunun için Cumhuriyetçi birikim bütün özneleriyle tarihsel bir irade olarak yeniden ortaya çıkmak zorunda” diyen Terkoğlu, “Bugünkü toplantınızın tarihsel zorlukları gerçeğin dönüştürücü gücüyle aşacak bir harita çizeceğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.

Fatih Yaşlı, Yeni-Osmanlıcılığın bir yandan Türkiye sermaye sınıfına yeni kârlılık alanları açtığı, diğer yandan derin yoksulluğun sarstığı iktidarın hegemonyasını yeniden tesis etmesine imkân verdiğini söyledi. Yaşlı, “Kürt sorunuyla ilgili adı konmamış sürecin de doğrudan bu arayışlarla ilgisi var” dedi. Buna eşlik eden “Siyasal Alevilik” tartışmalarının da Türkiye’nin ilerici birikimini hedeflediğini vurgulayan Yaşlı, “Bu gidişata karşı Cumhuriyet bayrağını sosyalizm bayrağıyla birlikte yükseltmek, omuz omuza vermek, bir araya gelmek zorundayız. Bu görevi başarıyla yerine getireceğine duyduğum inançla THTM’yi selamlıyorum” şeklinde mesaj gönderdi.

Korkut Boratav, İsrail’in, NATO’nun ve Yeni-Osmanlıcılıkla “hortlayan” şeriatçılığın oluşturduğu tehdide dikkat çektiği yazısında, Türkiye’de “Cumhuriyetçilerin Birliği” adına atılacak adımın hayati önemde olduğunun altını çizdi. Öte yandan Boratav, “Ne var ki, Cumhuriyetçilik yeknesak bir akım değildir; sosyalist, sol ve sağ kanatlar içermektedir. Halk egemenliği (demokrasi), laiklik ve tam bağımsızlık (anti-emperyalizm) üç kanadı birleştiren ortak ilkelerdir” dedi. Bu ilkelere sahip çıkanlar arasında “üniter” devlet konusunda görüş ayrılıkları belirdiğini belirten Boratav, Cumhuriyetçilerin birliğinde “Anti-demokratik savrulma içinde olanlar dışlanabilirler mi?… ‘Kürt sorunu’ ile üniter devlet ilkesi arasındaki ilişki nasıl çözülebilir? Bu konuların THTM içinde tartışılarak berraklığa ulaşmak büyük önem taşıyor” ifadelerini kullandı.

Kemal Okuyan, yurtdışında daha önce planlanmış bir görevi olması nedeniyle Genel Kurul’a katılamadığını belirterek THTM’nin toplantı gündemlerini öneminin altını çizdi. Okuyan, “Türkiye’de cumhuriyetçiliğin kendi içinde barındırdığı çeşitliliğin cesur bir muhasebe ve tartışmayı göze alması ve gerekiyorsa ayrışması gerekiyor. Ayrışma sözcüğünden korkmamalıyız” dedi. “THTM holdinglerin ve tarikatların düzenine karşı meydan okuyarak emperyalizme karşı en küçük bir taviz vermeme iradesi ile yola çıktı. Bu konularda bir belirsizlik kalmamalı. Türkiye’de kimse cumhuriyetçi birikimin ev sahibi olarak görmemeli kendini” diyen Okuyan, tarih boyunca komünistlerin cumhuriyetin önde gelen savunucularından olduklarını hatırlattı. Bununla birlikte, Türkiye’deki cumhuriyetçi birikim içinde hâlâ liberal ve milliyetçi unsurlar olduğunu, bu unsurların “ayrışamamış” olduğuna dikkat çekti. Okuyan, “Bu ayrışma hepimizin yapıcı, dürüst ve etkileşime açık bir tartışmaya katkı koymasıyla sağlıklı bir biçimde gerçekleşebilir” diye vurguladı.

Oturumun son konuşmasını Yürütme Kurulu üyesi Aydemir Güler yaptı. ABD ve İngiltere’nin 20. yüzyıldan beri Türkiye üzerine emperyalist projeler ürettiklerini hatırlatan Güler, “Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi buna yanıttı, buna karşılık kapitalist projeler tekrar harekete geçti. Cumhuriyeti koruyanlar ve yıkmaya çalışanların mücadelesi, Türkiye’nin tarihidir. Türkiye, Cumhuriyet mücadelesini büyük ölçüde kaybetti” dedi. Korkut Boratav’ın sorduğu soruların cumhuriyetçiler arasında tartışılması gerektiğini belirten Güler, “Cumhuriyetçilerin birliği” için Kemal Okuyan’ın söz ettiği ayrışmadan kaçınılmaması gerektiğinin altını çizdi. “Emekçilerin birliği tek tutkaldır” vurgusu yapan Aydemir Güler, “Cumhuriyetçilik bir birleşme ve aynı zamanda bir ayrışmadır. Bizi büyük bir görev çağırıyor’’ diyerek sözlerini tamamladı.

'Eğitimde gericiliğe karşı mücadele' ve 'Emek mücadelelerinde bütünlüklü hat'

Genel Kurul’un üçüncü oturumunda “Eğitimde gericiliğe karşı mücadeleyi yükselteceğiz” ve “Emek mücadelelerinde bütünlüklü, zenginleşmiş ve derinleşmiş bir hat oluşturmak için…” başlıklı dördüncü ve beşinci önergeler gündeme alındı.

Eğitimde gericileşme başlıklı önergeye ilişkin THTM’nin 3. Genel Kurul’da aldığı kararlarla başlattığı Aydınlanma Seferberliği kapsamında yaptığı çalışmalara dair gözlemler ve notlar aktarıldı. Uzmanlar Bildirisi ve sonrasında başlatılan imza kampanyası, Aydınlanma Seminerlerine dair değerlendirmelerin yapıldığı oturumda Çiğli Halk Temsilcileri Meclisi’nin gerçekleştirdiği tarikat yurduna mühür vurulması eylemi selamlandı.

İstanbul'dan iki eğitimci temsilcinin söz aldığı oturumda, eğitimde gerici ve piyasacı saldırı şiddetlenirken MESEM’lerle çocuk işçiliğinin yaygınlaşması, Öğretmen Meslek Kanunu dayatması gibi sorunlarla saldırının ağırlaştığı ve tutarlı bir direnç gelişmesi için THTM’ye kritik bir rol düştüğü vurgulandı. Zorunlu din dersleri ve ÇEDES projesinden çocukları korumak için öğretmenler ve velilerle koordineli çalışmalara devam edilmesi, tarikat yurtlarına karşı harekete geçilmesi, aydınlanmadan yana olan kurumlarla ilişkilerin güçlendirilmesi karar altına alındı.

Bu başlıkta söz alan Yürütme Kurulu üyesi Erhan Nalçacı, sözlerine 2025’in ilk genel kurulunun önemine işaret ederek başladı. Nalçacı, THTM’nin önceki yıldan farklı olarak alınan kararları sadece oylamak değil, yerelliklere taşımak sorumluluğuyla temsilcilerin toplandığını söyleyerek “Burası karar alan bir yasama organı, bu kararları yerelliklerde yürütmekten sorumlu. THTM bir halk hareketidir” diye vurguladı. Nalçacı, eğitim başlığında “Henüz yeterince öğretmenleri savunacak, velileri örgütleyecek ya da aydınlanma seferberliğini güçlendirecek örgütlülüğe kavuşamadık. THTM’nin yerel örgütlenmelerinden ayrı sektörel örgütlenmeleri yok. Ancak laiklik mücadelesi sınıf mücadelesidir, bu sebeple bir öğretmen örgütlenmesi zorunludur. Laik, yurtsever ve ilerici öğretmenleri bir araya getirmeliyiz” dedi. Aydınlanmadan yana eğitim kurumlarını harekete geçirerek 3 Mart Eğitim Birliği Kanunu’nun yıldönümünde THTM’nin İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri önünde basın açıklamaları, eğitim boykotu ve miting dahil her türlü aracı masaya sürmeye kararlı olduğunu vurguladı. Öte yandan, bahar aylarında Köy Enstitüleri Sempozyumu düzenlenmesi önerisini paylaştı.

Emek mücadeleleriyle ilgili önergeye ilişkin Neslihan Eroğlu söz aldı. Eroğlu, son dönemde artan belediye emekçilerinin mücadelelerinin üzerinde durulması, genel olarak sınıf kültürünün sanatsal, sportif etkinliklerle güçlendirilmesi, iletişim emekçilerine özel olarak el uzatılması başlıklarına değindi. Aydınlanma seferberliğinin işçilere dönük bir ayağı olması gerektiğini vurgulayan Eroğlu, düşük ücretle ve sigortasız çalıştırılan basın emekçileriyle geliştirilecek dayanışmanın THTM’nin görünürlüğünün de arttırılmasını sağlayacağına işaret etti.

Emek mücadeleleri başlığında söz alan Çiğli ve Çeşme Halk Meclisi temsilcileri, emeklileri harekete geçirmede sendikal örgütlenmenin önemli olanaklar sunduğunu kendi saha deneyimleriyle anlattılar.

'Yerel yönetimlerde rant ve talanla mücadele'

Dördüncü oturumda “Yerel Yönetimlerde ranta ve talana karşı mücadelede hattının derinleştirilmesi” ve “THTM toplumsal çürümenin bir parçası olan uyuşturucu kullanımına karşı mücadele edecek” başlıklı önergeler tartışıldı.

Yerel yönetimlerle ilgili önergede, belediye örgütlenmesinin kamu yararına bir halk örgütlenmesi olabilmesi için kırmızı çizgiler ve mücadele hedefleri ayrıntılı olarak ele alındı. Mevcut belediyelerde Meclisler yerine başkanların öne çıkması, kamu hizmetlerinin şirketlere, hizmet finansmanının uluslararası kredilere dayanması gibi sorunlara dikkat çeken önergede, THTM bileşenlerinin nasıl bir mücadele hattı benimsemesi ve kamu yararına aykırı uygulamalara karşı hangi hedeflerle örgütlemesi gerektiği tarif edildi.

Eskişehir’den THTM temsilcisi bir belediye işçisi, AKP’nin işçileri şahıs şirketlerinden belediye şirketlerine geçirerek kadro verdiği izlenimi yarattığını anlatarak, CHP’nin yönetimde bulunduğu belediyelerde de işçilerin sosyal demokrat patron sendikalarıyla karşı karşıya geldiğini, THTM’nin toplu iş sözleşmesi süreçlerinde aktif olarak yer alması gerektiğini belirtti. Antalya’dan THTM temsilcisi ise Belediye Meclisi’nin rant konusu olan imar planlarını halkın takip etmesini sağlayacak bir sistem üzerinde çalıştıklarını paylaştı.

Bu başlıkta söz alan kurucu üyelerden Aziz Konukman, belediyelerin yatırım, hizmet, alt yapı gibi harcamalarının “izlenmesi ve denetlenmesi” önerisinin doğru olduğu, buna karşılık “borç ödeme, gelir elde etme gibi gerekçelerle yapılan her tür satış ve özelleştirmenin” bizzat yağma ve talan anlamına geldiği için bunların “iptali” için mücadele etmek gerektiğinin altını çizdi.

Oturumda, yerel meclislerin özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinin takipçisi ve sorgulayıcısı olması gerektiğine vurgu yapıldı. Yeni açılacak yerel meclislerin yanı sıra il/ilçe temsilciliklerinin de yerel yönetimleri takip ederken belediye emekçilerini mücadele gündemine alması kararlaştırıldı.

Uyuşturucuya karşı mücadele başlığında Öğrenci İnisiyatifi temsilcileri söz aldı. Kürsüde, uyuşturucu kullanımının bir yandan 12 yaşına altına düşmesi, diğer yandan gençler arasında kullanımının “bireysel özgürlük” gibi gösterilerek yaygınlaşmasının bir ideolojik mücadele konusu olması gerektiğine vurgu yapıldı. Bu alanda yerel meclislerle birlikte uyuşturucuyla mücadele için kurumsal ve akademik işbirlikleri geliştirilmesi gerektiğine işaret edildi. Öte yandan, gençliğin geleceksizleşmesinin doğurduğu boşluğa yerleşen uyuşturucu bağımlılığıyla mücadelede spor, edebiyat, sanat ve bilim etkinliklerinin düzenlenmesi hedefi kondu.

Genel Kurul’un son önergesi olan Yürütme Kurulu’nun genişlemesi, Çiğli temsilcisi Emel Diril ve Öğrenci İnisiyatifi temsilcisi Can Deniz’in Kurul’a katılımının oylanmasıyla kabul edildi.

THTM 4. Genel Kurul Sonuç Tutanağı ve Kararlar önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.

                                                             ***

Komünist gençler Nâzım Hikmet’i 19 Ocak’ta Eskişehir’de tiyatroyla, şarkılarla, resimlerle selamlayacak -Yekta Armanc Hatipoğlu-

                                                                   Fotoğraflar: Deniz Şanlı 

TKP’li gençler Türkiye’nin çeşitli illerinde komünist şair Nâzım Hikmet’i selamlayacak. Eskişehir’deki etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek.

Solcu Liseliler ve Türkiye Komünist Gençliği, komünist şair Nâzım Hikmet’i doğum günü olan 15 Ocak vesilesiyle İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Giresun, Denizli, Kocaeli, Konya ve Kayseri’de selamlayacak. 

19 Ocak’ta Eskişehir’de Taşbaşı Kültür Merkezi Kırmızı Salon’da gerçekleştirilecek etkinlikte resim sergisi ve müzik dinletisi olacak, tiyatro oyunu sahnelenecek. 

Nâzım Sahnesi, etkinliğe “Yirminci Asrın Macerası” oyunuyla hazırlanıyor. 

Oyun sahnelenmeden bir hafta önce Nâzım Sahnesi’nin Vişnelik Semt Evi’ndeki provasına konuk olduk, oyuncularla ve oyunun yönetmeni Latif Tiftikçi’yle oyun ve Nâzım Hikmet üzerine konuştuk. 

‘Nâzım Hikmet’in devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi bir tarafa bırakamayız’

Latif Tiftikçi, Nâzım Sahnesi isminin bir yanıyla iddialı gibi göründüğünü, bir yanıyla da liseli gençliğin heyecanına, coşkusuna ve devrimci mücadelesine çok uygun bir isim olduğunu söyledi. 

Nâzım Hikmet’in genelde aşk şiirlerinin ön plana çıkarıldığını ve bu nedenle bütün olarak ele alınmadığını söyleyen Tiftikçi, “Nâzım Hikmet bir kavga insanı. Bir yanını bırakamayız; onun devrime, sosyalizme olan inancı ve bunun için verdiği mücadeleyi de bir tarafa bırakamayız” dedi. 

Oyunu, Nâzım Hikmet’in kavgası çerçevesinde ele aldıklarını ve Solcu Liseliler’in coşkusunu yansıtan bir metin olmasını istediklerini ifade eden Tiftikçi “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin bir bölümünü ele aldıklarını açıkladı. 

Onu da Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiiriyle beslediklerini ve metni biraz güncelleyerek ortaya “Yirminci Asrım Macerası” isimli, yarım saat süren ama dinamik bir eser çıkardıklarını söyledi.

“Benerci Kendini Niçin Öldürdü” eserinin kendi dinamiklerine, yazım tarzına uygun bir sahneleme yapmaya çalıştıklarını çünkü Nâzım Hikmet’in bu eserin sahnelenecek bölümünde şiirin diliyle oynadığını, farklı yaklaşımlar, farklı sesler bulmaya çalıştığını söyledi. Tiftikçi, bunu yakalamaya çalıştıklarını ve sahnelerken de bu şekilde sahnelemeye çalıştıklarını ifade etti. 

Tiftikçi, “Artık sona geldik. Arkadaşlar da çok özverili çalıştılar. Zor bir sahnelemeydi açıkçası ama üstesinden de geldiler. Ayın 19’unda sahneye çıkacağız hep birlikte” diyerek sözlerini noktaladı. 

‘Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu’ 

Oyuncu Selman Alparslan, tiyatroyla ilkokul birinci sınıftan beri ilgilendiğini söyleyerek sözlerine başladı. 

Bu oyunun içinde bulunmanın kendisi için şans eseri gerçekleştiğini söyleyen Alparslan, alışık olmadığı bir oyun türü olduğu için ilk başlarda zorlandığını, alışma sürecinin sancılı geçtiğini ancak alıştıktan sonra sürecin iyi ilerlediğini anlattı.

                                                                 Latif Tiftikçi

Alparslan, Nâzım Hikmet’i daha önce tanıdığını ancak komünist olduğunu bilmediğini ve oyun vesilesiyle öğrendiğini ifade etti. “Nâzım Hikmet oyundan önce tabii ki bir şeyler ifade ediyordu benim için ancak politik şiirlerini okumadığımı fark ettim” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet için “Şiirlerindeki umut yoğunluğuyla ben dahil milyonlara ilham olmuş, olmaya devam ediyor” ifadelerini kullandı.

“Nâzım’ın bendeki yeri bu oyunla daha özel oldu” diyen Alparslan, Nâzım Hikmet okumanın umudunu tazelediğini söyledi. 

‘Nâzım’la aynı yolda mücadele edenler olarak oyunun bir parçası olmak gurur verici’

Oyuncu Eda Ülker, bu çalışmanın içinde yer almasının en büyük sebebinin on yıllardır verilen ve şu an kendisinin de içinde olduğu sosyalizm mücadelesini sanat diliyle insanlara aktarmak olduğunu söyledi. 

“Nâzım, bir kavga insanı, tıpkı Latif Hoca’nın söylediği gibi. Nâzım’la aynı yolda mücadele ediyoruz ve bu nedenle bu oyunun bir parçası olmak ayrıca gurur verici” diyen Ülker, sözlerini Latif Tiftikçe ve oyunda emeği geçen arkadaşlarına teşekkür ederek bitirdi. 

                                                              ***

Şimdi tam kayyım mevsimi!-Oğuz Oyan-

"Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir."

Yeni yıl fahiş fiyat zamları ve katmerli yolsuzluk haberleriyle açılmışken... Kamunun yönetimindeki mal ve hizmet fiyatlarına, gerçekleşen TÜFE oranı olan yüzde 44,3’ten başlayıp köprü/yol/tünel geçişlerinde yüzde 300’leri aşan zamlar yapılmaya başlanmış... Bu arada kaderine razı durumuna getirilmiş veya iktidarın sarı sendikaları tarafından sesi soluğu kesilmiş geniş emekçi kesimlere ve emeklilere yüzde 11-15 oranlarında artışlar uygun görülmüşken... Eh, vurgunculuğun merkez üssü olan iktidar ayağı, kayyım atamalarıyla dikkatleri başka yönlere çekmeye çalışmasın da ne yapsın? Demek ki devamı da beklenmelidir.

Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu’nun gece yarısı yaptığı yönetmelik değişikliğiyle 56 milyar doları bulduğu hesaplanan (Bkz. Uğur Emek, 9 Aralık tarihli Sözcü) büyük vurgunlar yapılması, KÖİ soygununun bütçeyi kemirmesi, KÖİ’lerde azaltılması beklenen garantilerin arttırılması hatta dolardaki enflasyon erimesini bile karşılayacak tarife yükseltmeleri yapılması… Yabancı sermayenin çıkarlarının bu düzeyde kollanması, siyaset esnafının onlarla doğrudan çıkar bağlantıları olmadan mümkün olamazdı. Bütün bunlar ortada dururken, ihale yasası kalbura çevrilmişken, her türlü kayırmacılık, liyakatsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık zirve yapmışken, gündemin buralardan uzaklaştırılması ancak devlet şiddetiyle olabilirdi elbette. 

İstanbul hesabı

Bir de tabii siyasal İslamcı iktidarın İstanbul özelinde kapatılmamış bir hesabı bulunduğu dikkate alınmalı. 31 Mart hezimeti özellikle İstanbul özelinde iktidara acı koymuş durumda. Çünkü BB Başkanının belediye meclisi üzerinden elini kolunu bağlama olanağı yitirildi. Beşiktaş gibi uç bir örnekte Cumhur ittifakı tek bir belediye meclis üyesi bile çıkaramadı! Olayı salt bir intikam hesabı olarak da görmemek gerekir. Büyükşehir belediye başkanını görevden almanın iç ve dış siyasi kısıtları (bu kısıtlara sermayenin tavrı da dahildir) şimdilik veriliyken, onun etrafını oymanın, mümkünse belediye meclisinde yeniden azınlığa düşürmenin hesapları önceliklidir mutlaka. Buna daha önce değinmiştik esasen… Esenyurt’a el konulmasından sonra şöyle yazmıştık: “Belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. (…) Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.” 

“Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Daha önce ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?

Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolunun tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.” (Oğuz Oyan, “İktidar bildiğini okuyor”, 5 Kasım 2024, Sol Haber Portalı).

Bu yazıda haber verdiğimiz muhtemel gelişme Beşiktaş Belediyesi örneğiyle yaşandı. İhalede imzası olmayan belediye başkanının bu gerekçeyle görevden alınması da açık bir hukuksuzluktu. Bu arada Mersin Akdeniz İlçesi belediyesinin DEM’li başkanı yerine kayyım atanması aynı süreçte ortaya çıktı. Hem de İmralı trafiğinin yürüdüğü bir dönemde! 

Dün akşam Beşiktaş Belediyesi önünde toplanan kalabalığa konuşan Ekrem İmamoğlu “iktidarın hedefinin Beşiktaş’ın ötesinde” olduğunu söylerken İstanbul BB’nin ve kendisinin hedefte olduğunu ima etmiş oluyordu. İki ay önce işin oraya kadar gitmeyeceği görüşündeydik; ama bir yandan iktidarın içerdeki sıkışmışlığı diğer yandan Suriye üzerinden elinin güçlendiği hayalini kuruyor olması, denklemin yeniden kurulmasına yol açabilir. Kuşkusuz bu durumda hesap İstanbul’u da aşmış demektir; Türkiye’nin bütününe dönük yeni bir devlet şiddetinin ve neo-faşist yapılanmanın kozasından çıktığı sonucuna varılabilecektir.

Kefil olamayız ama…

Bunları yazarken elbette CHP’li belediyelere veya iktidarın kontrolü dışındaki diğer belediyelere akçalı veya diğer ilişkilerinde kefil olmadığımız herhalde açık olmalı. Öte yandan birçok AKP’li belediyenin, birçok merkezi idare biriminin ve üniversitelerin ihale kuşuna dönüşmüş (Beşiktaş ve Esenyurt belediyeleri için savcılık iddianamesinde ihaleye fesat karıştıran girişimci ismi olarak Aziz İhsan Aktaş geçiyor) bir şaibeli kişi ile bir CHP’li belediyenin ne işi olabiliri de sorgulamak durumundayız. Dolayısıyla bu “AKP dönemi girişimcisinin” niçin AKP’li idarelerle yaptığı yolsuzlukların incelenmediği üzerinden yapılan itirazlar/eleştiriler bizim açımızdan hiç anlamlı değil. Hatta böyle bir yaklaşım, “tencere dibin kara, seninki benden kara” muhabbetine girer ki, CHP açısından dahi bu tür bir savunma pozisyonu asla tavsiye edilmez. 

Aslında meselenin her iki yönü de bu yazının konusu değil. Şafak operasyonlarının hedefi, muhalefet belediyelerini ve belediye başkanlarını hukuki dayanak dahi aranmadan çeşitli iddialarla suçlamak ve suçlamalarla orantısız kayyım-tutuklama kararları çıkartmak olurken, muhalefete dönük eleştirileri öne çıkarmanın zamanı olmayabilir. Nitekim tam da bu sırada “koskoca” cumhurbaşkanı sıfatlı Erdoğan’ın, Özgür Özel’in ifadesine göre, Adana Yüreğir İlçesi BB Ali Demirçalı’yı makamına davet edip “başına kötü şeyler gelmemesi” örtük tehdidi altında AKP’ye katılma teklifinde bulunması -eğer doğruysa-, siyasi teamüllere aykırılık veya siyasi nezaketsizlik gibi çok hafif kaçacak nitelemeler üzerinden eleştirilemeyecek denli vahim bir gelişme demektir. Bütün bunlar İslamo-faşizmin yüzünün iyice açığa çıkmasının tezahürleridir.

Normalleşme nerede kaldı?

Biri “normalleşme” mi demişti? Hatta birkaç hafta öncesinde bile “normalleşme”den vazgeçmiş değiliz mi demişti? Galiba AKP devri kapanana kadar, bizim düzen muhalefeti siyasi-İslamcı hareketin gerçek niteliğini kavramayı bir türlü başaramayacak! Bu hareketin entrikalarını sezme ve karşı tavır geliştirmeyi de öğrenemeyecek. Sakın bunun arkasında CHP’nin kendi yolunu sermayeden bağımsız bir çizgide geliştiremiyor olmasının rolü olmasın? DEM açısından ise AKP ile ortaklaştığı tarihi bir Cumhuriyet düşmanlığı temelinde kendi özel gündemine sıkışıp kalmaktan ötesini görememek olmasın? 

Cumhuriyetçilerin sahip çıkması gereken ilkeler

Düzen partilerince asıl başarılamayacak olan konular galiba şunlar: Cumhuriyetin temel kazanımları olan laiklik/aydınlanma devrimine ve anti-emperyalist/bağımsızlıkçı çizgiye sahip çıkmak. Hele bunun ötesine geçip, sermayeyi rahatsız etmek pahasına, emeğin Cumhuriyetini savunmak. 

Oysa iktidara seçenek oluşturmanın ve iktidara yürümenin yolu bu ilkelerden geçiyor. Pazar günü Dördüncü Genel Kurulunu başarıyla tamamlayan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi de bu ilkeler üzerinden kendine alan açıyor ve tüm Cumhuriyetçileri kucaklama yolunda ilerliyor.

                                                                 /././

İdeolojik hegemonya ve karşı-hegemonya -Nevzat Evrim Önal-

"Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor."

Bu hafta, geçtiğimiz hafta spesifik bir örnek üzerinden ele aldığımız “kültürel hegemonya” tartışmasını daha genel bir düzeyde sürdürmek istiyorum. 

Çok temel bir eleştiriyle başlayalım: Bu tartışma daha tanım düzeyinde sorunlu; zira günümüzde kültür dendiğinde akla hemen sanat, moda, din gibi şeyler gelse de, kelime bundan çok daha geniş bir alanı kapsar. Kültür, insanın doğuştan sahip olmadığı ve ona toplum tarafından kazandırılan, bireyin toplumsallaşma sürecinde öğrendiği ve adapte olduğu (ya da olamadığı) her şeydir. Yani kültür, alet kullanımı ve işbölümü çerçevesinde tüm üretim pratiklerini de kapsayan, gayet somut ve maddi bir içeriğe de sahiptir. 

Tanımdan bu maddi unsurların dışlanması suretiyle kültür kavramının daraltılması kavrama ideolojik bir müdahaledir. Bu müdahale, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun temelini oluşturan, özel mülkiyet ve emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkilerinin toplumsal (yani insan yapısı) niteliğinin gizlenmesi; bunların adeta kütle çekimi ya da enerjinin korunumu gibi doğallaştırılması ve insanlığın değiştirilemeyecek özellikleri mertebesine yükseltilmesine yöneliktir. Böylelikle, tanımı gereği “insanın başka türlü de yapabileceği şeyler” kümesi olan kültür, kendisinin bir alt kümesi olan “insanın mevcut egemen toplumsal düzende başka türlü yapabileceği şeyler”e indirgenir. Bu yeni ve indirgenmiş kültür alanı düzen açısından çok güvenlidir zira toplumsal mücadeleler “kültür savaşı”, “medeniyetler çatışması” ve benzeri afili isimlerle bu alana sıkıştırılabildiği müddetçe düzenin maddi temellerine yönelemez ve devrimci bir nitelik kazanamaz.

Örneğin, Türkiye’de son on küsur yıldır yürüyen ve düzen tarafından sürekli köpürtülen, batıcı liberallik ile islami muhafazakârlık arasındaki “yaşam tarzı” başlıklı mücadele uyduruk bir suni gündem değildir, milyonlarca insanı içine çekmiştir, ama sömürü düzeninin maddi temellerinin sorgulanması konusunda elle tutulur bir sonuç yaratmamıştır. Zira bu eksene sıkışmış tartışmanın her iki tarafı açısından da aranan şey düzen değişikliği değil, mevcut düzende ideolojik egemenliktir.  

Bu yüzden, eğer içinde yaşadığımız sömürü düzenini en azından sorgulayacak bir tartışma yürüteceksek, kavramımız kültürel değil “ideolojik hegemonya” olmalıdır.

***

İkinci mesele şu: Düşüncenin kaynağı maddedir, bu bağlamda toplumsallaşmış ve yerleşiklik kazanmış düşünceler olarak tanımlayabileceğimiz ideolojilerin kaynağında da toplumun temelini oluşturan maddi ilişkiler vardır.

Hegemonya tartışması yeni değil, bu konuda 20. yüzyılda çok yazılıp çizildi. Ama yazılanların tamamını tarasanız dahi, 1845-1846 yılları arasında bir yerde yazılmış aşağıdaki satırlar kadar parlak ve meselenin özünü saptayan bir pasaj bulabileceğinizi düşünmüyorum: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.”1

Dolayısıyla aynı anda birkaç şeyin farkında olmamız gerekiyor: Birincisi, egemen düzene karşı yürütülen ve düzen değişikliği hedefleyen devrimci mücadelenin yok sayamayacağı ve dışında duramayacağı bir ideolojik savaş alanı var. Bu alanda mücadele topraklar veya bedenler değil zihinler üzerinde egemenlik kurmak için veriliyor. İkincisi, bu alandaki mücadelelerin büyük kısmı düzene karşı yöneltilen değil egemen sınıfın farklı bölmelerinin birbirlerine yönelttiği saldırılardan oluşuyor. Hatta kapitalizmin her döneminde egemen ideoloji, düzenin maddi sınırları ile çerçevelenen bu iç çatışmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Üçüncüsü, ideolojileri ne denli tutarlı ya da çekici olduklarından ziyade onları salgılayan maddi güç ikna edici kılıyor. Sıradan, emekçi insanlar bir bütün olarak düzenin egemen ideolojisine ya da onun liberalizm ya da milliyetçilik gibi bir unsuruna, esasen akıllarına yattığı ya da kendi çıkarlarına uygun olduğu için değil, o ideolojinin arkasındaki maddi güç tarafından kuşatıldıkları için ikna oluyor.

Bu üç vurguya bir de yakın tarih ve günümüz arasındaki temel farkı ekleyelim: Devrimciler tarafından 20. yüzyıl boyunca, bilhassa da 2. Dünya Savaşı sonrasında yürütülen hegemonya tartışmasında açık ya da örtük bir kabul şuydu: Düzen, sivil toplumda bir karşı-hegemonya kurularak barışçıl bir devrimle alt edilebilirdi.2 Ne var ki bu kabulü taşıyan Batı Marksistleri, tüm varyantları ve çarpıtmalarıyla sosyalist ideolojinin emekçi kitleler nezdinde ikna edici olmasının temel nedeninin Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı somut, maddi karşı ağırlık olduğunu asla görmek istemediler.

Otuz üç yıldır dünyada emperyalist kapitalizme karşı bir maddi ağırlık oluşturan, sosyalist ideolojiyi bu şekilde kendiliğinden destekleyen bir sosyalist devlet yok. Uluslararası alanda da, her ülkenin içinde de başlıca toplumsal mücadele, sermayedarlar ile sermayedarlar arasındaki rekabet haline gelmiş durumda.

***

Peki, bu ortamda, düzeni yıkmak isteyenler nasıl bir ideolojik mücadele verebilir ve vermelidir?

Müsaadenizle yazıyı, bu konudaki önerilerimi maddeleyerek tamamlayacağım.

1- Egemen ideoloji, ideolojiler haritasının neredeyse bütününü kaplamış durumdadır ve hegemonyası tama yakındır. Yeni sosyalist devrimler gerçekleşmediği ve bir kez daha emperyalist kapitalizme karşı somut ve maddi bir karşı ağırlık oluşmadığı müddetçe de böyle kalacaktır. Dolayısıyla düzene karşı verilecek ideolojik mücadele, ideolojiler meydanında düzenin dışında, saf ve arı bir sosyalizm mevkiinde konumlanarak ve buradan ateş etmeye dayalı bir cephe savaşı verilerek yürütülemez. Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor. 

2- Bu bağlamda düzen karşıtı ideolojik mücadele, düzenin kendi iç rekabet mücadelelerinin yarattığı çatlaklara sızmalı ve bu rekabetin görünür hale getirdiği çelişkileri emekçi halkın bilincine çıkartmalıdır. Günümüzde bir işçi sınıfı aydınlanması ancak bu şekilde yaşanabilir ve buna katalizör olmak, devrimcilerin öncelikli görevidir.

3- Bu çatlaklara sızma, asla rakip taraflardan birine yamanan ya da onun ehvenişer olduğunu kabul eden bir propaganda hattı benimseyerek yapılamaz. Örneğin emperyalizmin yarattığı en büyük düşmanın NATO olduğu kuşkusuzdur, ama Putin Rusyasının onun karşısında kendiliğinden haklı ya da ahlaken üstün olduğu söylenemez. Bu yapıldığı anda mücadele ezilen ve sömürülen emekçilerin kurtuluşu için değil, görece zayıf bir kapitalist odak için verilir hale gelir. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının “üçüncü taraf” olduğu vurgusunu başa yazmalıdır.

4- Düzen işlerliğini koruduğu müddetçe egemen ideolojinin üzerinde bir karşı-hegemonya kurulamaz, zira devrimci mücadele asla kendi ideolojisinin arkasına düzeninkilerle boy ölçüşebilecek bir maddi kaynak yığamaz. Öte yandan buna ihtiyaç da yoktur. Devrim, adım adım toplum buna ikna edilerek değil, düzenin kendi çelişkilerinden kaynaklanan sistemik bir krizin devrimciler tarafından fırsata dönüştürülmesi sonucunda gerçekleşecektir. Bu yüzden ideolojik mücadele de, çürümekte olan egemen düzenin tüm sathına yayılacak (ve kaçınılmaz biçimde onunla beraber çürüyecek) iç bağları zayıf bir bulutsu yapıyla değil, düşünsel tutarlılık ve ahlaki üstünlük gibi düzenin asla sahip olamayacağı erdemlerin yanı sıra devrimci yoldaşlık hukuku ile birbirine bağlı, inanmış ve adanmış bir örgütle, yani Partiyle yürütülmelidir.

Türkiye’de böyle bir parti var. Düzenin egemen ideolojisine, onun şu ya da bu kısmına yamanmadan karşı çıkmak isteyen herkese de bu partide yer var.

                                                                      /././
Roma’yı göçmenler yıkmadı, Roma’yı göçmenler ihya etti -Çağdaş Gökbel-

"Varlığını anayasalara borçlu olan rejimler, anayasasız cumhuriyetler formunu aldıkça eriyor ve tükeniyor."

Okumuş Bir İşçi Soruyor (Bertolt Brecht)

“…
Yüce Roma’ da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Dillere destan olmuş koca Bizans’ta,
yok muydu saraylardan başka oturacak yer?
Atlantis’ te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istemişler, kölelerinden.
Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti!
Bir başına mı?
Sezar, Galyalıları yendi!
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu,
ondan başkası ağlamadı mı acaba?
Kitapların her sayfasında bir zafer.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her 10 yılda bir büyük adam.
Ödeyen kim faturayı?
İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru”

Tarihin en iğrenç versiyonuna, yaşadığımız bu zifiri karanlık çağda tanıklık ediyoruz. Emperyalizm, faşizm seçeneğine sarıldıkça, bildiklerimiz ters yüz olmaya devam ediyor. Göçmenler inşa ediyor, göçmenler tedavi ediyor, göçmenler toplumlarımızı sırtında taşıyor ama kahramanlar hep zengin şımarık çocukları oluyor. 

Televizyon, gazete gibi klasik ve çağdışı kitle iletişim araçlarını satın almak yerine Twitter’ı satın almayı tercih eden Elon Musk, zorba imparatorluğun gördüğü en akıllı aristokratlardan biri olduğunu bir kez daha tüm cümle aleme kanıtladı. Kişisel egosunun ya da diğer bir ifadeyle, narsizminin eseri olan bir ad koydu satın aldığı medya aracına ve kocaman ‘X’ işaretleri dikildi binaların tepesine. Musk, kendi rezil dünya görüşünü (distopyasını) milyarlarca insanın zihnine ulaştırdı. Bu dünya, yakın tarihteki Amerikan sermayesi ile ortak idealleri taşıyordu. Bu yüzden yeniden Naziler, tarih sahnesinin spot ışıkları altında görülmeye başladı. BSM’nin Nazilerin Amerikan sermayesi ile ilişkini incelediği, ‘Hitler'i Kimler Yarattı? - Nazi Almanya'sının Ekonomisi (Krupp)’ başlıklı belgeseli çağımızı anlayabilmek için önemli bir kaynak.

Almanya, Şubat ayında genel seçimlere gidiyor ve Almanya’nın Nazi partisi iktidarı zorlayacak gibi görünüyor. Elbette X’in şımarık sahibinin ve ona bol para kazandıran popülist çetesinin yardımıyla. Bu ara Elon Musk, her yerde! İngiltere’deki ırkçı vandalizmde, İrlanda’da mültecilerin yakılan otellerinin arkasında hep o var. Musk, lanetler yağdırdığı sol liberal-politik doğruculuk despotuna karşı savaş açmış ve hür konuşmanın biricik savunucusu bir kahraman pozunda çıkıyor karşımıza. Oysa liberal sol yeşiller, morlar, pembeler ve aklınıza gelebilecek tüm bu renk cümbüşü kılığındaki canavarlar sayesinde böylesine semirebildi Elon Musk. Geçmişteki liberal adamdan geriye pek bir şey kalmamış gibi görünüyor. Amerika’da iktidara yerleşmeye çalışan faşist klik, tüm Avrupa kıtasını etkilemeye çalışıyor; kapıdaki bu yeni faşizmin Nazilere ne kadar benzeyeceğini ise zaman gösterecek. Ne Avrupa ekonomisi ne de Amerikan piyasası yeni bir gaz odası çılgınlığını kaldıramaz. Gelen faşizmi Hitler ile doğrudan ilişkilendirmek hatalı çıkarımlara neden oluyor. Bu yüzden tarihsel benzetmeleri abartmamak gerektiğinin açık bir örneği AfD’nin yükselişi ve çok dikkatli olmak gerekiyor.

Amerika ve Avrupa’daki bu muhafazakâr tepki, Türkiye’deki muadilleri gibi haykırıyor: ‘Roma çöküyor! Çöküşün sebebi, kavimlerin sınırlarımıza hücumu; bunu engellemek zorundayız!’ Oysa tarih bu ideolojik masalı yalanlıyor. Roma, önce birbirine hiç benzemeyen, hatta birbirleriyle aynı tanrılara inanmayan Latin ve İtalyan kabileleri krallık altında birleştirerek bir mucize gerçekleştirdi. Roma, Yunan medeniyetinden çeşitli veçhelerden etkilendi, ancak onu Yunan kültüründen ayıran çok önemli farklar vardı. Fenike, İyon ve küçük Asya’dan akan kültür, İtalya’da antik dünyanın en büyük sentezini yarattı. Küçük ve önemsiz bir Latin kenti olan Roma, birbirine hiç benzemeyen halklara kollarını açtı. Roma mucizesi, faşistlerin tahayyül ettikleri gibi bir şey değildi. 

Roma’yı Yunanlardan farklı kılan yasalarına olan katı bağlılığıydı. Kabaca anayasal düzen olarak değerlendirebileceğimiz Roma kurallar sistemi, yani Roma yasaları dinin etkisinin dahi kolay kolay sızmasına izin vermedi. Romalı düşüncesini diğerlerinden ayıran, dünyevi yaşama tutkuyla bağlı olmasıydı. Kuruluş döneminde kral Servius Tullius tarafından yapılan yasalar kölelere, göçmenlere yurttaşlık yolunu açmıştı. Roma cumhuriyete, Roma imparatorluğa yürüyordu. Her fırsatta sömürgenlerin zorbalığının bir sureti olarak aşağıladığımız Roma’nın insanlığa bir yönüyle aydınlık ve önemli bir miras bıraktığını unutmamalıyız ve faşistlere karşı bu tarihi gerçekçi yönleriyle savunmalıyız. Unutmamakta yarar var, devrimciler yolunu kaybettiklerinde geçmişin cumhuriyet ve erdemlerinden feyz aldılar. Jakobenler, geçmişi olmayan bir geleceğin inşa edilemeyeceğinin bilincindeydiler. Yurttaşın yaratılması ve yasalarla korunmasını Roma’ya borçluyuz. Roma, vatandaşlığı bir ödül olarak sunabildiği sürece genişledi ve zenginleşti. 

Roma kapılarını göçmenlere açmayan dar kafalıların yönettiği ve yasaların çiğnendiği bir ucubelik olsaydı, asla medeniyet diye tanımladığımız değerler sisteminde yer alamaz ve asla büyüyemezdi. Küçük ve yoksul bir yerleşim bölgesi olarak arkeolojik bir iz bırakır ve unutulurdu. Roma’yı tarihe kazıyan köleler ve erken dönemde İtalyan coğrafyasından kente akan göçmenler olmuştur.1 Roma, fetihlerle genişlerken doğal olarak Avrupa’nın barbar diye tanımlanan halkları Romalı oldular. Büyük göç dönemi diye tanımlanan evrenin çok öncesinde Roma bu insanların topraklarına çoktan girmişti. Yani burada bir işgalci olarak önce Romalılar halkların topraklarına giriş yapmıştır. Tıpkı bugünkü gibi, göçten yakınan ve Roma İmparatorluğu’na özenen ABD ve müttefikleri önce fiziki olarak hedef coğrafyaları işgal etmiştir. Sonrası ise malum, insanlar gayet doğal bir biçimde kitlesel olarak Roma’nın kalbine doğru yürüyüşe geçmiştir. 

Roma, bir evrede öylesine büyüdü ki siyah tenli bir imparator dahi tahta çıktı. Köleler vatandaş oldu, göçmenler orduda subay oldu ve yüksek mevkilere kadar çıktı. Roma, bunu bir ödül gibi pazarlayabildiği sürece başarılıydı. Septimius Severus’un oğlu Caracalla imparatorluğu ayakta tutabilmek için Roma’nın kontrolü altındaki tüm insanları yurttaş ilan etti. Bu hamle Roma’yı yıkılmaktan kurtaramadı. Çünkü, Roma haddinden fazla genişlemiş ve haddinden fazla yağmalamıştı. Roma kültürü böylesine büyük bir insan kütlesini kendi potası altında eritmekte zorlanıyordu. Bunun sebebi, barbarların şuursuzca medeniyete karşı mukavemet etmesi değil, Roma’nın durmak bilmez genişlemesiydi. İmparator Hadrian duvarlar örmüş, Marcus Aurelius, vasiyet niteliğinde yazdığı eserde en büyük erdemin tamahkârlıktan kaçınmak olduğunu belirtmişti. Örülen duvarlar, geleceğe nasihat niteliğinde bırakılan metinler fayda etmedi; Roma yönetici elitinin açlığını doyurabilecek bir erdem ve onu durdurabilecek bir duvar yoktu…

Publius Aelius Hadrianus (Hadrian)’un kehaneti gerçekleşmişti. Duvarların ardına uzanan yok oluşu tadacaktı, Roma tüm bu hayati deneyimlere kulaklarını tıkamıştı. Duvarlarının ötesine uzandı ve yeni yağma bölgeleri aradıkça tükendi. Sonunda hakettiği şamarı yediğinde sanki ondan bir iz kalmamış gibiydi. Göçmenleri, köleleri ve halkları Romalılaştırmayı başaran mucizeden geriye sadece yıkık dökük sütunlar kalmıştı. 

Amerika ve Avrupa belki benzetmenin bu yönüyle yıkılmaya doğru gidiyor gibi görünüyor. Kendisini zenginleştiren, gökdelenleri yaratan emeğe karşı yabancılaşma ve düşmanlaşma Roma’nın yıkılışının habercisi gibi görünüyor. Göç eden (ülkesinden sürülen ve göç etmek zorunda kalan) ve barbar diye nitelendirilen tüm bu insanları, ‘yurttaş yapamazsınız!’ diye haykırıyor sömürgenler. Oysa Roma’yı Roma yapan şey, tüm bu insanlara vatandaşlık vaadi verebilmesiydi. Bu vaat ortadan kalktığında ne olacak? Şimdi AfD gelecek, insanları kamyonlara doldurup yok edecek diyorlar. Korkunun bu derece yüksek dozda, göçmenler arasında gezdirilmesi oldukça tehlikeli. Korku bu derece yükseltildiğinde, akıl devre dışı kalır. Hem Amerikan sermayesinin hem de Alman sermayesinin çılgınlar gibi ucuz göçmen emeğine ihtiyacı var. Elbette bunlar sektörler arasında farklılıklar gösterebilir. Bakmayın siz ağızlarından köpükler saçarak faşizm ve popülizm yaptıklarına; göçmenleri tahayyül ettikleri gibi ülkelerinden atamazlar ya da süremezler. Bunu yapmak demek, sermayenin intihar etmesi demektir. Böylesi bir durumda üstün insan beyaz Avrupalılar muayene olacak doktor, kaba etlerine iğne yapacak hemşire bulamazlar. 

Tüm bu tantananın sebebi, askeri terör rejiminin toplumu hizaya sokma çabası. Savaş yayıldıkça ve küreselleştikçe yoksul kitlelerin yoksulluğu ve yoksunluğu artıyor. Bu yoksulluktan-yoksunluktan en büyük payı elbette ülkesi zorba imparatorluk tarafından işgal edilenler alıyor. Yarın, bu yoksul insanlara vatandaşlık vermek için tıpkı Roma’daki gibi askerliğin yolunu açacaklar. Asker ol, imparatorluğa hizmet et ve hakettiğin ödüle kavuş diyecekler. Amerika bunu çok iyi bir biçimde yaptı. ABD ordusunda yaralanan askerlerin haline bakılırsa eğer, orada göçmenler için büyük derslerin olduğu görülecektir. Göçmenleri sınıf mücadelesinden ve Avrupa işçi sınıfından bu yüzden uzak tutmaya çalışıyorlar. Gettolar, görünmeyen camdan duvarlar ve şirket yönetim binaları bunlar için inşa edildi. Bu garip tarihi alegorinin ya da kesişim noktasının sonuna doğru ilerliyor olabiliriz. Artık yurttaşlık haklarını tartışmaya açan bir Avrupa, yani temel yasaların hiçe sayıldığı böylesi bir Roma ayakta kalamaz. Varlığını anayasalara borçlu olan rejimler, anayasasız cumhuriyetler formunu aldıkça eriyor ve tükeniyor. Türkiye ve İtalya bunun en açık ve bariz iki örneği. Unutmayın göçmenler ve onların taşıdığı yoğun emek sayesinde bugünkü Avrupa ve Amerika doğdu. Şimdi, her iki kıta da böylesi bir varoluşu reddediyor. Öyleyse yıkılmaya yazgılıdırlar ve bundan kaçamazlar. 

  • 1.Okuyucu tüm bu fikirleri takip etmek için Theodor Mommsen’in ‘Roma Tarihi’ (I.Cilt-Krallık Dönemini) okumalı (Y.N.).
                                                                        /././
Mezar ve iktidar -Engin Solakoğlu-

Jean-Marie Le Pen artık mezarda ama fikirleri iktidarda. Üstelik sadece Fransa’da da değil...

İnsanın hayatında garip rastlantılar olur. Bunlardan biri de varlığı her yönüyle zararlı bir yaşam türünün sizin hayatınıza olumlu bir etki yapmasıdır.

1983 yılında bir kültürel değişim programı/eğitim bursu kapsamında Fransa’ya gitmiştim. 16 yaşındaydım. Önce o genç çocuğun kim olduğunu biraz tarif etmem gerek.

12 Eylül Türkiyesi’nde “Umudumuz Ecevit”ten “Çok yaşa Kenan Paşa”ya süratle geçiş yapmış CHP’li bir ailenin çocuğuydum. Geniş ailemde gerçek solcular vardı ama onlardan genellikle “iyi çocuk ama biraz solcu işte...” şeklinde bahsedilirdi. Aşırı sağcılık da hoş karşılanan bir şey değildi. Anarşiyle mücadele edilecekse onu “Devlet yapar”dı. İsmini koymadan sapına kadar milliyetçiydik, Atatürkçüydük. Bir Türk dünyaya bedeldi. Amerika’ya pek değil ama Batı Avrupa’ya hayrandık. Yalnız biraz da şüpheciydik. Oradaki kimi çevreler, Ermeni terörüne filan destek veriyorlar, 12 Eylül’ün ne kadar iyi bir şey olduğunu anlamak istemiyorlardı.

Burs sınavlarının özellikle sözlü bölümünde ve hazırlık aşamalarında 16 yaşındaki bana ve yurtdışına gidecek diğer yaşıtlarıma yüklenen görevin “yeterince tanınmayan, kötü tanıtılan Türkiye’yi temsil etmek, Avrupalılara örnek Türk çocuğu nasıl olur göstermek” olduğu anlatılmıştı.

Öyle bir koşullandırmayla gittiğim Fransa’da 10 ay, bir Fransız ailenin yanında kaldım. Ailenin babası devam edeceğim okulun müdür yardımcısı, annesi ise Fransız Devlet Demiryolları’nda memurdu. Okulun içerisinde bir lojmanda yaşıyorduk.

Fransa’nın siyasi bakımından ilginç bir dönemiydi. Sosyalist Parti (PS) ve Fransa Komünist Partisi (PCF) 1981 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ortak adayla girmişler, hem adayları Mitterand seçimi kazanmış hem de iki partiden oluşan koalisyon Ulusal Meclis’te çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuştu. Daha açık bir deyişle, Fransa’yı II. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez “sol” yönetiyordu. Bakanlar Kurulu’nda dört komünist bakan vardı. Fransız sermayesinin desteklediği sağ cenahın seçim kampanyası boyunca “sol kazanırsa Sovyet tankları Paris’e girer” palavrasını Fransız halkı yutmamıştı. Benim kaldığım ailenin ebeveynleri de inançlı Katolik ve merkez sağ eğilimli olmalarına karşın sağcıların hırsızlık ve yolsuzluklarından bunaldıkları için sola oy vermişlerdi. Fransa’ya bağlılıkları gerçek olmakla birlikte hiçbir başka ulusu dışlayan bir yaklaşımları yoktu. Milliyetçilik ile yurtseverlik arasında bir fark olduğunu ben onlardan öğrendim.

Ölçeği büyütelim. 1983 Fransa’daki Mitterrand ve PS-PCF iktidarının soluğunun kesildiği yıl olarak bilinir. 1972’te birlikte hazırladıkları “Ortak Program” kapsamında hayli sol tınılar taşıyan bir icraata başlayan, kritik sektörlerde devletleştirmeye giden koalisyon hükümeti sallanıyordu. Sermaye ve NATO mutsuzdu. Fransa’nın, PCF devrim iddiasını çoktan terk etmiş olsa dahi, komünistlerin bulunduğu bir hükümetle yönetilmesi kötü örnek oluyordu. Yaşanan kimi ekonomik zorluklar aslında gençliğinden beri solla ilişkisi çok sınırlı olan Mitterrand’a beklediği kıvırtma fırsatını verdi. İlan edilen “kemer sıkma” politikaları komünist bakanların hükümeti terk etmeleriyle sonuçlandı. Zaten istenen de buydu. Dümeni sağa kıran PS 1986’daki genel seçimlerde Ulusal Meclis’teki çoğunluğunu kaybetti. O dönemde yaşananlar, devletleştirme siyasetinin terk edilmesi, Ortak Program vaatlerinin tutulmaması geniş kitleler için büyük bir hayal kırıklığıydı. Bunun bir diğer anlamı da burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde oynamaya kalkışan sözde solun emekçi kitlelerle bağının tümüyle kopmasıydı.

Mitterand’ın yarattığı ikinci büyük hayal kırıklığı ise bu yazının başlığında geçen mezarın son müşterisi: Jean-Marie Le Pen. Eski bir subay. En büyük mesleki marifeti Cezayir bağımsızlığı için direnenlere yaptığı işkenceler. Tarihteki bir diğer rolü ise, Cezayir’in bağımsızlığını kabul ettiği için Cumhurbaşkanı De Gaulle’ü devirmeye kalkışan askeri cuntanın içinde yer alması.

Le Pen aslen Bröton. Brötonlar Fransa’da yaşayan Kelt kökenli bir azınlık halkı. İrlandalı, İskoç ve Gallerlilerle aynı kökenleri paylaşıyorlar. Neredeyse II. Dünya Savaşı’na kadar Brötanya bölgesinde Fransızca konuşulmayan köyler vardı. Neyse, biz faşistimize dönelim. Hazret, Mitterrand iktidara geldiğinde de Fransız aşırı sağının simge ismi, o akımın ana hareketi olan Ulusal Cephe'nin (FN) lideriydi. Yalnız o yıllarda Fransa’da aşırı sağcılık zor zanaattı. Fransız aşırı sağı ülke tarihinin en utanç verici sayfası olan Nazi işgalinin işbirlikçiliğiyle damgalanmıştı. Sağcı partiler de dahil diğer siyasi oluşumlar, çeşitli sermaye grupları tarafından kontrol edilen basın-yayın ve gücünü koruyan kamu yayıncılığı aşırı sağa bir tür karantina uyguluyor, deyim yerindeyse “avluya dahi sokmuyorlardı”. Le Pen’in televizyona, radyoya çıkması, konuşması, ana akım bir gazeteye demeç vermesi neredeyse olanaksızdı.

İşte o ortamda kitlelere ihanet ettiği için iktidarı tehlikeye giren Mitterrand Fransız halkına ikinci büyük düş kırıklığını tattırdı. 1982 yılında basına verdiği bir demeçte Le Pen ve partisine haksızlık edildiğini, onların da siyasi yarış ve medyada yer bulmaları gerektiğini yumurtladı. Hemen ardından Fransa’daki seçim sistemi Mitterrand tarafından küçük partileri ve bu arada tabii ki FN’ye avantaj sağlayacak şekilde değiştirildi. Mitterrand’ın hesabı basitti. Aşırı sağ, klasik sağın oylarını bölecek ve kendi partisinin iktidarda ya da en azından birinci parti konumunda kalmasını sağlayacaktı. Nitekim yasa değişikliğinin ardından yapılan ilk seçimlerde aşırı sağcı FN 577 üyeden oluşan Ulusal Meclis’te 35 sandalye elde etti. Bu arada Mitterrand’ın hesabı da elbette tutmadı. Birleşen geleneksel sağ iktidarı aldı, PS ise oy kaybederek ikinci siyasi güç konumuna geriledi.

Fransa’da Jean-Marie Le Pen ve aşırı sağcı siyasi hareketinin yükselen çizgisinin buradan başladığı söylenebilir. Le Pen, tüm benzerleri gibi alçak bir faşistti ve kötü bir canlıydı. Ama aptal değildi. Verilen fırsatı iyi değerlendirdi. Tarihsel olarak Yahudi düşmanlığından beslenen akımının hedef odağına bu kez göçmenleri, özellikle de Kuzey Afrikalıları oturttu. Patron kârlarının artışından dolayı yoksullaşan sıradan Fransızları bunun sebebinin göçmenler olduğuna ikna etti. O noktadan itibaren de sermaye beslemesi basında daha fazla yer bulmaya başladı ve partisini 2006 yılında kızı Marine Le Pen’e teslim ettiğinde FN Fransız siyasetinde ve toplumunda belirleyici bir güç haline gelmiş, özellikle de polis sendikalarında ciddi bir örgütlenmeyi gerçekleştirmişti bile. Marine ise babasından aldığı emaneti sermayenin de artan desteğiyle ve zamanın ruhuna uygun olarak daha da yükseğe taşıdı ve Yahudi düşmanlığı genlerine işlemiş bir siyasi harekete Siyonizm savunuculuğu işlevini kazandırmayı da başardı. Bu başlı başına ayrı bir yazı konusu olduğu için kısa kesip Baba Le Pen’e ve benim hayatımda oynadığı önemli role geri dönüyorum.

Jean-Marie Le Pen 1984 yılının Fransası’nda yavaş yavaş televizyonlarda yer bulup etrafa pislik saçmaya başladığında, birlikte yaşadığım aile ağır bir şaşkınlık yaşadı. Nasıl oluyordu da Nazi işbirlikçisi bir geleneğin savunucusu “tek gözü Moşe Dayan” bir herif utanıp sıkılmadan “Fransa Fransızlarındır” diye böğürebiliyor, esmer tenli kim varsa sınır dışı etmekten söz edebiliyor, bir de üstüne Nazi toplama kamplarını “tarihin küçük bir ayrıntısı” şeklinde niteleyebiliyordu?

Şaşkınlık, olması gerektiği gibi, hızla öfkeye dönüştü. Fransa’nın dört bir yanında olduğu gibi yaşadığım Nantes kentinde de sokaklar doldu. Fransız ailem, çoluk çocuk sokağa çıkarken bana da gel dediler. Topluca çıkılan sokağın maazallah “anarşik bişiy” olduğu yalanıyla büyütülmüş bir çocuk olarak duraksayarak kabul ettim. O gün Le Pen’e, partisine, ırkçılara ve faşizme lanet yağdırarak yürüdük. Yürüyüş Nantes’ın Alman işgali döneminde 50 direnişçinin kurşuna dizildiği alanında sona erdi. İlk kez o gün hayatın da direncin de siyasetin de sokaktan beslendiğini fark ettim. Benim cinim doğduğumdan beri içinde tutulduğu şişeden o gün kaçtı bir daha da içeri girmedi. Girmesi için de bir sebep yok çünkü faşizmle ve sermayeyle mücadeleye devam etmekten başka bir seçenek yok.

Zira geçen hafta geberen dün de gömülen Le Pen artık mezarda ama fikirleri iktidarda. Üstelik sadece Fransa’da da değil...

                                                               /././

8 bin yıllık tarihe madencilik tehdidini mahkeme iptal etti -Yusuf Yavuz-

Türkiye’nin en önemli doğal ve kültürel miras alanlarından biri olan Latmos Dağları'nın kalbinde maden ocağı için verilen "ÇED Gerekli Değildir" kararı iptal edildi.

Aydın’ın Koçarlı ilçesinde doğal ve kültürel miras alanlarının ortasında açılan feldpast ocağına karşı açılan davada karar çıktı. Aydın 2. İdare Mahkemesi, Latmos (Beşparmak) Dağları'nın en bakir alanlarından biri olan Çörlen Yaylası’nda geçtiğimiz yıl faaliyete başlayan ancak yöre halkının girişimleriyle faaliyeti geçici olarak durdurulan feldpast ocağı için verilen "ÇED Gerekli Değildir" kararını iptal etti. Egamin Madencilik şirketine verilen ruhsat sahasında feldpast madeni projesi için Aydın Valiliği tarafından "ÇED Gerekli Değildir" kararı verilmiş, bölgede yaşayan Dursun Sarı adlı vatandaş ise Latmos Platformu’nun desteğiyle dava açmıştı.
                  Madencilik tehdidi altındaki bölgeden bir görünüm... (Fotoğraflar: EKODOSD/Kuşadası)

Türkiye’nin önemli kültürel ve doğal miras alanlarından biri olan Latmos (Beşparmak) Dağları’nın kalbinde açılan maden ocaklarından biri için açılan davada mahkeme iptal kararı verdi. Aydın’ın Koçarlı ilçesi Bağarcık Mahallesi’ndeki Çörlen Yaylası bölgenin en bakir alanlarından biri olarak kabul ediliyor. Egamin Madencilik şirketi tarafından açılmak istenen feldpast ocağı için Aydın Valiliği Haziran 2022’de "ÇED Gerekli Değildir" kararı vermişti.  

Doğal ve kültürel mirasın ortasında maden ocağı

Proje sahasının 700 metre yakınında 8 bin yıllık kaya resimlerinin de yer aldığı koruma altındaki arkeolojik sit alanı ile Çörlenasar Kalesi’nin bulunması yöre halkının madencilik girişimiyle ilgili endişelerini artırdı. Aynı zamanda ekolojik özellikleri nedeniyle milli park alanı önerisi getirilen bölgenin korunması için Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü de bir rapor hazırladı.

                   Madenciliğe açılan bölgede jeolojik yapı ve korunan alanlar risk altındaydı.

İş makineleri alana girdi, yöre halkı durdurdu

Ancak hassasiyetle korunması gereken bu alanla ilgili çalışmalar sürerken Mayıs 2024’te iş makineleri alana girerek alanı tahrip etmeye başladı. İzinsiz olarak çalışmalara başladığı öne sürülen iş makineleri yöre halkının girişimleriyle durduruldu. Bölgede yaşayan Dursun Sarı tarafından açılan iptal davasına bakan Aydın 2. İdare Mahkemesi, Aydın Valiliği tarafından projeye verilen ÇED Gerekli Değildir kararının hukuka ve Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmederek kararı iptal etti.

                                                         Proje alanındaki eylemden...

Mahkeme valiliğin proje için verdiği ÇED kararını iptal etti

Yöre halkının da katılımıyla 5 Eylül 2024 tarihinde proje sahasında yapılan incelemenin ardından uzman bilirkişiler tarafından hazırlanan rapora atıfta bulunulan mahkemenin iptal kararında, ÇED raporunun yetersiz bulunan projenin kamu yararı taşımadığı da kaydedildi.

Bölgenin jeolojik yapısı ile hidrojeolojik özelliklerinin madencilik faaliyetlerinden nasıl etkileneceğine ilişkin detaylı bilgilerden yoksun olan Proje Tanıtım Dosyası’nın yetersiz olduğu vurgulanan kararda, bunun çevresel sürdürülebilirlik ve kamu yararına uygun olmadığı kaydedildi.

                                        Proje sahasındaki bilirkişi keşfinden bir kare...

Yöre halkının dayanışması Latmos'a sahip çıktı

Bölgedeki yıkıcı madencilik girişimlerine karşı uzun süredir hukuki ve bilimsel mücadele yürüten Latmos Platformu’nun gönüllü Avukatı Mehmet Çilsal ve Avukat Yılmaz Kurt’un takip ettiği davada iptal kararı verilmesini değerlendiren Kuşadası EKODOSD’un açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Maden şirketinin Kanuna ve Anayasaya aykırı işlemlerde bulunduğu gerekçesiyle dava açılmıştı. Aydın 2. İdare Mahkemesi tarafından Çörlen Mevkiinde yapılacak madencilik faaliyetinin Kanuna ve Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülerek iptaline karar verildi. Latmos Dağları’nın korunarak geleceğe taşınması için Aydın, Muğla, İzmir il ve ilçelerinden gelen duyarlı sivil toplum örgütleri ve yürüyüş grupları bölgeye gelerek sahip çıkmış, aylarca toplantılar gerçekleştirilmiş, farkındalık yaratılmıştı.

'Bölgede 8 bin yıllık kaya resimleri var'

Maden faaliyetinin yapılacağı bölge ekolojik ve kültürel açıdan Latmos Dağları’nın en hassas alanlarından biridir. Alana 700 m yakınlıkta, arkeolojik sit kapsamında bulunan 8 bin yıllık çok önemli kaya resimleri ve devasa bir kaya üzerinde kurulu Çörlenasar Kalesi bulunmaktadır. Bulundurduğu özellikler nedeniyle Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün ‘71 Numaralı Latmos (Beşparmak) Dağları Potansiyel Doğal Sit Alanı Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu’ kapsamında Nitelikli Doğal Koruma Alanı, ekolojik hassasiyeti nedeniyle de Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün Milli Park öneri alanı içinde bulunmaktadır.”

‘Bütüncül koruma sağlanana kadar mücadele sürmeli'
Madencilik girişimine açılan bölgenin iklim değişikliği ve kuraklıktan en çok etkilenen yerlerden biri olduğuna değinilen açıklamada, “Bölgede yer alan köylerin en büyük sıkıntısı su sorunlarıdır. Maden faaliyetinin yapılacağı alana çok yakın Bağarcık Göleti inşaatı yapılmaktadır. Patlamalar sırasında madenden en çok etkilenecek yer, bölge halkının büyük umut bağladığı gölet olacaktır. DSİ’nin su kaynaklarının korunması ve patlatmalardan gölet gövdelerinin hasar almaması için yapılması düşünülen tüm maden faaliyetlerine olumsuz görüş vermelidir. Bafa Gölü’nün kaynak değerleriyle, Latmos (Beşparmak) Dağları’nın doğal ve kültürel özellikleri birbiriyle bir bütünlük oluşturmakta, her iki alanın birleştirilerek bütüncül koruması sağlanmalıdır. Bütüncül koruma sağlanıncaya kadar tüm sivil toplum örgütleri, yürüyüş grupları, duyarlılık gösteren herkes Latmos için birlikte mücadeleyi sürdürmelidir” denildi.

                                                              /././
Tenzih değil uyarı mahiyetinde bir ‘dizi sektörü’ yazısı: Sektör tartışarak temizlenmez -Selen Kartay*-

"E ne olacak şimdi? Bu son tartışmayı da liyakat üzerinden karşılamaya çalışıyordunuz. 'Magazin konuşmayalım, sektörü konuşalım' demenin anlamı olmuyor ne yazık ki. Çünkü piyasa zaten tam olarak bu."
Birkaç gündür gündemin kenarına tutunan bir “dizi sektörü” tartışması gözünüze çarpmış olabilir. Her gün farklı ve bilindik isimler ekleniyor, ama evet, şu “Serenay Sarıkaya’lı olan tartışma”dan söz ediyorum.
 

Bu riskli ifadenin gerekçesi açık olmalı, çünkü popüler ekran yüzü, bu tartışmanın açıkça yemi. Kimi oyunculardan “magazini bırakın, sektördeki tekelleşmeyi konuşalım” diyen sesler -neyse ki- geldi ama bir diğer yem ve zoka da burada: Konunun sadece diziler, konuyu tartışması gerekenlerinse oyuncular olduğu kabulü. Bu kabulü veri alarak ama burnumuzu oradan çıkarmaya çalışarak bakacağım o halde meseleye.

soL, konu hakkında çok ve iştahla konuşulanları ayıklayıp sektörde neler döndüğüne dair bir haberi, oyuncuların tutumlarını da örnekleyerek aktardı. “E yetmez mi o halde bu gündem, millet aç aç!” diyebilirsiniz ve bir açıdan haklı da olursunuz. Çünkü istatistiklerden de bildiğimiz üzere bir ülkede ortalama gelir düşerken, kültür sektörlerinin ürünlerine olan talep de düşüyor. Bu cümledeki kavram setinin kusuruna bakmayın ama dizi sektörü konuşacaksak kavram setimiz şu an bu. Yazı ilerledikçe bu dili terk etmenin ve tartışmayı bu çerçeveden çıkarmanın koşullarını araştıracağım zaten. Ancak parayı takip etmeden bu hedefle gidebileceğimiz menzil kısa kalırdı ne yazık ki. O nedenle özrümü dilemiş olayım ve devam edeyim.

Devam edeyim çünkü bu tartışmada bildiklerimizin içinde yeni bir şeyler var. Ülke içinde yaşanan yoksullaşmanın boyutu, pastanın dramatik bir şekilde küçüldüğünü ve konunun -en azından bu dönem- pek de iştah kabartmaması gerektiğini gösteriyor olmalı, değil mi? Değil! Pasta büyüyor ama sadece başka hiçbir kültürel sanatsal faaliyete gücü yetmeyen milyonlar oturup (oradan değilse, buradan) dizi izlediği için değil. Tek başına reklam gelirleri dizi sektörümüze uzun zamandır yetmiyordu zaten. 

Pasta büyüyor çünkü dizilerimiz Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Avrupa ve hatta Latin Amerika’ya kadar uzanan dev pazarıyla ve en çok izlenenler listelerinde başa güreşmeleriyle artık bacasız fabrika olarak adlandırılmayı gerçekten hak ediyor. 

Dolayısıyla bu yaygara Mehmet Şimşek deyimiyle “yerel halk” için kopmuyor demiş oluyorum bir bakıma, evet. Ama tartışmanın içinde “biz yereller” olmadıkça bu iş bir yere bağlanamadı, bağlanamayacak. Zira bu paylaşım kavgası da ilk kez verilmiyor, diyerek geri dönmek üzere ilerliyorum. 

Yapımcıların da gözü 'sınır ötesi'nde

Bu büyük pastaya yeni yeni eklenen diğer dev yapımcılık faaliyetlerini de buraya yazalım mesela. Büyüklüğü anlatmak için örnek olsun: Suudi Arabistan’ın kuruluş günü kutlamalarının uçanlı kaçanlı görsel şöleninin tasarımını bizim ajanslarımız yapıyor. Cumhuriyetin 97. yıldönümü İstanbul kutlamalarındaki başarılı performansından ötürü olsa gerek, aynı ajans olabiliyor bu, örneğimiz özelinde. Ne mutlu… 

Bu “sınır ötesi”lik örneği aklımızın bir köşesinde dursun. Diğer sınır ötesi heveslerle benzerlik ve eşzamanlılık rastlantı mıdır dersiniz? Zira bugünkü tartışmanın oturtulduğu eksenlerden biri bu olmalı.

Bütün bu hummalı çalışmanın üreticileri, son yıllarda artık sahnelerde de görmeye alıştığımız dev görsel şölenli tiyatro prodüksiyonlarının da üreticileri aynı zamanda. Yani pasta tiyatroya doğru da genişlemiş bulunuyor, gözümüz aydın. “E tiyatrodan gelecek üç kuruştan ne olur ki” demeyin. Onu ben bilemem. Ben, mesleğinden para kazan(a)mayan bir tiyatrocuyum. Bu ihtimali baştan biliyor ve göze alıyordum ancak mesleğini yapamayacak duruma gelmek sınırı, bu gibi tercihleri yapanlar için bile yeni. 

Söz ettiğim prodüksiyonlardan en ünlüsü “Alice Müzikali”ni siz de benim gibi Zorlu’nun sahnesinde değil, yılbaşı gecesi televizyonda görme bahtsızlığına eriştiyseniz, meselenin bütünlüğünü ve kanserli hücre gibi nasıl yayılıp büyüdüğünü anlarsınız diye söylüyorum. Bu üretim çılgınlığı, evet bildiniz, bugünlerdeki tartışmaya konu olan güzide yapım ve menajerlik şirketlerimizin network kurma becerisi sayesinde hayatımıza dokunuyor. Yani tüm bunlar, dev bir paket olarak geliyor.

Ve tabii paylaşım savaşı 

Şimdi bir durup güncel tartışmanın taraflarını yeniden gözden geçirebiliriz sanırım. Ne diyordu TV 100’deki yazı ve sosyal medyayı esir alan artçıları: Bunlar sektörü kapmış ve kimseye koklatmıyorlar kardeşim! Gerisini seçerek yazacağım çünkü hem tahammül hem şakayla gerçeği ayırt etmek biraz zor: “Bu oyuncular topluca Gezi’ye gitti, bunlar CHP için aynı anda tweet attı, bunlar hep eski Yeşilçam ünlülerinin akrabaları, bunlar hep Yahudi veya Ermeni, bunlar Levent’te yerleşik yapım şirketleri, bunlar ahlaksız–çürümüş” vs…

Birtakım açık doğruların yanına bir miktar abuk komplo teorisini karıştırıp konuyu bulandır. O bulanık suda balığını avla. Böylece hem konunun birinci elden muhatapları neyi nereden tutacağını şaşırıp savrulmaya, en azından bir vadede, başlayacaktır, ki buna bizzat şahit olduk. Hem de böylesi bir paylaşım savaşına girebilmek için gereken toplumsal meşruiyet, sektör içinden olanların bıkkın suskunluğunu ya da içeriden/dışardan izleyenlerin öfkeli onayını alacaktır. 

Avcımız şu sularda geziniyor: Benim politikalarım sayesinde ülke sınırları ötesine yayılan bu sektörden, ben neden küçük bir pay alıyorum? Oysa ki ben de dizi platformu kurabiliyorum (“Tabii”, neden olmasın, parası bizim cebimizden nasılsa) ve de o platformda karşı tarafa “eh yani eli yüzü düzgün tabii en azından” dedirtmek dışında bir alameti olmayan bir “büyük prodüksiyon” yapabiliyorum. 

Gassal saldırısı

Geçen haftalarda kayda geçen Gassal saldırganlığı, esas zeminine bu yeni tartışmayla daha bir rahat yerleşip netleşiyor demek istiyorum. “Saldırganlık”la kastım coşa gelip “korkudan titreyin” minvalli açıklamasıyla gündeme oturan Diyanet İşleri Başkanı’nın muhterem kerimesi ve benzerleri değil sadece. Dizinin, Diriliş ve aynı çizgideki Yeni Osmanlıcı saldırganlıktan ayrılan bir uysallığı var evet ve evet, yine de saldırgan. Saldırganlığı, kampanyasının büyüklüğünden başlıyor ve yanımıza yanaşarak bize şunu fısıldıyor: “Ben son dönemde yerli yersiz her an hatırlattığım ‘kültürel hegemonya’ meselesinde öyle veya böyle bir yol haritasına sahibim ve kusura bakmayın ama birinci seviyeyi geçtim”.

TRT’nin paralı kanalı tabii’de yayınlanan Gassal “kültürel hegemonya” tartışmalarını yeniden ateşledi.

Kamumuzun dizi platformu bu yeni seviyeyi, herkese diziyi konuşturmak hedefine ulaştığı ölçüde toplumun tamamına onaylattığını düşünüyor değildir herhalde? Ama belli ki sadece şimdilik. Diziyle ilgili bir taraflaşma yaratarak ve karşı tarafı da kendisi tarif ederek, oyundan düşüreceği piyonu seçmenin lüksünü yaşıyorlar diyebiliriz belki. Bu da gündelik siyasetten tanıdığımız ve bugünkü konumuzda da gördüğümüz bir strateji değil mi? 

Ortada bütünlüklü bir saldırı olduğunu görmek için gereken işareti “beri taraftan” bir türlü alamayan “o kadar da şeyyapmamak lazım”cılık burada zokaya atlıyor hepimiz adına. “Ben taraf değilim” demek, karşı taraf olmamak için yeterli değil artık halbuki. Dev reklam bütçesinin buraya oynadığını ve üstelik işin bir de bize, kamuya ait olanla görüldüğü gerçeğinin üzerinden atlayıp, projeye sektör içi liyakat sınavından not veren sektör insanları olarak kalıveriyorsunuz bu durumda ortada... 

E ne olacak şimdi? Bu son tartışmayı da liyakat üzerinden karşılamaya çalışıyordunuz. “Bu insanlar oradaysa, başarılı olduğu için oradaydı ama bu kadar da tekel olmasındı sektörde…” Her seferinde esas mesele “sektör” içi konuşulup “yapacak çok da bir şey yok”a bağlandıkça, piyasanın görünmez eli görünmez olup gidiyor ve işte magazin kalıyor geriye yadigâr. Dolayısıyla “magazin konuşmayalım, sektörü konuşalım” demenin anlamı olmuyor ne yazık ki. 

Çünkü piyasa zaten tam olarak bu. Piyasa dediğin zaten tam olarak bu şikayet konusu dinamikleri işletmek, ilerletmek ve karmaşıklaştırmak üzerine yani tekelleşmek üzerine kurulu. Üretim, yapım ve gösterim ayaklarını tek elde toplayan Netflix neden tartışılamıyor örneğin, buradan düşünelim. İşte her seferinde tartışmanın daha da içinden çıkılmaz görünmeye başlaması ve umutsuzluğu artırması kaçınılmaz oluyor yani. 

Konuya buradan müdahale etmeye çalışan -iyi niyetli olduğu açık- hiçbir çabayı tenzih etmez, dikkatlerini çekmek isterim. Sektörü tartışarak onu temizleme, iyileştirme olanağı, tanım gereği olamaz. Eski güzel günler ufkunda takılı kalanlar, işler çirkinleşme aşamasında geldiğinde “bu pislik neden üstüme sıçrıyor” deme hakkını elinde tutamaz. Artık geçmiş olsun anlamında değil elbette söylediklerim. Ama artık konuyu konuşabilmek için bile çizgiyi net olarak buradan çizmek gerektiğini konuşalım önce. Yoksa ortada bir konu kalmadığı gibi onu konuşma ehliyeti de kalmıyor.

Yani evet, popüler kullanımıyla söylersek konu sınıfsaldır... ve bir kerteriz noktasına muhtaçtır. Emek’ten, “yerli dizi yersiz uzun”dan geldik, piyasa ve ağaları kaldı elimizde yadigar. Çünkü sektör dediğin sansürle değil; alan kapmaca ve alan kapatmayla ama bunu paranın kurallarıyla yapar. O halde parayı elinde tutmayanların da kendi safını kurmaya ihtiyacı var. Adlı adınca örgütlülüğe ihtiyaç var. Ama artık öyle sendikal mücadeleye, sendikal mücadeleyi de sadece ücret ya da sektör ağzıyla söylersek “kaşe pazarlığı”na indirgeyen bir örgütlülük yetmez. Yetmedi gördüğümüz gibi. 

Gerçeğin değiştiricisi olarak sanatçı

Bu kez “aman gerçekçi olmayan şeyler söylemekte üstünüze yok” deyip kenara çekilmek de yok yalnız. Gerçeğin üstüne yürüyüp onu değiştirme işinin işçilerinden, sanatçılardan söz ediyoruz çünkü. Ve o ya da bu tarafta gidecek bir yer kalmaması, bırakılmayacak olması bugünkü konumuz. Nereye gidilebileceğini anlamak için topluma bakmak ve gerçeklerden konuşmak istiyorsanız tarihimizde pek güzel örnekler de var. 

1977'de sansür özelinde başlayan, sinema emekçilerinin yıllardır biriken, çalışma koşulları, sosyal güvence gibi sorunları da kapsayan eyleme yüzlerce sinema emekçisi katılmıştı.

Kendi aranızda konuşmaktan bıktıysanız artık ve diyecek bir şeyiniz varsa gerçekten, bugün ülke tarihinin en umutsuz döneminden geçen topluma söylemeyi deneyin derdinizi bir de. Buna cevap alma şansınız olabilir hâlâ. 

1977 Sansür Eylemi’nin İstanbul’dan Ankara’ya giden kolundaki ünlüler, halkın şaşkın bakışlarına “Biz sinema emekçileri siz yüce halkımızın onuruna yaraşır filmler yapabilmek için yollara düştük…
Sizin dertlerinizi dile getiren filmler yapabilmek için yollara düştük…
Sinema emekçilerinin 60 yıldır sömürülmesine son vermek ve sosyal ekonomik haklarına kavuşturulmalarını sağlamak için yollara düştük…
Size karşı sorumluyuz…
Sizden destek almak için yollara düştük…” diye sesleniyordu.

* Tiyatrocu                                        /././

Afalanın Yüreği: Beklemeye değer bir şeyi beklemek -Tunç Tatoğlu-

"Ben edebiyatın, müziğin, sinemanın insanlara umut vermesi gerektiğine inananlardanım. Hayatın kendisi çok karamsar aslında. Ama umut hep olmalı."

İç içe geçmiş yaşamlara, kavuşamayan hayallere ve sırların arkasına gizlenen pişmanlıklara dair, masallarla örülü bir ilk roman.”

Geçen ay Literatür Yayınları’ndan çıkan Afalanın Yüreği, arka kapakta böyle tanıtılıyor. Sonay Özdemir’le, bu ilk romanı üzerine söyleştik.

Ben samimiyete inanıyorum, o yüzden sizli, sayın gibi yapmacık üslupları sevmediğim için doğrudan konuya girmek istiyorum. Bu söyleşi bir dost sohbeti tadında olsun istiyorum. Doktor Sonay’ın yanında yazar Sonay’ı ilk romanı ile tanıtmak/tanımak istiyorum. Bilmiyorum belki de yazarlığın doktorluğundan bir adım öndedir. Bana biraz Sonay’dan bahsedebilir misin?

Ben de samimiyete inanıyorum, o yüzden böyle başladığın için teşekkür ediyorum. Sonay Tokat-Niksar ilçesinde doğan bir öğretmen çocuğu. Bazılarına göre çok şanslı. Kitaplığı olan bir evde büyüdüm. Etrafımda hep okuyan insanlar vardı. Babam, anneme Fakir Baykurt, Yaşar Kemal okurdu. Bense hep o haftalık yayınlanan Milliyet Çocuk dergisini beklerdim. Babaannem çok güzel bir masal anlatıcısıydı. Babam ve annem de öyle.

Bir sabah uyandığımda anne ve babamı odalarında bulamadım. Yandaki öğretmen lojmanındaki öğretmenimi ve teyzeyi de bulamadım. Bahçeye indiğimde iki büyük kuyu açılmış ve naylonlara sarılmış haldeki o kitapları gömüyorlardı. Ben o zaman bu kadar okumayı sevdikleri halde o kitapları niye gömdüklerini anlamamıştım. Sanırım o zaman kitaplara ilgim arttı. Tahmin edebileceğin gibi o gün 12 Eylül’dü.

Ben, annem/babam etraflarına “oğlumuz mühendis oldu” diyebilsinler diye İTÜ Makina Fakültesi’ni bitirmiştim ama pek mühendislik yapmadım sonrasında. Sen doktorluk yapıyorsun halen ama gönlünden hep yazar olmak mı geçiyordu? Bu romanı yazmak fikri nereden geldi?

Lise sondan sonra hep yazıyordum, ama birileri okusun diye değil. Kâh beni etkileyen bir anı, kâh üzüldüğüm bir şeyi. İlk yazdıklarım hayvan hikayeleriydi. Belki hayvan hikayeleri ve masalların etkisiydi, belki hayvanlarda sosyal yapının dışında kalan doğallıklarına hayranlığım, belki de çocuk yaşlarda olmamdı.

Çok çok sonraları, neden bilmiyorum, bu hikayelere geri döndüm. Deniz kenarında bir köyde doktorluk yapıyordum. Oralarda insanlar hikâye anlatmayı severler. Yunuslarla ilgili bir öykü yazmaya başladım. Yazı ve yazar arasında kontrol edilemeyen, karşılıklı duyarlılık oluşturan bir etkileşim oluyor. Sonuç olarak bu romana dönüştü.

O hikayeler bir yerde yayımlandı mı? Ya da ne yapıyorlar?

Onlar demlenmeyi bekliyorlar. Ara ara ziyaret edip okuyorum.

Niye öykü yazmak yerine roman?

Bunu hep düşünmüşümdür. Öykü yazmak çok zor bir şey aslında. Öykü yüz metre koşusuysa roman bir maratondur. Emrah Polat’ın çok sevdiğim bir benzetmesi vardır. Mike Tyson ve Muhammed Ali’nin boks stillerinden bahseder. Mike Tyson nakavtçıdır, Muhammed Ali ise uzun uzun yorarak demeyelim de anlatarak rakibi yener. Hikâye zor, şiirse bence en zoru.

Biliyorsun Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı” romanı son dönemde çok sevilmişti, benzer bir duygu ile okudum. Deniz insanlarını yazmak kolay bir iş değil, ne kadar yaşadın orada?

Deli İbram Divanı’nı okudum ve çok sevdim. Ahmet Büke zor olanı yapan, çok güzel hikâyeler yazabilen bir edebiyatçı. Bu benzetme hoş benzetme, umarım hak ediyorumdur. Öğrenmeye çalışıyorum. Soruya gelince, ben Rumeli Feneri’nde altı ay kadar çalıştım. Denizcilerin dünyasına katılmak, karışmak çok değerli ve önemliydi. Akşamları o kahvede o insanları dinlemek benim için o zaman önemini fark etmemiş olsam da güzeldi. Bu kitap biraz da o yaşanmışlıklardan damıtıldı.

Okurken birçok bilmediğim şey olduğunu fark edip yan okumalar da yaptım. Örneğin yunus familyasının en büyüğünün denizci ağzıyla “afala”, okumuş ağzıyla “afalina” olduğunu romanından öğrendim. Ve birçok söylencenin peşine seninle düştüm, bunların birinci ağızdan dinlenmiş olması gerekir diye düşündüm… Yanılıyor muyum?

Söylence demeyelim de masal diyelim istersen. Doğrudur, birinci ağızdan dinledim o hikayeleri, o masalları. Çocukken bir oyun oynardık, herkes yanındakinin kulağına gizli bir sözcük söylerdi. O sözcük altı, yedi kişi sonra bambaşka bir sözcüğe dönüşürdü. Orada fark ettim ki masallar, olaylar aktarıldıkça oranın şartlarına, insanlarına bağlı olarak zamanla değişiyor. 
Cesur Yürek filminin giriş cümlesinde “tarih kazananlar tarafından yazılır” diye bir cümle geçiyordu. O cümleyi anımsadım bir an, bir de nerede okuduğumu hatırlamadığım bir cümle geldi aklıma. Tarih masallardan, şarkılardan öğrenilir diye. Masallar, mitler her zaman bana gerçek dediğimiz sözcükten daha çekici gelmiştir.

Bu “reislik” meselesi, günümüzde mafyatik bir jargon olması bir yana, saygınlığı, hiyerarşisi, bilgeliği kapalı bir topluluğun pusulası gibi. Deniz insanları bu yolu takip ediyorlar mı bugün de?

Bazı sözcüklerin zaman içinde başka yerlere evrilmesi siyasal mı, sosyolojik mi bilmiyorum. Esas bağlamından koparılması gerçekten üzücü. Halikarnas Balıkçısı’nın hikayelerinde, Yaşar Kemal’in o muhteşem romanı “Bir Ada Hikayesi”nde sık sık geçiyor. Sözcüklerimiz çalınıyor ve pervasızca kullanılıyor. Sözcüklerin kim tarafından, kime söylendiği ve hangi duyguyla söylendiği önemli bence. Deniz insanları bu yolu takip ediyor, saygı, sevgi, belki biraz da hürmet hisleriyle söylüyorlar.

Bir de “reislik” babadan oğula geçiyor, bu durumda romanda Ali Reis bu konumu hak etmek için özellikle babasına laf gelmemesi için endişeleniyor. Biraz fazla naif değil mi?

Edebiyatta kuşaklar arası çatışmadan çok bahsedilir. Naif olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu coğrafya için fazlaca sert.

Sıçrayarak gideceğim, çok karakter var romanda. Bazısını daha derin bazısını geçerken tanıyoruz. Bazıları hikâye gereği girip çıkıyorlar. Bir Cemal meselesi var romanın… Galiba solcu dediğimiz, galiba gitti dediğimiz. Süheyla’nın delirmesine neden olan hikâyeyi merak ediyoruz tabii ama net kimlik ya da yakıştırmalar kolaycılık mı oluyor?

Bu soru bu açıdan bana çok ilginç geldi. Kolaycılığa kaçmadan ama mesafeyi koruyarak anlatmaya çalıştım. Cemal solcu değil. Çevreci diyebiliriz, anarşist diyebiliriz ama solcu demek zor.

Direkt soracağım Dr. Metin sen misin?

Ben kitabın yazarıyım. Metin benden izler taşıyor olabilir ama ben değilim.

Sonra Jandarma Yüzbaşısı ve Piç Osman… Gönül istiyor böyle anlayışlı askerlerin olduğu orduyu… Şaka bir yana küçük yerlerde askerler halkın derdiyle hemhal oluyor, ben de şahit oldum. Osman’ı neredeyse koruyan/anlayan tek kişinin asker olması ilginç…

Roman basıma gitmeden önce beynine, yüreğine önem verdiğim birkaç arkadaşımdan ve abimden okumalarını istedim. Hepsi de benzer şeyler söyledi. Ne yapabilirdim ki? Ben yazınca karakterlerim böyle davrandılar, böyle oluştu.

Mehmet Reis’i sona bırakıp “Afalanın Yüreği”ne gelelim. Niye bunca hikâyenin arasında bir söylence, kitabın adı oldu? Paranın saltanatı, her güzel şeye kıyıyor, bunu da en masumun, en çaresizin eliyle yapıyor mu demek istedin?

Cevap soruda gizli aslında, çaresizlik. Dediğine de katılıyorum. Romanda bir cümle geçiyor aslında. O cümleyi de okura bırakalım.

Mehmet Reis ile bitirmek istiyorum, sen köyün imamı ile bitirmişsin gerçi, “beklemeye değer bir şeyi” beklemek, denizden geleceğine inanmak… Umudunu kesmemek… Okuyucuya bir şey mi fısıldıyorsun?

Ben edebiyatın, müziğin, sinemanın insanlara umut vermesi gerektiğine inananlardanım. Hayatın kendisi çok karamsar aslında. Ama umut hep olmalı.

                                                            /././ 

DEDAŞ’ın '2025 hedefi': Yangınları ve ölümleri yok sayan yeni yıl planı -Özkan Öztaş-

DEDAŞ’ın altyapı eksikliği felaketlere yol açtı, halk çözüm beklerken şirketin 2025 hedefi yine kâr ve kaçak elektrikle mücadele.

Geçtiğimiz yaz Dicle Elektrik Dağıtım Şirketi’nin (DEDAŞ) altyapı ve nakil hatlarındaki eksiklikler nedeniyle Diyarbakır’ın Çınar ve Mardin’in Mazıdağı ilçeleri arasında çıkan yangında 15 yurttaş hayatını kaybetmiş, 80’e yakın kişi yaralanmıştı.

Yangın, Diyarbakır’da 8 bin 100, Mardin’de 7 bin dönüm ekili araziyi yok ederek toplamda 15 bin 450 dönüm alanın kül olmasına yol açmıştı. Yüzlerce hayvan ölürken, halk büyük zarar gördü.

Yapılan bilirkişi incelemeleri ve Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) raporları, yangının DEDAŞ’ın onarımsız altyapısından kaynaklandığını ortaya koymuştu. Bu durum, 2025 yılında şirketin altyapı yatırımlarını önceliklendireceği beklentisini doğurdu. Ancak DEDAŞ’ın yeni hedefleri, yurttaşların bu beklentilerini boşa çıkardı.

'Öncelik kaçak elektrik'

Dicle Elektrik, Diyarbakır’da düzenlediği “Kaçak Kullanıma Sıfır Tolerans Çalıştayı”nda, 2025 hedeflerinin kaçak elektrikle mücadele olduğunu duyurdu.

DEDAŞ Genel Müdür Yardımcısı Şeref Korhan, 2013’teki özelleştirme sürecinden itibaren kayıp-kaçak oranını yüzde 78’den yüzde 42’ye indirdiklerini ve 2025 hedeflerinin bu oranı yüzde 38’in altına çekmek olduğunu açıkladı.

EMO: 'Manipülasyon ve gerçek veriler'

soL'a konuşan Elektrik Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesi Eş Başkanı Ufuk Bulut, şirketin kamuoyunu manipüle ettiğini belirtti. Bulut, kaçak elektrikle mücadele konusunda somut verilerin açıklanmadığını, yalnızca yüzdelik ifadelerle halkın yanıltıldığını vurguladı:“Kaçak elektrik oranlarını tartışıyoruz ama kilowatt cinsinden verileri bilmiyoruz. Yüzdelik dilimler, sorunun büyüklüğünü tam olarak açıklamaz.”

Bulut, elektrik kullanımının devlet tarafından sübvanse edilmesi gerektiğini belirterek, şirketin kâr odaklı politikalarının bölge halkını mağdur ettiğini ifade etti:

“Bölgede elektriğe erişim, tarım, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçların ön koşulu. Ancak bu ihtiyaçlar, şirketin gelirleri artırma planlarıyla gölgeleniyor.”

Elektrik, modern yaşamın vazgeçilmez bir parçası. Tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa kadar her alanda toplumun kalkınması için temel bir ihtiyaç. Özellikle Diyarbakır, Mardin, Şanlıurfa gibi bölgelerde elektrik, yalnızca bir konfor unsuru değil; tarımsal sulama, hayvancılık ve temel yaşam standartlarının sürdürülmesi için hayati öneme sahip.

Dicle Elektrik, Diyarbakır’da düzenlediği “Kaçak Kullanıma Sıfır Tolerans Çalıştayı”nda yangınlar Haziran ayında çıkan yangınlar unutuldu.

Ancak günümüzde elektrik, halkın ihtiyaçlarından çok şirketlerin kâr hesaplarına göre planlanıyor. Özel şirketler, elektrik dağıtımını bir ticari faaliyet olarak görüyor ve halkın taleplerini ikinci plana atıyor. Ufuk Bulut "Oysa devletin görevi, bu temel ihtiyacı karşılama sorumluluğunu yerine getirmek ve halkın elektriğe erişimini güvence altına almaktır" diye belirtiyor. 

Her ne kadar DEDAŞ, "Kaçak Kullanıma Sıfır Tolerans Çalıştayı”nda kesintisiz elektrik için kaçak kullanımla mücadele konusunu öne çıkarsa da esas sorun kaçak kullanımdan ziyade alt yapı yetersizliği olarak görülüyor. 

Altyapı yatırımı yok, yeni felaketler kapıda

Bulut, DEDAŞ’ın altyapı yenileme çalışmalarını ihmal ettiğini ve köylüleri cezalandırma politikası izlediğini söyledi. Son dönemde yaşanan uzun süreli elektrik kesintilerine dikkat çeken Bulut, şirketin halkın tepkilerini manipüle ettiğini belirtti:

“Elektriksiz bırakılan köyler protesto edince, ‘kaçak elektrik kullananlar şirkete karşı geliyor’ algısı yaratılıyor. Bu manipülasyonla altyapı eksiklikleri gizleniyor.”

Ufuk Bulut söz buraya gelince Diyarbakır Silvan'daki yaşananları hatırlatıyor. 

Çünkü Dicle Elektrik’in Silvan’da yaptığı uygulamalar, şirketin halkı nasıl mağdur ettiğini gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz aylarda Silvan’daki köyler, altyapı yenileme bahanesiyle tam iki ay boyunca elektriksiz bırakıldı. Köylülerin tarımsal sulamadan hayvancılığa, günlük yaşamdan eğitim ve sağlığa kadar her alanda büyük sıkıntılar yaşadığı bu süreçte, DEDAŞ yine bildiği taktiğe başvurdu: Halkı suçlayarak gerçekleri manipüle etti.

İki ay boyunca elektrik kesintisi yaşayan köylüler haklı olarak protesto etti. Ancak şirket, bu protestoları “kaçak elektrik kullananlar DEDAŞ’a karşı geliyor” diye kamuoyuna sundu. Asıl sorun, şirketin altyapı yatırımlarını yapmaması ve köyleri elektriksiz bırakmasıydı ancak bunu kimse konuşmadı.

“Silvan’da yaşanan olay, DEDAŞ’ın halkı nasıl mağdur ettiğinin en net örneğidir. Köylüler elektriksiz bırakıldı, geçim kaynakları durdu, yaşam koşulları ağırlaştı. Ama bu gerçeklerin üstü, manipülatif söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Halkı suçlayarak sorunlarını çözemezsiniz. Altyapıyı yenilemedikçe, nakil hatlarındaki kayıpları telafi etmedikçe, elektriğe erişimi insanca bir hak olarak görmedikçe bu sorunlar bitmez.”

15 yurttaşın yaşamını yitirdiği, yüzlerce hayvanın telef olduğu, binlerce dönüm arazinin yok olduğu yangınların ardından, bölge halkı altyapı yatırımları bekliyor. Ancak DEDAŞ’ın 2025 hedeflerinde bu talebe yer yok. Şirket, kaçak elektrikle mücadeleyi öne çıkararak, yeni felaketlere davetiye çıkarıyor.

Halk, “Bir daha böyle acılar yaşanmasın” derken, DEDAŞ’ın önceliği kârını artırmak. Şirketin hedefleri, bölge halkını korumaktan çok uzak.

                                                            /././

Çalıştığı sendikanın yolsuzluklarını yargıya taşıdı, darp edildi

Özçelik-İş'teki yolsuzlukları yargıya taşıyan Adem Ünlü, sendika genel merkezi önünde darp edildi. Emniyet kamera kayıtlarını istedi, sendika ise “Kameralarımız bozuk” yanıtını verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/calistigi-sendikanin-yolsuzluklarini-yargiya-tasidi-darp-edildi-397380)

                                                       ***

Tek kişilik şirketler, spiritüel liderler ve sahte başarı öyküleri -Eren Korkmaz-

Bu insanların birçoğu aptal değildir, çaresizdir. Rahat ve iyi bir yaşam istiyorlar, mevcut hallerinden memnun değiller. Ama yalnızlar. Kimseye de güvenmiyorlar...

Geniş kitlelerin, bilhassa da gençlerin işçi olmak istememesi, işçiliği geçici, kurtulunması gereken bir olgu olarak görmesi ve bundan bireysel yollarla kurtulacağını düşünmesi yalnızca günümüze ait olan ve sosyal medya gibi araçlarla köpürtülen bir olgu değildir. Altta kalanın canının çıktığı, her koyunun kendi bacağından asıldığı gibi söylemlerin eşlik ettiği, tek başına yaşayan bireylerin temel güvenlik ve ihtiyaçlar çerçevesinde bir sözleşmeyle toplum halinde yaşadığına dair liberal tarih tezinin ve güçsüz olanın ezildiği, elendiği sosyal darwinist teorilerin köklerinin olduğu, kapitalizme eşlik eden görüşlerin güncel bir yansımasıdır. Bugünü belki özgün kılan, bu yaklaşımın rakipsiz görünmesi, karşısında güçlü bir toplumcu, kolektivist, dayanışmacı, emeği öne çıkaran akımın zayıflığıdır.

Solopreneur’lar

Bu bireysel kurtuluş nasıl olacaktır? Bunun en temel yollarından biri ve günümüzde övülen konu girişimciliktir. Yerel ve merkezi yönetimlerle üniversiteler girişimcilik ekosistemini geliştirmeyi hedefler, kamu ve STK'lar bunun için fonlar ayırır, kurslar ve sertifika programları, hızlandırma programları, kuluçka merkezleri, etki merkezleri kurulur, şirket kurmak için fikri olanlar parası olan yatırımcı konumundaki “dragon”ların karşısına çıkar ve zenginliğe sıçrar. Bu günümüzde üniversite ve lise öğrencilerinden akademisyenlere ve oradan mühendislik, tıp, sanat gibi alanlar başta olmak üzere hemen her sektöre yayılan bir yaklaşımdır.

Ancak bununla sınırlı değildir. Şayet girişimcilik (entrepreneurship) bir şirket - enterprise kurmak ise ve dolayısıyla işçiye ihtiyaç duyuyorsa, buna ulaşamayanlar içinse “solopreneurship” denilen tek kişilik şirketler önerilmektedir. Envai çeşit danışmanlar, coach'lar, eğitmenler bir yerde çalışmak, patronun derdini çekmek, iş arkadaşları ile rekabete girmek yerine, “kendi işinin sahibi” olmayı ister, evinden çalışmayı tercih eder. Çoğunun hayalinde bir tatil beldesinde keyifli bir yaşam sürüp, günde birkaç saat bilgisayar başında danışmanlık yapmak ve zengin olmak vardır. Bunun bir diğer versiyonu esnaflıktır. Küçük bir dükkan açıp ticaret yapmak bir işte çalışmaktan daha iyi görünmektedir. Dolayısıyla bir yanda çok sayıda fitness, yoga hocası varken diğer yanda aynı sokakta 3 manav, 5 kasap sabah 9’dan gece 10'a kadar müşteri beklemektedir. Bu yaklaşımı, yani işçi olma yerine, şirket sahibi olma yanılsamasını pekiştiren bir diğer alan ise platform ekonomisi denilen, Uber, Deliveroo, Yemeksepeti gibi şirketlerin uyguladığı sistemdir. Burada çalışanlar şirketin çalışanı olmuyor, hepsi kağıt üstünde şirket sahibi oluyor ve örneğin motorsikleti ile kuryelik yapıyor. Burada istediği zaman işe çıkmak, bir iş disiplinine bağlı olmamak, kimseden emir almamak, özgür olmak, rahat bir yaşama kavuşmak gibi vaatler çekici geliyor.

Ancak nasıl ki girişimci olarak yola çıkanların büyük çoğunluğu başarısız oluyorsa, tek kişilik şirketler veya platform çalışanları bir süre sonra asgari ücret, iş sağlığı ve güvenliği ve çalışma saatleri için mücadele etmeye başlıyor. Çalışma saati artıyor, iş sağlığı ve güvenliğinden sigortaya her şey kişinin sorumluluğuna kalıyor, haftasonu ve yıllık izin kavramları zaten yok. Buna benzer patron olma hayalinin bir başka karşılığı da sanayide tedarik zincirine girmek için, genelde ustabaşlarının yanlarına birkaç işçi alıp firmalar ve markalar için ürettikleri merdivenaltı üretim birimleridir. Dolayısıyla işyerleri küçülünce ve bireyler hukuki olarak işçilikten çıkıp şirket sahibi olarak konumlanınca hem yasal ve tarihsel haklarını yitiriyor hem de büyük şirketler karşısında güvencesiz ve korumasız kalıyor.

Ancak mesele sadece bu işlere girişip işçilikten kurtulma ile sınırlı değil. Bireysel kurtuluş meselesi aynı zamanda geçici bir bedeli ve “kendisi için” aşırı çalışmayı, bir nevi bir çile dönemini şart koşuyor. Podcastler, YouTube videoları 6 ay boyunca aralıksız çalışan, sandalyesinde uyuyan ama sonunda milyoner olan kişilerin başarı hikayeleriyle dolu. Dolayısıyla bir noktada şansın gülmesi, sıyrılması ve sıçraması mümkün olmalıdır. O herkes gibi değildir. O izlediği, takip ettiği kişiler gibidir.

Spiritüel uyuklama

Bu noktada çalışma yaşamının ticaret, işçi-işveren ve şirket-müşteri gibi para odaklı sıradan gündemlerinin içine spiritüel, dini yönler girer. Bilinmezlik bir üst güce güven isteğini pekiştirir. Bu nedenle burç yorumları önem kazanır. “Bu dönem zordur, çünkü Satürn kariyer evini zorlamaktadır ama 1,5 sene sonra çıkacaktır, para gelmiyordur çünkü Mars para evinde gerilemektedir, ilişkileri bozulmaktadır çünkü Uranüs sürpriz yapmaktadır.” Burada bilimsel olarak bu gezegenlerin etkisine dair bir söz söylemenin anlamı yoktur. Bunlar evrenin, tanrının, enerjinin, kaderin kendisini gösterme biçimidir.

Diğer tarafta şamanizm, yoga, enerji ustaları devreye girer. Sosyal medya sayesinde yerel şeyhlerle yetinmek zorunda da değilsiniz. Hindistan’daki bir hindu gurusunu veya Tayland’daki Budist rahibi, Amazon'daki Şamanı da izleyip “ruhen uyanabilirsiniz”. Öbür yanda ise yerel, ulusal ve uluslararası alanda dini liderler, tarikatlar, sohbetler, şeyhler devreye girer.

Burada şayet doğru şekilde isterse, manifest ederse, talep ederse herkesin istediğini alacağı ama bunun düzeyini ve dengesini bilmesi gerektiği anlatılır. Demek ki, kapitalizmi, sistemi sorgulamaya gerek yok, bu yaşadıklarımız bizim bireysel kararımızdır, sınavımızdır, bununla yüzleşmeli ve kabul etmeliyiz. Bu bazen öyle bir noktaya gider ki kadının taciz edilmesinin sebebinin de kadının kendisi olduğu, kendi enerji düzeyi düşük olduğu için bunu çektiği öne sürülür. Diğer yandan yoğun bir kadercilik buna eşlik eder. Bunların ortak yanı ise emeğin değersizleşmesidir. Çalışarak olmaz, önceki nesillerin yaptığı gibi olmaz. Kuantum sıçraması yapıp, 10 kat, 100 kat çıkmak gerekir, onu hedeflemek gerekir ve bu bir anda olur, siz tohum atarsınız, istersiniz, beklersiniz ve tesadüfler ve şanslar seni arayıp bulur, bir bakmışsın herşey değişmiş.

Gösterişçilik

Ancak hayatın gerçekliği karşısında bu söylemlerin de bir sınırı vardır. İnsanlar kanıt istemektedir, gözüyle görmek istemektedir. Kapitalizmin maddiyatçılığı ve rasyonalitesi burada kendisini gösterir. Bu insanların birçoğu aptal değildir, çaresizdir. Rahat ve iyi bir yaşam istiyorlar, mevcut hallerinden memnun değiller. Ama yalnızlar. Kimseye de güvenmiyorlar. Güvenmemeleri için de bin türlü sebep gösterebilirler. Her gün kaba saba davranışlarla, ahlaksızlıkla, yalancılıkla karşılaşıyorlar, herkes birbirini kazıklamaya çalışıyor, fırsatını bulan diğerini eziyor, mobbing yapıyor. Toplum olma özelliği, sosyal bir varlık olma durumu ortadan kalkıyor. Bunlar 70'lerde, belki 90'larda vardı ama artık o günler geçti.

Dolayısıyla tek kişilik şirket kurup okyanusta kendi gemisinin kaptanı olmak zorlu bir süreç, buna dayanak sağlayan ve herkesin meşrebine göre seçtiği burçlar, spiritüel, enerjisel, dini söylemlerin sunacağı dayanma gücü de sınırlı. Ama bunu pekiştiren ve güncelleyen olgu somut gözlemlerdir. İnsanlar televizyonlarda, sosyal medyada, özellikle Instagram ve Youtube’da yüzlerce insanın yaşamını takip ediyor ve onlarla kendilerini özdeşleştiriyor. Sonuçta başarı örneklerine ihtiyaç var.

Bunların bir kısmı en zengin ailelerin üyeleri, genellikle de genç nesilleri. Bilhassa İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde önceki nesillerden zenginlerin zenginliklerini saklamayı tercih etmelerini ve bunu bir kibarlık ve ahlaki değer olarak göstermelerini sağlayan giyotin travmasının genç nesillerde etkisini yitirdiğini fark etmek mümkün. Hatta kamuoyunda pek tanınmayan, adı sanı pek bilinmeyen zengin ailelerin isimlerini, yaşadıkları sarayları, kullandıkları arabaları influencer olan çocuklarından ve torunlarından görmek mümkün oluyor.

Ancak bunlarla da sınırlı değil. “Sıradan, yoksul, vasıfsız, cahil” insanların da buna ulaştığını göstermek gerekir. Bu da ülkemizde son yıllarda çoğalan, görgüsüzce para harcayan ama hiçbir özelliği, yeteneği, bilgisi, güzelliği olmayan şahısların ve çiftlerin ünlü olmaları ve “bakın boğazda yalı aldım, yazlığımda havuzumda yüzüyorum, eşime doğum gününde lüks araba aldım, nereden nereye geldim” gibi “paylaşımlarını” öne çıkarmalarıdır. Bunların artık toplumsal bir tepki almamasında ve görgüsüz olarak yerilmemesinde birçok insanın aslında kendisi gibi olan, hatta kendisinden daha “alt düzeyde” olan bu kişilerin bile doğru şekilde istediklerinde, doğru şahısları rehber edindiklerinde, doğru enerji düzeyine geldiklerinde evrenden, tanrıdan karşılık gördüklerini kanıtladığını düşünmeleridir ve onları eleştirmek dahi “bolluğu ve bereketi itmek” demektir.

Bu gösterişçiliğin tepki çekmek yerine işe yaradığının anlaşılması, mesela “AKP çocukları” olarak bilinen, özellikle taşra kentlerinde para savuran, lüks yaşam süren gençlerin rahatça paylaşım yapmalarını teşvik ediyor. Geçmişte mafya liderlerinin bile kendilerini toplumun gözünün önünden sakındıkları bir ortamdan günümüze geldik ve taşra şehrinde AKP'li bir müteahhitin oğlunun lüks arabalarla, para saçarak şehir içinde konvoy yapması, racon kesmesi ve yaşamını teşhir etmesi artık normal karşılanabiliyor, bunların ailelerinin izni ve bilgisi dahilinde olduğu, çocukların bir görevli gibi paylaşım yaptığı ve bunun “business”a, otoriteye iyi geleceği düşünülüyor.

Bunun bir diğer karşılığı ise holdingleşen tarikatlar. Tarikatlar eleştirilirken çoğu kişi “bunların dinle, öbür dünyayla ilgisi yok, hepsi şirket, hepsi zenginlik içinde yüzüyor, müritleri yoksul ama şeyh lüks aracından inip onları kutsuyor” diyor. Bu da günümüzün kapitalizminde, bahsettiğim girişimcilik, bireysel kurtuluş ve zenginlik hayallerine dair trendle bağlantılı. Bir tarikat şeyhi para peşinde koştuğu için, sosyal medyada garip videolar paylaştığı için eleştirilmiyor, hatta bu o şeyhin kerametinin ürünü olarak görülebiliyor. “Tanrının sevdiği kulu ki tanrı onu seçmiş ve parayla ödüllendirmiş.”

Günümüzde şeyhlerin keramet olarak suda yürümelerine, uçmalarına, yağmur yağdırmalarına gerek yok, bindiği araba, harcadığı para, lüks yaşam ve kurduğu holding yapısını iyi bir CEO olarak yönetmesi yeterli bir kanıt. Oralara giden farklı sınıflardan insanlar da zaten orada gözünün önünde gördüğü “yağan bereket”ten kendisine de bir pay düşer mi, o holdingin bir şirketinin temsilcisi olur mu, o sayede bir kamu kaynağını kendisine alabilir mi, bir yerde iş bulabilir mi, saygı görür mü beklentisine giriyor. Bu nedenle, ne kadar dini bilgisi derinlikli olursa olsun, bu holdingi yönetemeyen, kendisini, çevresini ve takipçilerini maddi anlamda doyuramayan veya bir nedenle iktidarın tepkisini çeken ve gücünü yitiren tarikatlar da, bir şirket gibi kapanıyor. Kimse dini bilgisi veya öbür dünya için inancında ısrar etmiyor.

Burada sosyalizmin gücünü yitirmesiyle birlikte ve sosyal devletin tasfiyesi ile, 1945 sonrasının dünyasında, daha önceki nesillerin iyi bir eğitim ve kamu hizmetleri sayesinde yaşadığı sosyal hareketliliğin ve dönüşümün etkisini yitirmesini görmek gerekir. Bu dönemlerde yoksul bir köylü çocuğu sosyal devlet sayesinde okuyup kentli bir öğretmen, avukat ve doktor olabilir ve ailesinden çok daha iyi şartlarda bir yaşama kavuşabilirdi. Ama bu durum onlarda bunu sağlayan toplumsal mücadelelere, sosyal devlete bağlılığı, toplumculuğu, dayanışmayı da güçlendirir. Yaşam kalitesindeki artışın sebebi toplumsal örgütlenmelerde verilen mücadelenin bir sonucudur, insanlar bu mücadelenin içindedir veya gözlemlemektedir, hakları deneyimlemektedir ve her nesil öncekinden daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Ancak son 35-40 yıllık dönemde sosyal devlet olgusu ve toplumsal örgütlenmeler zayıfladığı için artık üniversiteden mezun olan bir doktorun, avukatın, mühendisin ve öğretmenin asgari ücret şartlarında çalışması, ailesine bağımlılığını sürdürmesi, halinden ve geleceğinden memnun olmaması, kolektif bir mücadele yerine yukarıda bahsedilen türde kişilerin ve onların yaşamlarıyla “kanıtladıkları” hayata yönelik isteği pekiştiriyor. 

Bu durum ülkemize özgü bir durum değil. Dünyanın her yerinde bu trendi görüyoruz. En azından 60’lardan günümüze gelen, istikrarlı, köklü ve mücadeleci bir sol, sosyalist geleneğin varlığı, belirli toplumsal gündemlerde yüz binlerin, milyonların meydanlara çıkmasının normal olduğu, belirli politik başlıklarda sert mücadelelerin yaşandığı, toplumcu bir sanatsal damarın köklendiği ülkemizde, son yıllarda bunların kesintiye uğradığını ve zayıfladığını görmek kaygılandırıyor. Bu ideolojik bombardımanın düşünceleri etkileme gücünü göz ardı etmemek gerekir. Ancak sunulan tüm kanıtlara rağmen, tarihsel birikimi ve geleneği yeniden gündeme getirmekten başka çare de yok. 

                                                             /././

Alman sosyal demokratların değişmeyen rolü: Berlin’de Lenin-Liebknecht-Luxemburg yürüyüşüne polis saldırısı

Almanya'nın başkenti Berlin’de yapılan geleneksel Lenin-Liebknecht-Luxemburg yürüyüşüne polis saldırdı. Bir gösterici ciddi şekilde yaralanırken, 20 kişi gözaltına alındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/alman-sosyal-demokratlarin-degismeyen-rolu-berlinde-lenin-liebknecht-luxemburg-yuruyusune)

(soL)




 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -12 Mart 2025-

İsrail’e uşaklık ve İsmail Kılıçarslan -Ali Ufuk Arıkan- "Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve...