Okul yok, yemek yok, elektrik yok, internet yok ama "uzaktan, "kesintisiz" eğitim şahane - Adnan Gümüş / Evrensel



MEB, milli görüşün eğitimde 20 yıldır yaptıklarını, hazırladığı "Geleceğin İnşası: Eğitim 2002-2024" kitabında anlatıyor. “Afet ve kriz dönemlerinde eğitim çalışmaları” bölümünde pandemi ve deprem sürecinde yaptıkları anlatılmış, geçen hafta pandemide yaptıklarına bakmıştık. Bu hafta deprem sürecinde yaptıklarını ele alacağız.

Kitapta şu sorulara yanıt arandığı belirtiliyor:

* “Afet ve kriz durumlarının eğitim sistemine olan etkileri nelerdir?

* Türkiye’de afet ve kriz dönemlerinde uygulanan eğitim politikaları nelerdir?

* Kovid-19 pandemisi ve Kahramanmaraş depremleri gibi kriz dönemlerinde hangi önlemler alınmıştır?

* Kriz dönemlerinde psikososyal destek hizmetleri nasıl organize edilmiştir?

* Uzaktan eğitim ve dijitalleşme süreçleri afet dönemlerinde eğitimi nasıl desteklemiştir?

* Eğitimde fırsat eşitliğini sağlama adına hangi uygulamalar geliştirilmiştir?

* Afet ve kriz dönemlerinde eğitim sistemlerinin dayanıklılığı nasıl artırılmaktadır?​”

Kendi sorduğu soruları yanıtlarken MEB, kriz yönetimini başarılı şekilde yürüttüğünü, hızla önlemler aldığını, eğitim faaliyetlerini birkaç haftalık kesinti dışında sürdürdüğünü, çok büyük çaplı psikosoyal destek hizmetleri verdiğini, hatta fırsat eşitliğini ve eğitim sisteminin dayanıklılığını daha da artırdığını iddia etmektedir.

DEPREMDE TÜM ÜNİVERSİTELER ‘UZAKTAN’ ÖĞRETİME GEÇİRİLDİ, OKULLAR BİR DÖNEM KAPALI KALDI

MEB, Pazarcık-Elbistan-Hatay depremlerinde eğitimi çok başarılı bir şekilde yönettiğini ve sürdürdüğünü iddia ediyor ancak yaklaşık iki yıl önceki depremleri hatırlarsanız en somut yaptıkları tüm Türkiye’de tüm üniversiteleri “uzaktan” öğretime geçirmekti. Deprem bölgesindeki 4 ilde 2023-2024 akademik yılı da uzaktan sürdürüldü. Okullar ise bu dört ilde depremin olduğu bahar yarıyılı kapalı kaldı, sadece 8. ve 12.sınıflara sınav desteği yapılmaya çalışıldı. Deprem bölgesinde aradan iki yıl geçmesine rağmen, bina ve derslikler yeniden hazır hale getirilemedi. Hatta sağlam kalan bazı okullar da başka kurumların hizmetine verildi.

Raporda maalesef bunlara değinilmiyor ama her tür bilimsel etki analizi yapıldığı iddia ediliyor.

Basit bir soru. Üniversitelerde dijital/uzaktan öğretime geçtiniz de bölgede, özellikle dört ilde elektrik sağlıklı çalışmıyor, internet sağlıklı işlemiyor, oturacak insanların başını sokacak çadırı, konteyneri bile sağlanmamış, ortam zaten yok, nasıl “uzaktan dijital öğretim” sürdürüldü?

Çocukların çok büyük bir kısmı bugün bile çadır ve konteynerlerde, bu şartlarda çalışacak, okula hazırlanacak asgarileri bile yok.

Israrla Türkiye geneli deprem kontenjanı verilmesi için bu köşede yazdım. YÖK-ÖSYM deprem kontenjanını bile sadece deprem bölgesindeki illere verdi, zaten buralarda üniversiteler zordaydı, hatta 4 ilde zaten kapalıydı. Kapalı üniversiteye ek kontenjan verdiler.

Öğretmenin öğrencinin yaşadığı güçlükler psişik sorunlardan öte duş almaya, sağlıklı su bile bulamamaya kadar vardı.

DEPREM DÖNEMİNDE YÜZDE 10 NAKİL, YÜZDE 90 NE OLDU?

Rapordan deprem sürecinde yaptıkları ile ilgili birkaç veriyi katarayım: “Depremden etkilenen illerde bulunan toplam 166 bin 238 öğrenci, tercih ettikleri illere nakledilmiştir. Ayrıca OHAL ilan edilen illerdeki ortaokul ve lise öğrencileri, talep etmeleri halinde eğitimlerine devam edecekleri illerdeki yatılı okullara ücretsiz olarak yerleştirilmişlerdir. Bu bağlamda, 2022-2023 eğitim-öğretim yılının ikinci döneminde, e-Devlet sistemi üzerinden deprem bölgesindeki 10 ilden 24 bin 226 ilköğretim ve 12 bin 986 ortaöğretim öğrencisinin nakil işlemleri gerçekleştirilmiş olup toplamda 37 bin 212 öğrenci yer değiştirmiştir (Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2024, s.39). (…) Özel öğretim kurumlarına ait kontenjanların yüzde 3’lük tam burslu öğrenci kotası, yüzde 10’a yükseltilmiş ve 35 bin 280 öğrenci özel okullara geçiş yapmıştır. (…) yaklaşık 254 bin öğrenci başka illere nakil olmuştur.

BÜYÜK ÖNLEM ALMIŞLAR, OKUL YOK, GELMEYENİ DEVAMSIZ SAYMAMIŞLAR, SINAVA O DÖNEM DERSLERİNİ DAHİL ETMEMİŞLER

Nakil yaptıranlar dahil “Depremden etkilenen on ilde (Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Osmaniye, Malatya, Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman, Adana ve Kilis) eğitim gören öğrenciler, 2022-2023 eğitim öğretim yılının ikinci döneminde devam şartından muaf tutulmuştur.” (…). “Ayrıca Liselere Geçiş Sınavı’na (LGS) girecek olan 8. sınıf öğrencileri ile Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) katılacak olan 12. sınıf öğrencileri, ikinci dönem derslerinin sorumluluğundan muaf bırakılmıştır.”

DERSLİKLER HAZIR DEĞİL, OKULA VE ÖĞRETMENE KONTEYNER

Hasar tespit çalışmalarında eğitim kurumları ile ilgili 11 bin 699 birimde hasar tespiti yapılmış bulunuyor.

 Bakanlığın  hasar  tespit ettiği 11 binden fazla birimden kaçı derslikti açık değil, ancak sadece “bu  dersliklerden  2 bin 571’i tamamlanarak yeni eğitim-öğretim dönemine  hazır hale  getirilmiştir” denmektedir.

Öğretmenlere yönelik ise konteyner sağlanmaya çalışılmıştır:“Öğretmenlerin aileleriyle birlikte konaklayabilmeleri için yapılmış ve belirlenen 11 bin 76 konteynerin  AFAD  tarafından  sevki  gerçekleştirilmiştir. (T.C. MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2024)”.

Aradan 2 yıl geçti. Bugün de okulların, öğrencilerin ve öğretmenlerin ne durumda olduğu aşikar. Pek çoğu konteynerlerde yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor.

 ÖĞRENCİLERİN YÜZDE 10’U İLE GÖRÜŞME, YÜZDE 90 NE DURUMDA?

MEB’in nicelik bakımından en iddialı verisi psikososyal destek hizmetleridir. “Afetten etkilenen 10 ilde; 416 çadır/birimde, 4 bin 574 rehber öğretmen/psikolojik danışman ile psikososyal destek çalışmaları yürütülmüştür. Depremden yoğun etkilenen 10 ilde bulunan 41 rehberlik ve araştırma merkezinde psikososyal destek hizmetleri yaz döneminde sunulmaya devam etmiştir. Deprem bölgesinde bulunan; 11 milyon 848 bin 36 öğrenci, 513 bin 650 veli ve 954 bin 414 öğretmen olmak üzere toplam 13 milyon 316 bin 100 görüşme yapılarak psikososyal destek hizmeti sunulmuştur.”

Deprem bölgesinde bu sayıda öğretmen ve öğrenci yok, görüşme sayısını ifade etmek istiyorlar. Bölgedeki öğrenci sayısı dikkate alınırsa öğrenci başına dört görüşme düşer.

Verilen tablo dikkate alınırsa 4 milyon 100 bin öğrenciden 440 bini ile görüşülmüş.

Yapılamayan kısma bakılırsa, depremden doğrudan etkilenen öğrencilerin yüzde 90’ına psikososyal bir destek sağlanamadığı anlaşılıyor.

ÖĞRENCİ SAYILARI: 4 İLDE KAYIPLAR

MEB’in istatistiklerinden hareketle öğrenci sayılarındaki değişimlere bakıldığında Malatya, Hatay, Adıyaman ve Kahramanmaraş illerinde öğrenci sayıları azalmış bulunuyor.

Depremin olduğu 2023 bahar döneminde Hatay’da 60 binden, Malatya’da 34 binden, Maraş’ta 28 binden, Adıyaman’da 15 binden fazla öğrenci azalmış.

Bir buçuk yıl sonra, haziran 2024 itibarıyla da durum toparlanamamış bulunuyor.

OKULDA SU VE BESLENME SORUNLARI: ÇOCUKLARIN TEMEL İHTİYAÇLARI KARŞILANDI MI, KARŞILANIYOR MU?

Aradan iki yıl geçti. MEB’e buradan açık bir soru soralım. Depremden bu yana sadece deprem bölgesindeki 11 ilde, alanı sınırlandırırsak depremlerde tarumar olan 4 il dikkate alınırsa, çocukların en temel ihtiyaçları karşılanabildi mi, hatta çocukların okulda su ve yemek ihtiyaçları karşılanabildi mi, karşılanıyor mu? Kaçının karşılandı ve karşılanabiliyor?

Depremlerden iki yıl geçtiği halde bugün bile deprem bölgesindeki öğretmen ve çocukların hali nicedir acaba?

 Adnan Gümüş / Evrensel

T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -16 Ocak 2025 -

“O tuğlayı çekin, duvar yıkılsın”: Uğur Mumcu’nun katili için komedi gibi 'araştırma'-Gökçer Tahincioğlu-

Devletimiz 1991’den bu yana yakalayamadığı Oğuz Demir’in nerede olduğunu sınır kapılarına yazı göndererek araştırıyor, açık bir dosya burada yıllardır bekliyor. Sonra “Uğur Mumcu cinayeti faili meçhul kalmıştır” denildiğinde, “Hayır, katilleri bulduk” diye itiraz ediyorlar. Hayır, bulunmadı; cinayete azmettirenleri, bu kararı verenleri, soruşturmayı engelleyenleri bilmiyoruz.


Kaç yıl geçmiş?

Uğur Mumcu’nun Ankara’da, şimdi adını taşıyan sokakta öldürülmesinin üzerinden 32 yıl geçti.

24 Ocak’ta Mumcu’yu, her zamanki gibi evinin önünde yeniden anacak ve faillerinin gerçekte neden bulunamadığını yeniden soracağız.

Düşünün, bir gazeteci, evinin önündeki aracına bomba yerleştirilmesi sonucu öldürülüyor.

Neden?

Sorunun yanıtı bugüne kadar verilemedi.

Devlet için böyle değil.

Cinayetten 7 yıl sonra, aniden Tevhid-Selam adlı bir örgütün varlığı tespit edildi. Bu örgüt, devlete göre, sadece Mumcu cinayetini değil, Bahriye ÜçokMuammer AksoyAhmet Taner Kışlalı suikastları gibi çok sayıda aydının öldürülmesi eylemlerine imza atmıştı.

Ne büyük güç!

Örgüt ortaya çıkartıldığında iki ismin bizzat Mumcu’nun aracına bomba koyma eylemini gerçekleştirdikleri iddia edildi.

Yer gösterme yapıldı, iki isim de kusursuz biçimde eylemi nasıl yaptıklarını anlattı.

Sonrası…

İki isme işkence yapıldığı, eylemi bu nedenle kabullendikleri anlaşıldı. Zira sonradan yakalanan başka isimlerin eylemi yaptıkları belirlenmişti. Türkiye tipi soruşturma…

* * * 

Örgütün cephaneliği Sincan’da boş bir arazide bulundu. Ve cephaneliğin, silahların bulunduğu gün, örgütün bir numaralı ismi Oğuz Demir, polislerin elinden kaçmayı başardı. Nasılsa bütün ülkede aranırken elini kolunu sallayarak yurtdışına kaçtı. İddiaya göre ailesini de yanına aldırdı. O gün, bugündür Oğuz Demir’den haber yok.

* * *

Mumcu davası, Oğuz Demir dosyası yönünden sürüyor.

Yarın Ankara’da önemli bir duruşma görülecek.

Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde o dönemki bilgilerini yeniden anlatacak.

* * *

Bundan tam 1 yıl önce Mumcu ailesinin avukatı Yalçın Akbal, mahkemeden iki kritik talepte bulundu.

İlk talebi, yerine getirilmesi basit ama Türkiye’de nedense yerine getirilmesi çok güç sayılan bir talepti.

Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın mahkemeye çağrılarak ifadesine başvurulması isteniyordu.

Bu talep, bugüne kadar karara bağlanmadı. Bu kadar basit bir talep konusunda mahkeme karar vermedi.

Güldal Mumcu, şimdi mahkemeye gelip, bu konuyu yeniden gündeme getirecek. Kaleme aldığı kitapta da yer verdiği, cinayetten hemen sonra Ağar’la arasında geçen o diyaloğu anımsatacak. Neydi o diyalog:

Güldal Mumcu: “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki.”

Mehmet Ağar: “Evet Güldal bir duvar örülüyor.”

Güldal Mumcu: “O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın.”

Mehmet Ağar: “Çekemem.”

Güldal Mumcu: “Tuğlayı çekin kenara çekilin.”

Mehmet Ağar: “Yapamam, onu da yapamam."

Güldal Mumcu: “Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını sağlayabilirsiniz belki.”

Mehmet Ağar: “Kusura bakma Güldal yapamam.”

* * *

Ağar, daha sonra Güldal Mumcu’ya böyle bir cümle sarf etmediğini belirterek, iddiayı yalanladı. Ancak Güldal Mumcu kendisinden emin. Zaten bir insan bunu nasıl uydurabilir?

Ancak mahkemeye yeterli gelmemiş olacak ki Ağar hâlâ çağrılmadı…

* * *

Oğuz Demir nerede?

Avukat Akbal’ın mahkemeye daha önce verdiği dilekçede bununla ilgili kritik bilgiler var. Aylar önce verilen dilekçedeki beyanları anımsayalım:

“1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan Oğuz Demir'in bu kadar rahat cinayetler işlemesine rağmen hakkında bilgi sahibi olunamaması tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Hele ki, Oğuz Demir'in, 2000 yılı mayıs ayında Sincan'da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçması ve izini kaybettirmesi daha da vahim olanıdır.

Ve her ne kadar Oğuz Demir hâlâ İçişleri Bakanlığının ‘arananlar’ listesinde “Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü” üyesi olarak aranmakta ise de bugüne kadar bu şahsın yakalanması konusunda en ufak bir yol alınmamıştır.

Oğuz Demir'in yakalanması konusunda hassasiyet gösterilmemesi, durumun içinden çıkılamaz ve sonuç alınamaz bir hale dönüşmesi üzerine, müvekkilimiz Şükran Güldal Mumcu ile birlikte yetkili merci nezdinde girişimlerde bulunulmuş ve İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Mehmet Aktaş'tan randevu talep edilmiştir. Yapılan görüşmede Oğuz Demir'le ilgili arama kaydı da hatırlatılarak bilgi istenmiştir. Sayın Mehmet Aktaş yaklaşık bir hafta sonra dönüş yapmış ve Oğuz Demir'in İran'da olduğu konusunda istihbari bilgi bulunduğu, bir ara Çeçenistan'da görüldüğü, bu süreçte çocukları ve eşini de yurt dışına çıkardığı yönünde bilgi vermiştir.

Şimdi sormak isteriz;

- Oğuz Demir'in İran'da olduğu konusundaki istihbari bilgiyi doğrulayacak veriler bugüne kadar neden mahkemenize ibraz edilmemiştir? Ve bu istihbari bilgi hakkında Adalet Bakanlığı'na bilgi verilmiş midir?

- Verilmiş ise çeşitli suçlardan hapis cezasına çarptırılan İran uyruklu kişileri İran'a iade eden Türkiye'nin, bir dönemin karanlık cinayetlerini işleyen Oğuz Demir'in İran'dan iadesine ilişkin herhangi bir girişimi olmuş mudur?

- Oğuz Demir'in eşi ve çocukları yurt dışında mıdır? Yurt dışında iseler, İçişleri Bakanlığı’nın ‘arananlar’ listesinde kırmızı listede yer alan ve hakkında interpol kaydı bulunan Oğuz Demir'in eşi ve çocuklarını rahat bir şekilde yurt dışına çıkarması nasıl mümkün olabilir? Ve Oğuz Demir'in eşi ve çocukları ne şekilde yurt dışına çıkabilmiştir?

Kaçak Oğuz Demir'le ilgili yukarıda açıklanan bilgiler dahilinde Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı’na müzekkere yazılmasına, ayrıca tevsi-i tahkikat talebimizin kabulüyle Uğur Mumcu cinayeti ve arkasındaki karanlık güç odakları hakkında bilgi sahibi olan dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'ın mahkemeniz huzurunda dinlenmesine karar verilmesini vekaleten talep ederiz.”

* * *

Bu dilekçeye nasıl yanıt verildi?

Bunun yanıtını da Akbal’ın geçtiğimiz eylül ayında mahkemeye verdiği dilekçede görebiliyoruz:

“Ancak gelen müzekkere cevaplarından da anlaşıldığı üzere ilgililer hakkında yapılan araştırma sadece hudut kapıları ve HKS sistemi üzerinden yapılan sorgulama ile sınırlı tutulmuş; sorgulama sonucunda ise Oğuz Demir'in ailesinin giriş-çıkış kaydına rastlanmadığı bildirilmiştir.

Demir'in, ailesini yasal yollardan yurt dışına çıkarmasının beklenmesi ve araştırmanın sadece hudut kapıları giriş çıkış kayıtları üzerinden yapılması kabul edilebilir değildir. Zira İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Mehmet Aktaş'ın bu konuda verdiği bilgide, sanık Oğuz Demir'in yasal yollardan ailesini yurt dışına çıkardığı yönünde bir ifade yer almamaktadır. Aksine Oğuz Demir'in ailesini yasa dışı yollarla çıkarttığı yönünde bilgi tarafımızla paylaşılmıştır.

Dolayısıyla bu bilginin teyit edilmesi adına ilgililer hakkında yapılacak araştırmada, ilgililerin halen Türkiye sınırları içinde ikamet edip etmediği, bu süreçte Oğuz Demir'in çocuklarının Türkiye'de eğitimlerine devam edip etmediği, aile bireylerinin sigortalı bir işte çalışıp çalışmadıkları, seçimlerde oy kullanıp kullanmadıkları, evlenip evlenmedikleri, çocuk sahibi olup olmadıkları, herhangi bir hastaneye başvurularının bulunup bulunmadığı gibi Türkiye sınırları içinde yaşadıklarını gösterir belirtiler dahilinde yapılması; gerektiğinde yakınlarının bilgisine başvurulması gereklidir. Zira bu yönde bir araştırma yapılmadan yasa dışı yollardan çıkışın belirlenmesi mümkün değildir.”

* * *

Düşünün, devletimiz 1991’den bu yana yakalayamadığı Oğuz Demir’in nerede olduğunu sınır kapılarına yazı göndererek araştırıyor. Yasal yollardan çıkmış, bütün eylemleri yasalmış gibi.

Açık bir dosya burada yıllardır bekliyor.

Sonra “Uğur Mumcu cinayeti faili meçhul kalmıştır” denildiğinde, “Hayır, katilleri bulduk” diye itiraz ediyorlar.

Hayır, bulunmadı. Cinayete azmettirenleri, bu kararı verenleri, soruşturmayı engelleyenleri bilmiyoruz.

Oğuz Demir’in kim olduğunu ve nerede bulunduğunu bilmediğimiz gibi…

Ve bu yüzden Uğur Mumcu cinayeti, faili meçhul kalmış, öyle bırakılmış bir cinayettir.                                       /././

2024 yılı vergi karnesi -Murat Batı-

2024 yılı Ocak-Aralık döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 10 trilyon 777 milyar TL, bütçe gelirleri 8 trilyon 670,9 milyar TL ve bütçe açığı 2 trilyon 106,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 9 trilyon 506,6 milyar TL ve faiz dışı açık ise 835,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Aralık ayı yani 2024 yılının bütçe gerçekleşmelerini 15 Ocak günü yayımladı. Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılında 2 trilyon 106,1 milyar TL açık verdi.

Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 51,71’i KDV ve ÖTV’nin toplam tahsilatından oluşmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Aralık döneminde yani 2024 yılında yüzde 65,90; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 34,10 gerçekleşti. Ayrıca KDV’den elde edilen 2 trilyon 326 milyar 572 milyon lira, toplam vergi gelirlerinin yüzde 31,85’ini oluşturmaktadır.

İlaveten gelir vergisi tahsilat tutarının yüzde 93’ü stopaj yoluyla alınmış ki bunun büyük bir kısmı ücretlilerinden alınmaktadır.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2024 yılı merkezi yönetim bütçe    gerçekleşmeleri

2024 yılı Ocak-Aralık döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 10 trilyon 777 milyar TL, bütçe gelirleri 8 trilyon 670,9 milyar TL ve bütçe açığı 2 trilyon 106,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 9 trilyon 506,6 milyar TL ve faiz dışı açık ise 835,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Aşağıdaki tabloda 2024 yılı merkezi yönetim bütçe kalemleri bulunmaktadır.

2024 yılı bütçe GELİR gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Aralık dönemi itibarıyla 8 trilyon 670 milyar 863 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 7 trilyon 304 milyar 863 milyon TLS, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 1 trilyon 134 milyar 182 milyon TL olmuştur.

2024 yılı bütçe GİDER gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe giderleri Ocak-Aralık dönemi itibarıyla 10 trilyon 777 milyar 9 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz harcamaları 1 trilyon 270 milyar 455 milyon TL, faiz hariç harcamalar ise 9 trilyon 506 milyar 553 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

2024 yılı vergi tahsilat tutarları

Aşağıdaki tabloda 2024 yılı (Ocak-Aralık) vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 yılında KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 51,71; dolaylı vergilerin payı yüzde 65,90 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 34,10 olarak gerçekleşti.

2024 ile 2023 yılı vergi tahsilat tutarlarının karşılaştırılması

2023 yılı Ocak-Aralık döneminde bütçe gelirleri 5 trilyon 207 milyar 566 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 66,5 oranında artarak 8 trilyon 670 milyar 863 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2024 yılı Ocak-Aralık dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 62,3 oranında artarak 7 trilyon 304 milyar 863 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında 2024 yılı tahsilat tutarları ile 2023 yılı tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2023 yılına nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi beyana dayanan BSMV’dir. Yüzde 158,8 oranında artmış.

ÖTV ise geçen yıla göre yüzde 56,4 oranında artmış. 2023 yılında 928 milyar 197 milyon TL tahsilatı olan özel tüketim vergisi, 2024 yılında geçen yıla nazaran yüzde 56,4 oranında artarak 1 trilyon 451 milyar 259 milyon TL’ye yükselmiştir.

Petrolden yani benzin, motorinden alınan ÖTV yüzde 130, tütünden alınan ÖTV yüzde 75 ve alkolden alınan ÖTV ise geçen yıla nazaran yüzde 52 oranında artmış.  

Diğer taraftan gümrük vergisi tahsilatı da geçen yıla göre yüzde 59,6; dâhilde alınan KDV yüzde 96,4; damga vergisi ise yüzde 78,9 oranında artış göstermiş.

                                                                /././

Gümüş yaş kuşağı ve gümüş ekonomisi -Ercan Uygur-

Türkiye’deki gümüş kuşak, özellikle düşük gelirle emekli olanlar, harcamalarını daha kısıtlı bir gelirle yapabiliyor. Sağlık harcamalarında ise devlete daha çok bağımlıdırlar. Ancak, geçen hafta vefat eden annemden biliyorum ki, devlet kesiminden sağlanan sağlık katkısı da oldukça sınırlıdır

Önce kısaca başlıktaki iki kavramı açıklayayım. Gümüş yaş kuşağı veya kısaca gümüş kuşağı, saçı ağarmış, gümüş rengini almış belli bir yaşın üzerindeki kuşak anlamına geliyor.

Yaşlı kuşak, kıdemli kuşak gibi kavramlar da kullanılsa da gümüş yaş kuşağı kavramı giderek daha çok kullanılıyor ve örneğin AB ve OECD yayınlarında yer alıyor. Gümüş yaş kuşağı denildiğinde tüm ülkelerde ve elbette Türkiye’de ilk akla gelen grup emeklilerdir.

Emekliler deyince de onların ve ailelerinin yaşam standartları, emekli aylıkları ve bu aylıkların satınalma gücü önde gelen konulardır.

Gümüş ekonomisi ise, gümüş yaş kuşağının geliri, tüketimi ve yaşam standartları yanında bu grubun mal ve hizmet üretimine ve dağıtımına katkılarını, etkilerini içerir. Gümüş kuşağı toplam nüfus içinde, gümüş ekonomisi de toplam ekonomi içinde giderek hızla yükseliyor.

Gümüş yaş grubunun özellikle tüketim harcamasının bileşimi ve miktarı, toplam tüketim harcaması içinde önemli yer tutuyor ve araştırmalara konu oluyor. Bu yazıda amacım, dünyadaki ve Türkiye’deki gümüş yaş kuşağının ve gümüş ekonomisinin kısa bir değerlendirmesini yapmaktır.

Vurgulamak gerekir ki, gümüş kuşak ve gümüş ekonomi giderek çok önemli hale geldikleri için birçok ülke bu konularda planlar, programlar geliştiriyor. Bunlara da kısaca değiniyorum.

Gümüş yaş kuşağı

Bu terim ilk kez 1970’lerde nüfusu azalmaya başlayan Japonya’da kullanıldı. Bu kuşağın alt sınırı bazı yayınlarda 50+ yaş, bazılarında 60+ yaş, başka bazı yayınlarda 65+ yaş olarak görülüyor. Yaş için bir üst sınır belirtilmiyor ama 100+ yaş grubunda yer alanların sayıları da verilebiliyor.

Gümüş yaş kuşağının toplam nüfus içindeki payı, Afrika dışında tüm dünyada giderek hızla yükseliyor. Çünkü ortalama yaşam süresi artıyor. Buna karşılık çocuk ve genç nüfusun payı giderek düşüyor, çünkü doğurganlık oranları azalıyor. Afrika’da ise hâlâ tersine eğilim var.

Tablo 1’de dünyadaki genel eğilim açıkça görülüyor. Sonraki yıllarda bu eğilimin süreceği biliniyor.

2024 Kasım ayında yapılan ABD başkanlık seçiminde 82 yaşındaki Biden ve 78 yaşındaki Trump’ın gümüş yaş kuşağının iki temsilcisi olarak seçime gireceği, iktidarın bu kuşakta kalacağı tartışılmıştı. Başkanlık, Trump ile bu kuşakta kaldı evet, ama Biden yarışı sürdüremedi.

Kimilerine göre Biden’ın çekilmesi ile gümüş yaş kuşağı önemli bir darbe aldı. Yaşla birlikte bazı fiziki sınırlamalar olduğunu Biden kabul etmiş oldu.  

Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan 2000’lerin başında kendisinden yaşlı siyasetçilere siyaseti sürdürdükleri için ve çekilmeleri gerektiğini söyleyerek birçok alaycı söz etti. Şimdi kendisi “yaşlı” grubun içinde, 70 yaşını devirmek üzere.

Ancak Erdoğan hâlâ cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmak istiyor. Bu amacına ulaşmak için Türkiye’nin yapısını ve anayasasını her ne pahasına olursa olsun değiştirmek istiyor. Diğer bir gümüş kuşak temsilcisi MHP lideri Bahçeli de 70’li yaşların sonuna geliyor, ancak koltuğunu daha gençlere bırakmak istemiyor. Kendi partisinden çok sayıda parti ve lider çıkmış olmasına rağmen.  

Bu iki gümüş kuşak politikacının Türkiye’de kendi kuşaklarından olan emeklilere adil bir gelir sağlamak için çaba göstermeleri beklenir. Ancak tam tersi oluyor; iktidar koltuğunda oturanlar oldukça yüksek aylıklar alırken, emekliler gerçekten düşük aylık alıyorlar.

Belirtmem gerekir ki, TÜİK’in nüfus verileri de benzer bir yaş bileşimi gösteriyor, buna karşılık nüfus değerleri tablodaki BM değerlerine göre daha düşüktür. Acaba fark, vatandaş olan mültecilerden mi geliyor?

Örneğin, 2023 yılında TÜİK’in yayımladığı nüfus 85,37 milyon kişi iken, BM’nin yayımladığı tablodaki değer 87,27 milyon kişidir. Aradaki fark yıl sonu-yıl ortası farkı da olamaz çünkü her ikisi de yıl sonu değerleridir.

Tablo 1 ve Tablo 2 karşılaştırıldığında Türkiye’de çocuk ve genç nüfus artışının dünya ortalamasına göre daha hızlı düştüğü, yaşlı nüfusun payının da daha hızlı yükseldiği görülüyor. Bu eğilim özellikle 2020 ve sonrasında dikkat çekicidir.

Bu eğilimde doğurganlık düşüşünün ve başta enflasyon olmak üzere ekonomik sorunların etkisi var. Ancak bunlara ek olarak yurt dışına sığınmacı ve göçmen olarak giden önemli bir genç nüfus da var. Bu kişiler ülkemizdeki yönetim biçiminden ve geleceğin belirsizliğinden bunalmışlar. Bu durum OECD raporlarına yansıyor.

Bu köşede 24 Aralık tarihli yazımda yer alan verilerin gösterdiği gibi, yalnızca sığınmacı olarak OECD ülkelerine giden genç nüfus yüzbinlerle ifade ediliyor. Nüfus artışını sağlayacak bu genç nüfus üstelik iyi eğitimlidir ve önemli bir beşerî sermaye kaybına neden oluyor.    

AB’ye göre gümüş yaş kuşağı 50+ yaşı (50 yaş ve yukarısını) kapsıyor. Bu yaş kuşağını ve bu kuşağın içinde olduğu gümüş ekonomiyi daha iyi yürütmek için AB önemli çalışmalar yapıyor. European Commission (2018) bu konudaki yayınlardan birisidir. Bu yayınlarda hem var olan nüfus ve ekonımi yapısı, hem de uygulanabilecek politikalar ele alınıyor.

Gümüş ekonomi ve emekliler

Bu çalışmalar önemlidir, çünkü AB ülkelerinde nüfus hızla yaşlanıyor ve üstelik azalıyor. Bu nedenle bir yandan sığınmacılara ve göçlere karşı çıkar görünseler de bu insan hareketlerini kabul ediyorlar.

Bütün mesele, istedikleri, seçtikleri daha doğrusu ekonominin gereksinimi olduğu nitelikli kişileri sığınmacı ve göçmen olarak kabul etmektir. Diğer kişilerin AB’ye girişine kesin izin verilmiyor, giderek daha sıkı önlemler alınıyor.

Gümüş ekonominin önemli bir sorunu, gümüş yaştakilerin olabildiğince işgücü içinde tutulabilmesidir. Bu bakımdan şu andaki OECD’de ortalama 64 olan emeklilik yaşının yakın gelecekte 66 üzerine çıkarma planları yapılıyor.

OECD ülkeleri içinde şu anda emeklilik yaşı en düşük ülke 52 yaş ile Türkiye’dir. Danimarka, İzlanda, Norveç gibi İskandinav ülkelerinde emeklilik yaşı 67’dir. Danimarka, emeklilik yaşını yakın gelecekte 74 yapacağını açıklamış durumda. İtalya ve Estonya emeklilik yaşını 71’e çıkarma hazırlıkları yapıyor. (OECD, 13 Aralık 2024.)

AB Komisyonunun yaptırdığı çalışmaya göre, gümüş ekonominin toplam ekonomideki ağırlığı şöyle özetlenebilir: (European Commission, 2018)

1) 2015 yılında 50+ yaş nüfus (199 milyon kişi), toplam AB nüfusunun yüzde 39,1’ini oluşturuyor. Aynı yıl Türkiye’de 50+ yaş nüfus (17,9 milyon kişi) toplam Türkiye nüfusunun 22,8’idir. Türkiye nüfusu AB nüfusuna göre oldukça gençtir. 2023 yılında ise Türkiye’de 50+ yaş nüfus (22,5 milyon kişi) toplam Türkiye nüfusunun 26,4’üdür.

2) Rapordaki tahmine göre, 50+ yaş gümüş yaş kuşağı toplam özel tüketim harcamasının yüzde 50,5’ini yapıyor. Yani bu kuşağın kişi başına tüketim harcaması daha genç kuşaklara göre daha yüksektir.

Türkiye’de TÜİK bu tür bilgilere sahip olmalıdır, ancak yayınlanmış veriler ben bilmiyorum. Beklentim, Türkiye’de de 50+ yaş gümüş kuşağında kişi başına tüketim harcamasının diğer yaş gruplarına göre daha yüksek olduğudur.

3) Daha genç kuşaklara göre gümüş yaş kuşağının sağlık harcamaları çok daha yüksektir. Bu elbette beklenen bir sonuçtur. Bu kuşak kültür, tatil, dinlenme gibi faaliyetlere de diğer kuşaklardan daha fazla harcama yapıyor. Bu sonuç Türkiye’de de geçerli olmalıdır. Ancak Türkiye’deki emeklilerin gelirlerinin ortalama gelire göre bile düşük kaldığını da belirtmek gerek.

4) AB’deki gümüş kuşağın harcamalarının çok önemli bölümü çalışma karşılığı elde edilen ücretlerden, faiz ve kâr paylarından, geçmiş tasarruflardan sağlanıyor. Daha az bir bölümü devletten/hükümetten alınan transfer gelirlerinden sağlanıyor. Sağlık harcamalarının önemli bölümü devlet tarafından karşılanıyor.

Türkiye’deki gümüş kuşak, özellikle düşük gelirle emekli olanlar, harcamalarını daha kısıtlı bir gelirle yapabiliyor. Sağlık harcamalarında ise devlete daha çok bağımlıdırlar. Ancak, geçen hafta vefat eden annemden biliyorum ki, devlet kesiminden sağlanan sağlık katkısı da oldukça sınırlıdır. 

Son olarak belirteyim; Çin, Vietnam, Hindistan, ABD gibi ülkeler gümüş kuşağın istihdam faaliyeti içinde kalması için programlar yapıyorlar. Çünkü bu kuşağın önemli bir bölümü eğitimlidir. Ayrıca, bu kuşağın yeni teknolojilerle eğitimi için de çaba harcanıyor.     


Kaynaklar:

European Commission (2018) The Silver Economy.

OECD (13 Aralık 2024) Ageing

                                                              /././

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + "Rosa Luxemburg'un ideallerinin izinde" -16 Ocak 2025-

Sinpaş'ın 25 adet ruhsatı daha iptal edildi

Marmaris Belediyesi, kamuoyunda Sinpaş olarak bilinen Kızılbük Resort Otel ve Devremülk inşaatının 1, 2 ve 3. etaplarındaki iptal edilen ruhsat sayısı 58'e ulaştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sinpasin-25-adet-ruhsati-daha-iptal-edildi-397421)

                                                          ***

İnsanlık onuru, Panora AVM ve Sezer cinayeti…-Ali Ufuk Arıkan-

"Biz düşerken, biz ölürken zengin olanlara, huzur içinde paralarını sayanlara ayağa kalkarak yanıt vermediğimiz sürece, o tavandan düşen yeni Sezerler olacağız."

50 yaşında ve üç çocuk sahibiydi.

Sadece bunu ve ismini biliyoruz şimdilik, Sezer Pekruh…

Ankara’nın en ‘popüler’ AVM’lerinden birinden bir fotoğraf aşağıdaki, AVM’nin metrelerce yükseklikteki tavanından.


Buradan düştü Sezer Pekruh.

İnsanlar alışveriş merkezinin yürüyen merdiveninde kat değiştirirken tam yanlarına, yürüyen merdivenin ortasına düştü.

Herkesin şaşkın bakışları içinde, yaralı halde hastaneye kaldırıldı. Kısa süre sonra ise hayatını kaybetti.

Sorun tam da burada belki, şaşkın bakışlarda, bakışlarımızda…

Açlık sınırında bir ücrete mahkum edilip, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan milyonlarca emekçiden biriydi, alınmayan en basit iş güvenliği önlemleri nedeniyle aramızdan ayrıldı Sezer Pekruh.

Aklımızda bir soru, kim bu cinayetin faili ya da failleri?

İlkiyle başlayalım: Rifat Hisarcıklıoğlu…

Cinayetin yaşandığı Panora AVM’nin sahibi.

AKP’ye en yakın patronlardan birisi, Erdoğan’ın “babayiğitler” diye tarif ettiği para babalarından.

Söz konusu AVM meclis lojmanlarının yerine yapılıp bitirildiğinde ve 2007 yılında açıldığında tam 4 AKP’li bakan bu “babayiğidin” yanında, açılış karesindeydi.

O açılış karesine ve arkasındaki düzene, onu temsil eden siyasi iradeye bakarsanız Sezer’in failler tablosu tamamlanır.

O tablonun mimarlarından olan Hisarcıklıoğlu’nun sözlerine kulak verelim şimdi hep birlikte…

Zenginliğinin tarifini "Toprağın üstündeki insan kaliteniz, beşer sermayenizle oluyor” diye yapıyor Hisarcıklıoğlu ve devam ediyor, “Çok şükür millet olarak girişimci bir ruha sahibiz. Girişimcinin gelişmesi için de önce huzur gerekiyor yani formül basit; huzur olmadan ticaret olmaz, ticaret olmadan da zenginlik olmaz!"

50 yaşındaki bir emekçinin, kendisi huzur içinde zenginliğinin tadını çıkarırken ona ait AVM’nin çürük tavanından düşüp ölmesi, huzurunu kaçırmıyor.

Sorun tam da burada ve yukarıda değindiğimiz şaşkınlık halimizde.

Bu şaşkınlığın son bulması için bir çağrı Sezer’in geride bıraktığı kareler.

Bu düzen çürük ve hepimiz Sezer’le birlikte düşüyoruz.

Biz düşerken, biz ölürken zengin olanlara, huzur içinde paralarını sayanlara ayağa kalkarak yanıt vermediğimiz sürece, o tavandan düşen yeni Sezerler olacağız ve sorulacak hesabın listesi gün geçtikçe kabaracak.

“Nüfusun yüzde 1’lik kesiminin milli gelirin yüzde 14’ünü almasına, zenginliklerin de yüzde 40’ına sahip olmasına itiraz ediyorum. Ülkemizin kaymağını yiyen bu mutlu azınlığın benden daha zeki, daha çalışkan, daha şanslı olduğu iddiasını reddediyorum. İnsanlık onuruma dokunan bu eşitsizliğe itirazım var” diyerek bu hafta sokağa çıkacak olan yurttaşlar, Sezer’in de fotoğrafını taşıyacaklar yanlarında, hesabını sormak için.

Ve evet, Sezer’in hesabını sormak için şaşkınlık halinden bir an önce kurtulmaya, bizi yoksulluğa ve ölüme terk eden bu düzene olan öfkemizi örgütlü hale getirmeye, patronların huzurunu kaçırmaya ihtiyacımız var.

19 Ocak’ta yürüyecek olanlar, Sezer Pekruh’un hesabını sormak için de sokakta, meydanlarda olacak.

'Bu düzene itirazım var' diyenler, Sezer’in safında olanlar, öfkemizi sokağa taşımanın tam zamanıdır!

                                                       /././

Batman'da kayyım 40 işçiyi hukuksuz şekilde işten çıkardı, işçiler direnişte kararlı -Özkan Öztaş-

Batman Belediyesi'nde kayyım tarafından 40 işçi işten atıldı, işçiler nöbet eylemi başlattı. Batman’daki direnişi, Genel-İş Sendikası Batman Şube Eş Başkanı Narin Erol ile konuştuk.(https://haber.sol.org.tr/haber/batmanda-kayyim-40-isciyi-hukuksuz-sekilde-isten-cikardi-isciler-direniste-kararli-397455)

                                                              ***

Nâzım'ın izinde iki şiirin keşfi: 'Bu Ahmed, O Ahmed mi?'-Burak Efeyurtlu-

Nâzım Hikmet’e ait olduğunu düşünülen iki şiiri gündeme getiren Doç. Dr. Bilgin Güngör'le Nâzım Hikmet’in 123. doğum günü vesilesiyle bu önemli keşfi konuştuk. 

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Doç. Dr. Bilgin Güngör tarafından Varlık dergisinde yayınlanan  "Nâzım'ın İzinde: Bu Ahmed, O Ahmed mi?" başlıklı yazı Nâzım Hikmet’e ait olduğunu düşünülen iki şiiri gündeme getirdi.

Bilgin Güngör’ün 2016 yılında Sinan Şanlıer’in Yazılama Yayınevi’nden çıkan Nâzım’dan Eksik Kalanlar adlı kitabından yola çıkarak ulaştığını belirttiği iki şiir de Varlık dergisinde yayınlanan yazıda tam metinleriyle yer alıyor. ‘Bir Ders’ ve ‘para sultanlığına ölüm!’ başlıklarını taşıyan şiirlerden "para sultanlığına ölüm"ün bir kısmı şöyle: 

“…

Ey bezirgân, çorbacı, ey efendi, bey, ağa!..

Artık bugünden sonra hakkın yok yaşamaya!..

Artık sen ebediyen göremezsin güneşi,

Sönecek gözlerinin o lanetli ateşi,

Artık kanlı izini tarihten sileceksin,

Yarın güneş doğmadan ipe çekileceksin!..”

Nâzım Hikmet’in 123. doğum gününün ardından bizler de bu önemli keşifle ilgili Doç. Dr. Bilgin Güngör’le konuştuk. 1

                 Nâzım Hikmet'e ait olduğu iddia edilen Yeni Hayat Dergisi'nde 1922'de yayınlanan şiir.

-Varlık dergisinin Aralık 2024 tarihli sayısında yayınlanan ‘‘Nazım’ın izinden: Bu ‘Ahmed’, o ‘Ahmed’ mi?’’ başlıklı yazınızda araştırmalarınız sonucunda ulaştığınız ve Nâzım Hikmet külliyatında yer almayan, fakat ona ait olma ihtimalinin yüksek olduğunu öne sürdüğünüz iki şiiri ele alıyorsunuz. Bu çalışmaya başlarken çıkış noktanız ne oldu? Nereden başladınız araştırmaya?

Yaklaşık 1,5-2 sene önce, Türkiye'de toplumcu edebiyatın gelişimi üzerine bir kitap çalışmasına başlamıştım. Kitabı hazırlarken tabii döneme (II. Meşrutiyet'ten erken Cumhuriyet'e kadar uzanan süreç) ilişkin çeşitli kaynaklara, süreli yayınlara başvurmuştum. Bu esnada, değerli Nâzım Hikmet araştırmacısı Sinan Şanlıer'in Nâzım'dan Eksik Kalanlar adlı bir çalışmasına rastladım.

Burada, Nâzım'ın bir mektubuna dayanarak Şanlıer, "Ahmed" mahlasına dikkat çekiyordu. Şanlıer'in ortaya çıkardığı üzere Aydınlık dergisinde bu mahlasla kaleme alınan şiirler Nâzım'a aitti. Şüphesiz ufuk açıcı bir veriydi bu. Şöyle ki Aydınlık'la hemen hemen aynı sıralarda, Ankara'da çıkan ve Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası'nın yayın organı olan Yeni Hayat dergisindeki bazı şiirlerde, "Nâzım Hikmet" imzasının yanı sıra "Ahmed" imzasına da rastlamıştım ve Şanlıer'in sunduğu bakış açısıyla bu şiirlerin de Nâzım bağlamında değerlendirilebilir olduğunu düşünmüştüm.

Sonrası malum, sözünü ettiğiniz ve Varlık'ın Aralık 2024 tarihli sayısında yayımlanan yazı ortaya çıktı.

-Sizin de bu yazınızın son kısmında yer verdiğiniz iki şiir hem dönemin tarihsel tanıklığı açısından hem de Nâzım Hikmet’in şiirindeki edebi gelişim açısından önemli veriler sunan eserler. Bu şiirlerin Nâzım Hikmet’in yine aynı dönemlerde Aydınlık'ta yazdığı diğer şiirlerle üslup ve içerik bakımından örtüştüğünü de belirtiyorsunuz. Bu benzerlikleri ve şiirlerin Nâzım’a ait olduğu tezini güçlendiren ipuçlarını biraz açabilir misiniz?

Öncelikle "Ahmed" mahlası başlı başına bir ipucu niteliğinde. Sonra, Yeni Hayat dergisinin Nâzım'la ilişkisi söz konusu. Zaten bu dergide Nâzım'ın başka şiirleri de yayımlanıyor.

Bunlardan ikisi "Nâzım Hikmet" imzalı: "Müşterek Zahmet" ve "Gözlerimiz..." Aydınlık'ta "Ahmed" imzasıyla yayımlanan bir şiir de yine Yeni Hayat sayfalarında mevcut: "Şarka Çevir Yüzünü". İşte bu metinler Nâzım'ın dergiyle yakın ilişkisi olduğunu gösteriyor (en azından düşündürüyor).

Nitekim Yeni Hayat'ı çıkaran Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası'nın Nâzım'ın Türkiye çevresinin (sosyalist çevre) bileşenlerinden biri olduğunu da biliyoruz. Hepsinden önemlisi, Nâzım'ın "Ahmed" mahlasıyla yazdığı şiirlerin içerik ve biçim özellikleri açısından (toplumcu öz, anlatımcı yapı, hece vb.) sadece Yeni Hayat'ta yayımlanan ve yine "Ahmed" mahlasını taşıyan şiirlerle ortaklıkları.

İşte bütün bunlardan hareketle, üzerinde durduğum iki şiirin, yani "Para Sultanlığına Ölüm!.." ve "Bir Ders"in Nâzım'a ait olduğunu iddia edebiliriz.

-Bahsettiğiniz iki şiir de 1922 tarihli. Nâzım yine 1922 yılında Rusya'da 'Açların Gözbebekleri' şiirini yazarak Türkçede ilk serbest ölçülü şiiri ortaya çıkarıyor. Yeni Hayat dergisinde yayınlanan iki şiirde ise Nâzım yine hece ölçüsünü kullanmış. Sizce burada kasıtlı bir tercih mi var?

Bence var. Tabii Yeni Hayat'taki şiirlerin Nâzım'a ait olduğunu varsayarak söylüyorum. Nâzım'ın bu hece vezinli şiirlerle toplumcu bilinci, daha halkçı bir söylemle aktarma amacı taşıdığı düşünülebilir ki bu propagandist bir stratejiye tekabül eder. O dönemlerde Türk halkının geniş kesimi bir tarım toplumu, köy toplumu niteliğinde.

Bu köy toplumuna, başka bir ifadeyle geniş kitlelere, onun anlayacağı ve hafızasında tutabileceği (çünkü okuma yazma oranı çok düşük) bir şiir diliyle seslenmek gerek. Bu şiir dili de hecesiz olamaz. Zaten hece, malum, bu toplumun vezni. İşte Nâzım, hemen hemen aynı tarihlerde yazdığı "Açların Gözbebekleri", "Orkestra" gibi serbest vezinli, avangart biçimli şiirlerle çok daha geniş kitlelere seslenilemeyeceği düşüncesiyle hece vezinli şiirler ortaya koymaya devam etmiştir, denilebilir.

Devam etmiştir diyorum, çünkü, malum, Nâzım da 1921'den önce bir hece şairiydi. Bu bakımdan ortada olan bir süreklilik hâlidir.

-Varlık'ta yayınlanan yazınızda da bahsettiğiniz tüm bu başlıkları ayrıntılandırıyorsunuz. Okuyucularımız ilgili yazıya söyleşimizde yer alan bağlantıdan ulaşarak inceleme şansına sahip. O yüzden biraz da yazının dışına çıkarak birkaç soru sormak isterim. ‘Nâzım Hikmet’e ait ilk defa yayınlanmış fotoğraflar, görüntü ve ses kayıtları, şiirler’ başlıklı haberler birkaç yılda bir karşımıza çıkıyor. Aslında bu da gösteriyor ki Nâzım’a ait izlerin ortaya çıkarılmasına dönük farklı kollardan süren bir çaba var. Bu çabanın bir parçası olan biri olarak bu izlerin bulunmasını sıradan bir koleksiyonculuktan ayıran şey ne sizce? Nâzım Hikmet’e dair keşfedilen her yeni bulgunun bugüne dair değeri ne?

Öncelikle şunu belirteyim: Benim Nâzım Hikmet adına ortaya koyduğum bu yazı, emsallerine göre pek de değerli sayılmaz. Bugün için söylüyorum, esas değerli çalışmaları Sinan Şanlıer, Haluk Oral, Melih Güneş başta olmak üzere çeşitli Nâzım Hikmet araştırmacıları ortaya koyuyor.

Şanlıer'in eserinden yukarıda bahsettik, bunun yanı sıra özellikle Haluk Oral'ın Nâzım Hikmet'in Yolculuğu ile Melih Güneş'in Nâzım Hikmet'in Ellerinin İzinde adlı çalışmalarını herkese tavsiye ediyorum. Hem Nâzım'ın arkeolojisi hem de Türk edebiyatının tarihsel gelişimi bağlamında oldukça önemli, değerli çalışmalar bunlar. 

Şimdi sorunun doğrudan cevabına gelmeye çalışırsak; Nâzım'a dair her "keşif", onun anlaşılmasını, şiirinin veya edebiyatının tarihsel gelişimini daha net bir şekilde ortaya koymak adına atılmış önemli birer adımı karşılar. Bu, başka şairlerin/yazarların "keşfedilen" eserleri için de böyledir. Bir şairi, yazarı anlamak için evvela onun eserlerinden yola çıkmamız gerek; biyografi vs. daha sonra gelir.

Dolayısıyla bir şairin/yazarın karanlıkta kalmış eserlerini gün yüzüne çıkarmak, külliyatını eksiksiz bir şekilde ortaya koymak (tabii bu ne kadar mümkünse) o şairi/yazarı daha iyi, daha doğru anlamaya götürür bizi.

                                                       Doç. Dr. Bilgin Güngör

-Aslında siz araştırmalarınızda gördüğüm kadarıyla Nâzım'la da sınırlı kalmayarak o dönemin tüm sosyalist yayınları ile bu yayınlarda yer almış sanat ve edebiyat yazılarını incelemeye çalışıyorsunuz. Son yıllarda özellikle Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı bünyesinde süren transliterasyon çalışmalarıyla da birlikte II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar olan dönemde yayınlanmış sosyalist yayın organları ve Komintern belgeleri de daha fazla gün yüzüne çıkmaya ve incelenmeye başlandı. Bu yayınlarda ortaya çıkan her bir yazı ve sanatsal eser aslında toplumu gerçekçiliğin Türkiye’de geçirdiği sürece dair de birçok yeni veri sunuyor. Araştırmalar bir süre sonra Türkiye’de Marksist estetiğin ve toplumcu gerçekçi edebiyatın gelişimine dair yeni bir tarih yazımını gerektirecek mi?

Elbette gerektirecek. Çünkü edebiyat tarihlerinde ve hatta edebiyat kamuoyunun genelinde Türkiye'de toplumcu edebiyatı Nâzım Hikmet'le, özellikle de onun 1929'daki çıkışıyla ("Putları Yıkıyoruz" kampanyası, kendi imzasıyla yayımlanan ilk şiir kitapları) başlatmak bir genelgeçer yargı konumunda.

Halbuki Kerim Sadi, Asım Bezirci gibi eleştirmenlerin, Metin Kayahan Özgül gibi günümüz araştırmacılarının dikkat çekici eserlerinden de anlıyoruz ki Türkiye'de toplumcu edebiyat, iptidai vaziyette olsa da, II. Meşrutiyet'in kısmî özgürlük ortamında Rasim Haşmet, Abdülaziz Mecdi Tolun, Ahmed Rıfkı, Bedik gibi isimlerin şiirleriyle, hikâyeleriyle başlıyor. Hatta toplumcu edebiyatın ilk roman tecrübesi de bu yıllardadır: İştirak dergisinde (ki Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın yayın organıdır) 1910'larda yayımlanmış fakat yarım kalmış bir roman tefrikası görüyoruz. Adı "Kahraman Kız", yazarı Asu (bu metnin çevrimyazısını çok yakında yayımlayacağız).

Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca 'sından yaklaşık 19 yıl önce çıkmış bir metin bu; "Türkiye'de ilk toplumcu gerçekçi romanın Çıkrıklar Durunca olduğu" yargısını sorgulatan bir metin. Yani demek istediğim, bu türden araştırmalarla Türkiye'de toplumcu edebiyatın kökleri, daha net bir şekilde açığa çıkacaktır. Ben de bu noktada ufak bir katkı mahiyetinde bir eser yayımladım yakın zamanda: Toplumcu Türk Edebiyatının Doğuşu.

Burada, 1909'dan 1929'a kadar Türkiye'de toplumcu edebiyatın gelişiminin tarihsel panoramasına ışık tutmaya çalıştım, çeşitli metin örnekleri sundum. Ama bu noktada asıl büyük kaynağın, TÜSTAV'ın döneme ilişkin yayımladığı metinler ve süreli yayınlar olduğunu söyleyelim. Çok büyük bir emek bu. Her şeyden evvel edebiyat tarihçilerinin görmezden gelemeyeceği bir emek.

-Bahsettiğiniz 'Kahraman Kız' romanının da yayınlanmasıyla tekrar sohbet etmemiz gerekecek o halde. Ortaya çıkan her bir metin, yapılan her yeni araştırma bizleri heyecanlandırıyor; çünkü aynı zamanda toplumcu sanatın ve sosyalist düşüncenin köklerinin bu topraklarda ne kadar derinde olduğunu da gösteriyor. Nâzım'ın şiirine dönecek olursak...  Yayınladığınız iki şiirden birinin başlığı 'para sultanlığına ölüm!'. Nâzım'ın 123. doğum gününü de derinleşen yoksulluk ve büyüyen toplumsal eşitsizliklerle birlikte karşılıyoruz. Nâzım'ın bahsettiği para sultanlığının yarattığı etkinin en yakıcı olduğu dönemdeyiz aslında. Son olarak siz bu şiirlerden yola çıkarak, Nâzım'ın gözünden bugüne dair ne söylemek istersiniz?

Nâzım'ın sadece bu şiirlerinden değil, 1921'den sonra kaleme aldığı hemen hemen bütün şiirlerinden hareketle bugüne baktığımızda elbette değişenlerin yanında değişmeyenleri görüyoruz. Değişenler, tarihsel ayrıntılar tabii. Bunlara değinmeye lüzum yok.

Değişmeyenler önemli: Sistem özünde aynı sistem, "para sultanlığı"nın en ileri aşaması emperyalist düzen, bütün dünyaya hâkim.

Ama onun karşısında duranlar da var hâlâ. İnsandan, onun gücünden, en nihayetinde yaşamdan umudunu kesmeyenler yani. Nitekim, Nâzım'ın deyişiyle, "umutsuz yaşanmıyor."

İyi ki doğdun Nâzım: Komünist şair 123 yaşında 

(https://haber.sol.org.tr/haber/iyi-ki-dogdun-nazim-komunist-sair-123-yasinda-397431)

                                                             /././ 

Öne Çıkan Yayın

Gerici Akit yazarı gençlerin spor yapmasını hedef aldı: 'PKK kadar tehlikeli' -soL-

Yeni Akit yazarı gerici Ahmet Gülümseyen gençlerin spor yapmasını ve okullarda mezuniyet törenleri yapılmasını hedef aldı. Gençlerin "s...