duvaR "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ocak 2025-

Öndeş: Taş üstüne taş koyan herkese borcumuz var -Kavel Alpaslan-

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

Tarih çoğumuz için sahnede ışığın altında parlayan figürlerden ibarettir. Özellikle tarihin parçası olmuş nice devrimciye tutulan bu ışığın ‘haksız yere’ onları önplana çıkarttığını söylemek mümkün değil. Peki ama gölgede kalmış kahramanları ne kadar tanıyoruz? Ya da ne kadar merak ediyoruz?

Yeni Yaşam gazetesinde Arif Mostarlı ismiyle uzun süredir yayınlanan yazılarda spot ışıkları işte bu hayatların üzerine çevriliyor. Şimdi ise bu yazılar derlendi ve Tarihin Belleği ismi ile kısa bir süre önce Luvi Yayınları tarafından yayınlandı. Tabii Arif Mostarlı, Yeni Yaşam’daki köşe yazılarından bildiğimiz M. Ender Öndeş’ten başkası değil. Biz de kendisi ile matbaadan sıcak sıcak çıkan bu dikkat çekici kitap üzerine konuştuk.

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

Lafı fazla uzatmadan sözü kendisine bırakalım.

                                                    M. Ender Öndeş

'TARİHİN AKIŞINDA HERKESİN KENDİ HİKAYESİ VAR’

Başlarken dilerseniz kitabın hikayesinden söz edelim. Nasıl karşımıza çıktı Tarihin Belleği?

                                          Tarihin Belleği, M.Ender Öndeş, Luvi Yayınları, 2024

Yazıların kitap haline gelmesi benim rüyamdı. Rasgeldi böyle, Luvi’den çocuklar da “Olur” dediler. Çünkü ben köşe yazılarının kitap haline getirilmesini saçma bulurum aslında. Köşe yazısı nedir ki? Ertesi gün biter, çok da manası yoktur. Bu öyle değil ama. Bu, başka bir şey. Derli toplu olması iyi oldu, hep rüyasını görüyordum bunun. 

Gerçekten de bir güne ya da bir zamana ait olmayan yazılar yer alıyor kitapta.

Değil tabii, beş yıl sonra da eline geçse, yine okuyabilirsin, sıkıntı olmaz.

Gelelim kitabın kendisine. Sizin de girişte vurguladığınız üzere anlattığınız hikâyeler kaba özetlerden, tarihte detaylarını bilmediğimiz, ‘ana karakterden’ ziyade ‘yan karaktere’ hatta ‘karşı karaktere’ odaklanan yazıları kapsıyor. Kahramanlar kadar hainlerin de karşımıza çıktığı örnekleri görüyoruz. Bununla birlikte söz konusu yazıların tarihe rastgele salvolar olduğunu söylemek de mümkün değil, en nihayetinde bütünlük içerisinde bir kompozisyon var önümüzde. Toplumsal mücadeleler tarihinden çeşitli açılardan ufkumuzu açan hayatlar gibi bir izlenim ediniyoruz, bu yüzde size de sormak istedim; bu hikayeleri birbirlerine bağlayan şey nedir? Bu profillerin buluştukları yer nedir?

Belki hepsi değil ama -önsöz gibi olan yazıda da var- ortak yanı daha az bilinen karakterler olması, en azından Türkiye’de az bilinen karakterler olması. Türkiye’yi vurguluyorum özellikle, örneğin Bruno Neri hem futbolcu hem partizan, İtalya’da özellikle kendi bölgesinde büyük kahramanlardan biri hâlâ ama biz az biliyoruz. Benzeri mesela, kitap dışında henüz yayınlanacak bir Arif Mostarlı yazısında; Ljubo Cupic var, Karadağlı. Belki hatırlarsınız o fotoğrafı, infazından önce gülerken. Karadağ’ın milli kahramanı ve Arjantin doğumlu... Yani aile önce Arjantin’e gitmiş, oradan geriye dönmüş, idama mahkûm edilmiş, kurşuna dizilmiş. Evet, orada, Karadağ’da çok önemli ama biz bilmiyoruz.

                                                               Ljubo Cupic

Kitabın bir motivasyonu bu. İkinci motivasyonu ise şu; biz her meselede iyi ve kötü şeylerin sadece bizimle ilgili olduğunu zannediyoruz -örneğin şimdiki göçmen dalgaları gibi; oysa dünyanın her yerinde öyle. Trajik olaylar ve karakterler için de bakışımız çok dar kalıyor. Hem devrimci kişilikler hem karşı devrimci pozisyondaki insanlar bakımından da daha uzakta olanlar ve özellikle çok bilinenlerin dışındakiler aklımıza gelmiyor. Örneğin Bolivya’da Che Guevara kadar önemli olan bir adam vardır: İnti Peredo, Che’nin hemen ardından örgütü devralan kişidir, az bilinir bizde. Oysa ilginç bir detaydır, Denizlerin grubunda -hangisi olduğunu tam bilmiyorum, belki de yanlış hatırlıyorum şu anda ama o gruptan birisinin- kod adı İnti! Yani onlar biliyorlarmış İnti Peredo’yu. Ya da çok tipik örnek: Lucía Topolanski… Eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica’yı biliyoruz, şahane bir adam, eski gerilla falan ama ‘eşi’ diye anılan kadın da aslında muhteşem bir kişilik!

Sizin de kitapta söylediğiniz üzere, önce bıyıklılara bakma hatasına sıkça düşülüyor ve Topolanski genelde medyada kendine daha çok ‘Mujica’nın eşi’ olarak yer buluyor.

Evet öyle adı geçiyor. Asıl soruya gelirsek, bütün anlatıları bir araya getiren şey, en azından bizim için gölgede kalmış olanlar. Elbette bunlar hiç yoktan keşfettiğim şeyler değil. Neticede bunlar çok bilinmeyen insanlar olmayabilir ama daha tarihsel anlatımın arka planında kalan, kenarında kalan insanlar diyebilirim. Hatta bazı olaylar da böyle. ‘Tarihin Belleği’ derlemesini asıl bir araya getiren şey bu. Bence bu hepimiz için çok büyük bir eksiklik. Çünkü tarih öyle bir şey değil; yani tarihteki insanlar hepimizin ilk bakışta bildiği insanlardan ibaret değil.

Az önce bakıyordum, Karadeniz’de 15’lerin katli olayı… Orada biz Ethem Nejat ve Mustafa Suphi’yi görüyoruz; oysa 13 insan daha var arkada. Maria’yı yeni keşfetmişiz zaten! Onun çektiği eziyetleri öğreneli daha şurada kaç yıl oldu? Ama diğerleri de var. Kazım Bin Ali diye bir adam var; onlardan biri Manisalı, hemşerim. Ercişli Ahmet Oğlu Hayrettin var mesela. Uşak’tan, Balıkesir’den insanlar var, ta oralara gitmişler. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum; çok merak ediyorum ben mesela, Manisalı genç bir insan Bakü-Gürcistan-Sovyetler filan, nerelere gitmiş öyle…

Sahiden hangi rüzgârlarla ilerleyen bir yolculuk acaba diye insan merak ediyor.

Muhtemelen esirler bunlar. Savaş esirlerinin bir bölümü komünist oluyor orada ve TKP’ye katılıyorlar. Ama nasıl bir şeydir bu! Manisa’dan gidip Bakü’de parti üyesi olup sonra Erzurum’a Trabzon’a gelip öldürülmesi…

Daha güzel bir şey söyleyeyim, övmek istiyorum çünkü özellikle; Bianet’ten Tuğçe Yılmaz hakkı teslim edilmeyen çok iyi bir iş yaptı geçen yıllarda. Hatırlarsın 1 Mayıs 1977 üzerine. Ya bir sürü insan ölmüş orada, hepsinin birer hikâyesi var, değil mi? Ailelerine ulaştı, çocuklarına… Çok zor bir çabaydı herhalde.

Kesinlikle çok güzel bir işti, seriyi hazırlarken Tuğçe Yılmaz ile kısa bir konuşma fırsatımız olmuştu, sonrasında ben de mesela sadece Jale Yeşilnil’in hikayesini bildiğimi fark ettim.

Çünkü arayacaksın bulacaksın, çok zor, hatta kimilerine hiç ulaşamamış herhalde ama başlı başına iyi bir iş. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum işte. Mostarlı da bunu yapmak istiyor. Bunun negatif cephesi de aynı şekilde. Ben İvan Rios denilen adama çok hayrandım, FARC’ın en genç liderlerinden, ama okurken böyle oluyor işte, bir konuya bakıyorsun ediyorsun, başka bir şey yakalıyorsun orada. Ve oradan yürümeye başlayınca Rojas diye bir adama rasgeliyorsun, korkunç bir adam, bir ihanetçi ve ödül uğruna İvan’ı katledip sağ elini kesiyor, Kolombiya ordusuna götürüyor…

Kitapta yer almayan bir şey mesela. Rosa Luxemburg’u hepimiz biliyoruz. Ama daha ötesi de önemli. Onu öldüren bir ekip var, başlarında da Yüzbaşı Valdemar Pabst diye bir herif bildiğim kadarıyla. Bunlar SA’ların önceli denebilecek Freikorps diye askerlerden/emekli askerlerden oluşan kontrgerilla gibi bir örgüt ve başında işte bu Pabst var. Adam bildiğin Mehmet Ağar! Her şeyi başından itibaren o planlıyor. Oturdum onun hikâyesini anlattım mesela, aradım buldum, ne yapmış, Alman Ordusundan nasıl oraya gelmiş, olaydan sonra nasıl yargılanmışlar -daha doğrusu yargılanmamışlar...

‘Hafıza iki yanlı bir kavram’ diyerek belki bunu kastediyorsunuz herhalde?

Evet, hafıza her zaman iki yanlı. Bak yine kitapta yer yoktu mesela Türkiye’den baktığımızda 7 Haziran Seçimlerinden hepimiz bahsederiz. Bingöl Karlıova’da 7 Haziran Seçimlerinden üç gün önce altı çocuk babası bir adamı vurdular: Hamdullah Öge. Gülbahar (13), Yeter (12), Narin (11), Pervin (9), Havva (6),ve Muhammed Resul’ü (4) yetim kaldı o gün. Otuz üç kurşun sıktılar adama! HDP seçim aracının şoförüydü. 7 Haziran’ı anlatırken o adamı anlatmazsan olmaz. Yani böyle insanlar var. Bir tarafından baktığında ‘küçük’ bir insan, ‘Selahattin Demirtaş’ falan değil bu adam, ama tam da işte anlatmak istediğim insanlar. Yani tarihin akışın içerisinde herkesin bir rolü var, herkesin bir kendi hikâyesi var. Dediğim gibi Karadeniz’de 15 kişi ölmüş ama orada 2 kişi ölmemiş ki sadece; 13 kişi daha var arkada.

                                                            Hamdullah Öge

Asıl derdim başlangıçta bu değildi belki ama daha sonradan öyle yürümeye başladı iş ve zaman zaman negatif karakterler, zaman zaman bana mesela en heyecan verici olan şeyler geldi. Hiç bilmiyordum ve herhalde hiç kimse bilmiyordu doğru dürüst: İki Tünel Buluşması! Uruguay’ın Punta Carretas cezaevi hikâyesi… İnsanın ağlayası geliyor, yani hayatın nasıl bir zincir olduğunu anlamış oluyorsun orada.

‘ASTIĞIMIZ RESİMLERİN ARKASINDA BAŞKA TÜRLÜ KAHRAMANLIKLAR VAR’

Tam da bilinemeyen ve bilinen figürlerden söz ederken ‘kahramanlık’ kavramı üzerinde de belki biraz durmak gerekebilir. Kitapta da ‘kahramanlık kavramının tanımını yapmanın zorluğundan’ söz ediyorsunuz. Kendi kendimize şöyle bir düşündüğümüzde ilk bakışta kusursuzluk gibi tanımlıyoruz kahramanlığı. Bu noktada kahramanlık ile insana dair özelliklerin ayrıştırılması gibi bir yanılsama da ortaya çıkabiliyor. Özetle kahramanlık kavramına dair neler söyleyebiliriz? Okuduklarımız insanların, devrimcilerin yaşamlarında onları kahraman kılan nelerdir?

Elbette devrimci süreçlerde bir kusursuzlaştırma yapıyoruzdur, hepimiz yapıyoruzdur. Oysa hiç kimse kusursuz değil. Evet, tarihsel anlamda çok önemli figürler var, bunu biliyoruz. Ama onlarda bile bazen biz bir sürü şeyi atlıyoruz. Örneğin Che Guevara bana göre sadece kahraman bir gerilla değil, iktisadi görüşleri olan, sosyalizm üzerine çok ciddi referans alınabilecek biri. Ki kocaman bir kitap var oradaki ekonomi tartışmaları üzerine, devletin yayınında bir dergide yapılıyor bu tartışmalar. Bettelheim’ler, Ernst Mandel’ler yazıyor vs… Ya da mesela Che’nin kıtasal devrim, dünya devrimi üzerine çok ciddi yaklaşımları var, bir sürü insan çok az biliyor, Küba’nın askeri tesislerinden bazılarını Beka Vadisi’ne çeviriyorlar o dönemde.

Latin Amerika’daki diğer örgütler de eğitim alıyorlar burada değil mi?

Evet evet, Kübalı deneyimli gerillalardan oluşan enternasyonal komite kuruyorlar, başında Che Guevara var. Bunlar Kongo’dan Cezayir’e koşturuyor… Artık nerede bir şey varsa… Bana göre mesela –bu uzun bir tartışma ama- rüşeym halinde bir enternasyonal var aslında. O dönem ‘Üç Kıta Konferansı’ dedikleri, Tricontinental dedikleri organizasyonlar... Keşke kesintiye uğramamış olsaydı. Yeni bir devrimci enternasyonale ulaşabilirdi çünkü. Burada Mahir’i düşün, Bijan Cezani’yi düşün, Venezuela’yı düşün… Ne geliyorsa aklına. Bir dalgada birbirine çok benzeyen insanlar bunlar. Mesela İran böyle miydi? Muhteşem devrimciler vardı! Aşağı-yukarı Mahir ile aynı dönemde, aşağı yukarı Mahir ile, Che Guevara ile aynı düşünceleri olan insanlar.

Yani biz kahraman olarak gördüğümüz insanların resimlerini asıyoruz ama o resimlerin arkasındaki başka türlü hayatlarını, başka kahramanlıklarını pek görmüyoruz aslında. Onlar da kahramanlık değil mi? Habire bir şeyler yapıyorsun, Bolivya’yı organize ediyorsun, Kongo’yu organize ediyorsun, Nikaragua devrimcileri zaten komşu kapısı yapmışlar, orada eğitiliyorlar falan… Bu büyük arka planı görmemiş oluyoruz, bu bir.

İkincisi, öne çıkan ve öne çıkmayı da hak etmiş olan tarihsel karakterlerin ötesinde bana göre başka kahramanlıklar da var. Kitapta var mı emin değilim, bir rahibin hikâyesi var mesela. Toplama kampı gibi bir yerde bir misilleme için 15 kişiyi öldürecek Almanlar; bir tutuklu ağlıyor, bir sürü çocuğu varmış adamın, ölmek istemiyor. Rahip Maximilian Kolbe çıkıp gayet sakince “Beni alın” diyor mesela. Bu bir kahramanlık. Michel Nash var, Şilili asker. Pinochet darbesinin sabahında “Ben halka ateş etmeyeceğim” diyen ve öldürülen bir asker. Ya da Raşid Meklufi benim en hayran olduklarımdan biri: Bir kariyerin var senin ya, düşünsene, Fransa liginin en iyi futbolcularındansın…

Ki bir de futbol dünyasından söz ediyoruz, şan şöhret paranın daha önde olduğu bir dünya.

Bir de Fransa milli takımındasın, De Gaulle seni övgülere boğuyor ve bir telefon geliyor Cezayir Kurtuluş Cephesi’nden, gidiyorsun. Libya’da çalışıyorlar o zaman antrenmanlar için, asgari ücrete yani! Türkçesi bu… Halkın desteği ile ayakta duruyorlar. Yirmi tane genç insan, şöhret olabilecek isimler hepsi, ki bazıları şöhret zaten ve hayatlarını bir tarafa bırakıp devletsiz bir milli takım kuruyorlar. Saçma görünüyor ama ilk kez oluyor tarihte.

Mesela Doğu Timor hadisesinde üç tane kadın gidiyor ve Endonezya’ya gönderilecek bir savaş uçağını tahrip ediyor. Sıradan insanlar bunlar. Ya da napalm bombalarının olduğu bir gemiyi bir tane tabanca ile ele geçiriyorlar. Saçma geliyor belki ama ele geçiriyorlar ve ulaşmasını engelliyorlar.

‘SIRA BİZSE GELSEYDİ, BU DENLİ YÜREKLİ OLABİLİR MİYDİK?’

Bana da bir örnek daha çok etkileyici gelmişti kitapta, Mahir’leri hayatı pahasına evinde saklamayı kabul eden Hatice Alankuş’un hikayesi. Yazıda son olarak çok çarpıcı bir soru ile bizi baş başa bırakıyorsunuz “Sıra bize gelseydi bu denli yürekli olabilir miydik?” diye. Bazen bir biyografiyi okurken bir hayatı ister istemez bir çerçevenin içerisine sığdırmış oluyoruz. Öyle olunca da siyah beyaz bir film karesi izliyormuşuz gibi oluyor. Ve sonunda da tıpkı bir filmden sonra yaptığımız gibi uzun uzun, büyük laflar ederek bir şeyler söylüyoruz. Ama asıl hikâye sizin vurguladığınız bu sorunun gerçekliği herhalde. Sizce kahramanlık kavramı sorduğunuz bu soruyla nasıl bağlanabilir?

Şöyle; bir dönem RAF’ın Almanya’da iyi zamanlarında böyle bir tartışma oluyor, Heinrich Böll ile başlıyor sanırım biraz da, yanlış hatırlıyor olabilirim. Almanca bir deyim de oluşuyor: “Gelseler ne yaparım?” diye aydınlar, gazeteciler, Almanya’nın iyi insanları arasında. Yani RAF’tan birileri kapımı çalsa saklar mıyım gibi… Böyle bir tartışma da oluşuyor. Hakikaten öyledir ama. Zor işlerdir zor zamanlarda bunlar. Çok sıradan insanlar 12 Eylül’de de 12 Mart’ta da kapıları çalındığında aranan insanlara “Abi çok ıslanmışsın gel içeri” dediler. Bunlar başkalarından daha az kahraman değiller.

Şunu söylemiyorum, Mahir çok büyük bir kişilik, tartışmasız ve benim hayatımın eksenini oluşturur Mahir Çayan, o ayrı bir konu. Ama Hatice Alankuş ve benzeri birtakım insanlar da önemli. Bunlar iyi eğitim görmüşler, yani hayatlarında öyle muazzam bir sıkıntı falan yok ama riske giriyorlar. Ya da yine Mahir’in çevresinden genç bir adam, bir sendikacı: Necmettin Giritlioğlu. O kadar önemli ki…

Gerçekten nice böyle insanın hayatını bilmiyoruz.

Evet, bilmiyoruz, bak şimdi yeni yayınlanacak romanımda iki gerçek karakter var: Abim ve yengem. Hakikaten romanda anlatılan şey, insanları evinde saklayıp geceleri sandalla denizde tutup eve getirme gibi… Abim benim, Demiryolcu Ömer. Çok sıradan, solcu bir insan. Ama yengem hâlâ anlatır, bir kadınla bir erkek aylarca kalıyor bunların evinde. Ya da Anne Frank’ın hatıra defteri hikâyesi. Yani o deftere sahip çıkıyorsun, o da bir kahramanlık, onun ele geçmemesi için her şeyi yapıyorsun. Mesela Kürtlerle ilgili düşündüğünde dağdaki adamın elinde silah var, kendini koruyabiliyor değil mi? Ama köyde? Canlı dinlemişliğim var bunu: Bir tane Binbaşı geliyor köyün birine. Üstelik ‘o’ yıllarda, HADEP zamanları! Diyor ki “Bir tane oy çıksın buradan, ananızı avradınızı yedi sülalenizi bilmem ne yapacağım.” Peki, sonra ne oluyor? Sandıkta ful HADEP! Bu kahramanlıktır. Kar altında Allah’ın bile unuttuğu bir köyde, beş tane çocuğun var, on tane torunun var ve sen bu riske giriyorsun. Bu kahramanlıktır işte. Hakikaten Binbaşı dediğini yapmıştır, en az 3-5 kişi gitmiştir o köyden.

Şimdi bütün bunların hepsi tarihin parçaları. Tarih böyle bir şey. Bu, çok öne çıkan kişilerin bunu hak etmedikleri ya da tarihsel kişilikler olmadıkları anlamına gelmiyor ama bir sürü başka insan var. O bakımdan 1 Mayıs 1977 hakkında Tuğçe Yılmaz’ın yaptığı çok kıymetli bir şey. Orada Ermeni ulusundan insanlar da var, iki üç kişi var. Onlara ulaşabildiler mi hiç bilmiyorum mesela. Ya da keşke ulaşabilsem, Profilo Direnişi var 70’lerde, orada Kirkor diye bir arkadaş öldürüldü yanlış hatırlamıyorsam. Ve bunun gibi…

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, tarihin kenarı demeyeyim ama gölgede kalan bölümlerini öne çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihçi değilim ben, öykücü olurum herhalde; çünkü öykü yazıyorum, daha dramatize ediyorum. Zaten öyle ama onu okunabilir bir öykü haline getiriyorum. Ama bunu yapmak gerektiğini düşünüyorum, umarım devam ettirebilirim.

Bir de mesela üzünç verici insanlar var. Bu anne-babalık işi orijinal bir şey; hatırlar mısın, bu Kenan Evren’in kızı “Çok iyi bir babaydı” demişti. Öyle olabiliyor gerçekten. Lumumba’yı öldüren ve onu asit kuyusunda eriten adam Soete’nin kızını görmüşsündür belki. Adam psikopatın teki ama kız hâlâ başka bir şey anlatıyor. Soete olayında düşün, bir sürü katil gece Lumumba’yı öldürmüşler, eritmişler, sülfürik asidin kokusu geçsin diye evde habire viski içiyorlar, rezil bir topluluk ve o çocuk evde. Ve hâlâ diyor ki “Babama yazık oldu aslında kimse onu anlamadı” falan.

Kendi anan baban olunca sahiden zor oluyor bazı şeyleri görmek herhalde.

Ve hâlâ diyor ki “Kongo’da siyahların durumu iyiydi aslında neden ayaklandılar ki?” Yani trajik! Ama öbür tarafta mesela Adolfo Kaminski var mesela. Ben sahtekârları çok seviyorum. Düşün kızı bile bilmiyor ne olduğunu ama adam yedi iklim dört bucakta herkese hizmet ediyor, orijinal karakterler bunlar. İhtiyacı olan tanıyor, daha fazlası değil, ihtiyaca binaen çalışıyor adamlar.

                                                      Adolfo Kaminsky ve kızı

Dediğim gibi kitabı seçmek de çok zor oldu, şimdi aklıma gelmiyor hepsi ama kitapta olmayan ilginç hikâyeler de vardı aslında. Mesela ben hiç bilmiyordum mesela Zoohuman diye bir şey varmış, ben hiç Avrupa’nın merkezlerinde zamanında çok fazla bulunan ‘insanat bahçeleri’.

Evet, ben de yakın dönemde okumuştum. Oradaki buradaki insanları getiriyorlar sonra hayvanlarmış gibi yemek atıp seyrediyorlar.

Evet evet… Ya da bu hikâyeler sırf karakterler üzerinden gitmeyebiliyor. Mesela futboldan hoşlanırız, Real Sociedad diye bir takım var güzel top oynuyorlar gibi… Ama 5 Aralık 1976’da yaptıkları! O efsane bayrak kulübün müzesinde duruyormuş, biliyor musun? Yani nasıl bir kendini riske atmaktır o. Sonra tutuklanıyor bazıları ama yine de yapıyorlar. Düşünsene Diyarbakır’da stadın ortasında şey açıyorsun… Öyle bir şey düşün.

SIĞLAŞAN TARİHİ DERİNLEŞTİRMEYE KATKI

Son olarak toparlamak adına belki kitabın ismiyle bağlayabiliriz. Gerçi ilk başta bahsedeceğimizi en sonda söylemiş gibi oluyoruz ama gölgede kalan kısımların ‘tarihin belleğine’ nasıl bir katkı sunmasını arzularsınız?

Hepimizin şahit olduğu bir sığlaşma var. Hani o 140 karakter dediğimiz şey. Her şey dün başladı zannediyor insanlar, en son Gazze meselesinde de öyle oldu, her şey 7 Ekim’de başlamış gibi… Bir sürü genç insan böyle gördü, genç olmayanlar bile öyle. 1948’de Nakba ile başlayan süreç, binlerce insanın katledilmiş olması, soykırım… Bu tarih yaklaşımı çok sığlaştı. Hani sosyal medyada çok meşhurdur ya, şairlerden uydurma dizeler, etkileşim denilen şey, vs… Bir onu kırmakta, daha da derinleştirmekte yararı olsun isterim.

İki, tarihçi değilim sonuçta ama tarihin parçası olan insanlardan, devrimcilerden bahsediyorum. Böyle hayatların da, böyle olayların da olduğunu ve bunların da çok önemli olduğunu algılamaları açısından, böyle bir tarih anlayışının gelişmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bitmez tükenmez bir süreç bu. Yani bu kitap, bu yazılar bitmez. Sen de almışsın, ben de yazmıştım bir ara, Kavazoğlu-Mişaulis hadisesi mesela. Zannediyor ki insanlar Kıbrıs olayı dün başladı. Yahu Kıbrıs’ta ne TMT’nin Rum öldürdüğü, ne EOKA-B Türk öldürdüğü var. Her ikisi de kendi tarafındaki sendikacıları, gazetecileri solcuları avlıyor. İlk orayı temizliyorlar.

Üçüncüsü, böyle şeylere ‘bakma’ motivasyonu da yaratsın istiyorum. Öndeki motifler her şekilde ilgiyi hak ediyor ama arkaya da bakma motivasyonu oluşsun istiyorum insanlarda. Rus Devriminden Vietnam’a, neresi gelirse aklına, her yerde milyonlarca insanın küçük küçük katkılarıyla, hatta zaman zaman boylarından büyük katkılarıyla yürüyen bir tarih var. Vietnam dediğinde Ho Şi Minh ya da Vietnam İşçi Partisi değil sadece; binlerce köylü var. Her biri bir şeyler yapıyor, her biri bir ucundan tutuyor işin.

Bu Türkiye için de böyle, benim kendi hayatım için de böyle. İsimleri benimle beraber mezara gidecek çok iyi insanlar tanıdım ben. Adamın beş tane çocuğu var, inanılmaz risklere girdi benim için. O insanları unutmamalıyız. Bu aynı zamanda bir vefa borcudur. Hamdullah Öge’yi ve çocuklarını da o yüzden hiç unutmamalıyız. Hepsi yetim kalmış. Şoförlük yaptığı için vurdular adamı, hiçbir sebep yok. Ben bu insanların hepsine borcumuz olduğunu düşünüyorum. Tarihte taş üzerine taş koyan herkese borcumuz var. Laf yapanlara borcumuz yok. Onlar laf yapmaya devam edebilirler, ama gerçek insanlara, kanlı canlı insanlara bizim borcumuz var.

                                                             /././

Sanallaşma, mutasyon ve çaresizlik -Haluk Yurtsever-

Cattelan'ın "duvara bantlanmış muz" çalışması, 2019 yılında 120 bin dolara alıcı buldu. Öte yandan ABD örneğinde Trump-Musk ikilisi eliyle ABD’de sermaye-devlet ilişkileri yeniden yapılandırılıyor. ABD’nin en büyük sağlık sigorta şirketlerinden birinin CEO’su Brian Thompson 4 Aralık 2024’te New York’ta öldürüldü. Bu üç olay, sınırda kapitalizmin değerde sanallık, siyasette şarlatanlık, halkta çaresizlikten kaynaklanan şiddet ürettiğini gösteriyor.

Bu yazı, 2024 sonunda ABD’de yaşanan üç örnek olay ve düşündürdükleri üzerine.

DUVARA BANTLANMIŞ MUZ

İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan'ın “Komedyen” adını verdiği "duvara bantlanmış muz" çalışması, 2019 yılında 120 bin dolara alıcı bulmuştu. New York’taki Sotheby's müzayede evi üç sanal kopyadan birini yeniden satışa çıkardı. “Eser”, 21 Kasım 2024’te yapılan müzayedede 6,2 milyon dolara “kripto girişimcisi” Justin Sun tarafından satın alındı. Basın toplantısında duvardaki muzu çıkarıp yiyen Çinli Sun, ayrıca Trump’ın desteklediği bir kripto para birimi projesi olan World Liberty Financial’a 30 milyon dolar yatırım yaptığını söylemiş.

Cattelan, hicvi bir eleştiri yöntemi olarak kullanan bir sanatçı olarak tanınıyor. Burada konuyu sanat yönünden değerlendirmeye kalkışacak değilim. Catellan’ın, duvara bantlanmış muzla piyasa-sanat ilişkilerini aşağılamak, eleştirmek istediği anlaşılıyor. Olayın ironisi, piyasayı eleştirmek için yaratılan bir sanal yapıtın piyasa tarafından nesneleştirilip böyle akıl almaz bir parayla ödüllendirilmesinde saklı.

Bu olayın kıssadan hissesi şu: Güncel kapitalizmde değer sanallaşıyor. Blokzincir teknolojisiyle yaratılan NFT (Non-Fungible Token) Türkçeye İngilizce baş harflere uygun olarak Nitelikli Fikri Tapu (NFT) olarak çevriliyor. Benzersiz, birbirinin yerine geçmeyen dijital ya da sanal varlık belgesi anlamına geliyor. 2020’lerin başlarında sanal evren (meta verse) söylemiyle parlatılmış ama ekonomik bir araç olarak beklenen ilgiyi yaratamamıştı. Bu son olay, sınırda kapitalizmin yeni normalinde, değerin nesneden ve içindeki toplumsal emek zamanından kopuşunu simgeleyen bir öncü örnek olduğu, geleceğin suretini bugünden gösterdiği için büyük önem taşıyor.

MUTASYON

ABD seçimlerinden sonra Donald Trump ile Elon Musk ikilisinin fiili iktidarları başlamadan önceki söylem ve eylemleri, en ileri modeli üzerinden kapitalizmin geçirmekte olduğu mutasyonu anlatıyor.

Trump milyarder bir iş adamı. Forbes’in aktardığına göre 6.2 milyar dolar (212,3 milyar TL) serveti var. ABD’yi, devasa askeri gücünü de arkasına alarak oligopollerin öncelikleri doğrultusunda büyük bir şirket gibi yönetmeye eğilimli olduğu biliniyor. Panama Kanalı'nı, özerk bir Danimarka toprağı olan Grönland'ı ele geçirmek için gerekirse askeri güç kullanabileceğini, ABD-Kanada sınırının kaldırılması için ekonomik baskı yapacağını açıkladı. Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini söyledi. Bunlar, Trump tarzını yansıtan onlarca örnekten yalnızca birkaçı.

Trump’ın kabinesi milyarderler geçidi gibi. Seçim sırasında ve sonrasında Trump'ı açık ve hiperaktif biçimde destekleyen Elon Musk 442 milyar dolara ulaşan servetiyle dünyanın en zengin kişisi. Bilişim oligopollerinin başını çekiyor.

Elon Musk, Hükümet Verimliliği Bakanlığı’na getirileceğinin duyurulmasından bu yana ABD başkanı gibi davranıyor. Washington Post, Musk’ın "gölge başkan" olduğunu yazdı. “Başkan Musk, yardımcısı Trump!”, “Elon Musk eş başkanmış gibi davranıyor”, “Musk gölge başkan mı?” cümle ve soruları gazetelerin manşetlerine çıktı. Musk’ın, Kongre’deki cumhuriyetçileri etkileyerek Trump’tan habersiz hükümet bütçesini kapatma girişimi son anda önlenebildi. Trump, kendine özgü tuhaf uslubuyla Musk’ın ABD’de doğmadığı için başkan olamayacağını açıkladı! Bütün bunlar olurken, seçilmiş başkan yardımcısı J.D Vance’ın adı bile geçmiyor.

Musk dünya siyasetinin her başlığı üzerine söz alıyor; kendinde başka ülkelerin iç işlerine karışma, dünyaya ayar verme gücü görüyor. 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak seçimler için "Almanya'yı sadece AfD kurtarabilir" diyerek açıkça bu aşırı sağ/neofaşist partiyi destekledi. İngiltere’de İşçi Partisi hükümetini, sosyalist olduğu için eleştirdi. Ortalıkta Reform” adıyla bilinen faşist eğilimli partiye 100 milyon dolar yardım yapacağı söylentisi dolaşıyor. İngiltere, Almanya ve Kanada başbakanlarını aşağılayan demeçler veriyor.

Musk, birçok devlet ve hükümet başkanıyla doğrudan görüşüyor. The Wall Street Journal'ın haberine göre, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de düzenli olarak iletişim halinde. 2023'te de Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Çin teknoloji CEO'larıyla San Francisco'da akşam yemeği yediği güncellenen haberler arasında yer alıyor.

Musk’ın Çin’le ilişkisi önümüzdeki dönem ABD siyasetinin en önemli ve kritik başlıklarından biri olacak gibi görünüyor. Sermaye çevrelerinden büyük destek alırken, ilişkilerinin ABD devleti için bir güvenlik sorunu yarattığını savunanlar da çıkıyor.

Musk’ın Çin’de çok büyük yatırımları ve bir “Çin dostu” olarak bilinen annesiyle birlikte büyük simgesel etkisi var. Tesla’nın Şanghay’daki birinci elektrikli otomobil fabrikasında 3 milyondan fazla otomobil üretildi. Şirketin dünya çapındaki satış miktarı 2011’den bu yana ilk kez düşerken Çin’deki satışları yüzde 8,8 oranında artarak, küresel satışlarının yüzde 36,7’sine ulaştı. Tesla'nın ABD dışındaki ilk enerji depolama fabrikası "Megafactory Shanghai" 2024’ün son gününde deneme üretimine başladı.

Tesla tek değil. Yıllık ciroları 600 milyar doları bulan 70 binden fazla ABD’li şirket Çin’de faaliyet gösteriyor. Bu, yıllardır bıkmadan yinelediğimiz dünya pazarının herhangi bir öznenin özerk/otarşik varlığını olanaksız kılan organik bütünleşme sürecini gösteren ampirik verilerden biri olduğu için önemli. 

The New York Times yazarı Thomas L. Friedman’ın, “Çin’de Marksist’ten çok Musksist var. Gençler Musk gibi olmak istiyor… Trump’ın yerinde olsam bir ‘Nixon Çin yolcusu’ hamlesi yapardım” diye yazması ve daha pek çok bilgi Trump dönemiyle birlikte ABD-ÇHC ilişkilerinin sürpriz gelişmelere açık olduğunu gösteriyor. 

Şarlatanlar da, büyük önderler gibi tarihin dönüşüm/geçiş kesitlerinde ortaya çıkıyor. Toplumlar böyle zamanlarda, şimdi ABD’de ve Trump-Musk ikilisi örneğinde gözlemlediğimiz gibi, gerçek seçeneklerin yokluğunda mistik bir dille değişim çağrısı yapan şarlatanların peşine takılabiliyor. Trump ve Musk egosu şişkin kişilikler. Kendilerini tanrı gibi görüyorlar. Öte yandan, şarlatan, narsist olmaları aptal oldukları anlamına gelmiyor. Bilgi ve donanımlarıyla değil ama iş adamı sezgileriyle sitemdeki tıkanıklığa tanı koymakta kurulu düzen ideologlarından daha esnek ve zeki oldukları bile söylenebilir.

Öte yandan, ABD’de yaşanmakta olan mutasyon bu iki adamın kişisel özellik ve “performansları”yla anlaşılıp açıklanacak yalınlıkta değil.

Bu tablo, “sermayenin hareketi devletleri aşıyor” önermesinin iki anlamıyla da doğrulanmakta olduğunu gösteriyor.

Birincisi, sermayenin hareketine engel ulus devletler parçalanıp etkisizleştirilirken, küresel ısınmayla birlikte eriyip yumuşayarak meta/rant değeri artan Sibirya, Kuzey Kutbu ve Grönland geleneksel paylaşım mantığıyla sonuna dek sömürülecek egemenlik ve paylaşım alanları olarak öne çıkıyor. Paylaşım kavgası, kimi zaman çatışmayla, kimi zaman uzlaşmayla sürdürülüyor. İklim krizi hiçbirinin umurunda değil. Trump’ın Grönland açıklamaları buraya oturuyor.

İkincisikapitalizmin anayurtlarında sermaye, geleneksel devleti içerik ve işlevler açısından da aşıyor. ABD örneğinde Trump-Musk ikilisi eliyle ABD’de sermaye-devlet ilişkileri yeniden yapılandırılıyor.

Çok büyük ve güçlü bilişim oligopolleri, devletsi bir güç ve inisiyatif kapasitesine ulaştılar. Devletin geleneksel işlevlerinin giderek daha çoğu bu şirketlerin ellerindeki yapay zekâ uygulamalarına geçiyor. Bu eğilim, her toplumun özgüllüğünü yansıtan bir içerik ve faz farkıyla dünyanın her yerinde güç kazanıyor. Bu nedenle, sermaye-devlet ilişkisindeki yeni yapılanmayı (konfigürasyon) kavramak dünyayı değiştirmek isteyenler için teorik bir ilginin ötesinde siyasal bir önem taşıyor.

LUİGİ MANGİONE OLAYI

ABD’nin en büyük sağlık sigorta şirketlerinden biri olan United Healthcare’in CEO’su Brian Thompson 4 Aralık 2024’te New York’ta öldürüldü. Thompson’u öldürdüğü iddia edilen Luigi Mangione, cinayetten birkaç gün sonra bir ihbar üzerine McDonalds'ta yemek yerken yakalandı. Çıkarıldığı mahkemede savunma yapmayı reddetti; yalnızca “ben suçlu değilim” demekle yetindi.

Luigi Mangione 26 yaşında, beyaz, iyi okullardan parlak derecelerle mezun olmuş, sportmen, yakışıklı bir veri mühendisi. Zengin bir aileden geliyor. ABD ortamına egemen siyah, Latin, Müslüman, göçmen vb. “suçlu adayı” tipinden farklı bir profili var. Solcu ya da sağcı değil. Aşağıda özetleyeceğim yaygın sempatiyi kazanmasında bu profilin de etkili olduğu anlaşılıyor.

Mangione, 2023’te genetik olduğu bilinen bir hastalık nedeniyle belinden ameliyat oluyor. İyileşeceğine kötüleşiyor. Ameliyattan sonra spor yapamaz, idrarını tutamaz hale geliyor. Aktif cinsel yaşamının sona erdiği söyleniyor. Mangione bu sonuçlardan paraya tapan, acımasız/zalim ve adaletsiz ABD sağlık ve sigorta sistemini, onun önde gelen figürlerini sorumlu tutuyor.

Luigi’yi ibret olsun diye Ortaçağ ritüellerine andırır biçimde kent merkezinde uzun bir yürüyüşe çıkardılar. Beklediklerinin tam tersi oldu. Turuncu mahpus elbisesiyle dimdik yürüyen genç adam görüntüsü kısa zamanda Robin Hood tipi bir halk kahramanı ikonuna dönüştü.

Gösterinin (show), ABD kültürünün bir parçası olduğunu biliyoruz. Bu olayın ortaya çıkardığı tepkinin yalnızca bu etmenle açıklanması ise mümkün değil.

ABD yurttaşlarının yüzde 80’inin Luigi’yi desteklediği belirtiliyor. Onu ihbar eden kişi lanetleniyor. Hapishanede de büyük bir saygı ve sempatiyle karşılanıyor.

Bir kadın, soruşturma sırasında “ben suçlu değilim” den başka bir şey söylemeyen Luigi’yi “savunmayı reddet” diyerek destekleyen bir sosyal medya paylaşımından sonra gözaltına alındı. Serbest bırakılması için bu tür suçlamalarda görülmeyen yükseklikteki (100 bin dolar) kefalet parası kendiliğinden bir dayanışmayla kısa zamanda toplandı.

Luigi, “bombacı” olarak tanınan Amerikalı matematikçi, eski akademisyen Theodore Kaczynski’nin Türkçeye Sanayi Toplumu ve Geleceği: Unabomber - Manifesto (Kaos Yayınları, 2013) adıyla çevrilen kitabını 4 yıldızla beğenmiş ve yorumlamış. Yorumunda, başka iletişim biçimlerinin tükendiği koşullarda, “şiddetin hayatta kalmak için gerekli” olduğunu belirtiyor; yazısını şöyle bitiriyor: “ ‘Şiddet hiçbir şeyi çözmez’ cümlesini sadece korkaklar ve zalimler söyler.”

Brian Thompson cinayetinden sonra, ABD sağlık sigorta şirketi uygulamalarının yüzlerce ibretlik, dehşet verici hikâyesi ortalığa döküldü. ABD yurttaşlarının bir bölümünün bu silahlı saldırıyı bir tür haklı intikam olarak algılamalarında, insan sağlığına değil kâra odaklı paragöz sigorta şirket skandallarının çok önemli payı var.

Sistemin, en zayıf noktalarından birinden bu ölçekte sorgulanması üzerinde düşünmek gerekiyor.

*

Bu üç olay, sınırda kapitalizmin değerde sanallık, siyasette şarlatanlık, halkta çaresizlikten kaynaklanan şiddet ürettiğini gösteriyor.

Biriken toplumsal öfke, siyasal seçenek yokluğunda, ilginç kanal ve biçimlerde dışa vuruyor; öfke ve enerji birikiyor. Bu muazzam gizilgücün yalnızca yıkıcı değil, aynı zamanda kurucu bir enerjiye yükseltilebilmesi ise teorik eleştirinin, toplumsal proletaryanın eylemli eleştirisiyle maddileşmesine bağlı görünüyor.

                                                            /././

Trump'a Grönland'ı satın alma yetkisi veren tasarı Temsilciler Meclisi'ne sunuldu

Temsilciler Meclisi'nde ve Senato'da çoğunluğu elinde tutan Cumhuriyetçiler, Trump'a 'Grönland'ı satın alabilmek için Danimarka ile görüşmeler yapmasına' yetki veren tasarıyı sundu.(https://www.gazeteduvar.com.tr/trumpa-gronlandi-satin-alma-yetkisi-veren-tasari-temsilciler-meclisine-sunuldu-haber-1749545)

HTŞ’ye cihatçı eleştiri (I+II)-Ümit Kıvanç-

(I)

Somut siyasî başarıyı getireceği kestirilebilen pratik adımlarla, çiğnenmemesi, tavizsiz korunması, yerleştirilmesi gereken ilkeler arasındaki gerilim, El-Nusra’nın ŞFC’ye dönüştüğü aşamada açıkça ortaya çıktı. Hâlâ sürüyor ve muhtemeldir ki, bugünkü, Şam’da ele geçirilmiş iktidarın yönetilmesi ve yeni rejim kurulması aşamasında çok daha şiddetlenecek. Birileri birilerini ihanetle suçlamaya başladı bile.

Suriye İçsavaşı’na, önce Irak El-Kaide’sinin Suriye kolu olarak başlayan El-Nusra Cephesi, bugün Şam’da iktidar koltuklarına kurulmasına kadar geçen süre içerisinde, silahlı siyasî hayatı boyunca çeşitli örgütsel dönüşümlerden geçti, çeşitli ittifak ilişkileri kurarak etkinliğini genişletti. Önce giderek bağımsızlaşmasına meydan vermemek için “Irak ve Şam” İslâm Devleti’ne dönüşen Irak El-Kaide’sinden koptu, sonra uluslararası El-Kaide merkezinden (Temmuz 2016). Aynı sırada kendini merkezinde -ve tepesinde- yeraldığı bir örgütler koalisyonuna (Şam’ın Fethi Cephesi - ŞFC) dönüştürdü, sonra bütün rakip örgütleri yok ederek ya da onlara otoritesini kabul ettirerek ve İdlib cihatçı bölgesinde mutlak hakimiyeti sağlayarak Heyet Tahrir el-Şam’a (HTŞ). Bu örgütsel dönüşümlerin ne ölçüde ideolojik-siyasî dönüşümleri de içerdiği henüz muamma. Şimdiki mevzumuz bununla ilişkili.

Şam’ın Fethi Cephesi, kuruluşu ilan edilirken, El-Kaide’nin uluslararası merkeziyle El-Nusra döneminden beri süregelen -biatlı- organik ilişkisini kopardığını açıklamış, bu açıklamayı kimse inandırıcı bulmamıştı. El-Kaide ile bağları koparma duyurusunun Suriye içine ve -belki daha çok- Batı dünyası ve Arap devletlerine yönelik bir çağrı niteliği taşıdığı düşünülmüştü. Uluslararası cihat merkeziyle bağlantılı bir silahlı örgüte Suriye İçsavaşı’nda silahlı muhalefet liderliği ve belki de ülkenin gelecekteki hakimi rolü vermeye ne Batı ne Arap devletleri niyetliydi. Bu rol verilemeyince gerekli maddî ve siyasî-diplomatik destek de verilmiyordu. Rejimi devirmeye oynayan bir silahlı siyasî hareketin ülke içinde gereken yaygın desteği bulması açısından da bu ilişki pürüz yaratıyordu.

Suriye’nin silahlı İslâmcı örgütleriyle arası herkese göre çok daha iyi olan ve politikasını, stratejisini onlar üstüne kuran Ankara, El-Nusra’nın ŞFC’ye dönüşme duyurusuyla fazla ilgilenmiyor, Suriye topraklarındaki askerî-idarî varlığı, sınırdaşlığın sağladığı sürekli stratejik konum ve ordusunun gücüyle ipleri elinde tuttuğu ve gerektiğinde dizginleri çekebileceği varsayımıyla davranıyordu. Ankara’nın tutumu Suriyeli silahlı muhaliflerin eninde sonunda kendisine muhtaç kalacakları hesabına dayanıyordu; Rusya’nın hava bombardımanları yüzünden bıçak kemiğe dayandığında Suriyeli cihatçıların El-Kaide bağlantısı dahil her şeyi bir kenara atarak, acil destek verebilecek yakın müttefikin çizeceği hat üzerinde yürüyeceğini öngörüyorlardı. Halep’i rejime teslim edip ülkenin her yerindeki cihatçıları İdlib’e toplama, orada da Rusya’ya kırdırmama operasyonu, bütün hassasiyetine ve gelgitlere rağmen sonuç itibarıyla kayda değer başarıyla yürütülebilmişti.

Öte yandan, Nusra’dan bu yana en güçlü örgütlü oluşumun başını çeken Ahmed el-Şara (o sırada Ebu Muhammed el-Colani) ve yakın çevresindeki ekip, pekâlâ Suriye içinde bir İslâm “emirliği” kurup başına geçebileceklerini öngörmeye başlamıştı. Ancak bunun için her şeyden önce uluslararası cihadın Suriye kolu olarak tanınmayı bırakıp hedefi Suriye ile sınırlı (“Suriye içi”) bir güç olmaya geçmeleri gerekiyordu. Zaten El-Kaide’den kopma sürecindeki tartışmalarda öne sürdükleri en güçlü delil buydu ve -kendi iddialarına göre- bir aşamada El-Kaide’nin o sıradaki lideri Eymen el-Zevahiri’ye, “tamam” dedirtmeyi başarmışlardı. Bu sürece ilişkin hikâyenin HTŞ versiyonunda Zevahiri, “Suriye sınırları içinde İslâm emirliği kurabilecekseniz, öyle olsun,” demişti. “Oradaki Müslümanların hayrınaysa öyle yapın.” (Başka versiyon da var. Zevahiri’nin evet demediği, ayrılmanın emrivâkîyle, fiilen gerçekleştirildiği, yani El-Kaide merkezine resmen kazık atıldığı da iddia ediliyor. Birazdan konu edeceğimiz, HTŞ önderleriyle araları açılan Selefî din âlimleri tarafından.)

Arap devletlerini ürkütmeyecek, Batı’dan kabul görebilecek, “mâkûl” bir İslâmcı çizgi, gözü dönmüş DAİŞ’in yarattığı dehşet manzaralarıyla kana bulanan cihatçı imajının yerini alabilirse, Nusra’nın etrafına daha küçük çeşitli örgütleri toplayarak oluşturduğu ŞFC hem dışarıdan daha geniş ve istikrarlı yardım alabilecek hem de Suriye içinde daha geniş destek bulabilecekti.

Ancak “Suriye içi” kavramını bile daha baştan tartışmalı, sallantılı hale getiren bir gerçek vardı: Nusra’nın askerî başarısı, ülkelerindeki savaşı uluslararası cihadın parçası olarak gören binlerce Suriyeli ile, tam da bu nedenle maaile oraya göçmüş, yerleştirilmiş, hem savaşan hem yaşayan, gidecek başka yeri olmayan binlerce yabancı (Mağripli, Orta Asyalı, Kafkasyalı) savaşçının eseriydi. Bu mücadele aynı zamanda, cihatçı âleminin öndegelen “âlim”lerinin sağladığı manevî şemsiyenin gölgesi altında yürütülüyordu. Suriye’deki etkinliğin zamanla bir tür çekirdek oluşturacağı, Irak’taki potansiyel müttefiklerle, Arap Yarımadası El-Kaide’si ile, El-Kaide biatlı örgütlerin Afrika’da yayılmakta olan güçleriyle, Batı ülkelerindeki unsurlarla birleşerek bir küresel cihat faaliyetine kan ve can katabileceği hayal ediliyordu. Her hâlükârda Suriye’de kurulacak sahici İslâm emirliği bir çekim merkezi, sıçrama taşı, en azından ilham ve şevk kaynağı olabilirdi.

İslâmcı-olmayan muhalif güçlerle ittifak halinde iktidarı hedefleyerek yürütülecek Suriye içi mücadelenin başarı şansı şüphesiz ayaklar yere basılarak ele alınabilecek gerçekçi ihtimaldi. Öbürü, görece ütopik-idealist gözüken safkan cihatçı çizgi, gündelik, somut, taktiksel siyasî tartışma içinde daha kolay alt edilebilir görünse de, manevî dayanakları bakımından hep avantajlıydı. Ortalıkta açıkça inkâr edilmesi imkânsız dinî-ideolojik deliller ve dogmalarla savunulabiliyordu. Ve savunucuları, yani pratik siyasetin önderlerini her an “sapma” ile, giderek “ihanet” ile suçlayabilenler, eli silahlı cihatçı örgüt mensuplarınca âdetâ kutsanmış, hikmetinden sual olunmaz “âlimler”di.

Somut siyasî başarıyı getireceği kestirilebilen pratik adımlarla, çiğnenmemesi, tavizsiz korunması, yerleştirilmesi gereken ilkeler arasındaki gerilim, El-Nusra’nın ŞFC’ye dönüştüğü aşamada açıkça ortaya çıktı. Hâlâ sürüyor ve muhtemeldir ki, bugünkü, Şam’da ele geçirilmiş iktidarın yönetilmesi ve yeni rejim kurulması aşamasında çok daha şiddetlenecek. Birileri birilerini ihanetle suçlamaya başladı bile. Bakalım iktidarın göz alıcılığı tekfircilerin yutkunup girişimlerinden vazgeçmelerine mi yolaçacak yoksa yeni, radikal ve marjinal cihatçı örgütler çıkıp, HTŞ önderliğindeki yeni rejim kurucularına savaş mı açacak?

Tartışma beklenmedik boyutlara varabilir. Cihatçısıyla, mülayimiyle uluslararası İslâmcı âleminde çatışmalara, keskin ayrışmalara yolaçabilir.

Gerçi El-Kaide biatının iptali üzerine Nusra’dan ayrılıp Huras el-Din’i kuran radikallerin başına gelen ezme-bastırma operasyonunun Ortadoğu cihatçı âleminde kayda değer tepki yaratmayışını ölçü alırsak, somut-pratik kazanımlara -meselâ Şam’da iktidar- öncelik verileceğini, bunun zaten her şeyi işine gelecek şekilde eğip bükmeye meyyal siyasal İslâmcı fırsatçılığına da daha uygun düşeceğini söyleyebiliriz.

Ancak somut siyaset eleştiricilerinin, “ortodoks” çizgi temsilcilerinin itibarlarının yüksekliği ve dayanaklarının kolayca kenara atılamazlığı Şam’daki iktidar sahiplerinin, -özellikle bu mücadeleyi buraya kadar sırtlamış savaşçılarını, militanlarını pek de hoşlanmayacakları şeylere ikna etmeleri gereken hallerde- işini pekâlâ zorlaştırabilir. Unutmayalım ki, koca ülkede düzeni ve yasa hakimiyetini sağlamak için HTŞ’nin elinde sağlam, güvenilir, disiplinli asker-polis gücü henüz yok, Suriye ordusu perişan -ve herhalde birçok birimi HTŞ tarafından güvenilmez- halde, HTŞ ancak Nusra’dan beri gelen, bir kısmı sonradan katılan militanlarına güvenebilir, dolayısıyla onları gücendirmemesi gerekir.

İşte bu yüzden, Ürdünlü cihatçı “âlim” Ebu Muhammed el-Makdisi’nin Aralık ayında yeniden sesini yükseltmesi Ahmed el-Şara ve yoldaşları için pek hayra alâmet değil. Şam’da Suriye toplumunun çeşitli farklı kesimlerini memnun edecek bir “katılımcı” ve görece demokratik yönetim oluşturulması eğer sahiden amaçlanıyorsa, Makdisi gibilerin itirazları her türden radikal İslâmcı için gevşetilmesi zor ayak bağları oluşturacaktır.

(II)

Bir Selefî düşünce-siyaset adamı olan Makdisi’ye göre, ittifak örgütünün adının değiştirilmesi bile şeriattan vazgeçildiği, demokrasiye yönelindiği yönünde işaretti. ŞFC’deki İslâmî çağrışımlı “fetih” kavramının yerine HTŞ’de böyle çağrışımı bulunmayan “tahrir” (kurtuluş) geçirilmişti.

Kısaca, Suriye’nin cihatçılıktan gelme yeni muktedirlerini kıyasıya eleştiren kıdemli âlim Ebu Muhammed el-Makdisi kim?

Öyküsünü Irak tekfirci terörizminin kanlı önderi Ebu Musab el-Zerkavi’nin akıl hocalığından başlatıp, DAİŞ’e yönelik sert eleştirilerine uzatabileceğimiz bir Selefî düşünce-siyaset adamı. El-Kaide merkezi dahil kimseyi takmadan Şii katliamları yapan, bol kanlı, kışkırtıcı siyasî çizgisiyle çıkarmaya çalıştığı Şii-Sünni içsavaşından nihaî İslâmî zafer uman Zerkavi de bir noktadan sonra Makdisi’nin eleştirilerine mâruz kalmıştı. ABD ordusunca öldürülmese Makdisi’yle ideolojik-itikadî mücadelesi nereye varacaktı, bilmiyoruz. Yani Makdisi, Selefî-cihatçı âleminde kulak verilen, önemsenen, sayılan ve kendi cephesine yönelik olarak da lafını esirgemeyen bir şahsiyet.

                                                    Ebu Muhammed el-Makdisi

Makdisi, El-Nusra’nın İslâmcı olmayan örgütleri de bünyesinde toplamaya çalıştığı Şam’ın Fethi Cephesi (ŞFC) ve Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) hamlelerinden beri Ahmed el-Şara’nın yakasını bırakmadı. Daha önce (Zerkavi ve DAİŞ’e karşı) sahne aldığı tartışmalarda lüzumsuz ve zararlı gördüğü aşırılıkları eleştirirken bu defa öbür yöne dönmüş, HTŞ projesini “gevşeklik” ve İslâmî davayı “sulandırma” ile itham etmişti. ŞFC’nin uluslararası El-Kaide merkezinden kopma girişimini başta onaylayan Makdisi, birkaç ay sonra, bunun fayda getirmediğini, silahlı İslâmcı-cihatçı muhalefet saflarında daha geniş birlik sağlamaya imkân yaratmadığını, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun bombardımanlarını azaltmaya da yaramadığını öne sürerek, pişmanlık belirtmişti. O sırada, “sulandırıcılar”dan da yakınmış, yumuşama adımlarının bu tiplerin işine yaradığını ileri sürmüştü. Makdisi önceleri daha çok, doğrudan şeriat hakimiyeti amaçlamayanların mücadele alanından uzak tutulması talebiyle eleştiriler dile getirirken, giderek mücadeleyi “sulandırdığını” ileri sürdüğü cihatçıları hedef almaya yöneliyordu. HTŞ’nin kuruluş ilanını da temkinle karşılamış, şeriatçı olmayan unsurlarla biraraya gelişte mutlaka şeriatçılar lehine gerekli ağırlığın sağlanması konusunda uyarılar yayınlamıştı.

2017 başlarında Makdisi özellikle Suriyeli cihatçıların “dış güçler”le (TSK ve Ankara) fazla yakınlık kurmaması, (güya Suriye’de “çözüm” için Rusya, İran ve Türkiye’nin yürüttüğü üçlü diplomatik girişim olan) Astana toplantılarına temsilci göndermemesi için uğraşıyordu. Bu yönde ilerlenirse şeriat hakimiyeti kurma hedefinden uzaklaşılacağından endişe duyuyordu. Bu yüzden, -Astana’dan zaten dışlanmış bulunan- HTŞ önderlerinden “açıklık-kesinlik” talep ediyordu“Amacın insan yapısı yasaları değil şeriatı uygulamak olduğu”“Fırat Kalkanı gibi kirli işbirliklerini reddetme”“Astana gibi komploları reddetme”“dış destek sağlayan laik rejimlere yaklaşım” konularında açık, kesin tavır istiyordu. Bunlar sadece çalışma masasının başından ahkâm kesen bir âlimin hezeyanları gibi algılanmasın diye de, tavrına daha tehlikeli boyutlar katıyor, “açıklık” çağrısını yalnız kendi adına değil, ilişkide bulunduğu bazı örgüt üyeleri adına da yaptığını ilan ediyordu. Bu örgüt üyelerinin liderlere güveni sarsılmıştı, Makdisi’ye göre.

Makdisi’nin ağırlığını, HTŞ’nin şer’î konulardaki yetkililerinden Ebu Abdullah el-Şami’nin ona hemen yirmi sayfalık mektupla cevap vermesinden anlıyoruz. El-Şami, Makdisi’nin eleştirilerinin “örgüt içinde ona saygı duyan bazı kişileri rahatsız ettiğine” dikkat çekiyor, hattâ “örgütten ayrılmalara yolaçabileceğini” söylüyordu. El-Şami ayrıca, Makdisi ile doğrudan temas kurmaya çalıştıklarını, ama olamayınca alenî cevap verme gereği duyduklarını belirtiyordu. Makdisi’ye yanlış bilgiler verilmişti!

El-Şami’nin Makdisi’ye cevabında önemli bir bahis de Türkiye hükümeti ve Tayyip Erdoğan hakkındaydı. Türkiye’yi yönetenlerin tam anlamıyla Müslüman sayılıp sayılmayacağı, Suriyeli cihatçılar arasında uzun süre tartışma konusu oldu. TSK ile işbirliği yapılır mı, yapılmaz mı, bu konuda kavgalar koptu. Şimdi el-Şami, Makdisi’ye, Erdoğan ve Türkiye ile işbirliğini savunan herkesi “mücadeleyi sulandırıyor” sayamayacaklarını, aralarında farklı görüşleri savunanların bulunduğunu anlatıyor, “Nitekim Usame bin Ladin de başlangıçta Suudi yönetimini dışlamamıştı,” diye hatırlatıyordu.

HTŞ yetkilisi ayrıca, örgütün şeriat hedefinden vazgeçmediğini, Fırat Kalkanı Harekâtı ve Astana toplantılarına karşı durduğunu fakat bunları destekleyenleri kâfir ilan etmediklerini, dış desteği de kategorik olarak reddetmediklerini, ancak karşılığında şartlar dayatılırsa yardımı kabul etmeyeceklerini bildirdi.

Makdisi bu cevaplarla tatmin olmadı. Birkaç gün sonra, laik devlet yöneticileriyle ilişki kurulmaması gibi önemli noktalarda el-Şami’nin cevabının net olmadığını ileri sürdü. Ona yanlış bilgi verildiği iddiası da örgütten ayrılmaya hazırlanan memnuniyetsizlerin inanılırlığını zedelemek için ortaya atılmıştı, Makdisi’ye göre. Oysa El-Kaide ile bağın koparılmasını yanlış bulan bir grup ayrılmaktaydı ve HTŞ’ciler şimdi bu durumu örtbas etmeye çabalıyorlardı. Makdisi, HTŞ’nin El-Kaide’den kopma kararının sahiciliğini de tartışmaya açıyor, HTŞ’cilerin bu konuda dürüst davranmadığını iddia ediyordu.

Makdisi’ye göre, ittifak örgütünün adının değiştirilmesi bile şeriattan vazgeçildiği, demokrasiye yönelindiği yönünde işaretti. ŞFC’deki İslâmî çağrışımlı “fetih” kavramının yerine HTŞ’de böyle çağrışımı bulunmayan “tahrir” (kurtuluş) geçirilmişti.

Yukarıdaki bilgilerin önemli bölümünü de aldığım yazısında cihatçı hareketleri yıllardır izleyen Cole Bunzel’in aktardığına göre, cihatçı âleminde itibar sahibi bir başka Ürdünlü (Filistinli) Selefî âlim olan Ebu Ketede el-Filistini tartışmaya müdahale etti, iki tarafı uzlaştırdığını, Makdisi’nin eleştirilerini sürdüreceğini ama HTŞ’cilere yönelik kişisel suçlamalardan uzak duracağını açıkladı. (Bu arada bütün bunlar ilgililerin Telegram kanallarında cereyan etmekteydi.) Fakat HTŞ’nin, -sol terminolojinin daha yaygın olarak bilinen tâbiriyle ifade edecek olursak- “revizyonist”-uzlaşmacı çizgisinden kısa süre sonra bizzat Ebu Ketede de yakınmaya başladı.

HTŞ önderi Ahmed el-Şara (o zaman Colani), uyanıkça bir manevrayla, bir tür koalisyon olan ittifak örgütü HTŞ’nin başına, en büyük rakibi Ahrar el-Şam’ın eski lideri Ebu Cabir el-Şeyh’i getirmiş, kendisi başkomutanlığı üstlenmişti. Yani etrafa yönelik diplomasi yerinde, silahlı kuvvet kendi elindeydi. Ebu Cabir’in liderlik makamından yaptığı ilk açıklama, “ılımlı” Selefî olarak bilinen Ebu Ketede’yi huzursuz etti. Selefî âlim, HTŞ liderinin, sözlerini “sanki kimseyi kızdırmamak ve itiraza mahal vermemek üzere” seçtiğinden şikâyet ediyor, hedefinin ne olduğunu bile açıkça ortaya koymayan Ebu Cabir’in, “zaten endişe duyanları daha da endişelendirdiğini” söylüyordu. Selefî âlimler, “cihat elden gidiyor” korkusuna kapılmışlardı.

Ebu Ketede’nin endişeleri kısa süre içinde yatıştı. Bunzel’in “oldukça özeleştirel  fetva” diye nitelediği bir Telegram mesajıyla Ketede, “ideolojik bakımdan daha az katı ve daha geniş İslâmî topluluğa daha az kapalı” yeni bir liderler kuşağının cihat âleminde yükselişte olduğu gerçeğini kabullenmek gerektiğini belirtti. “Cihatçı hareket, uzun zamandır kısmen açılma ile kendini tecrit etme arasında gidip geliyor,” diye yazdı. Ketede’ye göre,“ideolojik grup fikri” yerini “İslâmî toplum projesine” bırakıyordu. Ketede, mesajını öngörüyle bitiriyordu: “İnanın bana, [cihatçı] hareket içinde başka değişiklikler de olacak.”

HTŞ’nin “İslâmî toplum projesi” teorisyenleri belli ki Ebu Ketede’yi yeni neslin yeni açılımlarına ikna etmişti.

Fakat tartışma bitmedi.

Bir vakit El-Nusra’nın en tepedeki şerî yetkilisi konumunda bulunan, El-Kaide’ye biatını geri çekmeyen, HTŞ’nin ilanından hemen sonra, 2017 Şubat’ında  örgütten ayrı düşen, doktoralı Ürdünlü âlim Sami el-Ureydi, üstü kapalı, dolaylı ifadelerle teorik-siyasî eleştirilere başlamıştı. Temel temaları, insan yapısı yasalara mı şeriata mı bağlı yaşanacağı gibi genel ve teorik, El-Kaide’ye biat ve itaatten niye vazgeçildiği gibi politik-stratejik sorunların yanısıra, Türkiye ile Katar’dan ve destekledikleri İslâmcı gruplardan uzak durulması gibi gündelik-pratik kararlardı. Ve elbette “küresel Sünni cihat hareketlerinden kendilerini ayırıp milliyetçi söylemleri benimseyen” Suriyeli örgütlerin tavrı.

DEVAM EDECEK...

                                                             /././

Yenidoğan çetesi: Ruhsatı iptal edilen hastaneler SGK'ye astronomik fatura kesmiş -Osman Çaklı-

Yenidoğan çetesinin son 2 yılda, SGK’ye 2 milyar 500 milyon liralık fatura kestiği ortaya çıktı. Bu miktar, devlet hastanelerinin kestiği faturanın 10 katından fazla. SGK faturaları inceliyor.(https://www.gazeteduvar.com.tr/yenidogan-cetesi-ruhsati-iptal-edilen-hastaneler-sgkye-astronomik-fatura-kesmis-haber-1749506)

                                                                    ***
(duvaR)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -12 Mart 2025-

İsrail’e uşaklık ve İsmail Kılıçarslan -Ali Ufuk Arıkan- "Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve...