Sinpaş'ın 25 adet ruhsatı daha iptal edildi
Marmaris Belediyesi, kamuoyunda Sinpaş olarak bilinen Kızılbük Resort Otel ve Devremülk inşaatının 1, 2 ve 3. etaplarındaki iptal edilen ruhsat sayısı 58'e ulaştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sinpasin-25-adet-ruhsati-daha-iptal-edildi-397421)***
İnsanlık onuru, Panora AVM ve Sezer cinayeti…-Ali Ufuk Arıkan-
"Biz düşerken, biz ölürken zengin olanlara, huzur içinde paralarını sayanlara ayağa kalkarak yanıt vermediğimiz sürece, o tavandan düşen yeni Sezerler olacağız."
50 yaşında ve üç çocuk sahibiydi.
Sadece bunu ve ismini biliyoruz şimdilik, Sezer Pekruh…
Ankara’nın en ‘popüler’ AVM’lerinden birinden bir fotoğraf aşağıdaki, AVM’nin metrelerce yükseklikteki tavanından.
Buradan düştü Sezer Pekruh.
İnsanlar alışveriş merkezinin yürüyen merdiveninde kat değiştirirken tam yanlarına, yürüyen merdivenin ortasına düştü.
Herkesin şaşkın bakışları içinde, yaralı halde hastaneye kaldırıldı. Kısa süre sonra ise hayatını kaybetti.
Sorun tam da burada belki, şaşkın bakışlarda, bakışlarımızda…
Açlık sınırında bir ücrete mahkum edilip, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan milyonlarca emekçiden biriydi, alınmayan en basit iş güvenliği önlemleri nedeniyle aramızdan ayrıldı Sezer Pekruh.
Aklımızda bir soru, kim bu cinayetin faili ya da failleri?
İlkiyle başlayalım: Rifat Hisarcıklıoğlu…
Cinayetin yaşandığı Panora AVM’nin sahibi.
AKP’ye en yakın patronlardan birisi, Erdoğan’ın “babayiğitler” diye tarif ettiği para babalarından.
Söz konusu AVM meclis lojmanlarının yerine yapılıp bitirildiğinde ve 2007 yılında açıldığında tam 4 AKP’li bakan bu “babayiğidin” yanında, açılış karesindeydi.
O açılış karesine ve arkasındaki düzene, onu temsil eden siyasi iradeye bakarsanız Sezer’in failler tablosu tamamlanır.
O tablonun mimarlarından olan Hisarcıklıoğlu’nun sözlerine kulak verelim şimdi hep birlikte…
Zenginliğinin tarifini "Toprağın üstündeki insan kaliteniz, beşer sermayenizle oluyor” diye yapıyor Hisarcıklıoğlu ve devam ediyor, “Çok şükür millet olarak girişimci bir ruha sahibiz. Girişimcinin gelişmesi için de önce huzur gerekiyor yani formül basit; huzur olmadan ticaret olmaz, ticaret olmadan da zenginlik olmaz!"
50 yaşındaki bir emekçinin, kendisi huzur içinde zenginliğinin tadını çıkarırken ona ait AVM’nin çürük tavanından düşüp ölmesi, huzurunu kaçırmıyor.
Sorun tam da burada ve yukarıda değindiğimiz şaşkınlık halimizde.
Bu şaşkınlığın son bulması için bir çağrı Sezer’in geride bıraktığı kareler.
Bu düzen çürük ve hepimiz Sezer’le birlikte düşüyoruz.
Biz düşerken, biz ölürken zengin olanlara, huzur içinde paralarını sayanlara ayağa kalkarak yanıt vermediğimiz sürece, o tavandan düşen yeni Sezerler olacağız ve sorulacak hesabın listesi gün geçtikçe kabaracak.
“Nüfusun yüzde 1’lik kesiminin milli gelirin yüzde 14’ünü almasına, zenginliklerin de yüzde 40’ına sahip olmasına itiraz ediyorum. Ülkemizin kaymağını yiyen bu mutlu azınlığın benden daha zeki, daha çalışkan, daha şanslı olduğu iddiasını reddediyorum. İnsanlık onuruma dokunan bu eşitsizliğe itirazım var” diyerek bu hafta sokağa çıkacak olan yurttaşlar, Sezer’in de fotoğrafını taşıyacaklar yanlarında, hesabını sormak için.
Ve evet, Sezer’in hesabını sormak için şaşkınlık halinden bir an önce kurtulmaya, bizi yoksulluğa ve ölüme terk eden bu düzene olan öfkemizi örgütlü hale getirmeye, patronların huzurunu kaçırmaya ihtiyacımız var.
19 Ocak’ta yürüyecek olanlar, Sezer Pekruh’un hesabını sormak için de sokakta, meydanlarda olacak.
'Bu düzene itirazım var' diyenler, Sezer’in safında olanlar, öfkemizi sokağa taşımanın tam zamanıdır!
/././
Batman'da kayyım 40 işçiyi hukuksuz şekilde işten çıkardı, işçiler direnişte kararlı -Özkan Öztaş-
Batman Belediyesi'nde kayyım tarafından 40 işçi işten atıldı, işçiler nöbet eylemi başlattı. Batman’daki direnişi, Genel-İş Sendikası Batman Şube Eş Başkanı Narin Erol ile konuştuk.(https://haber.sol.org.tr/haber/batmanda-kayyim-40-isciyi-hukuksuz-sekilde-isten-cikardi-isciler-direniste-kararli-397455)***
Nâzım'ın izinde iki şiirin keşfi: 'Bu Ahmed, O Ahmed mi?'-Burak Efeyurtlu-
Nâzım Hikmet’e ait olduğunu düşünülen iki şiiri gündeme getiren Doç. Dr. Bilgin Güngör'le Nâzım Hikmet’in 123. doğum günü vesilesiyle bu önemli keşfi konuştuk.Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Doç. Dr. Bilgin Güngör tarafından Varlık dergisinde yayınlanan "Nâzım'ın İzinde: Bu Ahmed, O Ahmed mi?" başlıklı yazı Nâzım Hikmet’e ait olduğunu düşünülen iki şiiri gündeme getirdi.
Bilgin Güngör’ün 2016 yılında Sinan Şanlıer’in Yazılama Yayınevi’nden çıkan Nâzım’dan Eksik Kalanlar adlı kitabından yola çıkarak ulaştığını belirttiği iki şiir de Varlık dergisinde yayınlanan yazıda tam metinleriyle yer alıyor. ‘Bir Ders’ ve ‘para sultanlığına ölüm!’ başlıklarını taşıyan şiirlerden "para sultanlığına ölüm"ün bir kısmı şöyle:
“…
Ey bezirgân, çorbacı, ey efendi, bey, ağa!..
Artık bugünden sonra hakkın yok yaşamaya!..
Artık sen ebediyen göremezsin güneşi,
Sönecek gözlerinin o lanetli ateşi,
Artık kanlı izini tarihten sileceksin,
Yarın güneş doğmadan ipe çekileceksin!..”
Nâzım Hikmet’in 123. doğum gününün ardından bizler de bu önemli keşifle ilgili Doç. Dr. Bilgin Güngör’le konuştuk. 1
Nâzım Hikmet'e ait olduğu iddia edilen Yeni Hayat Dergisi'nde 1922'de yayınlanan şiir.-Varlık dergisinin Aralık 2024 tarihli sayısında yayınlanan ‘‘Nazım’ın izinden: Bu ‘Ahmed’, o ‘Ahmed’ mi?’’ başlıklı yazınızda araştırmalarınız sonucunda ulaştığınız ve Nâzım Hikmet külliyatında yer almayan, fakat ona ait olma ihtimalinin yüksek olduğunu öne sürdüğünüz iki şiiri ele alıyorsunuz. Bu çalışmaya başlarken çıkış noktanız ne oldu? Nereden başladınız araştırmaya?
Yaklaşık 1,5-2 sene önce, Türkiye'de toplumcu edebiyatın gelişimi üzerine bir kitap çalışmasına başlamıştım. Kitabı hazırlarken tabii döneme (II. Meşrutiyet'ten erken Cumhuriyet'e kadar uzanan süreç) ilişkin çeşitli kaynaklara, süreli yayınlara başvurmuştum. Bu esnada, değerli Nâzım Hikmet araştırmacısı Sinan Şanlıer'in Nâzım'dan Eksik Kalanlar adlı bir çalışmasına rastladım.
Burada, Nâzım'ın bir mektubuna dayanarak Şanlıer, "Ahmed" mahlasına dikkat çekiyordu. Şanlıer'in ortaya çıkardığı üzere Aydınlık dergisinde bu mahlasla kaleme alınan şiirler Nâzım'a aitti. Şüphesiz ufuk açıcı bir veriydi bu. Şöyle ki Aydınlık'la hemen hemen aynı sıralarda, Ankara'da çıkan ve Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası'nın yayın organı olan Yeni Hayat dergisindeki bazı şiirlerde, "Nâzım Hikmet" imzasının yanı sıra "Ahmed" imzasına da rastlamıştım ve Şanlıer'in sunduğu bakış açısıyla bu şiirlerin de Nâzım bağlamında değerlendirilebilir olduğunu düşünmüştüm.
Sonrası malum, sözünü ettiğiniz ve Varlık'ın Aralık 2024 tarihli sayısında yayımlanan yazı ortaya çıktı.
-Sizin de bu yazınızın son kısmında yer verdiğiniz iki şiir hem dönemin tarihsel tanıklığı açısından hem de Nâzım Hikmet’in şiirindeki edebi gelişim açısından önemli veriler sunan eserler. Bu şiirlerin Nâzım Hikmet’in yine aynı dönemlerde Aydınlık'ta yazdığı diğer şiirlerle üslup ve içerik bakımından örtüştüğünü de belirtiyorsunuz. Bu benzerlikleri ve şiirlerin Nâzım’a ait olduğu tezini güçlendiren ipuçlarını biraz açabilir misiniz?
Öncelikle "Ahmed" mahlası başlı başına bir ipucu niteliğinde. Sonra, Yeni Hayat dergisinin Nâzım'la ilişkisi söz konusu. Zaten bu dergide Nâzım'ın başka şiirleri de yayımlanıyor.
Bunlardan ikisi "Nâzım Hikmet" imzalı: "Müşterek Zahmet" ve "Gözlerimiz..." Aydınlık'ta "Ahmed" imzasıyla yayımlanan bir şiir de yine Yeni Hayat sayfalarında mevcut: "Şarka Çevir Yüzünü". İşte bu metinler Nâzım'ın dergiyle yakın ilişkisi olduğunu gösteriyor (en azından düşündürüyor).
Nitekim Yeni Hayat'ı çıkaran Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası'nın Nâzım'ın Türkiye çevresinin (sosyalist çevre) bileşenlerinden biri olduğunu da biliyoruz. Hepsinden önemlisi, Nâzım'ın "Ahmed" mahlasıyla yazdığı şiirlerin içerik ve biçim özellikleri açısından (toplumcu öz, anlatımcı yapı, hece vb.) sadece Yeni Hayat'ta yayımlanan ve yine "Ahmed" mahlasını taşıyan şiirlerle ortaklıkları.
İşte bütün bunlardan hareketle, üzerinde durduğum iki şiirin, yani "Para Sultanlığına Ölüm!.." ve "Bir Ders"in Nâzım'a ait olduğunu iddia edebiliriz.
-Bahsettiğiniz iki şiir de 1922 tarihli. Nâzım yine 1922 yılında Rusya'da 'Açların Gözbebekleri' şiirini yazarak Türkçede ilk serbest ölçülü şiiri ortaya çıkarıyor. Yeni Hayat dergisinde yayınlanan iki şiirde ise Nâzım yine hece ölçüsünü kullanmış. Sizce burada kasıtlı bir tercih mi var?
Bence var. Tabii Yeni Hayat'taki şiirlerin Nâzım'a ait olduğunu varsayarak söylüyorum. Nâzım'ın bu hece vezinli şiirlerle toplumcu bilinci, daha halkçı bir söylemle aktarma amacı taşıdığı düşünülebilir ki bu propagandist bir stratejiye tekabül eder. O dönemlerde Türk halkının geniş kesimi bir tarım toplumu, köy toplumu niteliğinde.
Bu köy toplumuna, başka bir ifadeyle geniş kitlelere, onun anlayacağı ve hafızasında tutabileceği (çünkü okuma yazma oranı çok düşük) bir şiir diliyle seslenmek gerek. Bu şiir dili de hecesiz olamaz. Zaten hece, malum, bu toplumun vezni. İşte Nâzım, hemen hemen aynı tarihlerde yazdığı "Açların Gözbebekleri", "Orkestra" gibi serbest vezinli, avangart biçimli şiirlerle çok daha geniş kitlelere seslenilemeyeceği düşüncesiyle hece vezinli şiirler ortaya koymaya devam etmiştir, denilebilir.
Devam etmiştir diyorum, çünkü, malum, Nâzım da 1921'den önce bir hece şairiydi. Bu bakımdan ortada olan bir süreklilik hâlidir.
-Varlık'ta yayınlanan yazınızda da bahsettiğiniz tüm bu başlıkları ayrıntılandırıyorsunuz. Okuyucularımız ilgili yazıya söyleşimizde yer alan bağlantıdan ulaşarak inceleme şansına sahip. O yüzden biraz da yazının dışına çıkarak birkaç soru sormak isterim. ‘Nâzım Hikmet’e ait ilk defa yayınlanmış fotoğraflar, görüntü ve ses kayıtları, şiirler’ başlıklı haberler birkaç yılda bir karşımıza çıkıyor. Aslında bu da gösteriyor ki Nâzım’a ait izlerin ortaya çıkarılmasına dönük farklı kollardan süren bir çaba var. Bu çabanın bir parçası olan biri olarak bu izlerin bulunmasını sıradan bir koleksiyonculuktan ayıran şey ne sizce? Nâzım Hikmet’e dair keşfedilen her yeni bulgunun bugüne dair değeri ne?
Öncelikle şunu belirteyim: Benim Nâzım Hikmet adına ortaya koyduğum bu yazı, emsallerine göre pek de değerli sayılmaz. Bugün için söylüyorum, esas değerli çalışmaları Sinan Şanlıer, Haluk Oral, Melih Güneş başta olmak üzere çeşitli Nâzım Hikmet araştırmacıları ortaya koyuyor.
Şanlıer'in eserinden yukarıda bahsettik, bunun yanı sıra özellikle Haluk Oral'ın Nâzım Hikmet'in Yolculuğu ile Melih Güneş'in Nâzım Hikmet'in Ellerinin İzinde adlı çalışmalarını herkese tavsiye ediyorum. Hem Nâzım'ın arkeolojisi hem de Türk edebiyatının tarihsel gelişimi bağlamında oldukça önemli, değerli çalışmalar bunlar.
Şimdi sorunun doğrudan cevabına gelmeye çalışırsak; Nâzım'a dair her "keşif", onun anlaşılmasını, şiirinin veya edebiyatının tarihsel gelişimini daha net bir şekilde ortaya koymak adına atılmış önemli birer adımı karşılar. Bu, başka şairlerin/yazarların "keşfedilen" eserleri için de böyledir. Bir şairi, yazarı anlamak için evvela onun eserlerinden yola çıkmamız gerek; biyografi vs. daha sonra gelir.
Dolayısıyla bir şairin/yazarın karanlıkta kalmış eserlerini gün yüzüne çıkarmak, külliyatını eksiksiz bir şekilde ortaya koymak (tabii bu ne kadar mümkünse) o şairi/yazarı daha iyi, daha doğru anlamaya götürür bizi.
Doç. Dr. Bilgin Güngör-Aslında siz araştırmalarınızda gördüğüm kadarıyla Nâzım'la da sınırlı kalmayarak o dönemin tüm sosyalist yayınları ile bu yayınlarda yer almış sanat ve edebiyat yazılarını incelemeye çalışıyorsunuz. Son yıllarda özellikle Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı bünyesinde süren transliterasyon çalışmalarıyla da birlikte II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar olan dönemde yayınlanmış sosyalist yayın organları ve Komintern belgeleri de daha fazla gün yüzüne çıkmaya ve incelenmeye başlandı. Bu yayınlarda ortaya çıkan her bir yazı ve sanatsal eser aslında toplumu gerçekçiliğin Türkiye’de geçirdiği sürece dair de birçok yeni veri sunuyor. Araştırmalar bir süre sonra Türkiye’de Marksist estetiğin ve toplumcu gerçekçi edebiyatın gelişimine dair yeni bir tarih yazımını gerektirecek mi?
Elbette gerektirecek. Çünkü edebiyat tarihlerinde ve hatta edebiyat kamuoyunun genelinde Türkiye'de toplumcu edebiyatı Nâzım Hikmet'le, özellikle de onun 1929'daki çıkışıyla ("Putları Yıkıyoruz" kampanyası, kendi imzasıyla yayımlanan ilk şiir kitapları) başlatmak bir genelgeçer yargı konumunda.
Halbuki Kerim Sadi, Asım Bezirci gibi eleştirmenlerin, Metin Kayahan Özgül gibi günümüz araştırmacılarının dikkat çekici eserlerinden de anlıyoruz ki Türkiye'de toplumcu edebiyat, iptidai vaziyette olsa da, II. Meşrutiyet'in kısmî özgürlük ortamında Rasim Haşmet, Abdülaziz Mecdi Tolun, Ahmed Rıfkı, Bedik gibi isimlerin şiirleriyle, hikâyeleriyle başlıyor. Hatta toplumcu edebiyatın ilk roman tecrübesi de bu yıllardadır: İştirak dergisinde (ki Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın yayın organıdır) 1910'larda yayımlanmış fakat yarım kalmış bir roman tefrikası görüyoruz. Adı "Kahraman Kız", yazarı Asu (bu metnin çevrimyazısını çok yakında yayımlayacağız).
Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca 'sından yaklaşık 19 yıl önce çıkmış bir metin bu; "Türkiye'de ilk toplumcu gerçekçi romanın Çıkrıklar Durunca olduğu" yargısını sorgulatan bir metin. Yani demek istediğim, bu türden araştırmalarla Türkiye'de toplumcu edebiyatın kökleri, daha net bir şekilde açığa çıkacaktır. Ben de bu noktada ufak bir katkı mahiyetinde bir eser yayımladım yakın zamanda: Toplumcu Türk Edebiyatının Doğuşu.
Burada, 1909'dan 1929'a kadar Türkiye'de toplumcu edebiyatın gelişiminin tarihsel panoramasına ışık tutmaya çalıştım, çeşitli metin örnekleri sundum. Ama bu noktada asıl büyük kaynağın, TÜSTAV'ın döneme ilişkin yayımladığı metinler ve süreli yayınlar olduğunu söyleyelim. Çok büyük bir emek bu. Her şeyden evvel edebiyat tarihçilerinin görmezden gelemeyeceği bir emek.
-Bahsettiğiniz 'Kahraman Kız' romanının da yayınlanmasıyla tekrar sohbet etmemiz gerekecek o halde. Ortaya çıkan her bir metin, yapılan her yeni araştırma bizleri heyecanlandırıyor; çünkü aynı zamanda toplumcu sanatın ve sosyalist düşüncenin köklerinin bu topraklarda ne kadar derinde olduğunu da gösteriyor. Nâzım'ın şiirine dönecek olursak... Yayınladığınız iki şiirden birinin başlığı 'para sultanlığına ölüm!'. Nâzım'ın 123. doğum gününü de derinleşen yoksulluk ve büyüyen toplumsal eşitsizliklerle birlikte karşılıyoruz. Nâzım'ın bahsettiği para sultanlığının yarattığı etkinin en yakıcı olduğu dönemdeyiz aslında. Son olarak siz bu şiirlerden yola çıkarak, Nâzım'ın gözünden bugüne dair ne söylemek istersiniz?
Nâzım'ın sadece bu şiirlerinden değil, 1921'den sonra kaleme aldığı hemen hemen bütün şiirlerinden hareketle bugüne baktığımızda elbette değişenlerin yanında değişmeyenleri görüyoruz. Değişenler, tarihsel ayrıntılar tabii. Bunlara değinmeye lüzum yok.
Değişmeyenler önemli: Sistem özünde aynı sistem, "para sultanlığı"nın en ileri aşaması emperyalist düzen, bütün dünyaya hâkim.
Ama onun karşısında duranlar da var hâlâ. İnsandan, onun gücünden, en nihayetinde yaşamdan umudunu kesmeyenler yani. Nitekim, Nâzım'ın deyişiyle, "umutsuz yaşanmıyor."
İyi ki doğdun Nâzım: Komünist şair 123 yaşında
(https://haber.sol.org.tr/haber/iyi-ki-dogdun-nazim-komunist-sair-123-yasinda-397431)
/././
Düzenin defteri kabarırken itirazımız var!-Ali Rıza Aydın-
"Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın sömürülen herkes bir bütün olarak işçi sınıfının parçası olduğunun bilinciyle kurtuluş yolunda ayağa kalkacak ve yürüyecek."
Her gün herkesin gözü önünde yaşananlar, halkın başının üzerinde ağırlaştıkça ağırlaşan kara bulutlar zaman zaman sel olup yıkıp süpürerek başa geleceklerin neler olduğunu uyarıyor.
Olaylar ve sorunlar yaşandıkça, düzene hesap sormak yerine, hemen akla gelen hukuk ve yargı oluyor. Öyle ya, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyet” olduğuna, Türkiye Cumhuriyeti “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olduğuna göre yasama ve yargı organlarının öne çıkması olağan. Bunun bir başka anlamı da artık yürütme yetkisi ve görevini “Anayasa ve kanunlara uygun olarak” kullanması ve yerine getirmesi gereken cumhurbaşkanı, bakanlar ve merkezi idare tarafının halk tarafından sorun çözücü olarak görülmeme oranının yükselmesi.
Yasama organı hem yasama hem de denetimsizlik süreciyle, bütün yetki ve görevleriyle, gündemini siyasal iktidara teslim etmesiyle, parmak sayısına mahkum olmasıyla umutsuz olay.
Anayasada güvence altına alınan hukuk devleti temel unsurlarından olan hukuki belirlilik ilkesi yerini belirsizliğe terk ettikçe hukuk da hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olmaktan çıkıyor, kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarının aracı durumuna düşüyor. Ne hukuksal güvenlik var ne de öngörülebilirlik. Tüm eylem ve işlemlerinde devlete duyulması gereken güven sürekli zedeleniyor, eriyor.
Buna hukukun sınıfsallığı, sermaye sınıfının ve siyasi iktidarının hukuk üzerindeki çıkar egemenliği eklendiğinde hukuk daha baştan halk yönünden düzenleyici ve sorun çözücü olmaktan çıkıyor, sömürücü düzenin gereksinim ve çıkarına uygun kılıfa bürünüyor.
Hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan hukuk devletinin bir başka ilkesi, yargı denetimi. Böyle hukuka böyle yargı… Yargı içindeki sorunlar yumağı kadrolaşmadan güdümleşmeye, ödül-ceza yönteminden savunma hakkının kısıtlanmasına kadar hayli büyük ve karmaşık. Yargılama yapan değil sermaye sınıfının ve siyasi iktidarın yaptıklarını onaylayan bir yapıyla karşı karşıyayız. Adalet dağıtmak isteyen yargı mensupları bu yapıyı kurtarmaya yetmiyor.
Bir hafta içerisinde ikisi avukat biri savcı üç yargı mensubunun intiharı sorunun kaotik durumunu gösteriyor. Kamuoyuna yansımayan intihar girişimleri de ihmal edilmemeli. Avukat Bilge Çarpıcı’nın sözleriyle, “bir hukukçunun kendi yaşamına son verme arzusu, düzenin çürümüşlüğüne delalet. Düzen öylesine çürümüştür öylesine yozlaşmıştır ki yargı içindeki otorite ve hatta yargının kendisi de bundan nasibini almıştır. Otoritenin içeride yaşattığı mobbinglerin kendisi ve belki yaşamın içindeki dengesizlikler bireysel elem ve sıkıntıları nirvanaya taşıyor.”
Aynı günlerde muhalefetten bir belediye başkanı gözaltına alınıp yine muhalefetten bir başka belediye başkanının Cumhurbaşkanı tarafından makama çağrılmasını yaşadık. Kamuoyuna yansıyanlardan, “Cumhurbaşkanıdır, çağırır” olağanlığından öte tehditle karışık transfer teklifini anlıyoruz ki ikisi de defteri kabartacak, siyasi pazarlık ve baskı örnekleri. Cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin başı, yürütme organı ve parti başkanı şapkalarının nasıl üst üste giyildiğini görürken, bir cumhurbaşkanının bir belediye başkanına “leke çalarlar” demesi “cumhurbaşkanını da aşan leke çalıcılar mı var” sorusuyla mı karşılanacak?
“Neresi uygulanıyor ki” denilen Anayasanın ihlali örneklerine yenileri eklenmeye devam ediyor. Kaldı ki söz konusu belediye başkanı hakkında açılmış ve bakılmakta olan bir dava varken söylenenler ve pazarlık konusu yapılanlar yargıyı da ilgilendiriyor. Anayasanın 138. maddesindeki “hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” buyruk hükmü de bir kez daha boşa düşmüş oluyor.
Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla dercesine muhalefetten tüm belediye başkanlarını baskılayan bir durumu da, hukuksuz kayyım uygulamasının yanına eklemeden geçemeyiz. Kanun devleti olmak, hukuk devleti olmaya yetmiyor.
Burjuva hukukunda halk dünyaya hukukla bakma konusunda uyumlaştırılıyor. Egemen siyaset ve ideoloji, yasama organını da uyumlaştırarak, hukuku kendine uygun tasarlamanın ötesine geçerek kendine uygun uygulama ya da uygulamama keyfiliğine geçiyor. Bu, “hukuk” olmayan sözde hukuk ve keyfilik, düşman ceza hukukunun kaynağına, sömürüyü sağlamlaştırmanın aracına dönüşüyor.
Hukuk, sınıfsallığının gerektirdiği kılıflara bürünüp kılıktan kılığa girerken eşitsizliğin ve sömürü özgürlüğünün güvencesi olarak kullanılıyor. Sermayenin sınırsız baskısında, kamusal kaynaklara el konulmasında, ülkenin yağmalanmasında, sınırların korunmasında, tarikat ve cemaatlerin her tarafta cirit atmasında, işçi ve kadın cinayetlerinde, cumhuriyetin ve laikliğin yok edilmesinde, yoksulluğun giderilmesinde hukuk yok ama liberaller “hukukun üstünlüğünü” dillerinden düşürmüyor.
Emekçiler gayet iyi biliyor dünyaya hukukla değil, hukuka dünyayla bakılması gerektiğini. Ve dünyaya hukukla bakanların hukuku halka baskı, kendilerine çıkar aracı olarak kullandıklarını.
Emekçiler gayet iyi biliyor sömürü düzeninde hukuk ve yargı denilenin kapitalizmin ve emperyalizmin dünyasının yansımasından başka bir şey olmadığını.
Bu eşitsizlik, bu sömürücü düzen, bu vahşi yaşam dayatması “insanlık onuruma dokunuyor” diyen tüm yurttaşlar itirazlarını yükseltip birlikte hareket etmedikçe, kurtuluş düşünceleri eyleme dönüşmedikçe halkın büyük çoğunluğu açlık ve yoksullukla boğuşmaya, sömürülmeye devam edecek.
Türkiye Komünist Partisinin başlattığı “itirazım var” eylemleri imza kampanyasının ardından 19 Ocak 2025 Pazar günü düzenlenecek kitlesel eylemlerle, halk buluşmalarıyla sürecek. Eylemler, İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere pek çok kentte eş zamanlı olarak başlayacak.1
Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın sömürülen herkes bir bütün olarak işçi sınıfının parçası olduğunun bilinciyle kurtuluş yolunda ayağa kalkacak ve yürüyecek.
- 1.Eylem yer ve saatleri: İstanbul : Kadıköy İskele Meydanı, saat 15.30; Ankara : Kurtuluş Parkı, saat 15.30; İzmir: Karşıyaka İzban İstasyonu önü, saat 15.30; Eskişehir: Doktorlar Caddesi, Kanatlı AVM önü, saat 15.30. "İtirazım Var" kampanyasına destek vermek isteyen yurttaşlar, TKP’nin bina, semt evleri ve stantlarını ziyaret ederek ya da internet üzerinden kampanya metnini imzalayarak katılım sağlayabiliyor. TKP'nin başlattığı imza kampanyasına internet üzerinden destek olmak için buraya tıklayabilirsiniz.
Halk TV’ye satışı engellenmişti: Flash Haber İsrail’e mi, Körfez sermayesine mi teslim?
Halk TV'ye satışı engellenen Flash TV'nin yeni sahibi 2023 Eylül’üne dek tüm hisseleri İsrail bankasına ait olan Bank Pozitif’in yönetim kurulu başkanı Erhan Kork oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/halk-tvye-satisi-engellenmisti-flash-haber-israile-mi-korfez-sermayesine-mi-teslim-397447)***
Bağcılar'da eve girip çocuklara taşla saldırdılar: 12 yaşındaki çocuk yaşamını yitirdi
Bağcılar'da kimliği belirsiz kişi ya da kişiler, girdikleri Suriyeli ailenin evindeki çocuklara taşla saldırdı. 12 yaşındaki kız çocuğu hayatını kaybetti, 5 yaşındaki çocuk yaralandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/bagcilarda-eve-girip-cocuklara-tasla-saldirdilar-12-yasindaki-cocuk-yasamini-yitirdi-397406)
***
12 yaşındaki çocuğu taşla öldüren saldırgan yakalandı: 'Para olmadığını söylediler, öfkelendim'
Bağcılar'da gerçekleştirdiği taşlı saldırıda bir çocuğu yaralayan, bir çocuğu ise öldüren şüpheli, gözaltına alındı. Saldırgan gittiği evde, elektrik tamirine karşılık para alamadığını söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/12-yasindaki-cocugu-tasla-olduren-saldirgan-yakalandi-para-olmadigini-soylediler-ofkelendim)***
'Yenidoğan çetesi' davasında ara karar: 'Hastane sahipleri neden dosyada yok?'
"Yenidoğan çetesi" davasında tüm sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verildi. Duruşma, 18 şubat saat 10.00'a ertelendi.İstanbul'da bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk edip ölümlerine neden oldukları ve haksız kazanç sağladıkları gerekçesiyle 47 sanıklı davada ara karar açıklandı.
Bakırköy 22. Ağır Ceza Mahkemesince adliyenin konferans salonunda görülen duruşmada mahkeme heyeti, sanık avukatlarının "reddihakim" talebinin değerlendirilmesi için dosyanın Bakırköy 23. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verdi.
Sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar veren heyet duruşmayı 18 Şubat'a erteledi.
'Devlet hastanelerinde kaç bebek öldüğü araştırılsın'
NTV'deki habere göre, duruşma, salonda yaşanan gerginlikle başladı. Tutuklu sanık Fırat Sarı'nın avukatı dava dosyasını inceleyemediği için duruşmanın ertelenmesini istedi. Mahkeme heyeti başkanı, bu talebin ara kararda değerlendireceğini söyleyince tartışma yaşandı. Sanık avukatı, mahkeme düzenini bozduğu gerekçesiyle kolluk kuvvetleri tarafından dışarı çıkarıldı.
Örgüt yöneticisi olmakla suçlanan tutuklu sanık İlker Gönen'in avukatı "Benim müvekkilim tüm gerçekleri harikulade anlattığı için bize çok birşey kalmıyor. En iyi isimleri 'Bebek katili' olarak yargılıyorsunuz. Tokluoğlu bebek için aile böbrek rahatsızlığı var diyor, siz ona da inanmıyorsunuz. Duruşma savcısıyla soruşturma savcısı öncesinde de görüşüyorsa bizim lehimize delili kim toplayacak?" dedi. "Basında da, kamuoyunda da buradan bebek katili çıkaramayacaksınız" diye konuşan avukat, devlet hastanelerine kaç bebek sevk edildiğinin ve kaçının öldüğünün araştırılmasını istedi.
'20 günde 27 bebek öldü' dedi, CHP'li isme işaret etti
İlker Gönen'in avukatı CHP Sağlık Bakanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Zeliha Aksaz Şahbaz'ı bebeklerin öldürüldüğüne dair sözleri nedeniyle hedef gösterdi. Evrensel'in verdiği bilgiye göre, Şahbaz'ın Zekai Tahir Burak Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi’nde çalıştığı dönemde 20 günde 27 bebeğin hastanede hayatını kaybettiğini öne sürdü.
Bodrum'daki ruhsatı iptal edilen hastaneyi Memorial'in satın aldığını ifade eden avukat, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü Özel Hastanelerin denetiminden sorumlu birim yetkilisi Dr. Malik Türkay Esin'in soruşturmanın başında verdiği beyanda Özel Santa Plus Hastanesi ve Özel Baypark Hastanesinden bahsettiğini hatırlatarak, "Neden yanlış 2 hastane söyledi? Uzman raporunu yazan Serdar Cömert'in incelediği Medicine Hastanesi cımbızla dosyadan çıkarılmış" diye konuştu. Uzman raporunun yazarlarından Dr. Serdar Cömert'in 2016'da Süleymaniye Kadın Doğum Hastanesinde sürdürülen soruşturmada soruşturulan hekimlerden biri olduğunu iddia eden avukat, dosyada tek otopsi raporu olduğunu hatırlattı. Topluoğlu bebek hakkında yazılan uzman görüşünün de yalan olduğunu öne süre avukat, İlker Gönen'in can güvenliği olmadığın öne sürerek tahliye talep etmedi.
'Hemşireler var hastane sahipleri neden yok?'
Ardından Mehmet Halis Başli'nin avukatı da savcılık aşamasında soruşturmanın eksik yürütüldüğünü ifade ederek "SGK ve Sağlık Bakanlığı'nın da suça karışmış olma ihtimalini düşünerek ona göre yargılamayı sürdürmeliyiz" dedi.
Tutuklu sanıkların avukatlarının beyanlarının sona ermesinin ardından ilk duruşmada tutuklanan 3'ü firari 7 sanıktan 4'ünün avukatlarının beyanına geçildi. Güney Hastanesi Başhekimi Ali Dirik'in avukatı SGK zararının belli olması durumunda zararın ödenebileceğini ifade ederek, "Eğer hastane sahipleri tutuklansa zararı ödeyip çıkacaklar. Benim sabit maaşla çalışan müvekkilim tutuklu ama hastane sahipleri tutuklu değil. Günlük 120 lira aldığını söyleyen hemşireler, sabit maaşlı çalışanlar burada. Büyük sinekler nerede, neden dosyada yok?" diye sordu. Ali Aksu'nun avukatı da Aksu'nun hastanenin soruşturmanın yürütüldüğü dönemde SGK'den alınan tüm parayı iade ettiğini öne sürdü.
'Sağlık Bakanlığı'nın haberi vardı' demişti
Önceki gün yapılan duruşmada da Fırat Sarı, yaptığı işlerden Sağlık Bakanlığı'nın haberi olduğunu söylemişti. Sarı, "Olan bu insanlara oldu. Biz toplumsal olarak yok edildik. Ben annemin, çocuğumun yüzüne bakamıyorum. Yaptığım işlerden Sağlık Bakanlığı'nın haberi vardı. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı tebrik etti beni o zaman" diye konuşmuştu.
'Eksiklikler giderilmemiş'
"Yenidoğan Çetesi" skandalının ortaya çıkmasının ardından Meclis’te "Bazı Özel Sağlık Kuruluşlarında Yaşanan Bebek Ölümlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılması, Özel Sağlık Kuruluşlarının Yenidoğan, Çocuk, Engelli ve Yaşlılarla İlgili Bakım Servislerindeki Uygulamalarının ve Mevzuatın İncelenerek Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu" kurulmuştu. Dün toplanan komisyonda, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği, Türk Neonatoloji Derneği, Özel Hastaneler Platformu ve İstanbul Tabip Odası’nın temsilcileri komisyona sunum yapmak üzere katıldı.
Cumhuriyet'in haberine göre, TTB Başkanı Alpay Azap, yaptığı sunumda hapis cezalarının para cezasına dönüştürülmesine dikkat çekti. Azap şöyle konuştu:
“Aslında 2219 sayılı Özel Hastaneler Kanunu, 1933 yılında ilk defa yürürlüğe giriyor, daha sonra bu yasanın 35 ve 45’inci maddesi 6514 sayılı yasayla 2014 yılında yürürlükten kaldırılıyor. Bu maddeler, aslında, mesul müdürün yetkili mercilerin kararlarına uymama suçundan cezalandırılmasını öngören hususlar ve kanunda hafif hapis cezası öngörülen hükümler de 5728 sayılı yasayla para cezasına dönüştürülüyor. Bunun geldiğimiz noktada yaşadığımız olayla doğrudan ilişkisi olduğunu düşünüyoruz. Benzer düzenleme yani para cezasına çevrilmesi meselesi, 2014’te 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nda yapılıyor. O değişiklikler dışında hâlen 1933’te çıkan bu Özel Hastaneler Kanunu yürürlükte.”
1 Temmuz 2014’te Resmi Gazete’de yayımlanan değişikliklerle, denetimde tespit edilen bu eksiklik ve usulsüzlüklerin yönetmelikte belirlenen süreler zarfında giderilmesi, giderilmediği takdirde yapılacak müeyyidelerle ilgili kuralların belirlendiğinin görüldüğünü söyleyen Azap, “Eksikliğin ilk tespitinde giderilmesi için 15 günlük bir süreyle birlikte ilgili hastanenin tamamen yani eksikliğin tespit edildiği biriminde veya tamamında neredeyse üç günlük poliklinik faaliyetine ara verilmesi müeyyidesi var. İkinci kere ve beraberinde de bir önceki ay fatura etmiş olduğu faturaların binde 1’i kadar da bir para cezası var.
Azap, “Aynı eksiklik, ikinci kere tespit edilecek olursa bu sefer binde 2 oranında bir para cezasıyla birlikte bir önceki ayın faturasından, bu sefer poliklinik faaliyetinin durdurulması 2 katı süreyle yine uygulanıyor. Üçüncü kere tespit edilecek olursa üç gün süreyle faaliyet durdurulur yani böyle bir silsile şeklinde giden ve poliklinik faaliyetinin durdurulmasıyla ve para cezasıyla giden bir şey var. Denetimlerde tespit edilen eksiklikler konusunda uygulanan yaptırımlar, yargı yolu açık olduğu için hastanelerin yargıya başvurduğunu, örneğin bir hastanenin tam 189 dava açtığını ve bu nedenle de bu eksikliklerin bir türlü giderilemediğini görüyoruz. Demek ki aslında burada denetimde tespit edilen eksikliklerin giderilmesiyle ilgili yönetmelikte bir eksiklik olduğunu da görmüş oluyoruz” ifadelerini kullandı.
Bebek Ölümlerini ve Özel Sağlık Kuruluşlarını Araştırma Komisyonu Başkanı İshak Şan, "İstanbul’a hareket edeceğiz. Mağdur ailelerle bir araya geleceğiz" dedi.'Yönetmelikte 45 değişiklik yapılmış'
Denetimlerin sıkı yaptırımlara ve belli bir takvime bağlanması gerektiğini söyleyen Azap, yönetmeliklerin çok sık değiştirildiğini söyledi.
Azap şu ifadeleri kullandı:
“Özel Hastaneler Kanunu’nun uygulanmasına ilişkin nizamname 1934 yılında yürürlüğe giriyor. O zamanki yönetmeliğin ruhu da daha çok hastaların sağlığı ve verilecek sağlık hizmetinin öncelendiğini görüyoruz. Birden fazla yatak olan odalarda pencereye en uzak hasta yatağına doğrudan ışığın hangi açıyla gelmesi gerektiğine dair düzenlemeler dahi var. Ama bu nizamname 1982’deki Bakanlar Kurulu kararıyla -henüz 1982 Anayasası çıkmadan önce- 1983’te Resmi Gazete’de yayımlanan Özel Hastaneler Tüzüğü’yle yürürlükten kaldırılıyor. 1983 tarihli tüzükse, 2021 yılında Cumhurbaşkanı kararıyla yürürlükten kaldırılıyor. Ama 2021’de kaldırılmasına rağmen özel hastanelerin çalışmasını düzenleyen asıl yönetmelik, 2022 Mart ayında yayımlanan Özel Hastaneler Yönetmeliği. Bu yönetmelikte bugüne kadar ilki Nisan 2023’e olmak kaydıyla tam 45 değişiklik yapılmış durumda.”
‘Yenidoğan çetesi’ sanığı Fırat Sarı: Sağlık Bakanlığı'nın yaptıklarımdan haberi vardı
***
Kırmızı kart iktidarı durdurur mu?-Fatih Yaşlı-
"Başta Özel olmak üzere CHP yöneticilerinin kampanyayı beğenmeyenlere yönelik öfkesine bakın, o öfke kendilerine yönelik güvensizliğin ve ciddiye alınmamanın farkındalığıyla ilgili."
Türkiye 2025 yılına sermayenin halka yönelik tepeden sınıf saldırısını daha da şiddetlendirmesiyle girdi. Asgari ücrete yapılan zam yüzde 30’da kaldı, en düşük emekli maaşı 15 bin lirayı dahi bulmadı, memurlara ve memur emeklilerine ise yüzde 11,5 gibi bir zam yapıldı.
Maaş ve ücretler daha cebe girmedi ama hem devlet hem de şirketler yeni yılın ilk gününden itibaren vergi ve zam dalgasını başlattılar, halkın reel alım gücünün aşındırılması ve emeğin üretilen zenginlikten aldığı payın azaltılması süreci hız kesmeden yoluna devam etmiş oldu böylece.
Artık kemer sıkmayı da geçerek boğaz sıkmaya dönüşmüş bu tür bir programın böylesine bir sessizlikle ve herhangi bir toplumsal tepki olmadan uygulanabildiği, sıkıyönetim ve darbe dönemleri hariç Türkiye tarihinde hiç görülmemiştir. Şimşek bu anlamda tarihin en şanslı ekonomi bakanıdır, ülkede yaprak kımıldamamaktadır.
İktidarın Türkiye’nin sermaye düzenine yaptığı en büyük iyilik, adı konulmamış bir olağanüstü hal rejimi altında, sendikasız, grevsiz, eylemsiz, boykotsuz bir ülkeyi mümkün kılmış olmasıdır. Türkiye, iktidarın sopası kadar muhalefetin de basiretsizliği sayesinde, aleni bir soygun ve yolsuzluk düzenine kimsenin itiraz etmediği, büyük bir sessizliğin hükmünü icra ettiği, toplumun toplum olmaktan çıkartılıp sürüleştirildiği bir ülkedir artık.
Hal böyle olunca yolsuzluğun tarihini yazanlar muhalefete yolsuzluk operasyonu yapabilmekte, mevcut anayasaya ve anayasal yargı kararlarına riayet etmeyenler yeni bir anayasadan söz edebilmekte, Kürt sorununun varlığını inkâr edenler barış ve çözümden söz edebilmektedirler olanca pervasızlıklarıyla.
Böylesine çoklu bir kriz konjonktüründe dahi iktidarın oyun kurma ve gündem belirleme yeteneğini yitirmemiş olması, devleti sermayeyi ve medyayı kontrol etmesi kadar karşısındaki muhalefetin çapsızlığı ve gerçek bir irade ortaya koymaktan uzak olmasıyla da ilgilidir.
Eğer 31 Mart seçim sonuçları doğru bir şekilde değerlendirilebilse ve iktidarın bu topluma yeni bir hikâye anlatma yeteneğini yitirdiği görülüp bunun üzerine gidilse, bugün Türkiye bambaşka şeyleri konuşuyor olabilirdi; oysa Özgür Özel CHP’si halkın kendisine rağmen kazandırdığı bir seçimi götürüp iktidara hediye etti.
Şimdilerde tamamen unutulan “normalleşme/yumuşama” edebiyatıyla iktidara altı ay boyunca zaman kazandırmak yerine, 31 Mart seçim sonuçlarının gerisindeki asıl nedene, yani “ekmeğin küçülmesine” oynansa ve bunun üzerine siyasal bir strateji kurulsaydı iktidarın eli şimdiki gibi rahat olmayacaktı.
İktidar ise şimdi daha net bir şekilde görülebiliyor ki normalleşme/yumuşama derken, aslında zaman kazanma peşindeydi ve Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturması üzerine kurulu bir oyunun senaryosunu yazıyor, sergilemek için de bir fırsat kolluyordu. Oyunun ilk perdesi ise 1 Ekim günü Bahçeli’nin TBMM açılışında DEM Parti’li vekillerin elini sıkmasıyla ve bunu Erdoğan’ın “iç cephe” çağrısına uymakla izah etmesiyle açılacaktı.
Öcalan’ın TBMM kürsüsüne davet edilmesiyle oyun daha da heyecanlı bir hal alırken Suriye’nin cihatçılar tarafından işgaliyle birlikte yeni bir perde açılacak, iktidar fetihçi ve yeni-Osmanlıcı hikâyeyi yeniden anlatmaya başlayacak ve böylece oyunu daha gerçekçi temellere oturtma şansına sahip olacaktı.
Şimdi Erdoğan-Bahçeli ikilisi, bunu hayata geçirmeleri ne kadar mümkün bilinmez ama “Suriye’nin fethi”nden sonra da bir de “PKK’ya silah bıraktırma” hikâyesini pazarlamaya ve bunun üzerinden iktidarlarını tahkim etmeye, rejimi mutlak anlamda yerleştirmeye çalışıyorlar.
Siz bakmayın Bahçeli’nin “süreçle yeni anayasa ve cumhurbaşkanının yeniden seçilmesi arasında herhangi bir bağlantı yok” minvalindeki sözlerine; Erdoğan adaylığını Urfa’da İbrahim Tatlıses aracılığıyla açıkladı bile. AKP sözcüsü Ömer Çelik de "bu şekilde bağlanmasından da memnuniyet duyduk. Formüle bakarız” diyerek bunu şimdiden teyit etmiş oldu.
Suriye’nin fethi ve PKK’ya silah bıraktırma hikâyesinin varacağı yer elbette ki Erdoğan’ın bir kez daha cumhurbaşkanı adaylığı olacak, bu çok net. Bunun böyle olacağını anlamak için ise çözüm, barış vs. derken muhalefete gösterilen sopaya bakmak yeterli.
MHP’li İsmet Ataman aylar önce Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atandığında, CHP-DEM Parti işbirliğiyle kazanılan Akdeniz ve Toroslar belediyelerini işaret etmiş ve sıranın onlarda olduğunu söylemişti. Kimileri Bahçeli ile Erdoğan arasında sürece dair görüş farklılıkları bulunduğu, kayyımların Bahçeli’nin isteği hilafına atandığı, devlette iki farklı kanaat olduğu gibi açıklamalarla toplumu uyutadursun, bu sefer de Akdeniz Belediyesi’ne ve gayet eşgüdümlü bir şekilde kayyım atandı.
Esenyurt’tan beri izlenen stratejiye uygun bir şekilde, Akdeniz Belediyesi’ne kayyıma CHP’li Beşiktaş Belediyesi’ne yönelik yolsuzluk operasyonu eşlik etti. Ortada bir yolsuzluk var mı yok mu bilinmez ama bunun belediyeleri çökertmeye yönelik stratejinin bir parçası olduğu çok açık. Üstelik mesele sadece belediyeleri çalışamaz hale getirmek değil; hem CHP’yi terörle işbirliği yapıyor gibi göstermek hem de –evet ikisi de aynı anda mümkün- çözüm havucu uzatılan DEM Parti ile sürece nasıl dâhil olacağını bilemeyen CHP arasındaki ittifak zeminini sarsmak.
Buradan varılacak esas yer ise elbette ki İmamoğlu olacak. Önce Esenyurt, şimdi Beşiktaş derken, sürecin İBB’ye uzanma ihtimali hayli yüksek. Eğer İmamoğlu’na bir siyasi yasak gelecekse, bunun hem terörle işbirliği hem de yolsuzluk sosuna batırılması gerekiyor ki “Erdoğan en güçlü rakibinin önünü ayak oyunlarıyla kesti” şeklindeki kanaat zayıflatılabilsin, bunun üzerine bir söylem geliştirilebilsin.
Peki hal böyleyken CHP ne yapıyor, tüm bu gidişatı durdurabilecek bir akla ya da iradeye sahip mi?
Bu soruya “evet” şeklinde bir yanıt vermek mümkün görünmüyor; son “kırmızı kart” kampanyası da bunu çok net bir şekilde gösteriyor.
Normal şartlarda ekonomi üzerine kurulmuş, popüler bir kampanyanın işe yarar olduğu söylenebilirdi. Ancak bir siyasi kampanyanın içeriği kadar hazırlanışı, sunuşu ve altyapısı da önemlidir. Eğer siz herhangi bir altyapıyı hazırlamadan ve “şu saatte büyük bir sürprizimiz olacak” tarzı tuhaflıklarla böyle bir işe girişirseniz, sonucun hüsran olması kaçınılmazdır.
Sonuç hüsrandır; çünkü kampanya ölü doğmuştur, CHP’liler tarafından bile dalga konusu yapılmakta ve ciddiye alınmamaktadır. Başta Özel olmak üzere CHP yöneticilerinin kampanyayı beğenmeyenlere yönelik öfkesine bakın, o öfke kendilerine yönelik güvensizliğin ve ciddiye alınmamanın farkındalığıyla ilgili. O yüzden halka sinirleniyorlar, o yüzden iktidara göstermeleri gereken kırmızı kartı halka gösteriyorlar. Halk tarafından ciddiye alınmamak ve halkla bu şekilde kavga etmek ise bir siyasi organizasyon için en büyük felakettir, bunu görmüyorlar.
Velhasıl, normalleşme, yumuşama, çözüm, barış, yeni anayasa, iç cephe vs. derken iktidar çizdiği yol haritasına uygun bir şekilde yürümeye, muhalefet ise ne yapacağını bilmez bir halde ortalıkta dolanmaya devam ediyor. Bu tabloyu ise –belki klişe gibi gelebilir ama- ancak tek bir şey değiştirebilir, ya şimdilerde ölüm sessizliğine bürünmüş halk, üzerindeki o ölü toprağını atarak bir siyasal özne olarak sahneye çıkacaktır ya da Türkiye bu kısırdöngünün içerisinde sürüklenmeye devam edecektir. Hakikatimiz budur.
/././
soL kazandı, '6 yaşında kızlar evlendirilsin' diyen Nurettin Yıldız kaybetti
Nurettin Yıldız’ın “6 yaşındaki çocuk evlendirilebilir” sözleriyle ilgili yapılan haber sebebiyle soL'a verilen hakaret cezasını Yargıtay bozdu. Haberin gazetecilik görevi kapsamında olduğu söylendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/sol-kazandi-6-yasinda-kizlar-evlendirilsin-diyen-nurettin-yildiz-kaybetti-397448)Gerici Nurettin Yıldız 'çocuk evliliklerini' savunmaya devam ediyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/gerici-nurettin-yildiz-cocuk-evliliklerini-savunmaya-devam-ediyor-389652)
***
Teğmenlerin avukatından suç duyurusu: 'Bazı komutanlar kanaatini değiştirmek zorunda kaldı'
Kılıçlarını çatarak geleneksel yemini okudukları için ihraçları istenen teğmenlerin avukatı, bazı komutanların kanaatlerini değiştirmeleri için zorladıkları iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/tegmenlerin-avukatindan-suc-duyurusu-bazi-komutanlar-kanaatini-degistirmek-zorunda-kaldi)***
Menzil Cemaati'nde miras kavgası büyüyor: Taşlı sopalı kavgayı jandarma ayırdı
Menzil Cemaati lideri Abdulbaki Erol'un 12 Temmuz 2023'te ölmesinin ardından oğulları arasında "miras kavgası" başlamıştı.Adıyaman’ın Kahta ilçesinde bulunan Menzil Köyü'nde, fiziki hale gelen kavga sosyal medyaya yansımış, bunun üzerine tarikat "şeriat mahkemesi" kurma kararı almıştı ancak mal paylaşımı sorunu yine çözülememişti. Açıklama yapan Semerkand grubu, mollaların "mahkeme"yi ertelemesinde, ağabeyleri Saki Erol'un etkisi olduğunu, Erol'un heyete baskı yaptığını söylemişti. Saki Erol ise mollaların erteleme kararı sonrası, sorunun çözümü için savcılığa başvuracağını açıkladı. Seyyid Muhammed Saki Elhüseyni ise cemaate bağlı Semerkand Vakfı yöneticileri tarafından Menzil’in kasasından 10 milyar lira vurgun yapıldığını iddia etmişti. Vakfın başkanı Yakup Yakupoğlu ve genel istişare kurulu üyeleri Ahmet Türk ve Hüseyin Kadıoğlu ile vakfın bilinen isimlerinden Abdurrahman Bayrakçı’nın “şebeke” oluşturarak bu vurgunu yaptığını dile getirmişti. (https://haber.sol.org.tr/haber/menzil-cemaatinde-miras-kavgasi-buyuyor-tasli-sopali-kavgayi-jandarma-ayirdi-397415)***
Ceyber Çağrı Merkezi çalışanları anlatıyor: Sömürü, hukuksuzluk, teşvik cambazlığı
CeyBer patronu devlet teşvikleriyle bir kuruş ödemeden işçi çalıştırıyor, teşvik kesilince asgari ücreti dahi çok gördüğü çalışanını işten çıkarıyor. Şirket bu sayede sektörünün en büyüklerinden oldu.2016 yılında kurulan CeyBer e-ticaret, teknoloji ve lojistik alanlarındaki çok sayıda firma için çalışan bir çağrı merkezi. İzmir'deki şirketin şu anda 500’ü aşkın çalışanı bulunuyor.
Peki CeyBer nasıl oldu da bu kadar kısa bir zamanda böyle bir büyüme sağladı? CeyBer patronu Ergun Civelek verdiği bir röportajda "koşmazsan düşersin felsefesini" benimsediklerini, bu stratejinin de şirketin büyüme oranlarına yansıdığını ifade ediyor ve 2022 yılında TOBB’un "En Hızlı Büyüyen 100 Şirket" listesine girmeyi başardıklarını ifade ediyordu.
İşin doğrusu şu ki, Ergun Civelek’in benimsediği "felsefenin" temelinde işçileri uzun saatler ve asgari ücretin altında bir ücrete çalıştırma yatarken bu büyümenin en büyük destekçisi de devlet teşvikleri.
Çağrı merkezi patronları esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini sever. Hatta rakip çağrı merkezi şirketlerinden müşteri kapmak için her zaman fiyatı daha da dibe çekerler. Burada maliyetini düşürdükleri kalem işçi ücretlerinden başka bir şey değildir. Sonra da kendileriyle "şu kadar yılda şu kadar projeye imza attık" diyerek gurur duyarlar. Tıpkı CeyBer Çağrı Merkezi’nde de olduğu gibi.
Patronların Ensesindeyiz Ağı'na ulaşan CeyBer çağrı merkezi çalışanları Ergun Civelek’in nasıl büyüdüğünü, kısa süre içerisinde sektörde nasıl söz sahibi olma yolunda ilerlediklerini anlattılar. Tabii ki kendi durdukları ve gördükleri yerden.
Sömürünün en görünür hali Yolcu360 projesi
Çağrı merkezi patronların en sevdiği projelerden olan ve daha önceden adını Webhelp Çağrı Merkezi’nden de bildiğimiz Yolcu360'ın bir müşterisi de CeyBer.
Araç kiralama işi yapan Yolcu360 firmasına çağrı merkezi hizmeti sunulması için oluşturulan projede yaşanan haksızlıklarla ilgili Patronların Ensesindeyiz’e ulaşan işçiler başlarından geçenleri şöyle anlatıyor:
“Biz bundan bir ay önce, dönemsel olarak Yolcu360 projesinde çalışmak için CeyBer’le anlaşma yaptık. Bize bu projenin en az bir ay süreceği sonrasında da performansımıza göre ya Yolcu360 projesinde ya da şirket bünyesindeki farklı projelerde çalışabileceğimiz söylendi.
'İstemiyorsanız istifanızı verin'
“Ancak çalışmaya başladıktan 10 gün sonra proje süremizin bittiği söylenerek bizi projeden alıp açıkta beklettiler. Beklediğimiz sürede bize herhangi bir açıklama yapılmazken, şirket tarafından istiyorsak istifa edebileceğimiz söylenerek mobbinge uğradık. Projeye başlamadan önce belli bir eğitim süremiz vardı. Aramızdan bazı arkadaşlarımız eğitimi tamamladıktan sonra işten ayrıldıkları için eğitimde geçirdiğimiz sürenin ücretini alamadılar. Halbuki eğitim süreci de dahil olmak üzere biz her gün 09:00- 18:30 işimizin başındaydık. Bu süreçte yetkili hiç kimseden yardım alamadık ve sanki zorla çalıştırılıyormuşuz gibi tavırlarla karşılaştık.
İş sözleşmesi dahi imzalatılmadı
Bazı arkadaşlarımıza projeye başlarken iş sözleşmesi dahi imzalatılmadı. Bizler o projenin ihtiyaç duyduğu süre boyunca güvencesiz ve işverene hiçbir maliyetimiz olmadan çalıştırıldık. Yine bazı arkadaşlarımız ise bu işe umut bağlayıp borçlanarak kendilerine bilgisayar aldılar. Şu anda bazılarımız Yolcu360 projesinde sadece 10 gün çalıştırılmış ve projede ihtiyaç kalmadı denilerek işsiz kalmış durumda.
Bu firma hakkında yorumları okuduğumda, ‘Bu kadarı da olmaz, abartılıyor’ demiştim ve çalışmaya karar verdim. Deneyip görmek istedim. Şimdi anlıyorum ki firma hakkında az bile yazılmış. Firmada kimsenin kimseden haberi yok. 15 gün eğitim adı altında ücretsiz çalıştırılıp sonunda istifaya zorlanıyorsunuz. Projeden projeye atıp duruyorlar. Tek bir memnun çalışan yok. İnsan kaynaklarının üslubu çok çirkin. A’dan Z’ye kötü bir firma. Ben 2 ay çalıştım. Şu an dava açmaya hazırlanıyoruz avukatlar ile.
Mevcut işime devam ederken, iş yerinden ayrılmam gerektiği söylenildi. Tarafımca kesinlikle istifa etmeyeceğimi, iş kanunu gereği ihbar hakkımı kullanmak istediğimi ifade ettim.
Birçok kez tarafıma istifa etmem gerektiği vurgulandı kabul etmediğim halde ve ihbar hakkımın kullanılamayacağı dile getirildi. Bu şirkette ilgili kanun maddesinin kullanılamayacağı, söz konusu olmadığı belirtildi. Daha sonrasında şahsımı yanıltarak, örnek bir istifa dilekçesi tarafıma WhatsApp aracılığıyla gönderildi. Takım lideri tarafından da sesli olarak görüşme sağlandığında, ücretsiz izin hakkımın geri kalan günleri tarafıma çalışıldı olarak gösterileceği söylendi. En büyük hakkım olan ihbar hakkımı maalesef kullanamadım. Şirketin CEO’su, çalışanlara önem verdiğini belirtiyor fakat kurduğu düzen bunun tam tersine hizmet ediyor. Ufak bir ihbar süresi ödemeyen, işçilerini aldatan bir şirketten ne bekleyebilirsiniz?”
İşkur teşvikleriyle büyüyen bir şirket
2016 yılında kurulduğunda dar bir kadroyla sektöre giriş yapan CeyBer kısa süre içerisinde 500’ü aşkın çalışanıyla en hızlı büyüyen şirketler arasına girdi. Bu büyümenin ardında yatan en büyük kaynak ise İşkur'dan alınan teşvikler.
CeyBer, çalışanlarının büyük çoğunluğunu İşkur istihdamı kapsamında işe alıyor ve sonradan kendi bünyesinde sigortalı hale getiriyor. Bu geçiş süreci de ortalama 3 ay sürüyor. Yani işçinin işe girişinden itibaren 3 aylık süre boyunca ücreti devlet tarafından veriliyor.
Tabii bu üç ay boyunca sadece kısa vadeli sigorta işliyor ve emekliliğe, kıdeme vb. haklara etki eden uzun vadeli sigorta ise bu üç aylık süreç içerisinde işlemiyor. Aynı zamanda İşkur süreci boyunca ücret, çalışılan gün üzerinden hesaplanıyor. Yani işçi raporlu ya da izinli olduğunda o günün ücreti direkt kesiliyor. Bu nedenle İşkur ile çalışılan süreç boyunca bazı aylar asgari ücretin altında ödeme yapılabiliyor. Bu üç aylık süreç içerisinde de aslında işçinin patrona herhangi bir maliyeti olmuyor.
Devletin, patronları teşvik yağmuruna tuttuğu istihdam biçimlerinden biri olan bu uygulamayla özellikle çağrı merkezi gibi çalışma biçiminin esnek ve güvencesiz olduğu sektörlerde, patronların büyüme hızları normalin üzerinde artırılıyor.
'Biz sizin maaşınızı asgari ücrete tamamlayamayız'
İşkur’la işe alınan ve ücretlerinin asgari ücretin altında yatmasından sonra haklarını aramaya çalışan işçiler yaşadıkları süreci Patronların Ensesindeyiz’e şöyle anlatıyor:
“Bizler LCW projesinde çalıştırılmak üzere İşkur kapsamında CeyBer’de çalışmaya başladık. Aslında İşkur ile işbaşı yapmanız durumunda sizi ofisten ve vardiyasız çalıştırmak zorundalar. Bunu da ilk gün verdikleri oryantasyonda bizlere söylüyorlar. Çünkü İşkur ile çalıştığınız süreç boyunca vardiyalı ve evden çalışmak yasak. Biz her sabah ofise gelip her akşam ofisten çıkıyormuş gibi imza atıyorduk. Bu listeleri de İşkur’dan denetime gelen yetkililere’ bakın bu kişiler ofisten çalışıyor’ diye gösteriyorlardı. LCW projesi de vardiyalı ve home office çalışılan bir projeydi. Hepimizin de ihtiyacı olduğu için bu duruma itiraz etmedik.
İşe başlayalı birkaç ay olmuştu ve İşkur sürecimiz devam ediyordu. İşkur’umuzun 3. ayıydı. Eylül ayı maaşlarımız yattı ve hesaplarımızda asgari ücretin altında bir rakam gördük. Bir günlük ücretimiz kesilmişti. Nedenini sorduğumuzda ise Eylül ayında 25 iş günü olduğunu ve işkur’un yani devletin asgari ücreti 26 iş günü üzerinden yatırdığını, eylül ayında 25 iş günü olması nedeniyle de 1 günlük ücretimizin kesildiğini aktardılar. Biz de İşkur sistemi böyle olsa dahi CeyBer olarak 1 günlük ücretimzin kendileri tarafından karşılanması gerektiğini söyledik. Bunun üzerine bize ‘biz sizin maaşlarınızı asgari ücrete tamamlayamayız’, İşkur süreci yasal olarak nasıl ilerliyorsa o şekilde maaş alacaksınız dendi ve maaşlarımız o ay asgari ücretin altında kaldı.
Vardiyalı bir biçimde, bazen de mesaiye kalarak, proje hedeflerimiz tutsun diye canla başla çalışıyoruz. Birçoğumuzun çocuğu var. Kimse keyfinden çalışmıyor ancak asgari ücret bile alamıyoruz. İşkur maaşımızı eksik yatırdıysa CeyBer’in üstünü tamamlaması gerekiyordu. İstediğimiz sadece asgari ücret, sanki çok yüksek maaşlarla çalışıyormuşuz gibi bize ‘biz size ödeme yapamayız’ diyorlar."
'CeyBer’e hiçbir maliyetimiz yok'
PE’ye ulaşan bir başka işçi de İşkur’la işe girdiğini, herhangi bir yol ücreti verilmediğini, evden çalışmaları durumunda kendilerine herhangi bir internet, elektrik desteğinin sağlanmadığını aktardı:
“CeyBer’de kimseye yol ücreti verilmiyor. Bazı günler evden çalışıyoruz. Elektrik ve internet desteği olarak performansımıza bağlı günlük çok komik rakamlar veriyorlar bizlere. Onların da nasıl hesaplandığını anlamış değiliz. Ofise gelmek istemiyoruz. Bizim için yol ücreti ciddi bir gider kalemi. Aldığımız maaş zaten asgari ücret. Yol ve diğer ücretler de verilmediğinden bizim maaşımız aslında asgari ücretin altında kalmış oluyor. Bir ay boyunca gerçekten karın tokluğuna çalışıyoruz. Bizleri zaten İşkur ile işe alıyorlar. Üç ay boyunca İşkur ile çalışıyoruz. Hastalanıyoruz maaşımız kesiliyor, resmi gün ve tatil oluyor maaşımız kesiliyor. Bu kesintiler de işyeri tarafından tamamlanmıyor. CeyBer’e hiçbir maliyetimiz yok."
'Küçülme bahanesiyle bir anda işsiz kalıyorsunuz'
"Bir insanın kendisine yapacağı en büyük saygısızlık Ceyber de çalışmak" diye tarif ediyor bir başka işçi:
"Mülakat ve görüşmelerde bize olduğundan çok farklı bir şey anlatıp burada çalışmanın hiç de söyledikleri gibi olmadığını işin içine girince anlıyorsunuz. Emeğinizin karşılığını asla alamadığınız, piyasa koşullarının çok altında paralar verip, sizlere muhtaç insan muamelesi yaptıkları bir yer CeyBer. Çalışanları İşkur ile alıp, İşkur süreniz bittiğinde de hiçbir neden yokken proje küçülmesi diyerek sizi istifaya zorluyorlar. Projede boşalan yerlere ise yeni İşkur'lu çalışan alıyorlar. O çalışanların da İşkur süreci bitince yine aynı döngü devam ediyor. Böylelikle devamlı olarak devletten istihdam teşviki alıyorlar."
***
Üçüncü Sanayi Devrimi sürecinde kapitalizm ve mesleki-teknik eğitim -Haluk İşler*-
"İstihdam biçimlerinin ve işgücü niteliklerinin esnekleşmesi, işgücünün yetiştirilmesinde birincil araç olan eğitimin ve dolayısıyla MTE sistemlerinin dönüştürülmesini zorunlu kılmıştır."
Ulusal merkezi eğitim sistemleri altında örgütlenerek kurumsallık kazanmış mesleki-teknik eğitim (MTE) sistemlerinin gelişimi, 16. yy.da tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizminin gelişim süreçlerine paralel bir seyir izlemiştir. Sanayi kapitalizmi tarihi de ana hatlarıyla sanayi devrimleri üzerinde şekillenmiştir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin karakterize ettiği sanayi devrimleri kendi dinamiklerine uygun üretim yöntemlerini yaratmıştır. Belli tarihsel koşullara karşılık gelen üretim tarzları, tüm ekonomik ve toplumsal yapılarla birlikte MTE sistemlerini de dönüşüme zorlamıştır.
20. yy.ın başlarında II. Sanayi Devrimini başlatan “Taylorist” (Fordist) yöntemlerin, mikro iş bölümüyle üretim verimliliğinde büyük artışlar sağlaması, sanayi kapitalizminin kâr ve sermaye birikimi açısından yeni bir sıçrama yapmasına olanak tanımıştır. Ancak 1970’li yıllarla birlikte değişen pazar dinamikleri karşısında tıkanmaya başlayan Fordist Sistem yerini, III. Sanayi Devriminin üzerinde yükseldiği esnek üretim sistemlerine bırakmaya başlamıştır. Üretimin esnekleştirilmesi, mikroelektronik, otomasyon, robotik gibi teknolojilerle mümkün olabilmiştir.
Yüksek bilimsel ve teknolojik bileşime sahip olan esnek üretim sistemleri, iş yaşamı, istihdam yapıları ve işgücü niteliklerinde köklü değişiklikler getirirken, bunlara paralel olarak MTE sistemlerinde de önemli değişiklikleri zorunlu kılmıştır.
Bu makalede, II. Sanayi Devriminin odağını oluşturan Fordist Sistemin krizinin nedenleri, III. Sanayi Devriminin iç ve dış dinamikleri ile esnek üretim sistemleriyle şekillenen yeni toplumsal ve ekonomik yapıların MTE sistemleri üzerinde yarattığı dönüşümler ele alınmıştır.
Not: Bu makale, 14.09.2024 ve 02.11.2024 tarihlerinde Sol Haber Portalında yayımlanan ve aşağıda erişim linkleri verilmiş olan, “I. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” ile “II. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” adlı makalelerin devamı niteliğinde yazılmıştır. Ancak bu makalenin bağımsız olarak da okunabilmesi için “Giriş” bölümünde önceki makalelerin genel hatlarına değinilmiştir.
Giriş
15. yy.dan itibaren Avrupa’da başlayan ve aydınlanma devrimi olarak nitelenen Rönesans ve Reform süreci, toplumsal, ekonomik, siyasal, bilimsel ve teknolojik alanlarda birçok gelişmeye eşlik etmiştir. Bu dönemde feodal üretim tarzının çözülme dinamiklerinin ortaya çıkmasıyla birlikte ticaret kapitalizminin giderek palazlanması, belirginleşmeye başlayan toplumsal, ekonomik, siyasal dönüşümlerin de maddi temelini oluşturmuştur.
İlkel komünal toplumlardan sanayi kapitalizmine kadar olan binlerce yıllık dönemde uygulanan zanaatkârlık üretiminde tüm süreçler, çok uzun süreli çıraklık ve kalfalık eğitiminden geçerek kalifiye emeğe sahip olan zanaatkârlar (ustalar) eliyle, basit alet ve tezgâhlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Üretimin tüm süreçlerine hâkim olan ve bu yüzden işine yabancılaşmamış olan zanaatkârlar aynı zamanda çırak ve kalfaların eğitiminden de sorumludur. Zanaatkârların bir araya gelerek oluşturdukları loncalar, 15. yy.dan itibaren, tutucu, dışa kapalı, lonca dışındaki üretim girişimlerine izin vermeyen ve üretimde iş bölümüne olanak tanımayan yapıları nedeniyle üretiminin kapitalistleşmesine engel olmaya başlamıştır. Zanaatkârlığa dayalı üretim ve örgütlenme biçimlerinin, gelişen ekonomik ve ticari ilişkilere hem nitel hem de nicel olarak yanıt veremez hale gelmesi, yeni bir üretim örgütlenmesini içeren manüfaktürün ortaya çıkış koşullarını yaratmıştır.
Loncaların dışında faaliyet gösteren zanaatkârlar ve tüccarlar zamanla loncaların kısıtlayıcı etkilerinden kurtulmak için iş birliği yapmaya başlamış, ticareti iyi bilen ve zanaatkârlara iş dağıtarak kapitalistleşen tüccarlar, işveren durumuna gelerek zanaatkârların ürettiği ürünlerin ticareti üzerinden sermaye birikimlerini hızla arttırmıştır.
Başlangıçta mekânsal olarak dağınık durumda faaliyet gösteren zanaatkârlara iş dağıtan tüccarlar/kapitalistler, üretimde mekânsal dağınıklığın yarattığı eşgüdüm ve iş bölümünün artırılamamasına ilişkin sorunlar nedeniyle üretimin tek bir yerde toplanmasına yönelmişler, üretimin tüm süreçleriyle tek bir yerde yani atölyelerde toplanması, iş bölümü ve üretim örgütlenmesi açısından büyük kolaylıklar sağlamıştır.
Zanaatkârların kapitalistin mülkiyetinde olan atölye ve üretim araçlarıyla üretim sürecindeki iş bölümünün birer parçası haline getirilmeleri yeni bir üretim örgütlenmesi olan manüfaktür üretimini ortaya çıkarmıştır. Sanayi kapitalizminin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan teknik ve ekonomik koşulları yaratan manüfaktür üretimi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuva sınıfıyla birlikte, emeğini kapitaliste satmak zorunda kalan işçi sınıfını ön plana çıkarmaya başlamıştır. Bu gelişmeler, feodal üretim tarzıyla birlikte zanaatkârlık üretiminin de tasfiye sürecini hızlandırmıştır. Ancak bu evrede manüfaktür üretiminde henüz makineleşmeye geçişin koşulları oluşmamıştır.
18. yy.da, özellikle Avrupa’da giderek artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, enerji ve üretim makinelerinin yapılabilmesini mümkün kılan olgunluğa erişmiştir. 1769 yılında, ilk kez bir enerji makinesi olarak beden gücünün yerini alan buhar makinesinin bulunması makineleşmede önemli bir sıçramanın başlangıcını oluşturmuştur. Manüfaktür atölyelerinin yerine kurulmakta olan fabrikalarda üretim makinelerinin çalıştırılması için kullanılmaya başlanan buhar makinesi, üretimde büyük verimlilik artışları sağlamıştır. Buhar makinesinin bulunmasıyla birlikte üretimde makineleşme ve manüfaktür üretiminden fabrika sistemine geçiş süreci I. Sanayi Devrimi olarak adlandırılmıştır.
18. yy.ın ortalarından 19. yy.ın sonlarına kadar devam eden I. Sanayi Devrimi, fabrikalardaki üretim örgütlenmesinde ve emek süreçlerinde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Makineleşmeye dayalı fabrika üretimi, beden gücünün yerini büyük ölçüde makinelerin aldığı, üretimin kitleselleştiği, işlerin basit ve rutin hale getirilerek teknik iş bölümünün arttırılabildiği, üretimde verimlilik artışının yanı sıra standardizasyonunun sağlanabildiği yeni bir teknik temel ve üretim örgütlenmesi ortaya çıkarmıştır. Fabrikalarda, ucuz, kalifiye olmayan ancak makine sayesinde yüksek kapasiteye ulaşan işgücü kitlelerinin çalıştırılması mümkün hale gelmiştir. Fabrikalarda uygulanan yeni tip üretim örgütlenmesi, işgücünün üretimdeki sorumluklarına bağlı olarak en alttaki işçiden en üst yöneticilere kadar çok sayıda hiyerarşik pozisyon ortaya çıkarmıştır. Fabrika sisteminde, makine üzerinde basit ve rutin işleri yapan işçinin emeğinin niteliği düşerken, makinelerin, tasarım, ayar, bakım ve onarım işlerini yapan işgücünün emeğinin niteliği ise yükselmiştir. Üretimde, işgücü hiyerarşisindeki kademeler arasında niteliksel farklar keskinleşirken, emeğin niteliğine ilişkin en önemli ayrışma kafa ile kol emeği arasında görülmeye başlamıştır.
Manüfaktür üretimiyle tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizmi, bir yandan I. Sanayi Devriminin itici gücü olan makineleşme ve fabrika üretiminin sağladığı verimlilik sıçramasıyla sermaye birikimini yoğunlaştırırken, üretim güçlerinde, üretim ilişkilerinde ve üretimin sınıfsal yapısında köklü dönüşümler meydana getirmiş, diğer yandan da bu dönüşümlere uygun toplumsal, ekonomik ve siyasal yapıları oluşturmaya başlamıştır. I. Sanayi Devrimi sürecinde yükselişini hızlandıran ve egemenliğini giderek arttıran sanayi kapitalizmi, tüm toplumsal alanlarda olduğu gibi mesleki-teknik eğitim (MTE) sistemleri üzerinde de önemli dönüşümleri zorunlu kılmaya başlamıştır. Bu dönüşümleri zorunlu kılan tarihsel, ekonomik ve siyasal koşullar, zanaatkârlık üretimindeki “usta-kalfa-çırak” hiyerarşisine dayalı MTE yapısını ortadan kaldırırken, yükselen kapitalizmin yapısal ihtiyaçlarına ve dinamiklerine daha uygun yeni tip kitlesel eğitim kurumlarını ön plana çıkarmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan ulus devletlerde eğitim merkezi ve kitlesel hale gelirken, MTE kurumları merkezi eğitim sistemlerinin bir parçası olarak genel eğitimin de verildiği resmi okullar haline dönüşmüştür.
19. yy.ın sonlarına doğru, buhar makinesinin teknik yetersizlikleri, klasik fabrikalardaki iş bölümü örgütlenmesinde yaşanan tıkanmalar, bilimsel ve teknolojik alanlardaki yeni gelişmeler II. Sanayi Devrimini doğuran teknik ve ekonomik koşulları ortaya çıkarmaya başlamıştır. Klasik fabrika sisteminin tıkanmaya başlamasıyla, kapitalizmin özellikle de sanayi kapitalizminin sermaye birikimini yoğunlaştırma hızı giderek yavaşlamış, bu durum kapitalizme özgü kriz dinamiklerini tetikleyen en önemli unsur haline gelmiştir.
19. yy.da hızlanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, başta elektrik ve içten yanmalı motorlar olmak üzere birçok önemli buluşun teknik temelini hazırlamıştır. 20. yy.ın başlarında, üretim yöntem ve örgütlenmelerine ilişkin geliştirilen Taylorist (Fordist) uygulamaların fabrika sistemine uyarlanmasıyla üretim verimliliğinde büyük artışlar sağlanmış, üretimde iş bölümü ve örgütlenme yapılarını bir üst aşamaya taşıyan bu süreç II. Sanayi Devrimi olarak adlandırılmıştır. Kapitalizmin sermaye birikim sürecini tekrar yoğunlaştırabilmesine olanak sağlayan II. Sanayi Devrimi, I. Sanayi Devrimi sürecinde olduğu gibi, kapitalizmin girdiği yeni aşamaya uygun, toplumsal, ekonomik ve siyasal kurumların da dönüşüm ya da ortaya çıkış zeminini oluşturmuştur.
Fordist Sistem üretim süreçlerinde, yoğun iş bölümü ve seri üretim teknikleriyle, basit ve rutin işleri yapan niteliksiz işçiden en üst düzey mühendis ve yöneticilere kadar çok sayıda kademeden oluşan oldukça dikey bir işgücü hiyerarşisi yaratmıştır. Bu işgücü hiyerarşisi aynı zamanda işgücü emeğinin niteliğine ilişkin de bir hiyerarşiyi temsil etmiştir. Bunun yanı sıra Fordist Sistemde emeğin nitelikleri üzerinden şekillenen iş ve görev tanımlarının ortaya koyduğu en keskin ayrım kafa ile kol emeği arasındaki ayrım olmuştur.
II. Sanayi Devrimiyle birlikte yeni bir sıçrama gerçekleştiren kapitalizm, MTE sistemlerini de kendi üretim tarzının gereklerine uygun olarak dönüştürmeye devam etmiştir. MTE kurumlarının yanı sıra öğretim programlarının tür ve düzeyleri, II. Sanayi Devrimiyle birlikte üretim örgütlenmelerinde ortaya çıkan farklı işgücü niteliklerine paralel olarak çeşitlilik kazanmaya başlamıştır. MTE öğretim programları, II. Sanayi Devriminin üretim dinamiklerine özgü iş bölümünün bir sonucu olarak dar uzmanlığa dayalı alan ve dallar çerçevesinde şekillenmiştir. Bir başka ifadeyle MTE öğretim programları bireyleri sınırları daraltılmış yeterliliklerle iş yaşamına hazırlayan bir yapıya bürünmüştür.
20. yy.ın başlarından itibaren kapitalizme büyük ivme kazandıran Fordist Sistem 1970’li yıllarda, kendi yapısal sorunları ve pazardaki yeni eğilimler karşısındaki yetersizlikleri nedeniyle tıkanmaya başlamıştır. Fordist Sistemin krize girmesi aynı zamanda III. Sanayi Devriminin ekonomik ve teknik dinamiklerinin filizlenmesine yol açan koşulları ortaya çıkarmıştır.
Fordist sistemin krizi ve İkinci Sanayi Devriminin sonu
20. yy.ın başlarında Frederick Winslow Taylor’ın (1856-1915) işletmelerde verimliliğin arttırılması ve üretim örgütlenmesinin geliştirilmesine yönelik çalışmaları iş dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Taylor, endüstriyel yönetim yaklaşımına ilişkin geliştirdiği temel ilkeleri 1911 yılında yayımlanan “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” adlı çalışmasında olgunlaştırmıştır. Taylor’ın ortaya koyduğu bu ilkeler bütününe “Taylorizm” denilmektedir. Taylor’ın geliştirdiği yönetim ilkeleri, ilk defa kapsamlı olarak ABD’de Henry Ford'un otomobil fabrikasında uygulamaya koyulduğu için “Fordizm” olarak da adlandırılmaktadır. Üretimde getirdiği yeni örgütlenme biçimlerinin yarattığı dönüşümle, II. Sanayi Devriminin başlamasını sağlayan ve halâ günümüzde de birçok sektörde yaygın olarak uygulanmaya devam eden Taylorist ya da Fordist ilkelerin temelleri kısaca şunlardır:
- İşleri olabildiğince küçük, basit ve rutin işler haline getirmek.
- İş için gerekli olan zaman ve hareket setlerini en aza indirmek.
- Üretimi, kayan ve hızı değiştirilebilen bir montaj hattı (bandı) üzerindeki istasyonlarda örgütlemek.
- Makineli üretim süreçlerini, birbiriyle bağlantılı tek amaçlı makinelerle, çok küçük ve basit işlemler serisi şeklinde planlamak.
- İşgücü ücretlerinde, mümkün olduğu kadar parça başı (akord) ücret ve prim sistemi uygulamak. Resim 1. Kayan Montaj Hattı (1960’lı Yıllar) ( (https://www.classiccar... line-b/)
İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda büyük gelişme gösteren ve 1960'lı yıllarda “altın çağını” yaşayan Fordist Sisteme dayalı kapitalist ekonomiler, 1970'li yıllarla birlikte, petrol bunalımıyla tetiklenen ve sonrasında dünya çapında ekonomik bunalıma dönüşen derin bir krizin içine girmiştir. Fordist Sistemi krize sürükleyen nedenler ana hatlarıyla şunlardır:
- 1970’li yıllardan itibaren tüketici tercihlerinin standart (tek tip) ürünlerden uzaklaşması ve talebin özgün (kişiye özel) ürün çeşitlerine kayması nedeniyle değişen pazar dinamiklerine, büyük ölçeklerde, tek tip, ucuz ürünlerin üretimine dayalı olarak işleyen Fordist Sistem ayak uyduramaz hale gelmiştir. Esnek olmayan, arz merkezli ve kitlesel üretim yapan Fordist Sistem, kişiye özel, değişken tüketici tercihlerinin yarattığı talep merkezli esnek pazarlar karşısında tıkanmaya başlamıştır. Bu durum Fordist Sistemin varlık sebebi olan büyük ve istikrarlı pazarların çökmesine neden olmuştur.
- Fordist Sistemin pazarda hızla değişen talep karşısında esnek olamayışının nedeni, kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarının zorunlu olarak standart (tek tip) ürünlerin üretimi için tasarlanmış ve örgütlenmiş olmasıdır. Fordist Sistemde yeni bir ürünün üretimine geçmek için, montaj ve seri üretim hatlarıyla birlikte, tüm makine, tezgâh ve teçhizatın yenilenmesi ve üretimin tekrar örgütlenmesi gerekir. Bu oldukça zaman alıcı ve maliyetli bir süreçtir. Fordist Sistemin çok kısa zamanda yeni bir ürünü üretme esnekliğine sahip olmaması nedeniyle, Fordist üretim yatırımları ancak çok büyük miktarlarda ürün satıldıktan sonra kendini amorti ederek kâra geçebilmektedir. Fordist Sistemde ürünün pazarda tutunamaması halinde -ki bu durum esnek talebe dayalı pazarlarda kaçınılmazdır- o ürünün üretimi için yapılan tüm yatırımlar işletme açısından büyük zarara yol açar. Fordist üretim tarihi, tek bir ürünün bile pazarda tutunamaması yüzünden iflas eden çok sayıda işletme örnekleriyle doludur.
- Fordist Sistemde kayan montaj hattı üzerine yerleştirilen istasyonlarındaki işlerin hepsinin aynı sürede yapılacak şekilde ayarlanması gerekir. İstasyonlara dağıtılan her bir işin yapılma süresinin montaj hattının akış hızıyla uyumlu hale getirilmesi, çok hassas zaman ve hareket etütlerini gerektiren oldukça zor bir iştir. Üretim süreçleri önceden ne kadar iyi planlanırsa planlansın, montaj hattının akışı sırasında istasyonlardaki işlerde, işçiler ve diğer faktörlerden kaynaklanan aksamalar nedeniyle koordinasyon bozukluklarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu durum işlerin bazı istasyonlarda beklemesine bazı istasyonlarda ise sıkışmasına yol açar. Montaj hatlarındaki makinelerin ve işçilerin beklemesi üretimde büyük verimlilik ve maliyet kayıplarına yol açar. [Örneğin ABD otomobil sanayiinde, çalışma süresinin %25'inin iş istasyonları arasındaki dengesizlikten kaynaklanan beklemelerle geçtiği gözlenmiştir (TMMOB, Kasım 1993:12)].
- Fordist Sistemde, kayan montaj ve makineli seri üretim hatları üzerindeki istasyonların birinde meydana gelen aksaklık bazen uzunluğu kilometreleri bulan hattın tamamının durmasına neden olur. Hattın çok kısa süreyle bile durması üretimin kitlesel yapıldığı Fordist Sistemde işletme açısından büyük zararlara yol açar.
- Fordist üretim örgütlenmesinde kalite kontrol, hattın çıkışında, ayrı birimler tarafından ve genellikle de örneklem yoluyla yapılır. Bu tarz kalite kontrol yöntemi, hatalı üretimin çok geç fark edilmesine ve dolayısıyla ürünlerin büyük partiler halinde hatalı üretilmesine neden olur. Bu durumda hatalı üretilen ürünlerin bir bölümü ya doğrudan hurdaya ayrılır ya da yeniden onarıma alınır. Ürünlerin hurdaya ayrılması ya da onarıma alınması çok büyük zarar kalemleri oluşturur.
- Arz yönlü kitlesel üretim yapılan Fordist Sistemde çok büyük miktarlarda stokla çalışma zorunluluğu ölü sermaye ve depolama maliyetlerini arttırır. Üretilecek ürüne göre yapılan hammadde ve yarı mamul stokları, ürünün pazarda tutunamaması halinde büyük ölçüde atıl ya da boşa giden yatırım olarak kalır.
- Fordist Sistemde kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarının akış hızının arttırılmasıyla, işgücünü daha hızlı çalışmaya zorlayarak birim zamandaki üretim miktarını dolayısıyla “göreli (nispi) artı değeri” arttırmak kapitalist açısından sıklıkla başvurulan bir yoldur. Ancak kayan montaj hattının hızının arttırılma düzeyi işgücünün mental ve fiziksel dayanma gücüyle sınırlıdır. Çünkü montaj hattının hızının arttırılmasıyla, istasyonlardaki eksik ya da hatalı yapılan işlerde ve buna bağlı olarak hattın sonundan çıkan nihai ürünün hata oranlarında artış olur. Bu durum yukarıda kalite kontrol konusunda dile getirilen sorunların daha da büyümesine yol açar.
- Fordist Sistemde işgücü hiyerarşi piramidi üretim örgütlenmesinin doğası gereği çok dikey ve basamaklar arasındaki görev tanımlarının sınırları oldukça katıdır. Bu kapsamda kafa ve kol emeği de birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. İşgücü hiyerarşi piramidinde resmi (formel) iletişim sadece yukarıdan aşağıya olacak şekilde örgütlenmiştir. Yukarıdan aşağıya iletilen her türlü talimat ve yönergeye aşağıdaki kademelerin kesin uyması zorunlu hale getirilmiştir. Fordist yönetsel hiyerarşide üst kademelerin üretim örgütlenmesindeki tüm detaylara tamamen hâkimiyetinin mümkün olmaması ve aşağıdan yukarıya bir öneri ya da iletişim ağının bulunmaması nedeniyle, üst yönetimce öngörülemeyen ve birimlere dikte ettirilen hatalı ya da eksik uygulamalar üretimde uzun süre devam eder. Uzun süre müdahale edilmeden devam eden bu hata ve eksikler, doğal olarak verimsizliğe, yenilik geliştirme hızının düşük kalmasına ve nihai üründeki hataların fazla olmasına yol açar.
- Fordist Sistemde, kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarında çalışanlar başta olmak üzere işgücünün emeği, mikro iş bölümünün bir parçası haline getirilerek üretim süreçlerinin çok küçük bir bölümünü gerçekleştirecek nitelik düzeyiyle sınırlandırılmıştır. Özellikle seri üretim hatlarında sürekli basit işleri tekrarlayarak çalışan işgücü adeta üretimin bir manivelası ya da aparatı haline getirilmiştir. Fordist mikro iş bölümü çerçevesinde çok sınırlı yeterliliklerle çalışan işgücü, üretim üzerindeki genel hâkimiyetini kaybettiği için işine yabancılaşmıştır. İşe yabancılaşma, üretimde dikey ve katı örgütlenme nedeniyle işgücü üzerindeki yoğun baskı ve denetim, üretimin aşırı yoğunlaştırılması ve sürekli aynı işlerin yapılması yüzünden yaşanan fiziksel ve mental çöküntü, işgücünün işe olan ilgi ve özenini azaltırken, işe gelmeme ve işten ayrılma oranlarını arttırmış, bu yüzden de Fordist fabrikalardaki işgücü devir oranları (turnover) giderek yükselmiştir. Örneğin otomotiv sektöründe seri üretim hatlarında çalışanların işte kalma süreleri birkaç yıla kadar düşmüştür. (İşgücü devir oranı, belli bir zaman aralığında işten ayrılan çalışan sayısının toplam çalışan sayısına oranını ifade eder. Bu oran genellikle yıllık olarak hesaplanır).
- Fordist Sistemde, mikro iş bölümünün getirdiği çok sayıda işgücü pozisyonlarının özellikle de kayan montaj hatlarındaki istasyonların ve tek amaçlı makinelerin yoğun olarak insan emeğini gerektirmesi nedeniyle, fabrikalarda çalışan işgücü sayılarında çok büyük artışlar olmuştur. Birçok Fordist fabrikada çalışan sayıları on binler düzeyine çıkmıştır. Çalışan sayılarının çok büyük boyutlara ulaştığı işletmelerde, çalışanların örgütlenerek birlikte hareket etmesi kolaylaştığı için, olumsuz çalışma koşulları karşısında artan grev, iş yavaşlatma gibi eylemler Fordist Sistemin tıkanışını hızlandırmıştır.
Görüldüğü gibi Fordist Sistemin krizi, değişen pazar dinamiklerinden, Fordist üretimin teknik temeli ile örgütlenme yapısından ve işgücünün çalışma koşullarından kaynaklanan sorunların bileşiminin bir sonucudur. Fordist Sistem 1970’li yıllarda artık, sermayenin teknik bileşiminde daha fazla makineleşme ve işin mikro iş bölümüyle yoğunlaştırılıp verimliliğin arttırılamadığı kritik bir noktaya gelip dayanmıştır. Bu süreçte kapitalizmin doğasında var olan kaçınılmaz ekonomik kriz ve buhranların temel dinamiğini oluşturan kâr oranlarındaki azalma eğilimi ve ona eşlik eden sermayenin birikim krizi kapitalist ekonomileri derin bir bunalımın içine itmiştir.
Genel hatlarıyla kapitalizmin kriz ve sıçrama dönemlerine paralel bir gelişim seyri izleyen sanayi devrimleri, kendisi giderek tıkanırken, bir üst devrimin ortaya çıkış dinamiklerinin nüvelerini bünyesinde doğurmaya başlar. Tüm toplumsal ve ekonomik süreçlerde olduğu gibi, sanayi devrimleri de doğal olarak birbirleriyle diyalektik bir etkileşim içindedir. Odağında Fordist üretimin yer aldığı II. Sanayi Devrimi, Fordist Sistemin kriziyle birlikte giderek hâkimiyetini yitirirken yerini, yeni teknolojiler ve esnek üretim örgütlenmeleri üzerinde yükselen III. Sanayi Devrimine bırakmaya başlamıştır.
Üçüncü Sanayi Devrimi
1970’li yıllarla birlikte, giderek dünya çapında bir ekonomik bunalıma dönüşen Fordizmin tıkanıklığını aşmak amacıyla, üretim süreçlerinin yeniden örgütlenmesine ve üretim teknolojilerinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. Özellikle 1980'li yıllardan sonra giderek artan bu yenilik ve dönüşümlerin odak noktasını, Post-Fordizm olarak da adlandırılan "esnek üretim sistemleri (FMS-Flexible Manufacturing System)” oluşturmuştur. Üretim örgütlenmelerinde, yeni teknolojilerle birlikte Fordist Sistemden esnek üretim sistemlerine geçiş süreci III. Sanayi Devriminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Kapitalist sistem, bir yandan esnek üretim sistemleriyle Fordizmin tıkanıklığına ve onun yarattığı sermaye birikim krizine çözüm üretmeye çabalarken, diğer yandan sermaye birikimini çok daha fazla arttırmanın yolu olarak küreselleşme denilen neoliberal politikaları dünya genelinde hayata geçirmeye yönelmiştir. Neoliberal politikalar esnek üretim sistemlerinin hayata geçirilmesiyle eş zamanlı olarak yaygınlaştırılmaya başlamıştır. Neoliberal politikalarla temel olarak şunlar hedeflenmiştir:
- Dünya genelinde yaygınlaştırılmaya çalışılan, yerelleştirme, özerkleştirme, federalleştirme gibi politikalarla, büyük ulus devletlerin parçalanarak, emperyalist ülkeler ve çok uluslu şirketler karşısında savunmasız duruma getirilen küçük devletlerin ya da federal yapıların ortaya çıkarılması. (Bu politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştırmak için hedef ülkelerdeki etnik topluluklar sözde bağımsızlık ve özerkleşme savaşlarına yönlendirilmiş, buralardan küçük devletler üretilmiştir. Emperyalist odaklar tarafından pazarlanan bu “bağımsızlık” ve “özerkleşme” politikaların altında, “ulusların kendi kaderini emperyalizme teslim etme hakkının” yattığının anlaşılması için çok fazla zamana ihtiyaç olmamıştır. Dağılan/dağıtılan, Yugoslavya, SSCB, Çekoslovakya, Irak buna örnek gösterilebilir. Suriye’deki güncel gelişmeler daha şimdiden yakın zamanda orada da benzer süreçlerin yaşanma olasılığının yüksekliğini göstermektedir).
- Ulus devletlerin tüm bağımsızlıkçı ve korumacı önlemlerinin iş birlikçi iktidarlar eliyle ortadan kaldırılarak, uluslararası finans ve sanayi sermayesinin ulusal pazarlara girişinin kolaylaştırılması ve vahşi kapitalizmin serbest ticaret adı altında arzu ettiği kuralsızlığın egemen kılınması. (Türkiye’nin de bu sürece sokulabilmesi için, 24 Ocak 1980’de bir dizi ekonomik kararların alınması sağlanmış, 12 Eylül 1980’de yapılan faşist askeri darbeyle bu kararların hayata geçirilmesi karşısında direniş gösterme potansiyeli olan tüm, sendikalar, siyasal partiler ve toplumsal muhalefet unsurları ortadan kaldırılmıştır. Türkiye’nin “24 Ocak” kararlarıyla içine sokulduğu neoliberal bağımlılık ve sömürü süreci bugün de artan kapsamda devam etmektedir).
- Ağırlıklı olarak kamunun/devletin faaliyet gösterdiği, sağlık, eğitim, enerji, iletişim, madencilik, savunma gibi sektörlerin özelleştirmeler yoluyla piyasaya açılarak yerli ve yabancı özel sermaye için yeni kâr ve birikim alanlarının yaratılması, özelleştirilen devlet işletmelerinin taşınır taşınmaz tüm varlıklarının yağmalanması.
- İşgücü dolaşımına, belirlenmiş ölçütler çerçevesinde veya belli ülkeler ve topluluklar arasında izin verilerek sermayenin ucuz işgücü ihtiyacının karşılanması ve bu yolla yerel işgücünün üzerindeki ücret ve örgütlenme baskılarının arttırılması. (Türkiye’nin de son yıllarda başta Suriye olmak üzere diğer ülkelerden gelen göçmenler için uyguladığı “açık kapı politikasının” altında yatan ana gerekçe bu hedefle ilişkilidir).
- Sosyal devlet uygulamalarına son verilerek, toplumun geniş kesimleri için, istihdam, sağlık, emeklilik, barınma gibi güvencelerin ortadan kaldırılması, emeğin örgütlenme ve direniş olanaklarının sınırlandırılması, işletmelerin lehine durum yaratan esnek ya da bağımsız (freelance) çalışma gibi istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması.
Kapitalist/emperyalist düzenin neoliberal politikalarına eşlik eden esnek üretim sistemlerinin olanaklı hale gelmesinde, mikroelektronik, robotik, bilişim, iletişim gibi teknolojilerdeki ilerlemelerin payı büyük olmuştur. 1980’li yıllardan itibaren hâkim teknoloji haline gelen mikroelektronik, TV, bilgisayar, mobil telefonlar, ev aletleri, müzik sistemleri gibi dayanıklı tüketim mallarında sıkça kullanılmaya başlanmasının ötesinde, yatırım malları ve üretim teknolojilerindeki kullanımının artmasıyla, üretim örgütlenmelerinde ve iş süreçlerinde köklü dönüşümlerin teknik temelini oluşturmuştur. Programlanabilir ya da bilgisayar kontrollü olarak çalışan, işlem (proses) makineleri, takım tezgâhları olarak da adlandırılan torna, freze, taşlama, kesme, pres, matkap gibi makineler, sanayi robotları, enerji makineleri, nakliye ve depolama araçları, iletişim cihaz ve sistemleri mikroelektroniğin yatırım malları alanındaki ürünlerine örnek gösterilebilir. Mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileri, makinelerin çok amaçlı yani farklı işlemleri yapabilir hale getirilmesine, mekatronik, hidrolik, pnömatik gibi teknolojilerin bütünleştirilmesiyle gelişmiş robotlar üretilmesine ve üretim sürecinin kontrolünü yapan otomatik sistemlerin (proses kontrol) geliştirilmesine olanak tanımıştır. Mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileriyle, “bilgisayar destekli tasarım” (CAD-Computer Aided Design), “bilgisayar destekli üretim” (CAM-Computer Aided Manufacturing), “bilgisayarla tümleşik yönetim” (CIM- Computer Integrated Management), “tam zamanında üretim” (JIT-Just In Time) ve sibernetik uygulamalarının geliştirilebilmesi mümkün olmuştur.
Resim 2: Tamamen Robotize Otomobil Gövde (Karoseri) Kaynak Hattı (https://elnuevopais.net)Yeni teknolojilerle birlikte klasik üretim makinelerinin yerini, programlanabilir özellikleriyle çok sayıda işlem yapabilen CNC (Computer Numerical Control / Bilgisayarlı Sayısal Kontrol) makineleri (tezgâhları) almaya başlamıştır. Çoklu işlem yapabilme ve çok kısa zamanda bir başka ürünü üretme ya da işlem değiştirme kapasitesine sahip olan CNC makineleri tek başına dört-beş klasik makineyi devre dışı bırakabilmiştir. Bu nedenle CNC makineleri, makine sayılarında ve üretim mekânlarının boyutlarında küçülmeye gitmeyi kolaylaştırmıştır. Ayrıca, CNC makinelerinin birden fazlası, tamamen otomatik çalıştıkları için, esnek üretim sistemlerindeki hücre örgütlenmeleriyle tek bir operatör tarafından yönetilebilmektedir. CNC makineleri bu yönüyle, klasik makine sayısını azaltırken operatör sayılarının da büyük oranda azaltılmasına neden olmaktadır. Örneğin, 1 CNC makinesinin 4 klasik makineyle birlikte 4 operatörü devre dışı bıraktığı ve 2 CNC makinesinin 1 operatör tarafından çalıştırıldığı varsayıldığında, 1 CNC operatörü ve 2 CNC makinesi, 8 klasik makineyle birlikte 8 klasik makine operatörünün üretim dışına çıkarılmasına yol açar. Yani bu durumda 1 CNC operatörü 8 klasik makine operatörünü işsiz bırakır. Bunun yanı sıra sanayi robotları da özellikle insan çalıştırmanın riskli, zor ve maliyetli olduğu üretim alanlarında işgücünün yerine geçirilmeye başlandığı için bu alanlarda çalışanlar da işini kaybeder.
Bilgisayar destekli tasarım” (CAD) ve “bilgisayar destekli üretim“ (CAM) teknolojileriyle çalışan CNC makineleri ve robotlarla, üretimdeki fiziki insan emeği oranı düşürülmüş, iş kesintileri büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, makineler arasındaki malzeme ve işlem transfer sayıları da oldukça azaltılmıştır. Mikroelektronik ve bilişim teknolojilerinin sağladığı olanaklarla kalite kontrol, Fordist Sistemdeki gibi üretim hattının sonunda değil, üretim anında yapılmaya başlamış, bu yöntemde hatalar ortaya çıkar çıkmaz eş zamanlı olarak düzeltme ve kalibrasyonlar yapıldığı için “sıfır hatalı” üretim mümkün hale gelmiştir. Bu durum, Fordist üretimde sıklıkla yaşanan ürünlerin partiler halinde hatalı üretilmesini önlediği için büyük maliyet ve zaman kayıplarını da ortadan kaldırmıştır. Ayrıca üretim teknolojilerindeki hassasiyet oranlarının artmasıyla, hata ve kalite kontrol ölçütlerini belirleyen tolerans sınırları daha da daraltılarak ürünlerin kalitesi ve standardizasyonunda önemli iyileştirmeler sağlanmıştır. (Tolerans üretimden çıkan ürünlerdeki kabul edilebilir hata sınırlarını gösteren değerlerdir). Üretim araçlarının teknolojik bileşiminin artması, aynı anda çok farklı ürünleri üretebilen, bir ürünün üretiminden bir başka ürünün üretimine çok kısa zamanda ve düşük maliyetle geçebilen esnek üretim hatlarının oluşturulmasını mümkün kılmıştır. Teknolojilerin geldiği düzey, tedarik ve lojistik sistemlerinin üretimde kullanılan malzemeleri, üretim akışıyla eş zamanlı olarak üretim noktalarına ulaştırma kapasitesine sahip olmasını sağlamıştır. “Tam zamanında üretim” (JIT-Just In Time) adı verilen bu sistem, üretim için gerekli olan her türlü malzemenin, tedarikçiden üretim noktasına kadar olan karmaşık transfer sürecini yöneterek stoksuz üretimi olanaklı hale getirmiştir. Ayrıca, modüler bileşime sahip üretim teknolojileri, üretimde esnekliği sağlarken kendisini de yeni gelişmelere kolayca adapte olabilen bir esnekliğe kavuşturmuştur. Bu nitelikleri sağlayan teknoloji devrimi, üretimin yanı sıra, stoklama, dağıtım, ulaşım ve yönetim süreçlerinde de, esneklik, hız ve hatasızlık yönünden köklü iyileştirmeler getirmiştir. Fordist Sistemin tıkanıklığını aşmak amacıyla geliştirilen esnek üretim sistemleri (FMS-Flexible Manufacturing System), III. Sanayi Devriminin temel dinamiğini oluştururken, Fordist Sistem üzerinde yükselen II. Sanayi Devriminin sonunu getirmiştir. Ancak esnek üretim sistemleri, Fordist üretimin temelini oluşturan kayan montaj ve klasik makineli seri üretim hatlarını prensip olarak tamamen ortadan kaldırmamış, bu hatları esnek üretim süreçlerine uyarlayarak belli ölçülerde kullanmaya devam etmiştir. Ayrıca, Post-Fordizm olarak da adlandırılan esnek üretim sistemleri üzerinde biçimlenen III. Sanayi Devriminin ortaya çıkışından bu yana yaklaşık elli yıl geçmiş ve üstelik IV. Sanayi Devrimine geçilmiş olmasına rağmen, özellikle az gelişmiş kapitalist ülkelerde ve bazı sektörlerde bilimsel ve teknolojik bileşimi düşük mal ve hizmetlerin yaygın olarak üretimine devam edilmesi nedeniyle Fordist üretim yöntemlerinin kullanımı halâ önemli oranlarda sürmektedir. Bunun yanı sıra, esnek üretim sistemlerine geçmek amacıyla, robot kullanımı, otomasyon gibi yüksek teknolojilere yapılan sabit sermaye yatırımlarının sağladığı esneklik, verimlilik ve kâr artışları, kimi zaman kapitalist açısından yapılan yatırımlara uygun oranda getiri ve sermaye birikimine dönüşmeyebilmektedir. Bu durumda bazı işletmelerin yüksek teknolojiye dayalı üretim yöntemlerinden vazgeçip belli ölçülerde eski yöntemlere geri döndükleri de görülebilmektedir.
Esnek üretim sistemleriyle birlikte III. Sanayi Devrimi, başta gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkeler olmak üzere dünya genelinde, üretim güçleri, üretim ilişkileri, üretim örgütlenmeleri, üretim teknolojileri, pazarlardaki arz ve talep dinamikleri, işletmelerin içyapıları ve diğer işletmelerle ilişkileri, örgütsel yönetim modelleri, uluslararası ilişkiler, pazarlama ve finans sistemleri, işgücünün çalışma koşulları ve nitelikleri gibi toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlarda birçok önemli değişiklikler getirmiştir.
Mikroelektronik ve bilgisayar temelli teknolojilerle birlikte gelişen iletişim ve sibernetik teknolojilerinin sağladığı eş zamanlı yönetişim olanaklarıyla, merkezi yönetim kademelerinden en alt birimlere kadar olan tüm üretim süreç ve unsurlarının dünyanın farklı bölgelerine dağıtılabilmesi mümkün hale gelmiştir. [Sibernetik (Yunanca kybernétes: "dümenci") veya güdüm bilimi; canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalıdır (https://tr.wikipedia...)]. Yeni teknolojilerle birlikte, özellikle çok uluslu şirketler genellikle üst yönetim ve ar-ge (araştırma-geliştirme) birimlerini merkez ülkelerde bırakarak, diğer birimlerini merkez dışındaki ülkelere ya doğrudan yatırım ya da taşeronlaştırma yoluyla aktarma eğilimine girmiştir. Bu yöntemler, her ne kadar emperyalist ülkeler ve çok uluslu şirketler tarafından sömürgeciliğin ortaya çıkışından bu yana kullanılıyor olsa da, gelişmiş teknolojik olanakların küresel düzlemde yönetimi merkezileştirirken aynı anda üretimi yerelleştirmeyi mümkün kıldığı yeni bir boyuta evrilmiştir. Kimi çok uluslu şirketler, dünyada çok hızlı değişen pazar dinamikleri ve yıkıcı kapitalist rekabet koşulları karşısında hızlı hareket edebilmek ve farklı ülkelerdeki nitelikli işgücünden yararlanabilmek için, ar-ge, tasarım gibi kritik birimlerini de aralarında saat farkı 7-8 saat olan çeşitli ülkelere dağıtmışlardır. Bu yöntemle, yeni iletişim olanaklarının da katkısıyla, şubelerden birinde bir mesai günü boyunca yapılan çalışmalar mesai gününün yeni başladığı bir başka ülkedeki şubeye aktarılmakta, böylelikle hız gerektiren çalışmalar 24 saat kesintisiz sürdürülebilmektedir. Ayrıca bu tarz örgütsel yapılanmayla şirketler açısından kritik önem taşıyan ar-ge, tasarım gibi çalışmalara, farklı birikim, kültür ve bakış açılarına sahip ekiplerin zenginlik katması amaçlanmaktadır. Çok uluslu şirketlerin faaliyetlerini merkez dışındaki ülkelere kaydırma eğiliminin altında yatan temel gerekçeler şunlardır:
- Ar-ge birimlerini yerel pazarlara yakın tutarak pazarlardaki değişim ve eğilimleri eş zamanlı izlemek ve üretimi buna göre planlamak.
- Üretim birimlerini dünya pazarlarına ve hammadde kaynaklarına yakın konuma taşıyarak, hammadde ve nihai ürünün lojistik maliyetlerini en aza indirmek.
- Çevre ülkelerin yatırım çekmek gerekçesiyle çok uluslu şirketlere sunduğu, bedelsiz arsa, gevşek denetim, vergi muafiyetleri, özel hukuki düzenlemeler, satın alma garantisi, ucuz işgücü gibi “cazip” olanaklardan yararlanmak.
- Üretimi çevre ülkelere taşıyarak o ülkelerde “yerli üretim” statüsü elde etmek ve böylece çevre ülkelerin ithalata koyduğu vergi ya da kısıtlamalardan kurtulmak.
- Üretimin kitlesel yapılan bölümlerini çevre ülkelere dağıtarak, merkez ülkelerdeki yüksek işgücü ve vergi maliyetlerinden kaçmak, aynı zamanda işgücünün kitlesel eylemlerinden ve emeği temsil eden siyasal partiler, sendikalar gibi toplumsal örgütlerin baskısından kurtulmak.
Dünyada değişen pazar ve rekabet dinamikleriyle birlikte yaygınlaşan esnek üretim sistemleri, şirketlerin strateji ve ilişki ağlarında değişiklikler yapmasını zorunlu hale getirmiştir. Sermaye akışının uluslararası alanda giderek daha fazla hızlanmasıyla, dünyadaki ekonomik ilişkiler şirketler açısından çok daha girift ve karmaşık yapıya bürünmüştür. Birbirine ezeli rakip olanlar da dâhil olmak üzere birçok şirket, sermayenin doğasına özgü sürekli büyüme ve pazardaki gücünü arttırma güdüsüyle stratejik ve teknolojik işbirliklerine yönelmiştir. Bu işbirlikleri özellikle, artan rekabet ve çok büyük boyutlara varan maliyetler nedeniyle daha çok bilgi yoğun alanlarda, ar-ge ve standart belirleme çalışmalarında görülmüştür. Burada bazı maliyetleri paylaşmanın yanı sıra krizlere bağlı riskleri de paylaşmak önemli bir neden olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle ileri teknolojilerin farklı sektör ve üretim alanlarına kolayca uyarlanabilme niteliği şirketlerin iş birliği güdüsünü daha da güçlendirmiştir. Bu nedenle çok farklı sektör ve alanlarda faaliyet gösteren şirketler kimi zaman zorunlu olarak iş birliğine gitmektedirler. Örneğin geleneksel otomotiv şirketlerinin, elektronik, bilişim, kimya, petrokimya, iletişim gibi sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerle iş birliği yapması kaçınılmaz hale gelmiştir.
III. Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı bir başka gelişme, yüksek teknolojiyle birlikte, havacılık, uzay, savunma, iletişim, bilişim, otomotiv gibi sektörlerde üretilen yarı mamul ve nihai ürünlerin bilimsel ve teknolojik bileşimiyle birlikte katma değerinin yükselmesi olmuştur. Bu durum özellikle, ABD, Avrupa ve Japonya merkezli şirketleri, tekstil, ağır sanayi, basit tüketim maddeleri imalatı gibi geleneksel emek yoğun sektörlerden uzaklaştırarak katma değeri yüksek sektörlere yöneltmiştir. Merkez ülkelerdeki katma değeri düşük geleneksel sektörler, taşeron şirketler üzerinden başta Asya ülkeleri ve 1990’lı yıllardan itibaren de eski doğu bloku ülkeleri olmak üzere çevre ülkelere aktarılmaya başlamıştır. Katma değeri düşük ürünlerin üretiminde, merkez ülkelerden transfer edilen teknolojiler ölçüsünde kısmen esnek üretim yöntemlerine geçilmiş olsa da Fordist emek yoğun üretim yöntemleri yaygın olarak kullanılmaya devam etmiştir. Çok geçmeden Güney Kore, Çin, Tayvan gibi ülkeler de geleneksel emek yoğun sektörlerden bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek sektörlere yönelmiştir.
Post-Fordist gelişmeler işletmeler açısından, esnek üretim sistemleriyle birlikte iki yaygın uygulamayı ortaya çıkarmıştır. Bunlardan birincisi ilk örnekleri Kuzey İtalya'da görülen ve sonra tüm kapitalist dünyaya yayılan küçük ve orta boy işletmelere (KOBİ) dayalı esnek uzmanlık sistemi, ikincisi ise ilk olarak Japonya’da Toyota fabrikalarında uygulanmaya başladığı için kapitalist ekonomi literatüründe "Toyotizm" olarak da anılan “Yalın Üretim" sistemidir. Her iki sistemin de geliştirilmesinin altında, işletmelerin, hızlı değişen pazarlar karşısında üretimlerini esnekleştirirken, ekonomik ilişkilerini de esnekleştirmek amacıyla dış kaynak yani taşeron ya da tedarikçi kullanımına yönelmeleri yatmaktadır. İşletmelerin faaliyetlerinin büyük bir bölümünü merkez ve çevre ülkelerdeki taşeron işletmelere ve çoğunlukla da KOBİ’lere aktarmasının altında yatan temel gerekçeler şunlardır:
- Üretim için gerekli olan sabit ve değişken (işgücü) yatırım harcamalarını en aza indirmek.
- Kapitalizmin kaçınılmaz olan periyodik kriz ve bunalım dönemlerinde, işgücünün ve sabit yatırımların atıl kalmasından kaynaklanan maliyetleri ve işgücünün işten çıkarılması halinde ortaya çıkacak ek maliyet ve sorunları taşeronlara paylaştırmak.
- Ana işletmede çalışan işgücü sayılarını büyük ölçüde azaltarak, çalışanların kitlesel direniş, grev gibi eylemlerini ortadan kaldırmak.
- Bağlayıcı ve çok ağır sözleşmelerle, üretimin ve ürünün küçük bir bölümü üzerinde uzmanlaşmış olan taşeron işletmeler üzerinden büyük maliyet ve kâr avantajları sağlamak (Büyük şirketler, kendi standartlarına göre akredite ettikleri ve belli ölçülerde bilgi ve teknoloji desteği sağladıkları taşeron şirketlere, çok küçük kâr payları bırakarak üretim yaptırmakta ve daha sonra bu ürünleri kendi marka ve pazarlama ağları üzerinden çok yüksek fiyatlarla piyasaya sürmektedir. Büyük şirketler böylece üretim riskine girmeden taşeronlar üzerinden büyük kârlar elde etmektedir).
- “Transfer fiyatlandırması” yöntemiyle çevre ülkelerdeki çok uluslu şirketlere bağlı kuruluşların kârlarının büyük bölümünü merkez ülkelere aktarmak (Transfer fiyatlandırması, aynı grup bünyesinde yer alan farklı şirketler veya şubeler arasında yapılan mal ve hizmet alımlarında uygulanan fiyatlandırma politikasıdır. Bu yöntemle çevre ülkelerdeki çok uluslu şirketlere bağlı kuruluşlar, ürettikleri mal ve hizmeti merkez şirkete ya gerçek değerinden çok düşük bedellerle faturalandırıp yerel devlete çok az vergi ödemekte ya da maliyetin altında faturalandırmayla zarar gösterip hiç vergi ödememektedir. Merkez şirket kendisine çok düşük bedelle faturalandırılan mal ve hizmetleri çok daha yüksek bedellerle ürünün üretildiği ülke de dâhil olmak üzere piyasaya sürerek vergi bedelini merkez devlete bırakmaktadır. Yerel devlet çok yaygın olan bu uygulamayı bilir ancak sesini çıkarmaz/çıkaramaz).
1980’li yıllardan itibaren kapitalizmin/emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla birlikte, yerelleşmenin ve KOBİ’lerin önem kazandığı şeklindeki söylemler dünya genelinde dolaşıma sokulmuştur. Bu bağlamda, yerelleşmenin önemine vurgu yapan politikalar, ulus devletlerin merkezi etki alanlarının daraltılıp emperyalizmin yerel düzeyde daha kolay hareketini; KOBİ’leri öne çıkaran politikalar ise çok uluslu ya da büyük şirketlerin taşeronlar üzerinden tedarik ve üretim esnekliğini sağlama amacına hizmet eden politikalar olarak pazarlanmaya başlamıştır. Bu süreçte büyük işletmelerin kendilerine bağımlı kıldıkları KOBİ’lerin pazardaki değişimler karşısında küçük çaplı ve esnek üretim yapabilme kapasitelerinden yararlanma iştahı giderek artmıştır. KOBİ'ler, gerek birbirleriyle gerekse de büyük işletmelerle olan ilişkilerinde büyük ölçekli işletmelerin hâkimiyet alanı ve çıkarlarından bağımsız değildir. Büyük işletmeler, bazı faaliyetlerini KOBİ'lere aktarırken aynı zamanda belirli düzeylerde, ürün tasarımı ve teknoloji geliştirme, ürün kalitesi ve kalite kontrol kapasitesini arttırma, lojistik ve iletişim sistemlerini iyileştirme, maliyetleri düşürme gibi konularda destek de vermektedir. KOBİ'ler esnek üretimde kullandıkları yüksek teknolojinin temini açısından büyük işletmelere bağımlıdır. Çünkü yüksek teknoloji büyük harcamalar gerektiren ar-ge çalışmalarını yürütebilen büyük işletmelerin elindedir. Bu nedenle KOBİ’lerin büyük ölçekli işletmelerin alternatifi haline geldikleri şeklindeki savların herhangi bir dayanağı yoktur. Aşağıdaki alıntılarda belirtilen ar-ge faaliyetlerine ilişkin veriler bu durumu açıkça göstermektedir:
ABD'de 1000 kişiden az insan çalıştıran firmaların ancak %4'ü araştırma faaliyetlerinde bulunurken, 5000'den fazla insan çalıştıran firmaların %90'ı araştırma yapmaktadır. Yine ABD’de sınai ar-ge faaliyetlerinin %80'i 5000'in üzerinde insan çalıştıran 500 firmada yoğunlaşmıştır. OECD sınırları içinde ilk sırada yer alan dört büyük firma, sanayideki toplam ar-ge projelerinin %50'sini gerçekleştirmiştir (Erdost, 1991:28). Türkiye’de ise, “Küçük ve Orta Ölçekli İmalat Sanayii Anketi” sonuçlarına göre, küçük ölçekli firmaların %92,3'ünde, orta ölçekli firmaların ise %85,1'inde ar-ge birimi bulunmamaktadır (Sarıkaya, 1995:22).
III. Sanayi Devrimiyle birlikte en çok ön plana çıkan kavramlardan biri de “yalın üretim", diğer adıyla "Toyotizm" olmuştur. Çalışanların ve KOBİ’lerin esnek uzmanlaşma temelindeki yaratıcılıklarından yararlanma ilkesi üzerinde şekillenen “yalın üretim" modeli, Fordist kitlesel üretim yönteminin esnekleştirilmesine yönelik girişimlerden farklı bir uygulama değildir. Bu nedenle “Toyotizm” ya da “yalın üretim”in esnek üretim sistemlerinden farklı bir başlık altında değerlendirilmesine gerek yoktur.
III. Sanayi Devrimiyle birlikte gerçekleşen üretim örgütlenmelerindeki köklü dönüşümler, yönetsel yapılarda ve işgücü hiyerarşi kademelerinde de önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Esnek üretim sistemlerinde yönetsel yapılar, Fordist Sistemdeki yukarıdan aşağıya tek yönlü iletişimi içeren ve katı denetime dayalı yönetim yapısından farklı olarak, iki yönlü yatay ve dikey iletişime açık, birimsel otonomi, otokontrol, katılımcılık ve öneri sunma serbestisini mümkün kılan daha yayvan bir piramidal yapıya bürünmüştür. Tüm birimler arasında kurulan bu tarz iletişim, klasik bürokrasiyi azaltırken, çift yönlü yatay ve dikey geri besleme mekanizmalarını işler hale getirmiştir.
III. Sanayi Devriminin itici gücü olan mikroelektronik temelli otomasyon ve robot teknolojileri, üretimde niteliksiz ya da yarı nitelikli işgücüne olan ihtiyacı azaltırken yüksek nitelikli işgücüne olan ihtiyacı arttırmıştır. Bu nedenle işletmeler yeni üretim teknolojilerine uygun nitelikli işgücünün dışındaki işgücü sayılarını büyük oranda azaltma yoluna gitmiştir. İşletmeler bu yolla, yüksek teknoloji içeren üretim araçlarına yani “sabit sermayeye” yaptıkları yüksek yatırımlar karşısında, işgücüne ayrılan “değişken sermaye” oranlarını giderek azaltarak “sermayenin organik bileşimini” yükseltmiştir. Sermayenin organik bileşimi, sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki oransal ilişkiyi ifade eder. Sermayenin organik bileşiminin artışıyla sağlanan işgücü verimliliğindeki artış, değişken sermaye azaltılmasına rağmen belli bir noktaya kadar üretim kayıplarına yol açmadığı gibi üretim verimliliğinde artış sağlar. Ancak Marksist ekonomi-politiğin “birikim yasasına” göre sermayenin organik bileşimi ile kâr oranları arasında bir noktadan sonra ters ilişki başlar. Yani kapitalistin sermayenin organik bileşimini yükseltmesi, işgücü verimliliğinin artmasıyla birlikte istihdamın azaltılmasına yol açarak “kâr oranlarında azalma eğiliminin” zeminini hazırlar. Ancak kâr oranlarındaki azalma eğilimi, sermayenin organik bileşiminin arttırılmasıyla elde edilen maliyet ve verim kazançlarının, işgücünün azaltılması nedeniyle kaybedilen artı değerin altına indiği aşamadan sonra başlar. Kâr oranlarındaki azalma eğiliminin bir sonucu olan sermaye birikim krizi kapitalizmin doğasına özgü kaçınılmaz kriz ve buhranların temel gerekçesini oluşturur. Esnek üretim sistemlerine ilk geçen işletmeler, ürünlerin birim maliyet, kalite ve çeşitlilik özellikleri yönünden sağladıkları rekabet avantajlarıyla büyük kârlar elde etmiştir. İşletmelerin işgücü sayılarında azaltmaya gitmesi, kapitalist açısından bir avantaja dönüşürken işsizlik oranlarının büyük ölçüde artmasına yol açmıştır. Özellikle merkez ülkelerde, emek yoğun sektörler başta olmak üzere, birçok işletmenin faaliyetlerini çevre ülkelere taşıması işsizlik sorununu daha da büyütmüştür. Neoliberal politikalarla hayata geçirilen, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, özelleştirme, çalışanların örgütsüzleştirilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması gibi uygulamalarla birlikte yaygınlaşan işsizlik, başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan geniş kitleleri derin sefalet içine itmiştir.
Esnek üretim sistemlerinde, daha önce emek yoğun olarak yapılan birçok iş robotlar ve otomatik makineler tarafından yapılmaya başlamıştır. Ancak hiçbir üretim aracı içerdiği teknolojinin düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun insan müdahalesi olmaksızın kendi başına çalışamaz. Üretim araçları, kendisini tasarlayıp üreten mühendislerin emeği ile ayar, bakım ve onarım işlerini yapan işgücü emeğinin bileşimine denk düşen teknolojik düzeyde üretim yapar. Diğer bir ifadeyle, üretim araçları üzerinde emeği bulunan mühendis ve diğer işgücü kategorilerinin sahip olduğu emeğin nitelikleri üretim araçlarının içerdiği bilimsel ve teknolojik bileşim düzeyi üzerinden şekillenir. Yüksek bilimsel ve teknolojik bileşime sahip olan esnek üretim sistemleri, düşük nitelik gerektiren yaygın istihdam alanlarını daraltırken, yüksek teknolojiyi üretme, kullanma, kontrol etme ve denetleme niteliklerini gerektiren yeni iş ve istihdam alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. III. Sanayi Devriminin yarattığı bu dönüşüm, mesleklerden, bazılarının yok olmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ise ilk kez ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin Fordist Sistemdeki, stoklama, kalite kontrol, üretim hattı gözetleme gibi işleri yapan işgücü kitlesi ortadan kalkarken, robot, CNC makinesi, bilişim, siber sistemler gibi alanlarda çalışacak yeni tip işgücü ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Süreklilik arz etmeyen bazı işlerde ise geçici istihdam biçimleri doğmuştur. Bu süreç, emek türlerinde, “kol” emeğinden “kafa” emeğine geçiş şeklinde ilerlemiş, bunun sonucu olarak da hizmet sektörlerindeki istihdam alanlarında genişleme görülmüştür. [2022 yılında, istihdamın sektörel dağılımına bakıldığında; 27 ülkeden oluşan AB’de, tarım %3,6 - inşaat %6,7 - sanayi %17,7 - hizmetler %71,9; 38 üye ülkeden oluşan Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü-OECD ülkelerinde, tarım %4,6 – inşaat %7,3 - sanayi %14,4 - hizmetler %73,7 olmuştur (https://cevreselgöstergeler...). ABD’de ise istihdamın sektörlere göre dağılımı,1955’te, tarım %10-%15, endüstri (sanayi ve inşaat) %30-%35, hizmetler %55 (https://tr.wikipedia.org...); 2017’de, tarım %0,9 - endüstri %19,1 - hizmetler %80 olmuştur (https://www.kayso.org...). İstihdamın dünya genelindeki sektörel dağılım eğilimlerine bakıldığında, üretimin bütün alanlarında bilimsel ve teknolojik bileşim düzeyinin artmasıyla hizmet sektörü lehine bir değişim olduğu görülmektedir. Buradan hareketle söz konusu eğilimin gelecekte de devam edeceği öngörülebilir. Bu durum doğal olarak işgücünün sınıfsal profilinde de değişime yol açmaktadır.]
Esnek üretim sistemleriyle birlikte bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek mal ve hizmet üretiminde niteliksiz işgücüne duyulan ihtiyaç giderek azalmıştır. Bu durum teknolojik bileşimi yüksek mal ve hizmet üretimlerini merkezde bırakarak diğerlerini çevre ülkelere transfer eden merkez ülkelerde daha belirgin hale gelmiştir. [Örneğin 1980’li yıllarda Fransa'da yapılan bir araştırma niteliksiz işçilikte her yıl ortalama %6 azalma olduğunu göstermiştir (Lordoğlu, 1989:179)].
III. Sanayi Devriminin ana dinamiğini oluşturan esnek üretim sistemleri, üzerinde yükseldiği bilimsel, teknolojik temel ve yeni tip üretim örgütlenmesinin bir sonucu olarak istihdam ve işgücünden beklenen niteliklerde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Bu değişiklikler genel hatlarıyla şunlardır:
- Esnek üretimde, çalışanların kafa ve kol emeğine ilişkin tüm kapasite, deneyim ve yeterliliklerinden olabildiğince yararlanmanın verimlilik artışına ve kâra dönüştüğünün görülmesi, Fordist Sistemden farklı olarak, daha yayvan hale getirilmiş örgütsel hiyerarşi piramidinde öneri mekanizmalarını da içeren çift yönlü, yatay ve dikey iletişime açık ağlarının kurulmasını sağlamıştır.
- Esnek üretimde her kademedeki çalışana, herhangi bir hata, arıza ya da öngörülemeyen bir sorun çıkması halinde, duruma anında müdahale edip sorunu çözme ya da verimsizlik yaratan ve iyileştirme gerektiren alanlarda çözüme yönelik görüş bildirme yetki ve sorumluluğu verilmiştir. “Kalite kontrol çemberleri” (QCC-Quality Control Chamber), “toplam kalite yönetimi” (TQM-Total Quality Management), “toplam önleyici bakım” (TPM-Total Preventive Maintenance) gibi teknikler, çalışanların, bilgi, beceri, deneyim ve görüşlerinden yararlanarak üretim süreçlerinin geliştirilmesi için ortaya çıkarılmıştır.
- Çalışanlarda, tasarım yapma; ürün yenileme; kalite ve verimliliği arttırma süreçlerine aktif katkıda bulunabilme; bilişim ve sibernetik teknolojilerine hâkimiyet; otomatik makineler, robotik sistemler gibi yüksek teknolojili üretim unsurlarını, kullanma, ayarlama, programlama ve bu unsurların, bakım, onarım ve kalite kontrollerini yapabilme gibi yeterlilikler ön plana çıkmıştır.
- Çalışanlarda, dar kapsamlı ve sınırlı uzmanlığa dayalı yeterlilikler yerine, farklı işlere kaydırılmalarını ya da birden fazla işi yapabilmelerini mümkün kılan, farklı disiplinleri içeren, disiplinler arası geçişkenliği kolay, esnek ve farklı alanlara transfer edilebilen geniş yelpazeli yeterlilikler aranmaya başlamıştır. Çünkü, çoklu ve esnek yeterliliklere sahip yeni tip işgücünün, çalıştığı alanlarla ilgili olarak geliştirdiği iyileştirme önerileri üzerinden ürün ve süreç (proses) tasarımı yapan mühendislerle iş birliğine yöneltilmesi, yeniliklerin, nicelik ve niteliğini arttırırken, aralarındaki faz farkını da azaltmaktadır.
- Çalışanların, yeni yeterlilikleri kazanabilmeleri ve ihtiyaç halinde alınması gereken üst düzey eğitimleri başarıyla yürütülebilmelerinin ön koşulu olan asgari hazır bulunuşluğu sağlayan (temel-genel-teknik) yeterliliklere sahip olmaları zorunlu hale gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ulaştığı düzey itibariyle, MTE süreçlerine başlayabilmek ve bu süreçleri başarıyla tamamlayabilmek için en az 12 yıllık temel-akademik-politeknik-polikültür eğitim koşulu yaygınlık kazanmıştır. (“Akademik/politeknik/polikültür eğitim”, bireylerin tüm yaşam alanlarına ilişkin, bilgi (bilişsel), beceri (psikomotor) ve tutum (duyuşsal) yeterliliklerini çok yönlü geliştirmek amacıyla, akademik eğitimlerin yanı sıra, laboratuvar çalışması, iş ve teknik, sanat, spor, gezi, gözlem, oyun, proje gibi, spesifik MTE dışındaki tüm eğitim ve emek süreçlerini içerir. Bir başka ifadeyle bu nitelikteki eğitimin öncelikli amacı bireyleri, yüksek yeterlilikler gerektiren ve giderek karmaşık hale gelen genel yaşam alanlarına ve geleceğe hazırlamaktır. Meslek yaşamı genel yaşamın bir alt unsurudur. Dolayısıyla bu tarz bir eğitim meslek yaşamı için de ön koşuldur).
- Yaşam boyu eğitim ilkesiyle bağlantılı olarak, bütün çalışanlarda, bireysel öğrenme ve öğretme; yönetim, liderlik, planlama, örgütleme, iş birliği, ekip (takım) halinde çalışabilme gibi bireysel ve sosyal yeterlilikler; yabancı diller dâhil her türlü iletişimi etkin olarak gerçekleştirebilme yeterlikleri önem kazanmıştır.
Yukarıda belirtilen istihdam ve işgücü niteliklerine ilişkin dönüşümlerin temel dinamiğini, kapitalizmin, 1970’li yıllardan itibaren içine düştüğü krizi aşmak, değişen pazarlar karşısında kârlarını yükseltmek ve sermaye birikim süreçlerini tekrar hızlandırmak amacıyla geliştirdiği esnek üretim sistemlerine uygun işgücü ve istihdam biçimlerini yaratma ihtiyacı oluşturmuştur. Bu nedenle kapitalizm, sözü edilen amacı gerçekleştirmek üzere, eğitim sistemlerini ve özellikle de mesleki-teknik eğitim sistemlerini dönüştürmeye devam etmiştir.
Üçüncü Sanayi Devrimi ve mesleki-teknik eğitim sistemleri
1970’li yıllardan itibaren hızla değişen pazar dinamiklerinin bir sonucu olarak ürün değişim sürelerinin çok kısalması, esnek üretim sistemlerinin en önemli unsuru olan işgücünün niteliklerindeki değişim sürelerinin de kısalmasına yol açmıştır. Bu nedenle istihdamdaki işgücünün eğitim aralıkları sıklaşırken eğitim konuları da çeşitlenmiştir. Hem genel hem de iş yaşamındaki gelişmelerin hızının çok artması, eğitimi, bireyler ve kurumlar açısından vazgeçilemez ve sürdürülmesi zorunlu bir etkinlik haline getirmiştir.
II. Sanayi Devrimi sürecinde, Fordist Sisteme özgü mikro iş bölümünün bir sonucu olarak, bireyleri dar uzmanlık alanlarında sınırlı yeterliliklerle iş yaşamına hazırlayan mesleki-teknik eğitim sistemleri (MTE), III. Sanayi Devriminin gerektirdiği genel ve istihdama yönelik yeterlilikleri bireylere kazandırmada yetersiz kalmıştır. Ulus devletlerde merkezi eğitim sistemlerinin çatısı altında, resmi kurumlarda ve işletmelerin bünyesindeki eğitim birimlerinde yürütülen MTE sistemleri, III. Sanayi Devrimine eşlik eden hızlı gelişmelere uyum gösterme baskısı altında kalmıştır. Sanayileşmiş ülkeler de dâhil hemen hemen bütün ülkelerde işletmelerin dışında faaliyet gösteren resmi MTE kurumları genellikle, esnek olmayan yapı, yetersiz ve düşük nitelikli personel profili, eksik ya da geri kalmış fiziki ve teknik olanaklar, bürokrasi ve siyasete tabi olma, hızlı gelişmelere eş zamanlı uyum gösterebilmenin çok zor ve maliyetli olması gibi sorunlar yüzünden III. Sanayi Devriminin yarattığı yeni gelişmelerin gerisine düşmüştür. Bu durum, işletmelerin dışındaki resmi MTE kurumlarının işletmelerle iş birliğini öngören eğitim modellerinin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu modellerde özü itibariyle, MTE süreçlerinin belirli bölümleri işletmelere aktarılarak resmi MTE kurumlarının yetersizliğinden kaynaklanan sorunların giderilmesi amaçlanmıştır. Çünkü iş yaşamındaki dönüşümlerin, öğretim programları, teknolojik olanaklar ve eğitici personel yeterlilikleri bakımından işletmelerin dışındaki MTE kurumlarına eş zamanlı olarak aktarılması mümkün değildir. Bu gerekçeyle, Almanya, Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerde birçok resmi MTE kurumu yasal düzenlemeler yapılarak işletmelerle ilişkilendirilmiştir. Bazı ülkelerde eğitim bakanlığının yanı sıra çalışma ya da sanayi-teknoloji bakanlıkları, esnaf ve sanayi odaları gibi iş yaşamıyla ilişkili kurum ve kuruluşlar da çeşitli yetki ve sorumluluklarla MTE süreçlerine dâhil edilmiştir. Almanya gibi ülkelerde, çok amaçlı resmi MTE merkezlerinden bir kısmının yönetim ve yürütmesi sanayi ve esnaf odaları gibi birliklere bırakılmıştır. Ayrıca birçok sanayileşmiş ülkede özel MTE kurumları da yaygınlaşmaya başlamıştır.
Eğitim faaliyetleri işletmeler açısından, daha önce ikincil ve tasarruf edilebilir ilk maliyet kalemlerinden biriyken, yeni gelişmeler karşısında, zorunlu, sürekli ve asli bir işlev olarak görülmeye başlamıştır. Üretim unsur ve süreçlerindeki hızlı dönüşümlere paralel olarak işgücünün eğitim süreleri artarken eğitimler arasındaki süreler de kısalmıştır. İşletmeler, kendi bünyelerinde hizmetiçi eğitim birimi kurarak ya da var olan eğitim birimlerine daha fazla yatırım yaparak faaliyetlerine özgü eğitim ihtiyaçlarını sürekli ve etkin şekilde gidermeye yönelmiştir. İşletmeler eğitim birimlerinde, kendi personelinin ve işletmeye gelen stajyer öğrencilerin eğitiminden sorumlu olan usta öğretici, eğitim uzmanı ve teknik eğitmen istihdamına gitmiştir. Sözü edilen bu gelişmeler, bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek üretim ve ürün türlerini içeren, uzay, havacılık, savunma, bilişim, iletişim, elektrik, elektronik, sağlık, otomasyon, otomotiv gibi sektörlerde çok daha belirgin şekilde yaşanmıştır.
İşletmelerin çalışanlarına verdikleri eğitimlerin süresi, düzeyi ve türü, ürünle birlikte üretimin bilimsel ve teknolojik bileşiminin yükselişine paralel olarak artmaktadır. III. Sanayi Devriminin itici gücünü oluşturan esnek üretim sistemlerinin gerektirdiği genel ve hizmetiçi eğitim süreleri, II. Sanayi Devriminin üzerinde yükseldiği Fordist Sisteme göre çok daha fazla artmıştır. Örneğin dünya ekonomisinde hâkim sektörler arasında olan otomotiv sektöründe esnek üretim uygulamasına ilk geçen şirketlerden biri olan Fiat, Fordist iş tanımı içinde yer alan bazı işleri tasfiye ederken yeni iş tanımları oluşturmuş, bu durum yeni otomasyon ve eğitim organizasyonlarının kurulmasını gerektirmiştir (Gülsever, 1989:167). Esnek üretim sistemlerine geçme konusunda ön alan Fiat şirketinin 1970’li yıllarla birlikte başlattığı uygulamalar, III. Sanayi Devriminin seyriyle ilgili somut bilgiler sunması açısından önemlidir. Fiat şirketinde, ilk robotlar 1972'de Mirafiori-Torino tesisinde kullanılmış ancak üretim otomasyonunda daha belirgin sıçrama 1974 yılında bilgisayar kontrollü bir yerleştirme sistemi olan Digitron uygulamasıyla yapılmıştır. Bu uygulamanın amacı, yorucu ve yıpratıcı işleri ortadan kaldırarak ergonomik sorunları çözmek olarak belirlenmiştir. Digitron, katı otomasyonun nispeten verimli bir örneği olmasına rağmen zamanla, pazar taleplerini karşılama, daha geniş ve değişken bir model ve versiyon seti üretebilme, üretim teknolojilerini esnekleştirme konularında yetersiz kalmıştır. 1978'de Rivalta fabrikasında uygulanan Robogate sistemi, ürün hatlarının yenilenmesi ve güncellenmesi, değişken piyasa koşullarında geniş bir model yelpazesi üretebilme, olağan dışı teknolojik arızalarda maliyetleri azaltma gibi konularda daha başarılı olmuştur. Üretimde büyük esneklik sağlayan Robogate sistemi, yatırımın %80'inin yeniden kullanılarak yeni ürün hatlarına uyarlanabilmesini sağlamıştır. Bu sistem bilgisayarla düzenlenen asenkron hareketler sayesinde, çalışma ve üretim operasyonlarındaki katı sıralamayı ortadan kaldırarak olası arızaların sistematik olarak önlenmesine olanak tanımıştır. Robogate sistemiyle örneğin gizli hata olasılığının en yüksek olduğu kaynak işlemlerinin %90'ından fazlası tamamen otomatikleştirilmiştir. Bu sistemle üretimde, bakım, denetim ve onarım işi yapan yüksek nitelikli işçilerin sayısı dört katına çıkarılmış, sıradan iş yapan işçilerin sayısı ise dörtte bire düşürülmüştür. Tüm üretim süreçlerinin kademeli otomasyonuna dayanan bu teknoloji stratejisi, 1979'da Mirafiori tesisinde LAM-Lavorazione Asincrona Motori/Asenkron Motor Üretimi sistemiyle devam ettirilmiştir (Camuffo, A. ve Volpato, G. 1998). 1980’li yıllardan itibaren Fiat'ın otomasyon seferberliğinin en önemli atağı olan “Fire-Tümüyle Robotize Olmuş Motor” girişimiyle, 950 işçi için 21 milyon dolara mâl olan bir eğitim seferberliği başlatılmış, bu kitlesel eğitimle hem işçilere yüksek bir beceri bileşimi kazandırma hem de var olan işgücü yerine yüksek iş birliği gösterebilen, uyumlu ve en genç işçilerin istihdamı amaçlanmıştır. Yine Renault otomotiv şirketi de esnek üretim felsefesine uygun olarak işgücünün yeniden becerilendirilmesi için geniş bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu eğitim seferberliğinin en önemli özelliği, eğitim organizasyonunu, esnek üretim sistematiği içerisinde, işgücünü üretim akışının her kademesine katabilecek biçimde tavan yönetiminden taban işçilere doğru genişleyen bir hiyerarşik kademelenme içinde gerçekleştirmesidir (TMMOB, 1993:47). Otomotiv sektöründe Fiat ve Renault şirketlerinden örnekleri verilen bu süreçler diğer sektörlerde de benzer şekilde gerçekleşmiştir. Görüldüğü gibi eğitim faaliyetleri işletmeler açısından, kapitalizmin acımasız rekabet koşullarının da etkisiyle adeta bir seferberliğe yani acil ve topyekûn bir çabaya dönüşmüştür.
III. Sanayi Devriminin yarattığı koşullarda işletmeler, ulusal merkezi eğitim sistemleri içinde yer alan resmi okul ya da eğitim kurumlarından mezun olan bireyleri kendi özel hizmetiçi eğitimlerine aday olarak görmüş, bu adayları üretim süreçlerine dahil etmeden önce işletmeye uyum (oryantasyon) ve işlere özgü eğitim programlarından geçirmiştir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Çünkü işletmeler dışındaki resmi okul ya da eğitim kurumlarında, iş yaşamının ve işletmelerin tümünün özgül (spesifik) ihtiyaçlarına tamamen uygun MTE öğretim programlarının uygulanması ve bireylerin her iş alanına ve her işletmeye uygun mesleki niteliklerle donatılması mümkün değildir. Bu nedenle, işgücünün işe girişte işletmelere özgü uyum ve yapılacak işlerle ilgili eğitimlere alınması ve bu eğitimlerin istihdam süresince devam etmesi zorunludur.
III. Sanayi Devrimiyle birlikte eğitim faaliyetleri işletmeler açısından önemli bir yatırım ve maliyet kalemi haline gelmiştir. Birçok işletme ve özellikle de KOBİ’ler açısından işletme içinde bağımsız bir eğitim birimi kurmak oldukça zordur. Bu gibi durumlarda işletmelerin eğitim yatırım ve maliyetlerinin azaltılması amacıyla, devletlerin, işletmelerin, mesleki birliklerin ya da özel girişimcilerin çok sayıda kişi ya da kuruluşa hizmet veren çok amaçlı MTE kurumları açtıkları görülmüştür. Bununla birlikte, başta Japonya olmak üzere bazı sanayileşmiş ülkelerde devlet, istihdam piyasasının bireyler ve kurumlar açısından güncel ve gelecekteki olası ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik MTE merkezleri açmıştır. Bu merkezlerde aynı zamanda, önceden belirlenen stratejik istihdam alanlarının eğitimi yoluyla geleceğe ilişkin ekonomi ve istihdam politikalarını hayata geçirilebilmenin zeminini hazırlayan uygulamalar başlatılmıştır.
Neoliberal politikalarla birlikte, taşeronlaştırılarak büyük şirketlerin tedarik ve üretim esnekliğini sağlama amacına hizmet eden ve aynı zamanda pazardaki değişimler karşısında küçük çaplı ve esnek üretim yapabilme kapasiteleriyle bağlı oldukları şirketlere büyük kârlar sağlayan KOBİ’lerdeki işgücünün de eğitim düzeyinin yükseltilmesi önem kazanmıştır. Bu nedenle, büyük şirketler, devlet kurumları, odalar ve meslek birlikleri KOBİ’lere eğitim desteği sunan düzenleme ve örgütlenmelere gitmiştir. KOBİ’lere sunulan eğitim hizmetlerinde ilişkili olunan büyük şirketlerin desteği ağırlık kazanmıştır. Çünkü bu eğitim desteğinin altında, büyük şirketlerin KOBİ’ler üzerinden elde edecekleri çıkar ve nihayetinde yine büyük şirketlere dönecek olan kâr beklentisi yatmaktadır. KOBİ'ler piyasadaki faaliyet ve ilişkilerinde büyük şirketlerin çıkar ve hâkimiyet alanlarından bağımsız değildir. KOBİ’ler ekonomik ve teknolojik olarak bağımlı oldukları şirketlere MTE hizmetleri konusunda da bağımlı hale gelmiştir.
Esnek üretim sistemlerinin MTE sistemleri üzerinde yarattığı en önemli değişiklik öğretim programlarının içerik ve niteliğinde olmuştur. Bu doğrultuda, Fordist Sisteme uygun dar kapsamlı uzmanlaşmaya dayalı eğitim anlayışından, genel ve geniş perspektifli mesleki-teknik yeterlilikler kazandırmayı amaçlayan, disiplinler ve mesleki alanlar arasında geçişkenliği kolaylaştıran, esnek niteliğe sahip eğitim anlayışına geçilmiştir. MTE’de öğretim programlarının esnekleştirilmesini ve sürekli değişen ihtiyaçlara göre hızla yeniden düzenlenmesini kolaylaştıran modüler sistem ön plana çıkmıştır.
Modüler eğitim sisteminde öğretim programları, öğrenme-öğretme sürecinde bireylere kazandırılması hedeflenen, bilgi, beceri ve tutumlara ilişkin yeterlilikleri içeren bağımsız küçük eğitim birimlerinin (modüllerin) ihtiyaçlara uygun olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulur. Modüler eğitimde, kendi içinde bütünlük taşıyan eğitim modülleri, tek tek kullanılabildiği gibi, sayısız kombinasyonlarla bir araya getirilerek çeşitli tür ve düzeylerdeki eğitim ihtiyaçlarına yanıt verebilen öğretim programları hazırlanabilir. Bu sistemde eskiyen modüller kaldırılırken yeni modüller hızla hazırlanıp modül havuzuna eklenir. Modüler sistem bu yönüyle öğretim programlarının esnek ve kolayca dönüştürülebilen bir yapıya kavuşmasına olanak tanır. Modüler sistem aynı zamanda ulusal ve uluslararası düzlemde öğretim programlarının, standardizasyonu, belgelendirilmesi ve karşılıklı akreditasyonu açısından büyük kolaylıklar sağlar. Esnek üretim sistemlerinin dokusu gereği hızla değişen istihdam ve işgücü yeterliliklerinin bireylere eş zamanlı olarak kazandırılması konusunda esnek ve hızlı dönüştürülebilen yapısıyla modüler eğitim sistemi ağırlık kazanmıştır. MTE sistemleri için en uygun öğretim programı türlerinden biri olan modüler sistem, III. Sanayi Devrimiyle birlikte gerek işletmelerdeki eğitim birimlerinde gerekse resmi MTE okul ve kurumlarında hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere esnek üretim sistemlerinin egemen olduğu sanayileşmiş ülkelerde modüler sistemin yaygınlaşma hızı daha yüksek olmuştur. Özellikle AB’de, topluluk içerisinde serbest dolaşım hakkı bulunan işgücünün yeterliliklerinin, belirlenen üst yeterlilikler çerçevesine göre standartlaştırılarak belgelendirilmesi ve topluluk ülkeleri tarafından tanınıp akredite edilmesi için MTE sistemlerinin modüler yapıya dönüştürülmesine yönelik kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Türkiye’de de her ne kadar üretim dokusunun bilimsel ve teknolojik bileşimi genel olarak çok yüksek olmasa da, AB uyum çalışmaları kapsamında, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından 2000 yılında, “MEGEP-Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirme Projesi” ile MTE’yi modüler sisteme dönüştürme çalışmaları başlatılmıştır. Projenin toplam 58 Milyon Avro olan bütçesinin, 7 Milyon Avro’luk bölümü MEB, 51 Milyon Avro’luk bölümü ise AB hibe fonlarından karşılanmıştır. Bu noktada, AB’nin söz konusu fonları hibe olarak aktarmasının altında yatan temel amacın, öncelikle AB merkezli çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki doğrudan ya da taşeron olarak faaliyet gösteren bağlı şirketlerinin “nitelikli” işgücü ihtiyaçlarını karşılamak olduğu söylenebilir. Diğer yandan nüfusu giderek yaşlanan AB ülkelerinde, özellikle imalat ve hizmet sektörlerinde artan genç işgücü açığının baskısı ve sosyal güvenlik sistemlerinin çökme noktasına gelmesi nedeniyle, şirket davetiyeleri ve geçici çalışma izinleriyle topluluk dışı ülkelerden yapılan “nitelikli” işgücü transferleri çok katı göçmen politikalarına rağmen devam etmiştir. AB sağladığı eğitim destekleriyle, genç nüfusa sahip Türkiye’de kendileri açısından “kabul edilebilir” niteliklere sahip “mavi ve gri yaka” tanımlı potansiyel işgücü yığınlarını büyütmeyi hedeflemiştir. AB yüksek nitelikli istihdam alanları için ise Türkiye’de iyi üniversitelerde eğitim görmüş gençler için örtülü “açık kapı” politikasına geçmiş ve bu politikayı bugüne kadar sürdürmüştür.
Türkiye’de MEGEP ile, meslek analizleri esas alınarak hazırlanan meslek standartları temelinde, 42 meslek alanı ve 197 dal için yeterliliğe dayalı modüler “çerçeve öğretim programları”, “ders bilgi formları” ve 5664 adet “modül” hazırlanmıştır. MEGEP öğretim programları, alanlar bazında geniş tabanlı başlayıp dallara doğru daralarak ilerleyen bir piramidal yapıda tasarlanmış, alan ve dallar arasında geçişler kolaylaştırılmıştır. Ancak Türkiye’de sınıf geçme sistemine dayalı örgün eğitim modelinden yönetsel ve teknik gerekçelerle vazgeçilemediği için, proje kapsamında hazırlanan modüler çerçeve öğretim programları klasik ders geçme sisteminin içine monte edilmiş, bu nedenle MTE öğretim programları tam bir modüler sistem yerine melez bir yapıya büründürülmüştür. 2005–2006 öğretim yılından itibaren tüm MTE kurumlarında uygulamaya koyulan MEGEP ile liselerde öğretim süresi 4 yıla çıkarılmış, meslek alanlarına 10. Sınıfta (lise 2), alanların altındaki dallara ise 11. Sınıfta (lise 3) başlama uygulamasına geçilmiştir. Böylece MTE’ye başlama yaşı eski uygulamaya göre 1 yıl ötelenerek MTE öncesindeki temel-genel eğitim süresi 9 yıla çıkarılmıştır. (MTE’ye başlama yaşını nispeten yukarıya çeken bu uygulamaya 2020 yılında son verilmiş, MTE programlarına 8. Sınıftan sonra başlanan uygulamaya geri dönülmüştür. Ayrıca 2012-2013 öğretim yılında, 4+4+4 olarak da bilinen üç kademeli temel eğitim uygulamasıyla, ilkokula başlama yaşı 7’den 6’ya, dolayısıyla liselerdeki MTE alan eğitimlerine başlama yaşı da 14’e düştüğü için, MEGEP uygulamasında 16 olan MTE’ye başlama yaşı 2 yıl geriye çekilmiştir. Dünyadaki, temel-genel eğitim sürelerinin uzatılması ve MTE’ye başlama yaşının giderek yukarıya çekilmesi yönündeki çağdaş eğilimlere ters olan bu uygulamalar, AKP iktidarının, siyasal-ideolojik hedeflerine uygun bir toplumsal yapının inşası ve aynı zamanda, emperyalizme eklemlenmiş, büyük ölçüde taşeronlaştırılmış ve katma değeri düşük ürünlere mahkûm edilmiş üretim alt yapısının gerektirdiği niteliksiz işgücüne duyulan yaygın ihtiyacın olabildiğince çabuk karşılanmasına yönelik politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Son yıllarda yaygınlaştırılması için büyük çaba harcanan ve adeta “çocuk işçiliğinin kurumsal merkezleri” haline gelen Mesleki Eğitim Merkezleri-MESEM’ler de bu politikalara hizmet etmektedir).
III. Sanayi Devrimi sürecinde MTE sistemlerinin yeniden örgütlenmesine ilişkin tüm çaba ve girişimler, daha önceki sanayi devrimlerinde olduğu gibi yeni tip üretim örgütlenmeleri üzerinde şekillenen kapitalist üretim ilişkilerinin gerektirdiği insan kaynağının yetiştirilmesi hedefine hizmet etmiştir. İşletmeler daha önce gereksiz bir maliyet olarak gördükleri eğitimi, ihtiyaç duydukları nitelikli işgücünün yetiştirilmesi açısından kâra ve artı değere dönüşen bir yatırım olarak görmeye başlamıştır. Çünkü kapitalistin el koyduğu artı değer üzerinden gerçekleştirdiği sermaye birikiminin tek kaynağı, işçilerin ve diğer işgücü katmanlarının emeğidir. Bu bağlamda sermaye açısından işgücünün emeğine değer katan eğitime duyulan kapsamlı ve sürekli ihtiyacın maddi temelini kapitalizme özgü iflah olmaz kâr ve birikim hırsı oluşturur. Çünkü işgücünün eğitim düzeyinin artışı verimliliğe yansımakta, verimlilik de göreli (nispi) artı değer artışı üzerinden kapitaliste kâr ve sermaye birikimi olarak dönmektedir.
Kapitalizmin, bilim, teknoloji, üretim yöntemleri, eğitim sistemleri gibi insanlığın ürettiği tüm değerleri kâr ve sermaye birikimine dönüştürüyor olması, bu değerlerin bir daha kullanılmaması gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, insanlık tarihi boyunca üretilen her türlü değer, tüm insanlara, eşitlik, özgürlük, refah, mutluluk sunan daha ileri toplumsal yapılar içerisinde yeniden örgütlenerek kullanılmalı ve insanlık yararına daha üst formlara taşınmaya devam edilmelidir. Bunun için, insanlığa yüzyıllardır, sömürü, sefalet, yoksulluk, eşitsizlik, kriz, savaş ve çevre felaketlerinden başka bir şey sunmayan kapitalizm/emperyalizm bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırılmalı, yerine tüm dünyayı kapsayan insanca bir düzen kurulmalıdır. Kurulacak olan bu düzen de şüphesiz, insanlığın bugüne kadar bulabildiği en ileri ve hakça düzen olan sosyalizmdir.
Sonuç
20. yy.ın başlarında, Frederick Winslow Taylor’ın işletmelerde verimliliğin arttırılması ve üretimde örgütlenme modellerine ilişkin geliştirdiği ilkelerin iş yaşamına uyarlanması, kapitalizm ve özellikle de sanayi kapitalizmi açısından kâr ve sermaye birikim sürecinde yeni bir sıçrama yaratarak II. Sanayi Devrimini başlatmıştır. Taylorizm ya da Fordizm olarak anılan bu ilkelerin ana hatları şunlardır: İşleri, hassas zaman ve hareket etütleriyle olabildiğince küçük, basit ve rutin işler haline getirmek; üretimi, hızı değiştirilebilen kayan bir montaj hattı (bandı) üzerinde örgütlemek; makineli üretim süreçlerini, tek amaçlı makinelerle, birbiriyle bağlantılı çok küçük ve basit işlemler serisi haline getirmek; işgücü için mümkünse parça başı ve prime dayalı ücret sistemi uygulamak.
1970'lı yıllara kadar büyük gelişme gösteren Fordist Sisteme dayalı ekonomiler, 1970’li yıllardan itibaren temel olarak, Fordist Sisteme özgü sorunlar ve değişen pazar dinamikleri nedeniyle kısa zamanda dünya ekonomik bunalımına dönüşen derin bir krizin içine girmiştir.
Fordist Sistemi krize sürükleyen nedenler ana hatlarıyla şunlardır:
- 1970’li yıllardan itibaren, tüketici tercihlerinin tek tip ürünlerden kişiye özel ürün çeşitlerine kayması nedeniyle hızla değişen pazar dinamiklerine, büyük ölçekli ve tek tip ürünlerin üretimine dayalı Fordist Sistem ayak uyduramaz hale gelmiştir.
- Fordist Sistemde yeni bir ürünün üretimine geçmenin çok zaman alıcı ve maliyetli olması nedeniyle, küçük ölçekli pazarlar karşısında kitlesel üretime ve stoklara yapılan yatırımlar büyük zararlara yol açar.
- Kayan montaj hatlarında kaçınılmaz olan koordinasyon bozuklukları büyük verimlilik ve maliyet kayıpları yaratır. Ayrıca üretimi arttırmak için montaj hatlarının hızının arttırılması, üretimdeki hata oranlarının artışıyla birlikte ürün kalitesinin düşmesine neden olur. Kalite kontrol üretim hattı sonunda yapıldığı için hatalar çok geç fark edilir ve bu yüzden zarar büyük olur.
- Fordist Sistemde, işgücü hiyerarşi piramidi oldukça dikey, iş tanımlarının sınırları katı, öneri sunma ve serbest müdahale mekanizması kapalı bir üretim örgütlenmesi vardır. Bu durum, hatalara, verimsizliğe ve yenilik geliştirme hızının düşük kalmasına yol açar.
- Fordist Sistemde mikro iş bölümü işgücünü işe yabancılaştırır. İşe yabancılaşma, işgücü üzerindeki aşırı baskı ve denetim, üretimin aşırı yoğunlaştırılması, sürekli aynı işin yapılması çalışanların fiziksel ve mental çöküşüne neden olur.
1970’li yılların sonlarından itibaren giderek hâkimiyetini yitiren Fordizmin krizini aşmak amacıyla, üretim süreçleri ve üretim teknolojilerinin geliştirilmesine yönelik yapılan çalışmalar "esnek üretim sistemleri” üzerinde yükselen III. Sanayi Devriminin zeminini hazırlamaya başlamıştır. Mikroelektronik, bilişim, sibernetik, otomasyon, robotik gibi teknolojiler, esnek üretim sistemleriyle birlikte III. Sanayi Devriminin teknik temelini oluşturmuştur.
Kapitalist/emperyalist sistem, bir yandan esnek üretim sistemleriyle sermaye birikim krizine çözüm üretmeye çabalarken, diğer yandan sermaye birikimini daha fazla arttırmanın yolu olarak dünya genelinde neoliberal politikaları hayata geçirmeye yönelmiştir. Neoliberal politikalar özetle şunları hedeflemiştir:
- Yerelleştirme, özerkleştirme, federalleştirme gibi politikalarla, büyük ulus devletler parçalanarak emperyalizm karşısında savunmasız hale gelen mikro devletler ya da federal yapılar ortaya çıkarmak.
- Ulusal pazarları, tüm bağımsızlıkçı ve korumacı önlemler ortadan kaldırılarak uluslararası finans ve sanayi sermayesinin egemenliğine açmak.
- Kamunun/devletin elinde bulunan işletmeleri özelleştirmeler yoluyla piyasaya açarak yerli ve yabancı özel sermaye için yeni kâr ve birikim alanları yaratmak.
- Her türlü sosyal devlet uygulamalarına son vermek, çalışanların istihdam biçimlerini sermayenin lehine yeniden oluşturmak, emeğin örgütlenme olanaklarını ortadan kaldırmak.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelere eşlik eden esnek üretim sistemleri ve III. Sanayi Devrimi, neoliberal politikalarla birlikte, kapitalist/emperyalist sistemin kâr ve sermaye birikimini tekrar yoğunlaştırabildiği yeni bir süreci başlatmıştır. Bu süreç dünya genelinde, üretim güçleri, üretim ilişkileri, üretim örgütlenmeleri, pazar dinamikleri, işletmelerin iç ve dış ilişkileri, işgücünün çalışma koşulları ve nitelikleri gibi birçok alanda önemli değişiklikler getirmiştir.
Esnek üretim sistemlerinin getirdiği en önemli değişikler, işgücü hiyerarşisi, istihdam biçimleri ve işgücünden beklenen niteliklerde olmuştur. Esnek üretim sistemlerinin dokusuna uygun olarak işgücü niteliklerinin de çeşitlenmesi ve esnekleşmesi ön plana çıkmıştır.
İstihdam biçimlerinin ve işgücü niteliklerinin esnekleşme yönünde değişmesi, doğal olarak işgücünün yetiştirilmesinde birincil araç olan eğitimin ve dolayısıyla MTE sistemlerinin dönüştürülmesini zorunlu kılmıştır. Eğitim sermaye açısından temel ve zorunlu faaliyet alanı haline gelmiştir. III. Sanayi Devrimiyle birlikte MTE sistemleri açısından gerçekleşen dönüşümlerin ana hatları şunlardır:
- Eğitim, bireyler ve kurumlar açısından zorunlu ve sürekli (yaşam boyu) bir etkinlik haline gelmiş, işgücünün eğitim sıklığı ve süresi artarken eğitim konuları da çeşitlenmiştir.
- Eğitim kurumlarının bireylere, esnek ve farklı alanlara transfer edilebilen geniş yelpazeli yeterlilikler kazandırma hedefi ağırlık kazanmıştır.
- İşletmelerin dışında faaliyet gösteren resmi MTE kurumlarının işletmelerle iş birliğini öngören eğitim modelleri ön plana çıkmıştır. İşletmeler bünyelerinde eğitim birimi kurmaya ya da mevcut eğitim birimlerine daha fazla yatırım yapmaya yönelmiştir.
- Özellikle sanayileşmiş ülkelerde MTE faaliyetlerinde, eğitim bakanlıklarının dışındaki bakanlıklara, sanayi ve esnaf odaları gibi kuruluşlara, işletmelere, özel eğitim kurumlarına daha fazla yetki ve sorumluluk verilmeye başlanmıştır.
- MTE alanlarının bilimsel ve teknolojik bileşiminin artmasına paralel olarak, MTE öncesinde zorunlu olan temel/genel eğitim süresinin uzatılması (genellikle 12 yıla), MTE’ye başlama sürecinin ise 18 yaş sonrasına bırakılması zorunlu hale gelmiştir.
- Büyük işletmeler, kendileri için olduğu kadar, bağlı işletmelerinin de eğitim ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalmıştır.
- MTE öğretim programlarının içerik ve niteliği, dar kapsamlı uzmanlaşmaya dayalı eğitim anlayışından, genel ve geniş perspektifli mesleki-teknik yeterlilikler kazandırmayı amaçlayan, disiplinler ve mesleki alanlar arasında geçişkenliği kolaylaştıran bir yapıya dönüşmüştür. MTE sistemlerinde, öğretim programlarının esnekleştirilmesini ve değişen ihtiyaçlara uyumunu kolaylaştıran modüler sistem ön plana çıkmıştır.
- İşgücü yeterliliklerinin, standartlaştırılması, belgelendirilmesi, transfer edilmesi ve akreditasyonu için ulusal ve uluslararası düzeyde çerçeve sistemler geliştirilmiştir.
III. Sanayi Devrimi sürecinde MTE sistemlerinin yeniden örgütlenmesine yol açan koşulların temelini, kapitalist üretim ilişkilerinin gerektirdiği insan kaynağının yetiştirilmesi hedefi oluşturmuştur. Sermaye açısından işgücünün emeğine değer katan eğitime duyulan ihtiyacın altında kâr ve birikim güdüsü yatar. Çünkü işgücünün eğitimi verimliliği arttırmakta, verimlilik de göreli artı değer artışıyla kapitalist için kâr ve sermaye birikimine dönüşmektedir.
Kapitalizmin sömürü aracına dönüştürdüğü, bilim, teknoloji, üretim yöntemleri, eğitim sistemleri gibi insanlığın ürettiği tüm değerler geliştirilerek yeni bir toplumsal düzen içinde tüm insanlığın hizmetine sunulmalıdır. Bunun için, bir kötülük düzeni olan kapitalizm/emperyalizm tarih sahnesinden silinmeli, yerine insanca bir düzen yani sosyalizm kurulmalıdır.
Not: Bundan sonraki yazı bu yazının devamı olarak, “IV. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” başlığını taşıyacaktır.
*Dr. Em. Öğretim Üyesi (Ege Üniversitesi)
Rosa Luxemburg'un ideallerinin izinde -Hatice Eroğlu Akdoğan-
"Kavganın mutfağındaydı ama sokağında yer almayı daha çok sevdi. Aydınlanmış bir beyin ve çelik bir iradeyle hedefine yürümeyi sürdürürken, düşmanı onu katlederek sadece fiziki varlığından kurtuldu."Sadece doğduğu coğrafyanın değil, doğup büyüdüğü dönemin, insanın karakteri ve toplumsal rolünün biçimlenmesine olan etkisini kim yadsıyabilir ki! Rosa Luxemburg, sosyalist devrimler çağının mayalandığı 19. yüzyılın kadınıdır.
5 Mart 1871’de Polonya’nın Zamosc kentinde doğmuştu. O güne kulak kabarttığımızda Paris Komünü’nün ayak sesleri duyulur. Zaman böyleyken Polonya, Avrupa ile Rusya arasında sıkışmış, ilhak edilmiş bir ülkedir. Önemli bir yanı Çarlığın, bir yanı Prusya’nın, bir yanı Avusturya’nın yönetimindedir. Polonya’da doğup büyüyen yeni kuşaklar 19. yüzyıl başından itibaren hep bir ulusal bağımsızlık ve sosyalizm düşü peşindedir. Gizli örgütlenmeler, ayaklanmalar yüzyıla damgasını vurur. Marksizm’le birlikte sosyalist fikirlerin yayılması toplumsal hareketlerin de zamanla sınıfsal eksende yoğunlaşmasına yol açar.
Rosa’nın ailesi Ortodoks Yahudilerin aksine Yahudi Aydınlanmasından (Haskalah) ve laiklikten yanaydı. Anne Lina, kitap okuyan biriydi ve bilgisini çocuklarıyla da paylaşırdı. Ve Lehlerin ulusal şairi sayılan Adam Mickiewicz’in şiirlerini de iyi bilirdi. Ailenin en küçüğü Rosa beş yaşında sağ bacağından rahatsızlanmış ve alçıya alınmıştı. Yıllara yayılan tedavisi süresince Rosa ile annesi baş başaydı. Dolayısıyla okuma yazma ve temel bilgilerini oluşturmada asıl öğretmeni annesi oldu. Lina kızına masallar, öyküler ve özgürlük şairi Mickiewicz’den şiirler okudu. Çabuk öğrenen ve kendini kolay aşan çok zeki bir çocuktu Rosa. Küçüklüğünde şiirler, öyküler yazarak bunları gazetelere gönderdiğinden bahsedilir. Bugün mektup ustalığı onun niteliğinin önemli parçası sayılır ki Rosa mektup yazmayı çocukluğunda heyecanlı bir oyuna bile dönüştürmüştü. Aile bireylerine odadan odaya mektup gönderir ve yazdıklarına aynı şekilde yanıt verilmesini isterdi.
Rosa, dinleyerek, okuyarak, yazarak, çevresini eğlendirerek büyürken hem Rusya ve ve Rusya Polonyası devrimci hareketler açısından fokur fokur kaynayan bir kazandır. Zihni alabildiğine açık ve duyarlılığı gelişkin Rosa gibi birinin olup bitenlere karşı kayıtsız kalması düşünülemez. Rusya’da siyasal hareket olarak Narodnikler ve Polonya’da da onlarla bağlantılı olan devrimciler vardır. 1881’de Çar II. Aleksandr siyasi bir suikastle öldürülür. Tetiği Polonyalı devrimci Ignacy Hryniewiecki çekmiştir. Eylem ekibi içindeki bir başka Polonyalı ise Sofia Perowskja’dı ve siyasi nedenlerle asılan Polonyalı ilk kadın olur. Süreç aynı zamanda başta Komünist Manifesto olmak üzere Marx ve Engels’in eserlerinin hızla yayılıp okunduğu yönünde işler. 1882’de de Polonya Sosyalist Partisi (Proletariat) ile sosyalist fikirleri savunmakla birlikte Polonya’nın bağımsızlığını önceleyen Lud Polski (Polanya Halk Partisi) kurulmuştu. Her iki örgüt de gizli ya da yarı gizli olarak genel olarak halk ve emekçiler arasında örgütlenme ve grev çalışması yapıyordu. Rosa, Proletariat’a sempati duymaktaydı. Örgüt 1883 yılında Varşova çevresinde grevler hayata geçirdi. Arkasından yapılan operasyonlarla Proletariat’ın kurucusu Ludwik Warnyski’nin de aralarında olduğu çok sayıda devrimci hapse atıldı. Bunun üzerine örgütün liderliğini 22 yaşındaki Maria Bohuszewicz üstlendi. Rus polisinin baskısı soluk aldırmıyordu. Çok geçmeden Maria Bohuszewicz de bir çok arkadaşıyla tutuklandı ve Sibirya’ya gönderilirken yolda öldü. Maria’dan sonra gelen Kunicki örgütü toparlamaya çalıştı ve dayanışma amacıyla Narodnikler’le işbirliği yaptı. 1886’da Proletariat daha ağır bir darbe yedi. Ve hareketin dört ileri geleni 28 Ocak 1886’da Varşova kalesinde idam edildi.
Rosa böyle bir dönemde İkinci Rus Kız Lisesi’nde eğitim görüyor ve liselilerin yakından ilgilendiği toplumsal olayları polisin ve okul idaresinin baskısına rağmen takip ediyordu. Kayzer I.Wilhelm’in 1884’te Varşova’ya gelişiyle ilgilendiğini gösteren yarı manzum yazısı onun politik duyarlılığını yansıtması bakımından önemlidir: “Batının güçlüsü nihayet seni görebileceğiz. Ama bil ki Saksonyalının bahçesine gelirsen seni sarayında ziyaret edecek değilim. Gerçi şeref gösterilerinizi görmek istemem. Ama orada neler konuştuğunuzu duymak isterim. ‘Bizimkiler’le duyduğuma göre ‘senli benli’ imişsin. Politika konusunda henüz aptal bir koyunum. O yüzden seninle pek konuşmak istemiyorum. Ama Sevgili Wilhelm, bir şeyi söylemek istiyorum: O hilebaz hergele Bismarck’ına söyle, ey Batı’nın Kayzer’i Avrupa için ona emret ki, barış pantolonunu kirletmesin.” Liseden mezun olanlar birbirlerine fotoğraflarını hediye ederlerdi. Rosa 1887’de mezun olduğunda 16 yaşındaydı. Okul kıyafetiyle çekilmiş fotoğrafta, omuzlarından aşağı dökülen uzun saçları, kendinden emin bakışları, dolgun ve yumuşak yüz hatları dikkat çekiciydi. Fotoğrafın arkasına düştüğü “İdealim, insanın hiç pişmanlık duymadan herkesi sevebileceği sosyal bir düzendir” şeklindeki kısa not, onun iddiası ve iktidar olma mayasını ele veren sihirli bir ifadeydi.
Rosa çok başarılı bir eğitim süreci geçirmişti. Kızlara üniversite kapısı kapalıydı. Ve öğrenimini kızlar için de eğitim olanağı sağlayan Zürih Üniversitesi’nde sürdürmek istiyordu. Çünkü liseyi okuyabilen kızların tek yapacağı şey ya mürebbiyelik ya da zengin bir koca peşinde koşmaktan başkası değildi. Ailesinin ablası için yaptıklarına baktığında Rosa kendisini böyle sıradan bir kadın durumunda asla hayal edemiyordu da. Ailesi ne kadar farkındaydı pek bilinmiyor ama Rosa, Proletariat örgütü ile ilişkisini Silezyalı çatı ustası Marcin Kasprzak aracılığıyla sürdürüyordu. Polonya, Avrupa’nın ortasında, daha güçlü olanlarca ablukaya alınmış bir bölge olarak direniş ve örgütlenmelerin dinmediği; polisin de hep bir sürek avı peşinde olduğu bir ülkeydi. Yine 1888’de Çarın polis örgütü Okrhana, Proletariat militan ve sempatizanlarının da aralarında olduğu geniş bir operasyon hazırlığındaydı ve elinde 400 kişilik bir liste olduğu söyleniyordu. Rosa’nın da bu liste içinde yer aldığı sanılıyor ki pasaportunu almış olarak 1889 Şubat ayında gizli yollarla İsviçre’ye geçiveriyor. Geçişinde kendisine yardımcı olan ise M Kasprzak’dır. Kasprzak, Rosa’ya geçiş yapacağı bir sınır köyüne kadar eşlik eder ve köyün rahibine, kızın ailesinin onun Katolik bir gençle evlenmek istemesine izin vermediğini belirterek yardım ister ve Rosa’nın kuru ot balyaları arasından sınırdan geçişini sağlar.
Başka bir ülke ve yeni kapıların eşiğinde
Zürih, uzun yıllardır Rusya ve Almanya olmak üzere Avrupa’da hemen hemen her ülkeden politik göçmenlerin yaşadığı bir kentti. Rus egemenliğinde olan topraklardan geldiği için Rosa da Rus sayılıyordu. Almanya’da 1878’de çıkarılan anti-sosyalist yasa nedeniyle Alman göçmenlerin sayısı ilk sıradaydı ve sayı olarak bunu Ruslar takip ediyordu ki Ruslar arasında Plehanov, Axerlod, Vera Zasuliç gibi tanınmış devrimciler de vardı.
Rosa ya da İsviçre’ye gelene kadar Rozalia, belediyeye 18 Şubat 1889 tarihinde adını “Rosa” soyadını (Luxenburg) da “Luxemburg” olarak kayıtlara geçirtti. Onun Proletariat’la ilişki içinde geldiği, Alman politik göçmenlerden Karl Lübeck’in evine pansiyoner olarak yerleşmesinden de anlaşılıyordu. Lübeck, gazetecilik çalışmalarına Zürih’te devam ediyor ve gözleri iyi görmüyordu. Rosa, yazı işlerini düzenleme ve temize çekmeyi üstlenerek Lübeck’in birikim ve tecrübelerinden yararlanma avantajı elde etmişti. Üniversitede doğa bilimleri derslerine kayıt yaptırdı. Eline geçen her fırsatta ise Polonya Öğrenci Derneği lokaline ya da Polonya Müzesi Kütüphanesine hem araştırma hem yabancı dilini geliştirmek için gidiyordu. Çoğunlukla devrimci Rus göçmenlerin gidip geldiği kafeteryanın birinde de Leo Jogiches’i tanıdı. Leo, yine Çarlığın hakimiyetinde olan Litvanya Krallığının Wilna kentindendi. Varlıklı bir ailedendi ve lise yıllarında devrimci mücadeleye atılarak işçileri örgütleyip harekete geçirmişti. Pratik ve kıvrak zekasıyla illegal ilişkileri inşa etmede de çok başarılıydı. En son gözetim hapsi için askere alınmış ve oradan firar ederek kaçak yollardan ”Leon Grosovski” takma adıyla Zürih’e ulaşmıştı. Rosa ile Leo’yu bir araya getiren şey sosyalizm davasına olan inançlarıydı. Tanışmalarından yaklaşık bir yıl sonra da sevgiliydiler. Rosa, üniversitede bölüm değiştirerek hukuk fakültesine kaydolmuş, Leo da işçi sınıfına evrimi iyi anlatabilmek için doğa bilimleri alanını tercih etmişti.
Rosa’nın Leo ile karşılaşması siyasal yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır. Bir kere Leo’nun Zürih’te bulunmasının nedeni ülkesinin işçi ve emekçilerini bilinçlendirme ve harekete geçirmek amaçlıdır. Marksizm’in klasikleri yanında güncel içerikli bir dergi basarak Litvanya’ya sokacak ve bunun aracılığıyla örgütlenme ağı örecekti. Cebinde 15 bin ruble ile gelmişti. Marx ve Engels’in yapıtlarını yayınlama hakkı olan Plehanov’a başvurarak ortaklık önerdi. Plehanov kendisinden on yaş küçük Leo’nun önerisini kabul etmedi. Parasal ortaklık olsun ama yayın politikası ve yönetimine karışsın istemiyordu. Araya Rosa girdiyse de Plehanov yine ikna olmadı; Leo’yu ‘Narodnik bozuntusu bir anarşist’, 21 yaşındaki Rosa’yı da onun ‘dişi versiyonu’ olarak niteledi.
Bu gelişme üzerine Leo, Modern Sosyal Demokrasi Kütüphanesi adıyla bir yayınevi kurup çalıştırmaya başlayınca Plehanov öfkelendi ve Leo ile Rosa’nın fikir ve çalışmalarını itibarsızlaştırıcı tutum içine girmeye başladı. Polonyalı devrimciler 1891 yılının sonunda Zürih’te bir araya gelerek Polonya Sosyalist Partisi(PSP) çatısı altında örgütlendiler. Partide egemen anlayış öncelikle Polonya’nın bağımsızlığının sağlanmasıydı. Leo, Rosa ve Rosa’nın Varşova’dan yakın tanıdıkları grup ise ulusal çıkar gözetmeksizin işçilerin sosyalizm için hareket etmesini savunuyorlardı. Buna rağmen de parti içinde kalmayı tercih etmişlerdi.
II. Enternasyonal’in 3. Kongresi 1893’te 6-13 Ağustos’ta Zürih’te toplandı. Bundan bir ay önce de Rosa ve Leo’nun siyasal ekibi İşçi Davası(Sprawa Robotnicza) adlı bir dergi çıkarmaya başlamışlardı. Enternasyonal’de Polonya’yı PSP liderliği temsil edecekti. Ancak Rosa, PSP önderliğinden farklı bir siyasal çizgiyi savundukları için Enternasyol’de kendilerine de söz hakkı verilmesinin peşindeydi. Hem İşçi Davası da bunun bir karşılığıydı ve kongrede söz hakkı olmalıydı. Dergide R.Kruczynska imzalı yazı Rosa’ya aitti. Enternasyonal’de R. Kruczynska adına söz istiyordu. İtirazlar üzerine hazırlık bürosuna önerisini kabul ettirme çabasındaydı. Belçikalı sosyalist Emil Vandervalde, “Onun delege kalabalığı arasından sıçrayıp daha iyi anlaşılmak için bir sandalyeye çıktığını görür gibiyim. Yazlık giysisinin içinde ufak tefek, incecik ve çıtı pıtı görünen bu kız etkili bakışlarla gönülleri fethedilmiş ve adeta büyülenmiş kongre üyelerini coşturarak davasını savundu ve el kaldırarak kabul oyu vermelerini sağladı” diyecektir. Rosa o sıra 23 yaşındadır. Dönemin hızlı devingenliğine göre yaşı çok genç sayılmaz ama sosyalizm safları dahil ilişkiler ataerkildir. Sosyalistlerin uluslararası toplantısında Rosa’nın hem cüreti, hem kendine özgüveni geleneksel dar, cinsiyetçi tutum açısından da önem taşır.
Elbet iş burada kalmıyor. Ayrı bir yayınevi kurmuş olarak Rus Polonya’sında örgütlenmeye çalışan, Leo ile birlikte hareket eden Rosa, Plehanov ve PSP’nin yöneticileri tarafından cinsiyetçi, milliyetçi söylemlerle de dışlanmaya çalışılır. Yerine göre kadın, yerine göre Yahudi kökenli olması söz konusu küçük düşürücü tutumların odağını oluşturur.
PSP içindeki İşçi Davası Grubu 1893’te partiden ayrılarak Polonya Krallığı Sosyal Demokrasi Partisi (SKDP)’ni kurdu.1893’te çıkmaya başlayan İşçi Davası 24 sayı halinde 1896 yılına kadar yayınını sürdürdü. 1895’te Rosa’nın Maciej Rozga imzasıyla hazırladığı “Bağımsız Polonya ve İşçi Davası” kitapçığı onun bütünlüklü ilk yayını sayılmıştır. Ortalıkta görünen Rosa olsa da partide asıl inisiyatif Leo Jogiches’indi. Derginin hazırlanması ve baskı sürecinin yönetilmesi ağırlıklı olarak Rosa’nın omuzlarındaydı. Üniversitede eğitim ve tez çalışmalarını sürdürürken; derginin basımı için Paris’e gidiyor; Fransızların ulusal kütüphanesinde çalışmalar yapıyor, Fransız sosyalistleriyle yakın ilişkiler içinde Polonya ve sosyalizm davasına destek zemini oluşturuyordu.
Siyasi göçmenlere İsviçre’de “siyaset yasağı” olduğundan dolayı İşçi Davası’nı Paris’te çıkarmak zorunluluktu. Rosa Paris’teyken, Leo ile iletişimini mektupla sürdürdü. Mektupları onun hem özel yaşamını hem örgütsel çalışmalarıyla ilgili yegâne belgelerdir. Telefon görüşmesi yapıyormuş gibi gerekli olan yerlere her gür mektup yazıp postalıyordu. Kamuoyunun gözünde hatta yakın arkadaşları arasında da Leo ile sevgili olduklarını kimse bilmiyordu. Bu bilinçli bir tutumdu. Daha çok da Leo’nun legal ortamda bile illegalmiş gibi davranmasının getirdiği bir şeydi de. Yine de bütün kararları, bütün çalışmaları birlikte alıyor; partinin diğer merkez yöneticileriyle iş bölümü içerisinde yürütüyorlardı.
Rosa üniversitede tez çalışmasına Polonya’nın ekonomisi üzerine 1894 yılında başlamış ve 1897 yılı mayıs ayında bitirmişti. Hocası Prof.Dr. Julius Wolf, tezi kabul gerekçesini şöyle açıklamıştı: “Çalışma, konuya hakimiyet, büyük itina, keskin zeka ile hazırlanmış. Öğrenci, konudan uzaklaşmadan olaya teorik kabiliyeti ile pratik bakış açısıyla sahip olduğunu kanıtlıyor. Stil biraz eksik, yaklaşım ise biraz tek yanlı. Öğrenci sosyalist ve tarihsel materyalist bir bakış açısına inanıyor. Sosyalist literatürün kavramlarını kullanmış ama bu doktora çalışması için gerekli görülen çalışkanlığını hiçbir şekilde engellememiş.” Profesör liberal görüşleri olan biridir. O yüzden derslerde aralarında Rosa’nın da olduğu Marksist öğrenciler tarafından sık sık tartışmaya çekilmektedir. Rosa’nın yoldaşı J.Marchlewski söz konusu tartışmaları hitabeti geliştirmek açısından özellikle başlattıklarını ve Rosa’nın hitabet yeteneğinin o ortamda geliştirdiğine işaret etmiştir.
Rosa Luxemburg, Leo Jogiches, Adlof Warski, Julian Marchlewski PSP’den ayrılıp SKDP’yi kurduktan sonra II.Enternasyonal’de Polonya’yı temsil eden ikinci parti oldular ama, PSP’nin, Plehanov çevresinin hışımından kurtulamadılar. Rosa, Alman Sosyal Demokrat Parti(SDP)’nin teorik yayın organı Die Neue Zeit’te de yazılarıyla yer almaya başlamıştı. Derginin yönetmeni K.Kautsky ve partinin ileri gelenleri, gençlik enerjisi ve Marksist teorik donanımıyla Rosa’ya kapıyı açık tutuyorlardı. PSP ise kendi yayın organında “Almanların ciddi siyasal bir yayın organının, Polonya açısından kendini bir şey sanan bir kadının dümen suyuna girilmiş olmasından esef duyduklarını ve Polonya sosyalizminin Rosa’nın diline düşecek kadar alçalmadığını” yazmıştı. Bu ve bunun gibi küçümseyici, cinsiyetçi, ırkçı şoven söylemler ona karşı hem sol hem sağ kesimden ömrünün sonuna kadar Rosa’nın peşini bırakmayacaktı. Örneğin Polonya’nın sağ Katolik milliyetçileri de “Bağımsız Düşünce” adlı gazetelerinde “Hanımın ataları sıradan Polonya halkına durmadan votka sağladılar. Rosa Luxemburg elbette votka satmıyor ama onun sıradan halka makale ve broşür şeklinde içirdiği şeyler aslında alkollü içki niteliğindedir” şeklinde ifadeler kullanacaklardı. Ancak sevgili yoldaşı Leo ile birlikte aldıkları karar gereği bu tür saldırılara takılmayıp yollarına devam etme tavrında oldular.
Teorik ve pratik gücünün kaynaştığı süreçte
Kendisine doktor unvanı kazandıran “Polonya’da Sanayinin Gelişimi” tezi hem üniversite çevrelerinde hem de siyasal çevrelerde büyük ses getirdi. Tez üzerine gazete ve dergilerde övgü içerikli yazılar yer aldı. Kendisi ve partisinin kararı artık Rosa’nın Enternasyonal’in en büyük partisi olan SDP’nin içinde çalışmak ve böylelikle Almanya’nın egemenliğindeki Yukarı Silezya’da, Leh işçilere de ulaşmaktı. Henüz üniversiteyi bitirmeyen Leo Joghices Zürih’te kaldı. Rosa ise İsviçre’de, Alman vatandaşı Gustav Lübeck (Karl Lübeck’in oğlu) ile yaptığı formalite bir evliliğin yasal avantajlarına dayanarak 1898 Mayıs ayında Berlin’e geçti. İlk işinden biri SDP’ye üye olmaktı ki SDP yetkilileri de genç ve teorik birikimi çok iyi olan devrimciyi önceden kabullenmişti.
O yıl SDP’nin de katıldığı seçimler için Rosa, Silezya madenlerindeki işçilerle toplantı ve mitingler yapacaktı. Devrimci mücadelenin ön saflarındaki kadın sayısı çok azdı. Rosa’nın Lehçe konuşması işçiler üzerinde ayrı bir ilgi ve sempati doğurmuştu. İlk deneyimi kendisini de çok memnun etti. Her gelişmeyi ve çalışmayı Leo’ya mektupla bildiriyordu: “… Artık eminim ki altı ay içinde partideki en iyi konuşmacılardan biri olacağım. Ses, dil, ruh hali her şey sınavdan geçti. Ve çok önemlisi kürsüye sanki yirmi yıldır çıkıyormuşum gibi çıkıyorum.” Rosa’nın Almanya’da bu ve bundan sonraki çalışma temposu işçilere yönelik ajitasyon propaganda ve Marksist ideolojinin teorik sorunları ve gereksinmeleri üzerine kafa yormak ve yazmakla geçer.
Alman Sosyal Demokrasi’sinin canlanışı 1890’da anti-sosyalist yasanın yürürlükten kaldırılması sonrasında hız kazanmış ve sanayinin gelişimi ile birlikte proletaryanın fiili gücü de artmıştı. Dolayısıyla SDP hem üye sayısı hem maddi olarak güç kazanıyordu. Mevcut durum içinde Marx’ın vasiyetinin de paydaşı olan Eduard Bernstein, Die Neue Zeit’de sosyalizmin sorunları kapsamında bir dizi makale yayınlamıştı. Bernstein, kapitalizmin toplumsal çelişkileri artık derinleştirmediği yolunda bir anlayışa kapılmıştı. O yazılardaki sinsi karşı devrimci tutumu fark eden Rosa “Reform mu Devrim mi?” temel başlığını içeren karşı yazı için Almanya’da harekete geçti. Leo’ya yazdığı mektupta da “Bu makaleyi o kadar çok istiyorum ki hayatımın yarısını bunun için verebilirim" demişti. Rosa’nın 1898 yılı 21-28 Eylül Leipzger Volkszeitung’da dizi halinde yayımlanan makalesi onun tartışmasız olarak devrimle reformizm arasına kalın bir çizgi çekilmesi gerektiğinin karşılığıydı. Söz konusu makale Rosa’yı işçi sınıfı ve onun partileri nezdinde saygın bir mertebeye taşımış oldu. August Bebel, Karl Kautsky, Franz Mehring, Clara Zetkin tartışmasız olarak Rosa’nın yanında yer aldı. SDP, Rosa’nın işçiler arasında çalışmasının meyvesini hemen almaya; partinin üye sayısı yanında sendikalaşma oranı ve parlamentoya gönderdiği vekil sayısını artırmaya başladı.
II. Enternasyonal’e katılan partilerin başkan ve delegeleri Rosa’yı toplantılarda Polonya Krallığı Sosyal Demokrat Partisi’ni temsil etme çabalarından dolayı zaten tanıyordu. Kitap olarak da basılan “Reform mu Devrim mi?” makalesi nedeniyle de onu tartışmasız iyi bir teorisyen olarak kabullenmiş oldular ki söz konusu makale Enternasyonal genel kurulunda da kabul edilip onaylandı.
Rusya’da 1905’te patlak veren devrime değin Rosa’nın Almanya’daki çalışmaları Silezya başta olmak üzere işçilerin yoğun olduğu değişik kentlerde devam ediyor ve partinin farklı illerde çıkan gazetelerinde de makale ve konuşmaları yayınlanıyordu. Yaptığı çalışma ve propagandalar Polonya’da SKDPİL’e1 yönelik hem farkındalığı hem de üye sayısını da artırmıştı. Polonya’yı da etkisine alan 1905’teki işçi ayaklanmaları başladıktan sonra 1901 yılından beri Almanya’ya geçmiş olan Leo, bu sefer işçi sınıfının yakınında olmak için Krakow’a geçti. Galiçya içinde yer alan Krakow, Polonya’nın Avusturya egemenliğindeki bir kentiydi. Leo gelişmeleri Rosa’ya mektupla bildiriyor ve o da gazetelere haber-yorum yapıyordu. Ayaklanmaların uzağında olmak Rosa’ya çok sıkıcı gelmişti. Grevleri yakından izlemek ve derseler çıkarmak ve işçi sınıfını partisinin politik kılavuzluğunda hareket ettirmek önemliydi. Ayaklananlara karşı Çarlığın bir takım vaatlerde bulunması, direniş dalgasının hızını 1905 yaz ayı sonunda kesmeye başladı. İşçiler, kasım ayı geldiğinde Petersburg ve Varşova başta olmak üzere yeniden harekete geçtiler. Leo da parti üssünü Krakow’dan Varşova’ya taşıdı. Aralık sonunda ise Rosa, A.Bebel gitmesinden yana olmasa da Kautsky ailesinin desteği ve üzerinde bir gazetecinin kimliğiyle Varşova’ya doğru yolu koyuldu.
Ailesinden ayrıldığı 1889’dan beri ilk defa Varşova’ya ayak basıyordu. Kendisini kaygıyla uğurlayan Kautskyler’e hemen bir kart postaladı: “Sevdiklerim, dün saat 09.00’da askerler tarafından kullanılan soğuk ve karanlık bir trenle geldim… Kent ölü gibi. Genel grev, her yerde askerler. Bugün işe başlıyorum. Selamlar Rosa’nız. 30 Aralık 1905” Rosa ile Leo bir pansiyonda birbirine bitişik odalarda Almanya’dan gelmiş gazeteci görünümünde, SKDP’nin diğer ileri gelenleriyle gazete çıkarıp dağıttırıyor ve Rus gizli polisi Okrhana ile köşe kapmaca halinde eylemleri idare ediyorlardı. Arkadaşları Rosa için kaygılıydı. Çünkü her fırsatta sokaktaki göstericilerin arasına karışıyordu. Nitekim Almanya’da sağcı Bild gazetesi “Kızıl Rosa”nın Rusya’ya geçtiğini ve ondan kurtulduklarına sevindiklerini yazdığında, polis tüm ihtimalleri gözden geçirmeye, partinin Kızıl Bayrak(Czerwony Sztandar)’ta çıkan yazılarda Rosa’nın üslubunu aramış ve başarmıştı da. Ocak ayı sonu itibarıyla grev ve gösterilerin ivmesi düştü. Zira birinci yılını geçen direnişler işçi ve ailelerinin sefaletini had safhaya çıkarmış; Çar’ın yeni vaatleriyle ortam gittikçe sakinleşmeye başlamıştı. Polis, örgüt birimlerini çökertme çabasındaydı. Yoldaşları açısından Rosa’nın artık dönme vakti gelmişti. Ki fırsat kalmadan polis 4 Mart 1906 Pazar günü Rosa ve Leo’nun kaldığı pansiyona baskın yaptı; Rosa’yı Anna Matsche, Leo’yu Otto Engelman adlı gazeteci kimliğiyle yakaladı. Gözaltı için belediye hapishanesine konuldular. Dışarıda yoldaşları her ikisinin de içeriden kaçırılması için Jacub Hanecki’yi görevlendirmişti. Hanecki’nin planı hazırdı ama bu sefer kaçış gününden önce onları başka bir yere, oradan da Varşova’daki Kale Hapishanesine attılar. Ailesi ve yoldaşları sağlık durumu iyi olmayan Rosa’nın kefaletle serbest bırakılması için SDP’ye başvurdu. A. Bebel, Rosa’nın serbest bırakılması için gerekli olan 3000 markı temin etmek zorunda kaldı.
1905-06: Devrim günlerinden sonra yeniden Almanya
Rosa, Almanya’ya ulaşmadan önce Rus devrimcilerin (Lenin, Kamanev, Bogdanov, Axerlod, Zinovyev vd.) barındığı Finlandiya sınırları içinde kalan Kuakkala’ya yeni bir sahte kimlikle geçti. Amacı son iki yıl içindeki grev ve direnişler konusunda “Kitle Grevi Parti ve Sendikalar” adıyla kitaplaşacak çalışmasını detaylandırmaktı. İlk olarak 1901’de karşılaştığı, 1904’te ise “Rus Sosyal Demokratlarının Örgütsel Sorunları” makalesi üzerinden tartıştığı Lenin’le Kuakkala’da daha yakından konuşma ve yakınlaşma fırsatı da bulmuş oldu.
1905-06 isyanlarının yenilgiyle sonuçlanması Avrupa proletaryası üzerinde de karamsar bir etki yapmıştı. Rosa, deneyim ve gözlemlerini SDP’nin 23-29 Eylül tarihli Maneheim’de kongresinde bize Rusya’yı anlat diyen delegelere “sizlere hiç abartmadan ve bütün dürüstlüğümle güvence verebilirim ki Rusya’da geçirdiğim aylar yaşamımın en mutlu günleriydi” şeklinde olmuştu. Ama büyük bir heyecanla ele aldığı Kitle Grevi Parti ve Sendikalar, parti genel kurulunda reddedildi. Aslında bu parti ve örgütlerinin üzerine çökmüş olan hantallık ve rehavetin de bir ifadesiydi. Ve sonrası Rosa’nın işi devrimci ivmeyi yükseltmek ve genişletmek açısından çok zorlanacağı bir sürece işaret ediyordu.
Nitekim gelişmiş ve yayılmış Batı Avrupa sermayesi karşısında yeni bir güç haline gelen Alman sermayesi Osmanlı’yı koluna takarak dışa açılma sancısı içindeydi. Parti yöneticileri üye sendikacılığı, yerel yöneticilik, meclis vekilliği derken yıllar önce Bernstein’in sosyal reform çizgisinde yaşıyor olmaya başlamıştı bile. SDP’nin başyazarı Kautsky, parti yönetim ve yazı kurulu ile anlaşmalı olarak Rosa’nın yazılarını yayımlamama tutumu içine girdi. Bütün bunlar SDP’ye önderlik eden anlayışla Rosa’nınkinin ayrılmaya başladığının belirgin ilk işaretleriydi.
SDP 1906’de Marksist teori, iktisat, felsefe ve hukuk alanında üye ve kadrolarını bilinçlendirmek için Parti Okulu açmıştı. Kautsky, okulun idari kadrosundaki Henrich Shultz’a “Almanya’nın en iyi beyinlerinden birine kavuşacaksınız” demişti ve o beyin 1907 itibarıyla okulda ders vermeye başlayan Rosa’ydı. F. Mehring, A. Bebel, Henrich Cunow, K.Rosenfeld, E. Wurm dışında Rosa, tek kadın olarak doçentlik unvanı ile çalışıyordu. A.Bebel, Rosa ile yıldızı pek barışık olmayan Victor Adler’e o süreçte şunları yazmıştı: “Rosalık öyle düşündüğün gibi kötü değil. Tüm zehirliğine rağmen o eksik eteğin okulda olmamasını istemem. Parti Okulundaki radikaller, revizyonistler ve sendikacılar tarafından en iyi öğretmen olarak saygı kazandı.” Rosa aynı sene SKDPİL’in Polonya’da dağıtımı yapılan Sosyal Demokrat adlı gazetesinde Ulusal Sorun ve Özerklik makalesini dizi halinde yayınladı. Bakış açısının özü “Sosyal Demokrasi ulusların kendi kaderini tayin hakkını değil, sadece işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmekle yükümlüdür” tümcesi oluşturuyordu.
1907’de Stuttgart’ta Enternasyonal’in “Militarizm ve Uluslararası Sorunlar” adlı kongresi yapıldı. Kongrede Lenin ve Troçki de vardı. Lenin ve Rosa bu kongrede savaş ve militarizm üzerine yaptıkları konuşmalarda aynı anlayış ve uzlaşı içinde yer aldılar.
Parti Okulu dersleri Rosa açısından çok yorucu olmasının yanında ufuk açıcıydı. Çalışmalarına bağlı olarak sekiz bölümlü Ulusal Ekonomiye Giriş kitabını o arada hazırladı. Aynı çalışma içindeki Ekonomiye Giriş bölümünü ise yeniden ele almak için bir kenara ayırdı ve bunu daha sonra (1913) Sermaye Birikimi adıyla çıkardı. Eğer yeni pazar yoksa kapitalizm çürüyüp yok olacaktı. İşçi sınıfının rolünü hesaba katsa da Rosa, bu konuda Marksizm’i çarpıtma yönlü eleştirilerin hedefi olmaktan kaçamadı. F.Mehring’le birebir tartışmasında düşünüp incelemeye devam edeceğini belirtti. Tartışmalara neden olan bu incelemeyi ileride Eleştiriye Karşı adındaki kitabıyla sürdürmüş oldu.
Emperyalist savaşın adımları ve Rosa Luxemburg
Rosa ilk hapis cezasını, Alman İmparatoruna hakaret ettiği gerekçesiyle almış ve 26 Ağustos 1904’te iki ay hapis yatmıştı. Berlin-Zwickau hapishanesinde bu süre boyunca bol bol okuyup yazmış, yakınları ve dostlarıyla mektuplaşmıştı. Polonya’da geçirdiği ağır hapislik dışında artık savaşın adım adım yaklaştığı aylarda savaş karşıtı bir konuşma nedeniyle yine mahkemelikti. Rosa 20 Şubat 1914’te yaptığı konuşma nedeniyle 22 Şubat’ta duruşmaya çağrıldı. “Militarizm, Savaş ve İşçi Sınıfı” başlıklı savunması sermayenin çığırtkanlığını apaçık ortaya koyan bir manifesto niteliğindeydi. Ertesi gün Vorwarts gazetesi savunmayı olduğu gibi yayınladı. Aynı yıl haziran ayı sonunda açılan bir başka davada da savcı sanığı kaçma ihtimaline karşı tutuklamak istediğinde Rosa, "Savcı Bey sizin kaçacağınıza inanırım. Bir sosyal demokrat kaçmaz. O eylemine sahip çıkar ve cezalarına güler. Hadi şimdi beni cezalandırın” karşılığını verir.
1906’dan sonra Alman sermayesinin dışa açılma ve savaş politikaları ülkeyi 1.Dünya savaşının eşiğine getirdi. Rosa, emekçi örgütlerinin emperyalist savaşı engelleyeceğine inanıyordu. II. Enternasyonal’i bunun için harekete geçirip açık tavır belirlemesi için uğraştı. “Marksizmin Papası” olarak ünlenmiş Kautsky, Rosa için artık “bataklık önderi” sıfatındaydı. 29 Temmuz 1914’te Brüksel’de toplanan II. Enternasyonal savaş karşıtı bir cephe oluşturmaktan aciz kaldı. Rosa’nın üzüntüsünü o halde tahmin etmek zor olmasa gerek. 4 Ağustos 1914’te Almanya’nın hamlesiyle savaş başladı. Rosa’nın evinde toplantı yapan L. Jogiches, J.Marchlewski, F.Mehring, Wilhelm Pieck, Kathe ve Herman Duncker neler yapacakları üzerine bir plan çıkardılar. Bunlardan öncelikli olanı parti üyelerinin de olduğu belirlenen adreslere basılı bir mektup göndermekti. Savaş boyunca gizli olarak basılıp dağıtılan birkaç yapraklı bildiri ve haber içerikli bu yayına zamanla “Spartaküs Mektupları” adı verilecekti. Zaten partiden ayrı düşünen söz konusu grup da Spartaküs Birliğinin çekirdeği olarak kabul edilir.
Savaş karşıtı ifadeleri nedeniyle aldığı ceza için Rosa 18 Şubat 1915’te hapse konuldu. Aslında sağlık sorunları nedeniyle infaz ertelemesi vardı ama savaş dönemi hukuku uygulanıyordu. Rosa, Barnim Kadın Hapishanesi’nde tekli hücrede yaklaşık bir yıl kaldığı süre boyunca dışarı ile ilişkilerini, yazılarını daktilo eden ve artık kendisine yakın yoldaş olan Mathilde Jacob aracılığıyla sürdürdü. Onu üzen en önemli şey, dışarıda olması gereken bir zamanda içeride olmasıydı. Önceden çıkarmaya karar verdikleri Die Internationale gazetesine “Enternasyonal’in İnşası” başlıklı bir yazı gönderdi. Marksist teori üzerine yarım kalan çalışmalarını tamamladı. Asıl olarak da Spartaküs Birliğinin ilkeleri sayılan “Sosyal Demokrasinin Krizi” ana başlığı sayılan bir dizi yazı kaleme aldı. 1916 yılı ocak ayında tahliye edildiğinde “korkunç bir çalışma iştahıyla özgürlüğe döndüm” demişti. Sağlığına baskı ve gözdağı ortamına aldırmadan çalışmaya koyuldu. 1916 yılı Berlin Meydanındaki 1 Mayıs mitinginde Karl Liebknecht tutuklandı. K.Liebknecht tarafından okunan “Kahrolsun Savaş Kahrolsun Hükümet” başlıklı bildiriyi R.Luxemburg hazırlamıştı. Alman proletaryası savaşın halk için yıkım olduğunu anlamış Spartaküs Birliğinin çağrılarıyla direnmeye, karşı koymaya çalışıyordu. Ve Rosa da hakkında verilen hiçbir ceza olmamasına rağmen temmuz ayında adeta rehin statüsünde hapse atıldı. Polis merkezinde karanlık nemli hücrede uzun günler geçirdi. Bazı arkadaşlarına yazdığı mektupta durumunu şöyle ifade etmişti: “Alexanderplatz’daki batakhanede, 11 metrelik hücremde (W’si olmayan) C ile demirden kerevetin arasında Morike’mi okuyordum.” (28.12.1916 Mathilde Wurm’a) “Oradaki (Alexanderplatz Polis Tutukevi) bir buçuk aylık süre kafamdaki beyaz saçlara ve sinirlerimde hiç iyileştirmeyeceğim çatlaklara neden oldu.” (26.6. 1917 Hans Diefenbach’a)
Polis Tutukevinden sonra Rosa ülkenin doğusunda gözlerden uzak Poznan yakınlarında içinde bağımsız lojman ve yarı açık hücreleri olan Wronke Hapishanesine gönderildi. Düzenli görüşçüsü yine çalışma arkadaşı M. Jacob’tu. Rusya’daki devrimi Wronke’de karşıladı. Gelişmeleri elde ettiği gazeteler aracılığıyla takip etmeye ve devrim üzerine yazılar hazırladı. Almanya savaşta yenilgiye koşar adım giderken halkın sefaleti de aynı ölçüde artmıştı. Bu şartlarda Rosa, hapiste olmanın ağırlığıyla depresif günler geçirdi. Rus Devrimi çevre ülkelerdeki proletaryanın harekete geçmesi ile hem desteklenmeli hem yeni devrimlerle taçlandırılmalıydı. İçeride olmak o yüzden ayrı bir zordu. Nitekim savaş bitip 8 Kasım 1918’de özgürlüğüne kavuştuğunda evine bile gidemeden kendini İşçi ve Asker Komiteleri ile harekete geçen Alman Devriminin ortasında buldu. Spartaküstler’in hem partileşme çalışması, hem devrimi geliştirme mücadelesi; hareketin gazetesi Die Rote Fahne (Kızıl Bayrak)’nin yönetimi Rosa’nın heyecan ve gayretle soluksuz koşturduğu günler, haftalar niteliğindeydi. İşçi ve Asker Komitelerinin bir yanda içteki görüş ayrılıkları, öte yanda asker-sivil faşist terörle ezilmeye yüz tuttuğunda bile o kendini düşünmedi ve Berlin’den uzaklaşmayı istemedi. Günümüzde Alman komünistlerini umutlu yapan şeylerden biri Rosa’nın devrime o günkü inancı ve “Vardım, Varım Var Olacağım” sözlerinde billurlaşan tutumudur.
Anlaşılacağı gibi R.Luxemburg, F. Mehring’in deyişiyle Marksizm’in en parlak simasından biriydi. Marx'ın “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” deyişi, teorik incelemelerde onun da kılavuzuydu. O yüzden çalışmalarını dogma ve önyargılara kapılmadan ele alma cesaretini göstermişti. Sosyalist teorinin ileri gelenleriyle kesinkes ayrı düşüp tartıştığı konular oldu. Kavganın mutfağındaydı ama sokağında yer almayı daha çok sevdi. Evi 1905-1906 Rus Devriminde batıdan doğuya giden ya da gelenlerin kişisel, örgütsel ihtiyaçlarını, bağlantılarını karşılayan bir istasyon işlevi gördü. Teoriye hâkimiyeti ve entelektüel zenginliği eşliğinde çok iyi bir hatipti. Birçok dilde yazıyor oluşu Avrupa proletaryası arasında tanınan ve takip edilen biri olmasını sağladı. Rosa SDP ve SKDPİL’de belirleyici olan lider bir kadındı. Ama anlayışında emekçilerin ortak çıkarlarından ayrı bir kadın örgütlenmesi yoktu. Clara Zetkin’le ilişkileri onu kadınların çifte sömürü altındaki ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunlarına yakından bakmasını sağladı. Sanata ve edebiyata düşkündü. Konserlere, sergilere gitmeyi aksatmamaya çalıştı. Başına ödül konulup arandığı günlerin sonunda çantasında Goethe’nin Faust’u vardı. Liseden mezun olurken arkadaşına mezuniyet hatırası için verdiği fotoğrafın arka yüzüne yazdığı idealinin peşinde aydınlanmış bir beyin ve çelik bir irade ile hedefine doğru yürümeyi sürdürürken, düşmanı onu katlederek fiziki varlığından kurtulmuş oldu.
- 1.Kısa adı Polonya Krallığı Sosyal Demokrat Partisi olan SKDP, 1900 yılında Litvanya’daki örgütlenmeyi de içine alacak şekilde Polanya ve Litvanya Krallığı Sosyal Demokrat Partisi (SKDPİL) adını almıştı.
Yörüngeye çıkan uydular ne işe yarayacak?
Önce az bilinenden başlayalım. Plan-S, Ankara Bilkent Teknokent merkezli bir şirket. Daha çok küçük uydu üretimi ve bu uydular üzerinden izleme, takip, bilgi edinme hizmetleri veriyor. Plan-S firmasının uydularının ilettiği bilgiler alınarak tarım, kıyı güvenliği, iklim değişikliği ve çevre, karayolu trafik durumu hakkında canlı veri alınabiliyor. Bunun dışında internet bağlantısının olmadığı coğrafyalarda takip, iletişim olanağı ve canlı bağlantı sağlanabiliyor. Özellikle denizyolu taşımacılığında bu tür ihtiyaçların yoğun olduğunu belirtelim.
Fergani Uzay Teknolojileri Bilişim Sanayi ve Ticaret A.Ş. ise Bayraktar ailesinin 2022 yılında kurduğu bir firma. Ticari amaçlı uydu üretiminin ana hedef olduğu firmanın fırlatma teknolojileri ve yörünge transfer araçları gibi planları mevcut. Son olarak uzaya gönderilen FGN-100-d1 uydusu ise haberleşme ve konumlandırma alanlarında hizmet verecek. Fırlatmanın ardından açıklama yapan şirket yöneticisi Selçuk Bayraktar, amaçlarının alçak yörünge konstelasyonu yani takım uyduları sistemi kapsamında 500 benzer uyduyu yörüngeye çıkararak kendi konumlandırma sisteminin kurulması olarak belirtiyor. Bayraktar, ayrıca 50 ton ağırlığında ve 1,5 ton faydalı yükü yörüngeye çıkarabilecek roket sistemlerinin planları dahilinde olduğunu ekliyor.
Hedef yerli-milli GPS: Uluğ Bey
Bayraktar’ın açıklamalarında dikkat çeken bir unsur teknolojik olarak bir yenilik içermese de Türkiye sermayesinin hedefleri ve ufku açısından kimi işaretler barındırıyor. Bayraktar hedeflerinin yörüngedeki takım uydu sistemleri sayesinde gerçekleştirilecek Uluğ Bey adlı konumlandırma sistemi olduğunu belirtiyor.
Günümüzde navigasyon amaçlı kullanılan takım uydu sistemleri BeiDou (Çin), Galileo (Avrupa Birliği), GPS (ABD), GLONASS (Rusya), IRNSS (Hindistan) ve QZSS (Japonya) şeklinde. Listeye dikkat edilecek olursa tüm ülkelerin yörüngeye faydalı yük çıkartabilecek roket itiş sistemine, dolayısıyla kıtalararası balistik füze kabiliyetine sahip olduğu görülür (Japonya hariç buna nükleer kabiliyet de eklenebilir). Kendi konumlandırma sistemine sahip olarak bu ülkeler hiçbir yabancı ülke sistemine ihtiyaç duymadan bölgesel veya küresel ölçekte konumlandırma yapabilmektedir.
Bayraktar özelinde iktidarla kimi bağlantılar dikkat çekse de Türkiye’de genel olarak silah sanayisinin eğilimleri, Türkiye’nin belirli bir süredir dile getirdiği yeni-Osmanlı siyasetiyle uyumlu ve paralel. Kafkasya-Orta Doğu-Doğu Akdeniz-Kuzey Afrika bölgesinde etkili bir oyuncu olma peşinde olan Türkiye sermayesi, askeri anlamda altyapısını güçlendirecek bu hamleyi uzunca bir süredir devam ettirmekte. Bu kapsamda küresel konumlandırma ve kıtalararası balistik füze kabiliyeti hayati önem taşıyor.
Türkiye sermayesinden uzay vatan hamlesi
Bu kapsamda bir eşgüdüm ve görev paylaşımı zaten uzunca bir süredir yapılmış durumda, ilerliyor. Roketsan tarafından geliştirilen ve sürekli olarak menzili artırılan roketlerin sivil ve askeri amaçlarla kullanılacağı açık. Bu alanda MKE gibi kamu kurumlarının dışında özel sektör firmaları da eşgüdüm halinde çalışıyor. Bayraktar bünyesindeki kurumlar ve Fergani dışında, kamuoyunda sıkça gündeme gelmese de Assan Grup bünyesindeki Assan Defence ve Çorum merkezli Arca gibi firmalar da bu alanda çalışmakta.
Bunun dışında yörüngeye faydalı çıkarabilmek için fırlatma üslerinin ekvatora yakın bölgelerde olması tercih ediliyor. Roketler dünyanın dönme hızından faydalanarak doğu yönünde ateşlenerek atmosfer dışına çıkabiliyor. Fırlatma üsleri veya uzay üsleri aynı zamanda kıtalararası balistik füze üsleri olduğu için stratejik yerler. Bu kapsamda zaten aralarında askeri bir işbirliği olan Türkiye ile Somali arasında benzer bir tesis kurulması konusundaki gelişmeleri de dikkatle takip etmek gerekiyor.
***
Taze büyükelçi talimatı yerine getiriyor: Bakü’ye gitmeden önce Albayraklar’ı ziyaret etti.
Hakan Fidan büyükelçilere “iş adamlarının” işlerini görme talimatı vermişti. Azerbaycan’a büyükelçi atanan Akgün, daha Bakü’ye gitmeden, Bakü Limanı’nı işleten Albayrak Grubu'nu ziyaret etti.
Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Birol Akgün 11 Ocak’ta Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla Azerbaycan Cumhuriyeti nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’ne atandı.Bakü Büyükelçiliği’ne atanan Akgün’ün yaptığı ilk iş, iki yıldır Bakü Limanı’nı işleten Albayraklar’ın medya grubunu ziyaret etmek oldu.
Ziyareti X sosyal medya hesabından dün yaptığı paylaşımla duyuran Akgün “Bugün Albayraklar Medya Grubunu ziyaret ederek grup başkanı muhterem Ahmet Albayrak ve ekibiyle yurt dışı faaliyetleri konusunda sohbet ettik” diye belirtti.
Akgün paylaşımında Yeni Şafak’ı ve gazetenin genel yayın yönetmeni Hüseyin Likoğlu’nu da etiketledi.
Bakü Limanı'nın işletmesini devralmıştı
Albayrak Grubu Temmuz 2022’de imzalanan anlaşmayla Bakü Limanını geliştirmek için 15 yıllığına işletme hakkını devralmıştı. Anlaşmayla Bakü Limanı’nın Ro-Ro, konteyner ve gübre terminali işletmesi, Albayrak Grubu'na geçmişti
Birol Akgün’ün Bakü’deki büyükelçilik görevinin öncelikli işi olarak Albayrak Grubu patronlarını ziyaret etmesi dikkat çekti.
Ziyarette Albayrak Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak’ın yanı sıra AKP Kurucusu, eski Başbakan Yardımcısı ve Albayrak Grubu Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli de yer aldı.
Fidan'dan büyükelçilere: İş adamlarımızın yeni projelerde yer almasını sağlamak göreviniz
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 9 Aralık 2024’te düzenlenen 15. Büyükelçiler Konferansı’nda yaptığı konuşmada “iş adamlarının yurtdışında sorunlarını çözmenin ve yeni projelerde yer almalarını sağlamanın” da büyükelçilerin görev alanında olduğunu söylemişti.
Anlaşılan taze Bakü Büyükelçisi Akgün de, Fidan’ın patronların yurtdışındaki işlerini görme talimatını yerine getirme hevesiyle göreve hızlı başladı.
Yolsuzluk skandalı ortaya çıkan Yunus Emre Vakfı'nda mütevelli heyetindeydi
2016’dan beri Türkiye Maarif Vakfı’nın başkanı olarak görev yapan Akgün, sahte faturalarla soyulduğu ortaya çıkan Yunus Emre Vakfı’nda da Mütevelli Heyeti üyesiydi.
Büyükelçilik görevine atanmasının ardından konunun gündeme gelmesi üzerine yazılı bir açıklama yapan Akgün, halen devam eden yolsuzluk soruşturmasının kendisiyle ilişkilendirilecek bir yönü olmadığını ifade etti.
Akgün önceki gün yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
“2016 yılından bu yana Türkiye Maarif Vakfının Başkanlığını üstlenmekteyim. 5653 sayılı Kanun'un amir hükmü gereğince, Yunus Emre Vakfı'nda da Maarif Vakfı adına Mütevelli Heyeti üyesi olarak görev yapmaktayım. Sözü geçen mecralarda dile getirilen iddialar, Yunus Emre Enstitüsü'nün eski yöneticileri ve çalışanlarına yönelik olup bütün bu iddialar halen devam eden resmî bir yargılama sürecinin konusunu teşkil etmektedir.
Sözü geçen iddialara yol açan meselelerle ilgili herhangi bir yetkim yahut sorumluluğum olmadığı gibi, devam eden soruşturmanın da şahsıma taalluk edebilecek hiçbir yönü bulunmamaktadır.
Kişilik haklarıma karşı gerçekleştirilen bu saldırının sorumlularıyla hukuk önünde hesaplaşacağımı, kamuoyuna saygıyla duyururum."
***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder