Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -16 Ocak 2025-

Karanlık tünele giriş -Kayhan Ayhan-

Siyasal İslamcıların önünü açarak Türkiye’nin bugünkü karanlığa sürüklenmesinin en önemli kilometre taşları 90’lı yılların başlarında işlenen aydın cinayetleriydi. Mumcu, Kışlalı, Aksoy ve Üçok cinayetleri önemli tarihsel kırılmaya yol açacaktı.

                           Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı

Siyasal İslamcılar bugün artık iktidarda, tuğlaları örenlerle birlikte kurulan ittifak cinayetlerin aydınlatılmaması, gerçek sorumluların hesap vermemesi için her yolu deniyor. O günlerde katledilen Uğur MumcuBahriye ÜçokMuammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydın cinayetlerini kapsayan Umut Davası “örülen duvar”ın derinliğini gösteriyor.

32 YILDIR SÜREN DAVA

Umut Davası 32 yıldır sürüyor. Ülkeyi karanlığa sürükleyen cinayetlerin ardından açılan ve 32 yıldır süren davada cinayeti azmettirenler halen sır, kamu görevlileri hakkında ise bir işlem yapılmadı.

Umut Davası, firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Bugün Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek duruşmada dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın tanık olarak dinlenilmesi talep edilecek. Duruşmada İçişleri Bakanlığı ile Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yeniden müzekkere yazılarak sanık Oğuz Demir ve ailesinin yasa dışı yollardan yurt dışına çıkıp çıkmadığına ilişkin araştırma yapılmasının istenmesi talepleri karara bağlanacak ve Mumcu ailesinin avukatları savunma yapacak.

Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara’nın Çankaya ilçesinde o zamanki adıyla Karlı Sokak’taki evinin önündeki arabasına konan bombanın infilak etmesi sonucu katledildi. Mumcu cinayeti, 1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler ve katliamlar zincirinin bir halkası oldu. Cinayetle birlikte ülkede karanlık bir sürece girildi.

NAMUS SÖZÜ LAFTA KALDI

Cinayetin ardından dönemin devlet yöneticileri, Uğur Mumcu’nun evini ziyaret ederek eşi Güldal Mumcu’ya olayı çözme konusunda "namus sözü" verdi. Bunların başında yer alan dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Güldal Mumcu’ya "Cinayeti çözmek namus borcumuzdur" dedi. Ancak cinayet, uzun yıllar faili meçhul kaldı.Karanlık tünele girişMumcu’nun katledilmesinin ardından olay yerine gelen dönemin başbakanı Demirel, olayın çözüleceğine dair söz vermişti. (Fotoğraf: Depo Photos)

Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, evinde ziyaret ettiği Güldal Mumcu’nun soruşturmaya yönelik eleştirileri üzerine "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" dedi. Mehmet Ağar, daha sonraki yıllarda Susurluk suç örgütünün yöneticisi olarak yargılanacak, ceza alacak ve adı birçok faili meçhul cinayetle gündeme gelecekti.

TARTIŞILAN SAVCI

Soruşturmadaki ihmalleriyle gündeme gelen dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Ülkü Coşkun ise dosyanın ilerlememesini eleştiren Güldal Mumcu’ya "Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" yanıtını verdi. Kamuoyunun büyük beklentisine rağmen soruşturma çok ağır ilerliyordu. Uğur Mumcu’nun evini arayanların listesi bile PTT’den istenmiyordu. Ekspertiz raporları televizyon programlarında açıklanıyor, savcılık buna karşı bile işlem yapmıyordu. Bu gelişmelerin ardından Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Müfettişler, soruşturmadaki ihmalleri ortaya çıkardı. Ancak Coşkun, asker olduğundan Milli Savunma Bakanlığı’nın işlem yapması gerekiyordu. O işlem hiç yapılmadı.

Cinayetin tetikçilerinin bulunmasına yönelik ilk gelişme ancak 2000 yılında yaşandı. İstanbul’un Beykoz ilçesinde köktendinci terör örgütü Hizbullah’a 17 Ocak 2000 tarihinde yapılan ve örgüt lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü operasyonda ele geçirilen CD ve disketler, polisleri Tevhid adlı bir oluşuma götürdü. Bu dijital materyallerde Yusuf Karakuş adlı kişi, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’na verdiği özgeçmişte, Tevhid Selam örgütünden ayrıldığını ve Hizbullah’a katılmak istediğini belirtirken, referans olarak Uğur Mumcu cinayetini yazdı. Bu operasyonda Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik yakalandı. Alınan ifadeler üzerinden Hasan Kılıç, Şeref Dursun, Mehmet Dağdeviren, Talip Özçelik, Fatih Aydın ve Mehmet Şahin gözaltına alındı. Gözaltına alınan bu şüphelilerin ifadeleriyle soruşturmayı derinleştiren savcılık, cinayetin çekirdek kadrosuna ulaştı. Önce Tekin kod adlı Ferhan Özmen, onun ifadesinden Necdet Yüksel yakalandı. Adı tespit edilen Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliği mezunu Cihan kod adlı Oğuz Demir ise son anda polisin ‘elinden kaçtı’.

İRAN’DA EĞİTİM ALDILAR

Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in sorgularının ardından Ankara’nın Sincan ilçesine bağlı Çimşit köyünde 18 adet makinalı tabanca, bunlara ait fişekler, 39 el bombası ve çok miktarda patlayıcı madde ele geçirildi. Şüpheliler ifadelerinde, 1991 yılında İran’a giderek burada askeri ve dini eğitim aldıklarını anlattı.

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturma sonunda 15 sanık hakkında iddianame düzenledi. İddianamede Uğur Mumcu cinayetinin yanı sıra akademisyen Bahriye Üçok, gazeteci-yazar Ahmet Taner Kışlalı, hukukçu Muammer Aksoy, Suudi Arabistan Büyükelçiliği görevlisi Abdulgani Bedevi, Amerikalı bilgisayar uzmanı, çavuş Victor Dean Marwick, İsrail’in Ankara Büyükelçiliği görevlisi Ehud Sadan ve Kaya Kaman’ın öldürülmesi dahil 18 olaydan bu örgüt sorumlu tutuldu. İddianamede, İran gizli servisi Sawama’nın Selam Tevhid ve Kudüs Ordusu üyelerine silah ve mühimmat desteği verdiği anlatıldı.

Yargılama sonucunda Ferhan Özmen ve Necdet Yüksel önce idam cezasına, daha sonra ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay’ın onama kararında, Ferhan Özmen’in mensubu bulunduğu silahlı çete niteliğindeki örgütün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı zorla değiştirip, yerine dini esaslara dayalı bir sistem getirmek olduğu ve cinayetleri bu amaçla işlediği ifade edildi. Gerekçeli kararda, sanıkların Mumcu’yu katletmesinin nedeni "irtica bahanesiyle dini değerlere saldırdığı" iddiası oldu.

BOMBAYI KOYAN FİRARDA

Sanıkların aldığı talimat kapsamında Necdet Yüksel’in 7-8 ay araştırma ve istihbarat çalışması yaptığı belirtilen kararda, Ferhan Özmen’in bombayı hazırladığı anlatıldı. Kararda, cinayetten bir gün önce akşam bir araçla Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Oğuz Demir’in Mumcu’nun evinin yakınlarına geldikleri, Necdet Yüksel’in gözcülüğünde Oğuz Demir’in bombayı koyduğu anlatıldı. Mumcu’nun 24 Ocak saat 13:25 sıralarında otomobiline bindiği sırada bombanın patladığı ifade edildi.

Ancak geride yargılanmayan bir tek Oğuz Demir kaldı. 32 yıldır Demir’in izine ulaşılamadı. İçişleri Bakanlığı, Demir’in adını "aranan teröristler" listesine koydu.

UMUT davası firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Mahkemeye yazı gönderen Emniyet Genel Müdürlüğü, Demir’in en son 1999 tarihinde Türkiye’ye giriş yaptığı ve Avustralya’da ikamet ettiğini bildirdiğini kaydetti. Yine bir ihbarda Demir’in kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yaptığı öne sürüldü. Ancak ihbar asılsız çıktı. Son duruşmada mahkeme, Demir’in kaçak olarak aranmasına karar verdi. Böylece Demir hakkında yargılama sonunda bir karar verilmesinin önü açıldı. Ayrıca mahkeme, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve MİT’e müzekkere yazılarak, Oğuz Demir ile ilgili yeni bir bilgi olup olmadığının sorulmasına da karar verdi.

Uğur Mumcu cinayetinde, Oğuz Demir’in yakalanmamasının yanı sıra hâlen üzerinde sır perdesi aralanmayan diğer yön ise cinayeti kimlerin azmettirdiği sorusu oldu. Soruşturmacılar, tetikçilerin arkasında hangi yapıların veya kişilerin olduğunu somut olarak çözemedi ve mahkeme önüne çıkaramadı. Şüphelilerin eğitim aldığı İran’daki bağlantılarının da üzerine gidilmemesi soru işareti yarattı.

∗∗

AİLESİNİ YURTDIŞINA KAÇIRDI

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıç, 1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan, 2000 yılı Mayıs ayında Sincan’da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçan ve izini kaybettiren, hala İçişleri Bakanlığının ‘arananlar’ listesinde ‘Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü’ üyesi olarak aranan Oğuz Demir hakkındaki iddiaları TBMM gündemine taşıdı. Uğur Mumcu cinayetinde arabaya bomba koyduğu iddia edilen ve İran’a kaçtığı öne sürülen Oğuz Demir’in, ailesini yurt dışına kaçırdığı iddia edilmişti. Sevda Erdan Kılıç, Uğur Mumcu ailesinin bu iddiasını İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sordu. Kılıç, "Bu kişi bulunamamakla kalmıyor, bir de ailesini de yurt dışına kaçırıyor! Bu iddia Uğur Mumcu ailesinin avukatlarına ait. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya soruyorum: Bu iddialar doğru mu? Bakanı göreve çağırıyorum. Derhal, Oğuz Demir’in ailesinin Türkiye’de olup olmadığı araştırılmalıdır. Oğuz Demir’in aile fertleri okula gidiyor mu, oy kullanıyor mı, çalışıyor mu? Yoksa firari sanık, ailesini de yurt dışına kaçırdı mı? Derhal araştırılmalıdır" dedi. Kılıç, davanın bir an önce aydınlatılmasını istedi. Mehmet Ağar’ın devam eden dava kapsamında tanık olarak dinlenmesini de isteyen Kılıç, “32 yıl oldu bombacı hala bulunamadı. Susanlar konuşmadı. Artık yeter. Tuğla çekilsin, duvar yıkılsın” diye konuştu.

                                                               /././

Vahşi kapitalist kemer sıkma yılı -Aziz Çelik-

2025 yılında işçilere, memurlara, emeklilere zırnık koklatmayacaklar. 2025 yılında çalışan ve emeklilerin işi çok zor. Bir yanda vahşi kemer sıkma programı öte yanda buna gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var.

2025 asgari ücretinin belli olmasından sonra diğer emek gelirlerinde Ocak 2025’te yapılacak artışlar, emekli aylıkları ve memur maaşları da belli oldu. 3 Ocak’ta enflasyon oranlarının açıklanmasının ardından 6 Ocak’ta Hazine ve Maliye Bakanlığı memur maaşlarına yapılacak artışları ilan etti. Ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı en düşük emekli aylığının yüzde 15,75 artarak 14 bin 469 lira olacağını açıkladı. 10 Ocak 2025’te de AKP grubu bu artışa ilişkin kanun teklifini TBMM’ye sundu. Böylece her şey öngörüldüğü gibi oldu! 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağı netleşmiş oldu. Şimdi ne olduğuna yakından bakalım.

2025 yılı asgari ücretindeki yüzde 30’luk artış aslında bir işaretti. Resmi enflasyonun çok altındaki bu artış 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağını gösteriyordu. Asgari ücrette bunu yapanlar memur maaşları ve emekli aylıklarında da benzer bir yol izleyeceklerdi. Nitekim öyle oldu. Özel sektördeki ücret artışlarının da büyük ölçüde asgari ücret artışının altında kalacağı sır değil. Böylece 2025 yılı emek gelirlerinin resmi enflasyon karşısında ciddi biçimde eriyeceği bir yıl olacak.

EMEKLİYE REVA GÖRÜLEN

2025 kemer sıkmanın pervasızca uygulanacağı ve ekonomi programından taviz verilmeyeceği bir yıl olacak. Bunun en tipik göstergesi emekli aylıklarındaki artış oldu. İşçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları sadece yüzde 15,75 artırıldı. Yasa gereği olan bu artışın üstüne bir iyileştirme beklentileri boşa çıktı. Hükümet işçi ve Bağ-Kur emeklikleri için zırnık iyileştirme yapmadı. Böylece halen 15 bin TL civarında olan ortalama emekli aylığı 17 bin 500 liranın civarında olacak. Ortalama emekli aylığı artışı sadece 2 bin-2 bin 500 TL arasında olacak.

En düşük emekli aylığı artışı da tam bir fiyasko oldu. Artış kuruşu kuruşuna resmi enflasyona bağlandı. Halen 12 bin 500 TL’ye tamamlanan en düşük emekli aylığı 14 bin 469 lira olacak. Kanun teklifi bu şekilde verildi. Üzerinde önemle durulması gereken husus şudur. En düşük emekli aylığını 15 bin TL yapamadılar. Dahası 14 bin 500, hatta 14 bin 670 TL bile yapamadılar. 14 bin 679 TL dediler. Oysa bugüne kadar en düşük emekli aylığı hep yuvarlak olarak belirlendi. Önce bin liraydı, sonra bin 500, ardından 2 bin 500, 3 bin 500, 5 bin 500, 7 bin 500, 10 bin ve 12 bin 500 gibi. Bugüne hiç böyle tuhaf bir tamamlanan aylık miktarı olmadı. Şimdi emeklilerle dalga geçercesine 14 bin 469 lira diyorlar. Utanma kalmamış!

Aslında bu son derece önemli bir simge! Uygulanan ekonomi programından asla taviz vermeyeceklerini ve emeklilere ve emekçilere zırnık koklatılmayacağını gösteriyor. Dahası emekli aylıklarında dibe doğru yarışın devem edeceği görülüyor. Tıpkı ortalama ücretlerin asgari ücrete yaklaşmasında olduğu gibi emekli aylıkları da en düşük aylığa doğru yaklaşıyor.

MEMURA RESMİ ENFLASYON BİLE YOK

Ocak 2025’te memur maaş artışları ve memur emeklilerinin aylıklarındaki artış ise daha da dramatik oldu. Daha önce defalarca yazdığım gibi memurlar ve memur emeklileri toplu sözleşmedeki tuhaf düzenleme yüzünden Temmuz 2024’te olduğu gibi Ocak 2025’te de enflasyonun altında zam aldılar. Hem de öyle böyle değil. Yıllık resmi enflasyon yüzde 44,4 olurken, memurların son bir yıllık maaş artışı yüzde 33’te kaldı. Temmuz 2024’te yüzde 24,7 enflasyon karşısında yüzde 19,6 zam alan memurlar Ocak 2025’te de yüzde 15,8’lik enflasyon karşısında yüzde 11,5 zam aldılar. 7. Dönem toplu sözleşmedeki hüküm nedeniyle yaşanan bu kayıp karşısında yetkili sendika Memur-Sen hiçbir ciddi eylem ve iş bırakma yapmadı. Son derece kısık sesle yaptıkları “refah payı” yalvarmaları da sonuç vermedi. Böylece ortalama memur maaşında aylık kayıp 4 bin 100 lira civarına yükseldi. Memurların yıllık kümülatif kaybı 37 bin lira civarında oldu. Bu uygulama Temmuz 2025’te de devam edecek. Böylece üç yarı yıl boyunca memurlar ve emeklileri enflasyonun altında ezilecek.

İşin ilginç yönü bu bariz haksızlığa ve kayba rağmen yetkili memur konfederasyonu Memur-Sen’in sade suya tirit bir basın açıklaması dışında bir eylem yapmaması adeta bu uygulamanın ortağı olmasıdır. Yetkili memur sendikasından ciddi bir itiraz ve tepki gelmeyince hükümet de bildiğini okudu. Adını açıkça koymak lazım: Memurların yaşadığı bu büyük kaybın sorumlularından biri de Memur-Sen yöneticilerdir.

Ortalama memur maaşında aylık kayıp 4 bin 100 lira civarına yükseldi. Memurların yıllık kümülatif kaybı 37 bin lira civarında oldu.

MEMUR EMEKLİSİNE UNUTULMAZ KAZIK

Memur emeklileri çifte kayıp yaşıyor. Bir yandan resmi enflasyon olan yüzde 15,75 değil memur maaşlarında olduğu gibi yüzde 11,5 zam alacaklar öte yandan emekli aylık bağlama oranları düşecek. Ocak 2025’te emekli memurlar en az 16 bin lira eksik emekli aylığı alacaklar. Evet yanlış okumadınız! Memurların her ay emekli aylığı kaybı 16 bin lirayı aştı.

Bu nasıl oldu? Bilindiği gibi Temmuz 2023’te memurlara 8 bin 77 lira seyyanen bir ilave ödeme yapıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun memur maaşlarını 22 bin liraya yükselteceğini vaat etmesinin ardından Erdoğan da benzer bir söz vermişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Mayıs 2023’te yaptığı açıklamada “En düşük memur maaşını 22.000 TL seviyesine yükseltiyoruz. Maaşlardaki bu artışları otomatik olarak memur emeklilerimize de yansıtıyoruz” sözünü vermişti. İlave ödeme her 6 ayda bir memur maaş katsayısı oranında arttığı için Ocak 2025’te 16 bin lira civarına yükseldi.

Ancak konuya ilişkin yasal düzenleme yapılırken seyyanen ilave ödemenin memur emekli ikramiyesine ve memur emekli maaşlarına yansımasını engelleyecek özel bir düzenleme 375 sayılı KHK’nin ek 40. Maddesine sokuşturuldu. Böylece Cumhurbaşkanı tarafından verilen sözün gereği yapılmamış oldu. Cumhurbaşkanının vermiş olduğu açık söze rağmen bu işin nasıl yapıldığı muamma! Cumhurbaşkanını tersine mi ikna ettiler yoksa oldu bitti mi yaptılar bunu bilmek imkansız. Ancak CB’nin bu yöndeki sosyal medya paylaşımın hâlâ yerinde durduğunun altını çizelim. Sonuçta olan memur emeklilerine oldu. Bir yandan enflasyon düşük aylık artışı alan memur emeklileri öte yandan en az 16 bin lira kayıpla karşı karşıya kaldılar.

İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI KAZIĞI

Memur maaşlarında ve emekli aylıklarında yaşanan kayıplar kıdem tazminatını da vurdu. Kıdem tazminatı tavanı da giderek eridi. AKP iktidara geldiğinde asgari ücretin 4,8 katı olan kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025’te asgari ücretin 1,8 katına geriledi. Kıdem tazminatlarının yıllık miktarı en yüksek devlet memuruna bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçememektedir. Bir yandan memurlara enflasyondan düşük zam yapılması öte yandan ilave ödemenin emekli ikramiyesinde dikkate alınmaması nedeniyle kıdem tazminatı tavanı da eridi. Ucube “ilave ödeme” uygulaması yüzünden sadece memurlar değil işçiler de kaybetti.

Kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025 yılı için 46 bin 655 TL olarak belirlendi. Oysa kıdem tazminatı tavanı enflasyon oranı kadar artsaydı 48 bin 700 TL civarında, eğer ilave ödeme de dikkate alınsaydı 65 bin lira civarında olacaktı.

İşçilerin kıdem tazminatı tavanında kaybı yıllık 18 bin lira civarında. Bu kayıp 25 yıllık bir işçi için yaklaşık 450 bin lira anlamına geliyor. Hükümet bu paranın işverenin kasasında kalmasını sağladı.

Kıdemde tavan enflasyon kadar artsaydı 49 bin civarında, ilave ödeme dikkate alınsaydı 65 bin liralarda olacaktı.

VAHŞİ KAPİTALİZMİN PROGRAMI

2025 ocak ayı ücret, maaş ve aylık artışları izlenen ekonomi politikasının vahşi bir kemer sıkmaya dayandığını gösterdi. Ücret, maaş ve aylıklarda sembolik iyileştirmeler bile yapmadılar. Bütün işaretler ana akım (ortodoks liberal) kemer sıkma programının acımasız biçimde uygulanacağını gösteriyor.

“Biraz daha fedakarlık, “biraz daha sabır” demeleri bu yüzden. Bu program sıradan bir kemer sıkma, talebi daraltma programı değil, vahşi bir kemer sıkma programı. Pervasız bir kemer sıkma programı, bir vahşi kapitalist program! Bir vahşi kapitalist program diyorum çünkü bir yandan acımasız bir kemer sıkma programı uyguluyorlar öte yandan hak arama yollarını sert biçimde kapatıyorlar grev yasakları ve işçi direnişlerine karşı takınılan acımasız tutum bunun göstergesi. Ancak vahşi kapitalist kemer sıkma programı sadece zor yoluyla uygulanmıyor. Bunun için ideolojik aygıtlar da devrede. Ana akım sendikacılık iyice uysal hale getirildi ve programın ideolojik destekçisi yapıldı. Kamu çalışanlarının ve emeklilerinin yaşadığı büyük kayıplar karşısında öğlen tatilinde göstermelik bir basın açıklamasından ötesine gidemeyen bir yetkisi sendika söz konusu. Bugün 5 kamu çalışanını örgütünün bugün (13 Ocak 2025) yapacağı iş bırakmaya katılmaya cesaret edemeyen bir yetkili konfederasyon söz konusu.

Emekçilerin önemli bir bölümü ise “Yeter ki enflasyon düşsün zam almasak da olur” yalanına ikna edilmiş durumda. O yüzden vahşi kemer sıkma programını uygularken bu kadar pervasız olabiliyorlar. “Nasılsa seçim yok” diye düşünüyorlar, “nasılsa sendikaların büyük bölümü kontrol altında” diye düşünüyorlar!

2025 yılında çalışanların ve emeklilerin işi çok zor.  Bir yanda vahşi kapitalist bir kemer sıkma programı öte yanda bu programa gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var! Ancak hükümet tavsiyem bu kadar emin olmasınlar! Güneş çarığı, çarık ayağı sıkar!

                                                               /././

‘İki devletli’ çözümsüzlük yeniden masada -Gözde Bedeloğlu-

TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, resmi ziyaretlerde bulunmak üzere geçen hafta Kuzey Kıbrıs’a gitti. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile görüşen Fidan, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak federasyonun denendiğini, yeni bir formül gerektiğini ve bunun da ‘iki ayrı devlet’ olduğunu söyledi. Bu formül yeni olmadığı gibi, çözümün önünü tıkayan bir tez. Türkiye’nin dünya üzerinde, Kıbrıs adasında iki eşit ve egemen devletin var olduğuna ikna edebildiği herhangi bir ülke yok.

BÖLÜNME GARANTİ ANTLAŞMASINA AYKIRI

Geçen ay Türkiye’ye gelen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı, Külliye’de ağırlayan TC Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da Kıbrıs adasının gerçeğinin ‘iki devlet ve iki toplum’ olduğunu belirtmiş ve federasyon defterinin kapandığını söylemişti. AKP destekli Tatar ve KKTC hükümeti Fidan ve Yılmaz’ın sözlerini onaylarken, halkın yüzde kaçının bu ‘iki devletli iki toplumlu’ çözümden yana olduğunu bilmiyoruz. Herhalde kimsenin aklına, bu ‘eşit-egemen ülkenin’ yurttaşları ne ister diye sormak gelmiyor. Ama TC Dışişleri Bakanı Fidan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz ve hatta AKP Milletvekili Hulusi Akar, ‘özgür’ olduğunu söyledikleri bir ülkenin geleceğiyle ilgili en doğrusunu bildikleri konusunda ısrarcı. Çözümün formülü iki ayrı devlet! Nokta! İlaveten Akar, konuyu bir adım öteye taşıdı ve ülkenin adını Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak değiştirdi. “Bu konuda biz Kıbrıslı kardeşlerimizi destekliyoruz” dedi. Hangi Kıbrıslı kardeşler onlar? Nüfusun kaçta kaçı sorunun iki ayrı devlet teziyle sonuca bağlanabileceğini düşünüyor? Bilemiyoruz, çünkü KKTC hükümeti ülkenin nüfusunu açıklamıyor. Ama bildiğimiz bir şey var, ki Akar da onun altını çiziyor: “Oradaki davamız hiçbir şekilde bitmez.” Ve devam ediyor: “Garantörlük görevlerimizi, sorumluluklarımızı bugüne kadar yerine getirdik. Getirmeye devam edeceğiz.” Tekrara düşeceğimi bilerek düzenli okuyucularımdan özür diliyorum ancak bu konudaki yanlışın altını çizmek zorundayım. Türkiye’nin de altında imzası bulunan Garantörlük Antlaşması’na göre taraflar, (Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye) Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini tanır ve garanti ederler. Dolayısıyla bölünme, antlaşmaya aykırıdır. Özetle mesele, Hulusi Akar’ın “ister anlayın ister anlamayın artık bitti, KKTC yok Kıbrıs Türk Cumhuriyeti var” diyerek kestirip atabileceği kadar basit değil ama her zamanki gibi hamasete açık.

ÜNİTER YAPI NEYE GÖRE TEHDİT NEYE GÖRE GÜVENCE

Konunun yeniden gündeme taşınmasının nedeni, Mart ayı ortalarında İsviçre’de ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in ev sahipliğinde düzenlenmesi planlanan gayrı resmi bir Kıbrıs zirvesinin yapılacak olması. Zirveye Türkiye ve Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı düzeyinde, İngiltere’nin bir temsilciyle ve Kıbrıslı liderler Ersin Tatar ve Nikos Hristodulidis’in katılacağı duyuruldu. Görüşmeye dair detayların önümüzdeki günlerde netleşeceği belirtildi. Açıklamalardan anlıyoruz ki, Türkiye mart ayında kurulacak masaya yine ‘iki devletli’ çözüm teziyle oturacak. Hakan Fidan, uluslararası toplumu bu konuda pozisyon almaya ve bu teze destek vermeye çağırdı. Fidan’a göre diğer alternatif çözüm modelleri Kıbrıslı Türklerin azınlık muamelesi görmesine engel olmayacak. Üniter yapıya sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı olarak ve ‘tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ inancıyla hareket eden Fidan’ın, konu Kıbrıs’a gelince, üniter devlet modelinin Kıbrıslı Türkler için tehdit oluşturacağını söylemesi dikkat çekici. Nasıl ki Türkiye için toprak bütünlüğü uluslararası toplumda tartışmaya açılabilecek bir konu değil, peki Kıbrıs Cumhuriyeti için neden olsun? Onları buna teşvik edecek ne gibi bir gerekçe sunulacak? Masaya ‘iki ayrı devlet’ formülünü getiren Türk tarafı, toprak bütünlüğüne aykırı bu fikri Rum tarafına nasıl kabul ettirebileceğini düşünüyor? KKTC’yi açık ve firesiz şekilde tanımayı reddetmiş uluslararası toplum nasıl ikna edilecek? Yarım asırdır konu burada kilitlenmiyor mu zaten?

BİRİ AB ÜYESİ, DİĞERİ HALA DÜNYADAN İZOLE

Fidan’ın son ziyaretinde, ılımlı bir yaklaşım içinde olduğunu düşünenler de yok değil. 1974’ten bu yana, iki kesimli hayata geçilmesinin kan dökülmesini engellediğini söyleyen Fidan, Türk ve Rum tarafının savaş tehdidi olmadan, kalkınarak, barış içinde kendi yoluna devam ettiğini söyledi. ‘İki devletli’ çözümün hiçbir zaman kabul görmediği onlarca yıl içinde Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği üyesi oldu. Buna karşın KKTC’nin dünyadan izolasyonu devam etti. Bugün ekonomisi Türkiye’ye bağımlı. Mafya, kumarhane, sanal bahis, sahte diploma, insan ticareti, kara para, silah kaçakçılığı ve uyuşturucunun cirit attığı bir yer olarak anılıyor. Kıbrıslı Türklerin pek çoğu, özellikle iyi bir gelecek için dünyaya açılmak isteyen gençler, AB vatanadaşı olmayı seçti, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyor. Sormak gerekir, Kıbrıslı Türklerin kaçı, TC ve KKTC hükümetlerinin ‘iki ayrı devlet’ tezinin hayata geçmesiyle bu haklarından vazgeçmeye hazır? Müzakere masalarından defalarca geri dönen ‘iki ayrı devlet’ tezi çözümsüzlüğün sloganına dönüştü.

KKTC’YE STATÜ KAZANDIRACAK TEKLİFE RET

Süreç içinde Rum tarafından ciddi ve oyunu değiştirebilecek öneriler de geldi ama Türk yönetimi tarafından müzakere bile edilmeden reddedildi. Onlardan biri Mağusa Limanı ve Ercan Havalimanı’nın uluslararası ticarete ve uçuşa açılmasıydı. 2006 yılında Papadopulos ve 2021 yılında Anastasiadis, Kapalı Maraş’ın mal sahiplerine iade edilmesi karşılığında, Mağusa Limanı’nın AB kontrolünde, Ercan Havalimanı’nın da BM kontrolünde açılmasını teklif etti. Böylece doğrudan uçuşlarla turizm ve ticaret canlanacaktı. Konuyla ilgili görüşünü aldığım Avrupa Gazetesi yazarı Kıbrıslı gazeteci Aziz Şah, KKTC ve TC hükümetleri tarafından reddedilen bu teklifin KKTC’ye statü kazandıran, kısa vadede adı ‘tanınma’ olmayan ama ‘iki devletli’ çözüme giden bir ilk adım olabileceğinin altını çizdi. Sonuç olarak liman ve havalimanı AB ve BM kontrolünde uluslararası hukukun denetimine dahil edilemedi. Bugün başkent Lefkoşa’da, Türkiye şirketi Taş Yapı’ya ait T&T tarafından uluslararası standartlara uygun olarak yapıldığı söylenen kocaman ve yeni bir Ercan Havalimanı var. Uluslararası uçuşlara kapalı. Mağusa Limanı ise ardı kesilmeyen kaçakçılık haberleriyle anılıyor. Ay başında, Kıbrıslı bir Türk iş insanını öldürmek amacıyla Türkiye’den Kıbrıs’a geldiği iddiasıyla tutuklanan bir kişinin tır içine gizlenerek Mağusa Limanı’ndan giriş yaptığı ortaya çıktı. Ciddi güvenlik zaafiyetinin yaşandığı belirtilen limanda kasım ayında da 2,5 milyon Sterlin kara para bulunduğu basına yansımıştı. KKTC Maliye Bakanlığı, Mağusa Limanı’ndaki Mobil X-ray cihazının, ülke genelinde gelen tır, konteyner ve diğer araçların sadece yüzde 10’unu kontrol edebilecek kapasitede olduğunu açıkladı. Silah, uyuşturucu, kara para, tetikçi derken gözden kaçan diğer girişleri varın siz düşünün artık.

Mart ayında İsviçre’de yeni bir masa kurulacak ama sofrada eski takımlar olacak. Yıllardır denenen ‘iki devletli’ çözümsüzlükle zaman harcanmaya devam edilecek.

                                                               /././

1’inci sınıfta 1 milyon TL isteniyor -Berkay Sağol-

Eğitimde yaşanan dönüşümle geliri iyi olan veliler özele mecbur kaldı. Bunu fırsat bilen özel okullar da erken kayıt döneminde yine fahiş zamlar yaptı.

Kamusal bir hak olan eğitim yıllardır özel sektördeki patronların insafına terk edilmiş durumda. Devlet okullarındaki laik ve bilimsel olmayan eğitimin yanı sıra bu yıl okul binalarındaki temizlik sorunları da eklendi. Devlet okullarında uygulanan gerici eğitim de gelir düzeyi uygun olan velileri özel okullara mecbur bıraktı.

Çocuklarına daha iyi bir eğitim aldırmak istediği için özel okula mecbur kalan öğrenci velileri de her yıl fahiş fiyatlarla karşılaşıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tavan zammı yüzde 54,8 olarak belirlemesine rağmen erken kayıt döneminde öğrenci velilerine söylenen ücretler bu oranın üzerine çıkıyor.

Bilfen Çamlıca İlkokulu’nda 1’inci sınıfa başlayacak bir öğrenci için 1 yıllık eğitim ve yemek ücreti olarak peşin ödendiği takdirde 939 bin TL isteniyor. Geçen yıla göre eğitim ücretine yüzde 75, yemek ücretine ise yüzde 47’lik bir zam yapıldı. Bilfen Ataşehir İlkokulu’nda da 2’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin velisinden erken kayıtta eğitim ücreti olarak 743 bin TL istendi. Ödenecek toplam rakam yemek ücretiyle beraber 900 bin TL’yi buldu. İstanbul’da faaliyet gösteren Özel Sezin Okulları da kendi internet sitesi üzerinden 2025-2026 yılı için erken kayıt ücretlerini duyurdu. Ana sınıfı ile birinci sınıf için eğitim ve yemek ücretinin 1 milyon 210 bin TL olduğu açıklandı.

TED Atakent Koleji de önümüzdeki yıl 5’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin eğitimi için 615 bin TL, yemeği için 132 bin TL ücret talep ederken, bir de etkinlik adı altında da 44 bin TL daha ücret istiyor. 1 yıllık eğitim için KDV’yle birlikte toplam 800 bin TL rakam isteniyor. Aynı okul 3’üncü sınıfa başlayacak bir öğrenci için de 611 bin TL talep ediyor.

Ankara’da da eğitim ücretleri yıllık 800 bini geçti. Bilfen Çayyolu İlkokulu 31 Ocak’a kadar kayıt yaptırıldığında 807 bin TL ücret ödenmesi istenirken, 31 Mart’a kadar olan erken kayıt ücreti ise 872 bin TL ücret istendi.

DEVLET OKUL YAPMIYOR, MECBUR KALIYORUZ

Çocuğunu özel okula gönderen bir öğrenci velisi, “Koskoca mahallede bir tane ilköğretim okulu var. Sınıflar 45 kişilik. 30 kişilik kreşi var ama o da yarım gün ve ücretsiz değil. 40 kişilik bir sınıfta altı yaşındaki çocuk nasıl okuma yazma öğrenebilir? Bu mevcutla sağlıklı eğitim öğretim nasıl olabilir. Biz de devlet okuluna gittik ama bu kadar kalabalık değildi. Harika bir eğitim aldık. İngilizce, Almanca öğrendik. Birde okul yarım gün olduğu için evde çocuğumuzla ilgilenecek birini bulmamız gerekiyor. Bu da başka bir sorun. Çocuklarımızı özel okula göndermeye mecbur bırakılıyoruz. Çünkü devlet okul yapmıyor” dedi.

Öğrenci Veli Derneği (Veli-Der) Başkanı Ömer Yılmaz, “Asıl olan kamusal eğitim ancak eğitimin niteliksizleştirilmesi, gericileştirilmesi gibi sorunlar yaşanıyor. Kamusal eğitimdeki bu sorunların yanına birde mekânsal sorunlar eklendi. Okullar temizlenmiyor, öğrenciler tuvalete giremiyor, sınıfların durumu ortada. Veliler niteliksizliği ve mekânların durumunu görüyor ve kredi çekiyor, arabasını satıyor özel okula para veriyor. Aslında birçok özel okulda da nitelikli eğitim yok ancak mekân ve şartlardan dolayı da bunu tercih eden veliler var. Bunların tamamı eğitimdeki eşitsizliği derinleştiriyor. Özel okullar inanılmaz fahiş fiyatlarla eğitimi meta haline getirdi. Milli Eğitim Bakanlığı burada denetleyici göreviyle bu ücretlerde tavan zam uygulanıp uygulanmadığını denetlemeli. Bu alan tamamen özel okul sahiplerinin inisiyatifine bırakılmış durumda ve patronlar sürekli zenginleşirken burada çalışan öğretmenler hayatta kalmaya çalışıyor. Kamusal eğitimin niteliği artırılmalı, laik, bilimsel bir eğitim hayata geçirilmeli” diye konuştu.

MEB’İN POLİTİKALARI BURAYA GETİRDİ

Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) verilerine göre, okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise sayılarının toplamına bakıldığında toplamda devlet okulu sayıları 2000 yılından bu yana yüzde 33, öğrenci sayısı da yüzde 21 seviyesinde artış göstermiş durumda. Özel okul sayıları ise 24 yılda yüzde 1094, öğrenci sayıları da yüzde 571 oranında artmış.

Şu anda Türkiye’de toplam 75 bin 467 okul bulunurken bu okulların 14 bin 352'si özel okul olarak eğitime devam ediyor. 2000 yılında toplam okullar içinde özel okul oranı yüzde 2,11 olurken, 2024 yılında bu oran yüzde 19’a çıkıyor. 2000 yılında 100 okuldan 2’si özel olurken, 2024 yılında bu 5 okuldan 2’nin özel olmasına çıkıyor.

Türkiye genelinde örgün eğitimde toplam 18 milyon 710 bin öğrenci bulunurken, bu öğrencilerin 1 milyon 631 bini özel okulda eğitimlerini sürdürüyor.

DİSK/Genel İş Emek Araştırma Dairesi kamuda ve genel işler işkolunda istihdam konulu raporu yayımladı. Raporda son 10 yıl karşılaştırmasının yanı sıra OECD ve Türkiye karşılaştırmalarına yer verildi. Kamu hizmetleri içerisinde eğitim, sağlık ve sosyal korumaya ayrılan payları incelendiğinde GSYH'den kamusal hizmetlere ayrılan payın en az ‘eğitim’ alanında olduğu görüldü. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) yaptığı “Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi” çalışmasına göre, düz liselerin ve dershanelerin kapanması ile özel okullara olan talebin arttığı vurgulandı. İPA’nın raporuna göre, “İstanbul’daki 39 ilçenin 31’inde okulöncesinde özeller daha fazla. Türkiye’deki 376 bin 426 özel okul öğrencisinin 108 bin 450’si İstanbul’da. Türkiye’deki okul öncesi kurumlar arasında özel okul oranı yüzde 19,76 iken, bu oran İstanbul’da yüzde 43,43.”

                                                            ***

Sağcılar neden rüzgârı sevmez -Özgür Gürbüz-

Almanya’nın aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi (AFD) lideri Alice Weidel, partisinin kurultayında yaptığı konuşmada, elektrik üretiminde kullanılan rüzgâr türbinlerini, “utanç yel değirmenlerini yıkacağız” sözleriyle eleştirdi. Weidel’in utanç duyduğu değirmenler, 2024 yılında Almanya’nın elektrik ihtiyacının yüzde 33’ünü karşıladı.

AFD’nin 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak erken genel seçim için hazırladığı programda dahası da var. Rüzgâra tamamen karşı çıkarken açık alanlar, ormanlar ve tarım arazilerinde güneş enerjisine de izin vermeyeceklerini söylüyorlar. Tarım arazileri ve ormanları anlayabiliriz güneş panellerinin altında tarım yapmaya izin veren projeleri bile ayırma gereği duymamışlar. Programlarında odunu yeniden enerji kaynağı olarak destekleyecekleri bile yazıyor.

∗∗

Rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı çıkmak sadece Alman sağcılarına özgü bir tavır değil. İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin 2015 yılında uygulamaya koyduğu kanunlar, karada kurulacak rüzgâr türbini projesinin durdurulması için bir kişinin bile itiraz etmesini yeterli kılmıştı. Benzer bir kuralın nükleer veya termik santrallar projelerinde uygulandığını hiç duydunuz mu?

Yenilenebilir enerji kaynaklarına da itiraz edilir elbette hatta bazen gereklidir. Sağ partilerin itirazlarının gerekçesi ise genelde doğanın veya yaşamın korunması değil. Nefrete varan bu ‘gerçek istemezükçülüğün’ motivasyonu aslında nükleer, kömür, petrol ve gaz gibi diğer enerji kaynaklarının sağladığı hakimiyeti korumak.

∗∗

Büyük santrallar ve sınırlı kaynaklara dayalı bir enerji politikası sizi birkaç şirkete ya da devlete bağımlı kılar. Fiyatı belirler, çok kızdırırsanız elektriğinizi kesmekle bile tehdit ederler. Örneğin, Mersin’de kurulacak bir nükleer santralın Türkiye’nin elektriğinin yüzde 10’unu üretmesi iyi bir şey değil aksine, Türkiye’nin elektrikte bir Rus şirketine ciddi oranda bağımlı olması, elektrik fiyatlarında da bu santralın belirleyici rol üstlenmesi demektir. Güneş veya rüzgar daha küçük ölçekli olduğu için böyle bir hakimiyet kuramaz.

Çatınıza ya da site bahçesine kurduğunuz güneş panelleriyle bu bağımlılığı zedeler, oyunu bozarsınız. Almanya’da olan da bu. 2020 yılında Almanya’da kurulu güneş panellerin yüzde 32’sine bireyler, yüzde 16’sına da çiftçiler sahipti. Almanya’da elektrik üretiminin yüzde 14’ünü karşılayan bu panellerinin neredeyse yarısı bireylerin elinde. Şirketlere ve büyük sermayeye yakın partilerin bu durum karşısında Weidel gibi cinnet geçirmesi normal.

∗∗

Enerji sektöründeki dev oyunculara, sermayeye yakın duran sağ partilerin rüzgâra, güneşe gıcık olmasının asıl nedeni bu. Manzara veya doğa umurlarında olsa asit yağmurlarından iklim krizine, nükleer atıklardan radyoaktif serpintiye kadar dünyanın karşılaştığı en büyük belaların sorumlusu termik ve nükleer enerji santrallarına karşı çıkarlardı. Otomobil yerine toplu taşıma talep ederlerdi. Tam tersine, üretim amaçlarının bireyler üzerinden toplumsallaştırılmasına ya da zenginliğin paylaşılmasına itiraz ediyorlar ve bu uğurda iklim krizini bile inkâr edebiliyorlar.

∗∗

Söz Almanya’dan açılmışken, sıkça gündeme getirilen, ‘Almanya nükleer enerjiye geri dönecek mi’ sorusuna da yanıt verelim. Seçim öncesi partilerin programlarına baktığınızda, Yeşiller ve Sosyal Demokratlar’ın bu soruya net bir “hayır” yanıtı verdiğini görüyoruz. Sol Parti’den ayrılan Sahra Wagenknecht Birliği de küçük modüler reaktörler de dahil olmak kaydıyla yeni nükleer santrallara hayır diyor. Sol Parti nükleerden zaten hiç bahsetmiyor. Sağa baktığımızda ise Hıristiyan Demokratlar’ın kapatılan reaktörlerin yeniden açılması için uzmanlara danışacaklarını, liberallerin ise bu kararı santral sahiplerine bırakacaklarını görüyoruz. Bu iki söylem de nükleer enerji açısından iyi haber değil. Nükleer enerjiye geri döneceklerini kesin bir dille söyleyen tek parti ise bu yazıda değindiğimiz, aşırı sağcıların desteklediği AFD. Bir yanda odun bir yanda uranyum yakacaklar.

                                                               /././

Aktaş’a EÜAŞ’tan dev ihale verilmiş -Mustafa Bildircin-

Savcılık tarafından “Suç örgütü lideri” olarak tanımlanan Aktaş’ın, Elif LPG isimli şirketiyle de EÜAŞ’tan 418,4 milyon TL’lik ihale aldığı belirlendi.(BİLGİNAY) Aktaş’ın, Beşiktaş Belediyesi’ne yönelik soruşturmada da ismi geçen Bilginay isimli şirket aracılığıyla kamudan aldığı ihalelerden bazıları ise şöyle sıralanıyor: DHMİ: 18 milyon 359 bin TL, EÜAŞ: 92 milyon 767 bin TL, Trabzon Büyükşehir Belediyesi: 49 milyon 12 bin TL, Yozgat Belediyesi: 16 milyon 777 bin TL, Yargıtay: 13 milyon 849 bin TL (https://www.birgun.net/haber/aktasa-euastan-dev-ihale-verilmis-591071)

                                                            ***

Diyanet günde 15.880 asgari ücret harcadı -Mustafa Bildircin-

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye’deki yoksulluğun giderek derinleştiği 2024 yılında günde 270 milyon TL harcadı. Bu rakam günlük 15 bin 880 asgari ücrete denk geliyor.

Kamu kurumlarının 2024 yılı harcamaları açıklandı. Türkiye’deki 41 kamu idaresinden 21’i, yıllık bütçesini aştı. En dikkati çeken harcamaya ise hemen her yıl olduğu gibi 2024 yılında da Diyanet İşleri Başkanlığı imza attı. 2025 yılı için öngörülen 130,1 milyar TL’lik bütçesi ve bütçesinden gerçekleştirdiği hoyrat harcamalar nedeniyle tartışılan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2024 yılı harcaması 100 milyar TL’ye dayandı. Başkanlık, 2024 yılı bütçesinin 5 milyar 215 milyon 78 bin TL üzerinde kaynak kullandı.

DEV HARCAMA

Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin Ocak-Aralık 2024 dönemi harcamaları mali tablolar ile ortaya konuldu. Diyanet İşleri Başkanlığı, 2024 yılında 97 milyar 259 milyon 407 bin TL’lik harcama gerçekleştirdi. Başkanlığın 97,2 milyar TL’lik 2024 yılı harcamasının gün ve aya göre dağılımı da dikkati çekti. Diyanet’in bir günde harcadığı para 270 milyon TL, bir ayda harcadığı para ise 8 milyar TL olarak kayıtlara geçti.

∗∗

HER AY MİLYARLARCA LİRA

Başkanlığın 2024 yılı harcamasının bazı aylara göre dağılımı ise şöyle sıralandı:

• Ocak: 9,7 milyar TL

• Mart: 7,4 milyar TL

• Mayıs: 7,4 milyar TL

• Temmuz: 8,9 milyar TL

• Eylül: 9 milyar TL

• Kasım: 8,6 milyar TL

• Aralık: 5,8 milyar TL

∗∗∗

HESABA UYMAYAN BÜTÇE

Toplam 100 milyar TL’ye yakın kaynak kullanan Diyanet’in de aralarında olduğu Türkiye’deki 41 kamu idaresinden 21’inin yıllık bütçesinin üzerinde harcama yaptığı belirlendi. Bütçesini aşan kamu kurumlarından bazıları ve ödenek üstü harcamaları ise şöyle:

• Kültür ve Turizm Bakanlığı: 927,4 milyon TL

• Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı: 10,1 milyar TL

• Ticaret Bakanlığı: 3,9 milyar TL

• Tarım ve Orman Bakanlığı: 6,9 milyar TL

• TBMM: 973 milyon TL

∗∗∗

SÖZDE TASARRUF

Kamu harcamalarına yönelik değerlendirmelerde bulunan CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, özetle şunları söyledi: “Tasarruf tedbirleri sözde kaldı. Devlet kurumları har vurup harman savururken millete kemer sıktıran, bütçe açıklarını vergilerle milletin sırtına yükleyen iktidar, ‘Kaynak yok’ bahanesi altında emekliye 14 bin 468 TL-, emekçiye 22 bin 104 TL sefalet ücretlerini reva gördü. Kemer sıkmak emekliye, emekçiye, itibardan tasarruf etmemek yine iktidara düştü.”

                                                                  ***
Vergiyi halktan topladılar, kendilerine kaynak yaptılar -Havva Gümüşkaya-
2024 yılında günde ortalama 20 milyar liralık vergi gelirine rağmen bütçe açık verdi. Yurttaştan tasarruf bekleyen kamu, harcama alışkanlıklarını değiştirmedi. 2024 yılında sadece baskı ve cilt gideri için 17 milyar TL harcandı.

İktidarın savurganlığının yılsonu faturası belli oldu. Yurttaştan tasarruf bekleyen kamu, 2024 yılında da tasarruf etmedi. Göreve geldiği 2023 yılında tasarruf yapmanın kaçınılmaz olduğunu ifade eden ve kâğıdın dahi arkasını kullandığı söyleyen Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda 2024’te 2 trilyon 106 milyar liralık bütçe açığına imza attı. Kemer sıkma politikaları toplum kesimlerine zor günler yaşatırken kamunun tartışmalı harcama alışkanlıklarında değişiklik yapılmadı.

Türkiye'nin bütçe gelirleri 2024'te bir önceki yıla göre yüzde 66,5 artarak 8 trilyon 670 milyar 863 milyon lira, giderleri de yüzde 63,6 artarak 10 trilyon 777 milyar 9 milyon lira oldu. Yılın son ayı, rekor bütçe açığı ile kapatıldı. Merkezi yönetim bütçesi, Aralık 2024'te 829 milyar 211 milyon lira, geçen yılın tamamında 2 trilyon 106 milyar 145 milyon lira açık verdi.

2024 yılında Hazine’ye ayda ortalama 608,7 milyar TL, günde ise 20 milyar TL vergi geliri sağlandı. Yılın tamamında toplumun her kesiminden dolaylı ve dolaysız 7 trilyon 304 milyar TL tutarında vergi toplandı. Vergi gelirlerinin yüzde 21'ini gelir vergisi, yüzde 12'sini kurumlar vergisi, yüzde 14'ünü KDV, yüzde 20'sini ÖTV gelirleri oluşturdu.

Geçen yıl için bütçe hedefi 100 milyar TL olan para cezalarından toplamda 155,4 milyar TL tutarında gelir sağlandı.

VERGİNİN % 17’Sİ FAİZE GİTTİ

1 trilyon 270 milyar TL faiz gideri olarak kaydedildi. 2024 yılında toplanan her 100 liralık verginin 17’si faize gitti. Bu oran 2023 yılında yüzde 15 seviyesindeydi. Kamuda tasarruf genelgesi ise yalnızca kâğıt üzerinde kaldı. Merkezi Yönetimin temsil ve tanıtım harcamaları, 1 milyar 853 milyon TL olan yılsonu ödeneğine rağmen 2 milyar 407 milyon lirayı buldu.

GÖREV ZARARI DAMGA VURDU

2024 bütçesine görev zararları da damga vurdu. EÜAŞ'a 213,7 milyar TL, BOTAŞ'a 66 milyar TL, Ziraat Bankası'na 87,6 milyar TL, Halk Bankası'na 37,6 milyar lira görev zararı ödendi. Dört kuruma ödenen toplam görev zararı 405 milyar lirayı aştı...

BASKI VE CİLT 31 KAT ARTTI

2024 yılında tam 17 milyar 567 milyon TL baskı ve cilt gideri olarak kaydedildi. Bu tutar son 5 yılda 31 kattan fazla arttı.

Cumhurbaşkanı tarafından kullanılan ve hesabı sorulamayan “örtülü ödenek” olarak isimlendirilen Gizli Hizmet Giderleri kaleminden yapılan harcamaların tutarı bir önceki yıla göre iki katına yakın artarak 12 milyar 911 milyon lirayı buldu. 2024 yılının tamamı için ayrılan bütçe 10 milyar lirayken sadece Aralık ayında 5 milyar 622 milyon lira ile yılın en yüksek aylık harcaması yapıldı.

Bir dönem tartışma konusu olan araç kiraları, yerini uçak kiralarına bıraktı. 2024 yılında 7,1 milyar TL uçak kiraları için harcanırken araç kiraları için 4,2 milyar TL gider kaydedildi.

KİRALIK UÇAKLARA MİLYARLAR AKTI

• 2020: 408,4 milyon TL

• 2021: 1,2 milyar TL

• 2022: 2,8 milyar TL

• 2023: 5,6 milyar TL

• 2024: 7,1 milyar TL

VERGİDE CİDDİ ARTIŞ

Geçen yıl vergi gelirlerinde yaşanan artışın oranı şöyle:

• Toplam vergi geliri %62,3

• Dahilde alınan KDV %96,4  

• Toplam ÖTV %56,4 

• Petrol/doğalgazdan alınan ÖTV %130 

• Tütünden alınan ÖTV %75,1

• Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi %158,8 

• Gelir vergisi %120,1 

• Stopaj yoluyla alınan gelir vergisi %123,1 

• Dijital hizmet vergisi %103,5

                                                               ***

Sanık avukatından utandıran talep -İsmail Arı-

Depremde yıkılan Ezgi Apartmanı davasında firari sanıkların avukatı Çakar’ın talebi pes dedirtti: Şirketin çalışan sayısı 3 binden bin 500’e düştü. Kervancıoğlu ve Pekel’in yakalama kararı kaldırılsın, işlerine dönsünler.Sanık avukatından utandıran talepEzgi Apartmanı davasında Mustafa Pekel (solda) ve Sami Kervancıoğlu (sağda) 500 gündür firari. Avukat Mesut Çakar (ortada)(Fotoğraf: BirGün)

Maraş’ın Onikişubat ilçesinde 6 Şubat depreminde yıkılan 10 katlı Ezgi Apartmanı davasının tutanaklarına geçen sanık avukatı savunması “Bu kadar da olmaz” dedirtti. Sanıklar Kervan Pastanesi’nin sahipleri Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel’in avukatı Mesut Çakar, 13 Aralık 2024’teki duruşmada savunma yaptı.

Çakar 500 gündür firari olan müvekkilleri hakkında tutuklama kararının kaldırılmasını istedi. Çakar, “Sanıkların işlerinin aksaması ve çalışan sayısının yarıya inmesini” talebe gerekçe olarak sundu.

ÇALIŞAN SAYISI DÜŞMÜŞ

Avukat Çakar ile Maraş 4. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ile arasında geçen diyalog tutanaklara şöyle yansıdı:

Mesut Çakar: Bizim bu şirketlerimizin batmasının bu ülkeye, bu memlekete ne faydası var? Cezamız varsa zaten çekmeye razıyız bunu her şekilde kabul ediyoruz. Geçen yıl bu firmada 3 bine yakın kişi istihdam edilirken bu sene bin 500 kişiye düştü. Niye? Çünkü işlerin başında kimse yok, idare edebilecek kimse yok.

Başkan: Teknik konulara gelin Avukat Bey. Talepleriniz varsa alalım.

Mesut Çakar: Başkanım biz kefalet dahil istediğiniz adli kontrol hükümlerince müvekkillerin tutuksuz yargılanmasını talep ediyoruz.

Başkan: Müvekkiliniz tutuklu değil ki zaten.

Av. Mesut Çakar: Hayır yakalamalarının kaldırılmasını talep ediyoruz, başkanım özür dilerim yakalamaların kaldırılmasını talep ediyoruz.

Başkan: Müvekkilleriniz hakkında yakalamanın kaldırılmasını…

Mesut Çakar: Bazı kesimlerin işlerine gelmediği zaman bu şekilde yani bu şekilde sabote edilmeye çalışılıyor Başkanım biz bunlarla uğraşıyoruz dosyanın esasıyla değil aslında işlerine gelen bunlar olduğu için.

Avukat Mesut Çakar, son seçimlerde MHP’den milletvekili adayı da gösterilmiş ancak seçilememişti.

PASTANE İÇİN 35 CAN GİTTİ

Ezgi Apartmanı’na ilişkin davada Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden (KTÜ) yedi öğretim üyesinin hazırladığı raporda, binayı inşa eden müteahhit ile binanın giriş katında bulunan ve tadilat yapan Kervan Pastanesi’nin sahiplerinin yıkımda asli kusurlu oldukları belirtildi. Haklarında “Olası kastla kasten öldürme ve yaralama” suçlarından 876 yıl 6’şar aya kadar hapis istemiyle iddianame düzenlenen Kervan Pastanesi’nin sahipleri Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel kayıtlı adreslerinde bulunamadı. Sanıklar 500 gündür firari durumda.

                                                                  ***

Amca ile yeğenin torpil dayanışması -Mustafa Bildircin-

DHMİ’de daire başkan yardımcılığına getirilen Balcı özel güvenlik görevlisi yeğeninin dolandırıcılık iddiasıyla iptal edilen kartını çıkarttı.

DHMİ (Devlet Hava Meydanları İşletmesi)’de yaşananlar, “AKP’nin istihdam politikasının özeti” olabilecek nitelikte.

Bahçe Bitkileri Bölümü mezunu Sinan Yıldız’ın DHMİ Hava Seyrüsefer Dairesi Başkanlığı’na atandığı, Aralık 2024’te ise açık öğretim mezunu Tuncay Balcı’nın ise Acil Yardım ve Güvenlik Daire Başkanlığı’na getirildiği DHMİ’de son yaşananlar, “Bu kadarı da olmaz” dedirtti.

DOLANDIRICILIK İDDİASI

Açık öğretim mezunu olduğu için ataması eleştirilen Tuncay Balcı’nın ilk icraatının yeğeniyle ilgili olması dikkati çekti. CHP Milletvekili Ulaş Karasu’nun verdiği bilgiye göre, “Telefonla kendini hakim, savcı olarak tanıtarak dolandırıcılık yaptığı” gerekçesiyle güvenlik görevlisi kartı iptal edilen yeğen Mert Balcı’nın kartı yeniden çıkarıldı. Mert Balcı’nın 13 Ocak’ta işbaşı yaptığı belirtildi.

İktidarın, Türkiye’nin tüm kurumlarında liyakati çökerttiğini savunan CHP’li Ulaş Karasu, “DHMİ’de yaşananlar akıl almaz türde. Yeğen Mert Balcı’nın DHMİ’de işbaşı yapması için İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nde üst düzey isimlerin arandığı ve ısrarcı olunudğu iddiaları da var” dedi.

Türkiye’de milyonlarca gencin iş aradığının altını çizen Karasu, şunları kaydetti: “Çoğu eş-dost-akraba olanların tek bir kriter aranmaksızın, üstelik suçları silinip ahbap çavuş ilişkileriyle torpille böylesine önemli kurumlarda işe alınması suç. Suçlular cezasını çekmeli. Milyonlarca gence yapılmış bir haksızlık. Liyakatli ve iş arayan tüm vatandaşlarımız adına bu konunun takipçisi olacağım.”

BAKAN’A ZOR SORULAR

CHP’li Karasu, iddiasını Meclis gündemine de taşıyarak Ulaştırma ve Altyapı bakanı Abdulkadir Uraloğlu’na konuya ilişkin soru yöneltti. Karasu “Mert Balcı’nın telefonla kendini hakim, savcı olarak tanıtarak dolandırıcılık yapma suçundan dolayı ceza aldığı iddiası doğru mudur? Almış ise hangi mevzuat çerçevesinde kurumda istihdam edilmiştir?” dedi.

                                                                ***

Türkiye Adalet Akademisi Kanunu Teklifi TBMM'de: İlk 10 madde kabul edildi.

TBMM Genel Kurulu’nda görüşülen Türkiye Adalet Akademisi Kanunu Teklifi'nin ilk 10 maddesi kabul edildi. Teklifle meslekte fiilen 8 yılını tamamlamış hakim ve savcılar, öğretim elemanı olarak görev yapmak üzere Adalet Bakanı tarafından Türkiye Adalet Akademisi'ne atanabilecek.

Türkiye Adalet Akademisi'nin teşkilat yapısına, görev ve sorumluluklarına ilişkin hazırlanan Türkiye Adalet Akademisi Kanunu Teklifi'nin ilk 10 maddesini içeren birinci bölümü, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Kabul edilen maddelere göre;

• Anayasa Mahkemesinin, 34 sayılı Türkiye Adalet Akademisi Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'ni iptal etmesi dolayısıyla bazı düzenlemelere de gidilecek.

• Türkiye Adalet Akademisi, Başkanlık ve Eğitim Kurulundan oluşacak. Akademide, uzmanlık esasına göre eğitim, öğretim, araştırma ve uygulama birimleri oluşturulacak.

• Türkiye Adalet Akademisinin eğitim ve öğretim faaliyetlerinin daha etkin ve verimli şekilde yerine getirilmesi amacıyla Başkanın teklifi ve Adalet Bakanının kararıyla Akademi eğitim merkezleri kurulabilecek.

• Akademi, hakim ve savcı yardımcıları ile hakim ve savcılara yönelik eğitim planlarını hazırlayacak ve uygulayacak.

• Talepleri halinde noterler ve avukatlar ile eğitim ve öğretim hizmetlerinden faydalanması uygun görülen diğer kişilere yönelik eğitim programları da hazırlayacak Akademi, hukuk ve adalet alanında, araştırma ve bilimsel çalışmalar yapacak, ihtiyaçları tespit edecek, uluslararası gelişmeleri takip ederek proje geliştirecek.

• Türkiye Adalet Akademisi, hukuk ve adalet alanını ilgilendiren konularda uzmanlık ve sertifika programları ile kurs, seminer, sempozyum, konferans ve benzeri etkinlikler düzenleyecek, bilgi bankası ve kütüphane kuracak.

• Eğitim ve öğretim faaliyetleriyle ilgili strateji ve hedefleri belirleyecek Akademi, görev alanına giren konularda yurt içi ve dışında bulunan kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapacak.

• Akademi, hakim ve savcı yardımcıları ile hakim ve savcıların lisansüstü ve yabancı dil eğitim ve öğretimlerini desteklemek amacıyla ilgili kurum ve kuruluşlarla da işbirliği gerçekleştirecek, hukuk ve adalet alanını ilgilendiren eğitim ve öğretim faaliyetleri hakkında ilgili kurum ve kuruluşlara görüş bildirecek.

AKADEMİ BAŞKANLIĞI'NIN GÖREVLERİ

Türkiye Adalet Akademisi Başkanlığı, başkan ve daire başkanlığı şeklinde teşkilatlanan hizmet birimleri ile Hukuk Araştırmaları Merkezi'nden oluşacak.

Akademi Başkanlığındaki daire başkanlıklarının sayısı dördü geçemeyecek. Başkanlıkta yeteri kadar tetkik hakimi ve idari personel bulunacak.

Başkanlık, eğitim müfredatını, yıllık eğitim ve stratejik plan taslakları ile yıllık faaliyet raporunu hazırlayacak.

Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin etkin, verimli ve yeknesak şekilde yürütülmesine ilişkin standartların belirlenmesi için Eğitim Kuruluna önerilerde bulunacak, eğitim materyallerini hazırlayacak olan Başkanlık, Akademide görev yapanların atama, nakil, görevlendirme, özlük işlemlerini yürütecek.

Ayrıca Başkanlık, Akademinin ihtiyacı olan her türlü satın alma, kiralama, bakım, onarım, yapım, büro, sekretarya, arşiv, sağlık, sosyal ve benzeri hizmetleri yürütecek, verilen diğer görevleri yerine getirecek.

Akademinin görev alanı kapsamında, kamu veya özel kurum ve kuruluş temsilcileri ile uzman kişilerin katılımıyla çalışma grupları veya eğitim komisyonları kurulabilecek.

TÜRKİYE ADALET AKADEMİSİ BAŞKANI'NIN GÖREVLERİ

Akademi Başkanı, Akademiyi yönetecek, temsil edecek, Akademinin düzenli ve verimli çalışmasını sağlayacak ve bu konuda gerekli tedbirleri alacak.

Daire başkanları, birinci sınıf olup birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş hakim ve savcılar arasından, Adalet Bakanınca atanacak ve Akademi Başkanı tarafından belirlenen iş bölümüne göre görev yapacak.

18 kişiden oluşacak Eğitim Kurulu, Adalet Bakanı veya Bakanın görevlendirdiği Bakan Yardımcısı başkanlığında, Akademi Başkanı, Bakanlık Ceza İşleri, Hukuk İşleri ve Personel Genel Müdürleri ile 4 yıl için Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunca Yargıtay üyeleri arasından seçilen 3 kişi, Danıştay Başkanlık Kurulunca Danıştay üyeleri arasından seçilen 2 kişi, Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından seçilen bir kişi, Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulunca bölge adliye ve bölge idare mahkemelerinde görev yapan hakimler arasından seçilen birer kişi, Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulunca birinci sınıfa ayrılmış olmak kaydıyla adli ve idari yargı ilk derece mahkemelerinde görevli hakimler arasından seçilen birer kişi, cumhuriyet savcıları arasından seçilen bir kişi, Yükseköğretim Kurulunca üniversitelerin hukuk fakülteleri ve eğitim bilimleri alanında çalışan öğretim üyeleri arasından seçilen birer kişiden oluşacak.

Süreli seçilen üyenin herhangi bir sebeple üyelikten ayrılması halinde yeni seçilen üye, yerine seçildiği üyenin kalan süresini tamamlayacak.

Eğitim Kurulu, üye tam sayısının salt çoğunluğuyla toplanacak ve üye tam sayısının salt çoğunluğuyla karar alacak.

Toplantı gündemi, Eğitim Kurulu Başkanı tarafından belirlenecek. Akademi Başkanı, Akademinin faaliyetleri hakkında Eğitim Kurulunu bilgilendirecek. Toplantılara, alanında uzman kişiler ile kamu veya özel kurum ve kuruluş temsilcileri de davet edilebilecek. Eğitim Kurulunun sekretarya hizmetleri Başkanlık tarafından yerine getirilecek.

Eğitim Kurulu, eğitim müfredatı ve yıllık eğitim plan taslaklarını onaylayacak.

Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin etkin, verimli ve yeknesak şekilde yürütülmesine ilişkin standartları belirleyecek olan Eğitim Kurulu, Akademinin stratejik planını kabul edecek ve takibini yapacak, Akademi mevzuatıyla ilgili görüş ve önerilerde bulunacak.

HUKUK ARAŞTIRMALARI MERKEZİ KURULACAK

Akademi bünyesinde Hukuk Araştırmaları Merkezi kurulacak.

Hukuk Araştırmaları Merkezi, hakim ve savcı yardımcıları ile hakim ve savcıların uzmanlaşmasına katkı sağlamak amacıyla ortak programlar geliştirerek lisansüstü eğitimler için yükseköğretim kurumlarıyla işbirliği yapacak.

Hukuk ve adalet alanında gelişmeleri takip edecek, ihtiyaçları belirleyecek, araştırma ve bilimsel çalışmalar yapacak Hukuk Araştırmaları Merkezi, yabancı ülkeler ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla, hukuk ve adalet alanında ortak çalışma ve araştırmalar yapacak, Akademinin eğitim ve öğretim faaliyetlerine katkı sunacak, kurs ve sertifika programları düzenleyecek.

Hukuk Araştırmaları Merkezi'nde, müdür, iki müdür yardımcısı ve bürolar bulunacak.

Müdür, hukuk alanında doktora yapmış, birinci sınıf olup birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş hakim ve savcılar arasından, müdür yardımcıları en az birinci sınıfa ayrılmış ve birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş hakim ve savcılar arasından Adalet Bakanı tarafından atanacak.

AKADEMİYE ATAMALAR

Meslekte fiilen 5 yılını tamamlamış hakim ve savcılar, Adalet Bakanı tarafından Hakimler ve Savcılar Kanunu hükümleri uyarınca Akademiye atanabilecek veya görevlendirilebilecek.

Devlet Memurları Kanunu'na tabi personelin Akademiye ilk defa veya naklen atanması Akademi Başkanınca yapılacak.

İhtiyaç duyulması halinde 657 sayılı Kanun'a tabi Bakanlık personeli, Akademi Başkanının talebi üzerine Bakanlık tarafından Akademide geçici görevlendirilebilecek.

Akademide görev yapan, 657 sayılı Kanun'a tabi personel, Akademi Başkanının talebi üzerine mükteseplerine uygun olarak Bakanlığın merkez ve taşra teşkilatı kadrolarına atanabilecek.

Eğitim merkezi müdürü, birinci sınıf olup birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş hakim ve savcılar arasından, müdür yardımcısı en az birinci sınıfa ayrılmış ve birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş hakim ve savcılar arasından Adalet Bakanınca atanacak.

ÖĞRETİM ELEMANI OLARAK ATANMA

Meslekte fiilen 8 yılını tamamlamış hakim ve savcılar, öğretim elemanı olarak görev yapmak üzere Adalet Bakanı tarafından Akademiye atanabilecek veya görevlendirilebilecek.

Yükseköğretim kurumlarında görevli öğretim üyeleri ve öğretim görevlileri ile araştırma görevlileri, Akademide öğretim elemanı olarak görevlendirilebilecek.

Akademide, Akademi Başkanının talebi üzerine yetkili makam, kurul veya organlarınca uygun görülen, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, hakim ve savcılar, avukatlar, noterler ile alanında uzman kişiler ders vermekle görevlendirilebilecek.

Hakim ve savcılar, avukatlar, noterler ve alanında uzman kişilerin görevlendirilmeleri için meslekte fiilen 8 yılını tamamlamış olmaları şartı aranacak.

Teklifin ilk 10 maddesinin kabul edilmesinin ardından alınan karar gereğince TBMM Genel Kurulu 28 Ocak Salı günü saat 15.00'te toplanmak üzere kapandı.

                                                              ***

Yaya geçidinden geçen kadını öldürdü, 85 gün sonra tahliye edildi!-İsmail Arı-

Uğur Kişi, yaya geçidinden geçen üç çocuk annesi 59 yaşındaki Fatma Akpınar’a çarparak ölümüne neden oldu. Yüzde yüz kusurlu bulunan ve avukatlığını AKP’li Büyükdereli’nin üstlendiği Kişi, üç ayda tahliye edildi.https://twitter.com/i/status/1879788825326833675

(https://www.birgun.net/haber/yaya-gecidinden-gecen-kadini-oldurdu-85-gun-sonra-tahliye-edildi-591124)

                                                      ***

“Ecnebi”-Şükrü Aslan-

Bütün sözcükler sonuç olarak birer tanımlayıcıdır ve ‘sıradan’ oldukları söylenebilir. Fakat bazıları muhteva, niteleme gücü ve anlam bakımından diğerlerine göre çok daha fazla etki bırakmıştır. Bu da genellikle hakim politik kültürle ilişkili olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu sözcüklerin işaret ettiği olgular, dinleyen ya da okuyanı kendine yakınlaştırabilir ya da uzaklaştırabilir. Mesela laiklik, devrim, muhafazakarlık ve şeriat böyle sözcüklerdir.

Ecnebi, Osmanlı’dan beri inşa edilen ve Cumhuriyet döneminde de aynı algıya konu olan sözcüklerden birisidir. Daha en baştan yarattığı hissiyat dışlayıcı ve tedirgin edicidir. Zira sadece yerli olan üzerinde ‘emelleri olan’ bir yabancıyı değil, yerlilerin de ‘yabancı’ oldukları hissini anlatır. Bu yüzden Türk modernleşmesinin daha ilk zamanlarından başlayarak bir ‘karşı ecnebi’ zihniyet inşa edilmişti. Aynı zamanda bir Darüşşafaka’lı olan Salih Zeki bu anti-ecnebi zihniyetin ilk temsilcilerinden birisiydi. Posta işlerinde uzmanlaşması bir ‘ecnebi memleket’te aldığı eğitimle mümkün olsa da, Osmanlı’daki ‘ecnebi postanelerin kapatılması’ için hayli mücadele vermişti.

∗∗

Ecnebi coğrafyanın iktisadi ve politik anlamda daha gelişmiş olması, aslında hep bir sorundu. Zira ‘ecnebilerden’ öğrenecek çok şey vardı. Bu nedenle Cumhuriyetin daha ilk yıllarında ‘ecnebilerin görgü ve bilgisinden istifade etmek’ için türlü adımlar atılmıştı. 1929’da çıkarılan “Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanun” bu amaçla ilgiliydi. Nitekim yasanın çıkarıldığı yıl, Türkiye, eğitim amacıyla Avrupa ülkelerine 170 öğrenci göndermişti.

Fakat yine de ‘ecnebi’ye yüklenen anlam yerinde durduğu için ‘milli teyakkuz’ hali hep canlı kalmıştı. 1932’de ‘Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun’ sadece Türk vatandaşlarının icra edebilecekleri mesleklerin bir listesini yapmıştı. Veterinerlik, garsonluk, fotoğrafçılık, ayakkabıcılık, kapıcılık gibi nice meslek ‘ecnebi’lere yasaklanmıştı. Bu politika yıllar boyu devam edecekti ki 5 Temmuz 1950 tarihli İstanbul Postası’nda yayınlanan bir habere göre Türkiye’de lokanta, birahane, kokteyle salonları ile bilinen tüm yiyecek içecek satılan yerlerde “yabancı uyruklu garsonların çalıştırılmaması” yönünde bir Bakanlar Kurulu kararı bile çıkarılmıştı.

‘Ecnebi’ kaygısı öyle baskındı ki karşılıklı anlaşmalarla ülke dışından bu coğrafyaya gelenlere karşı da bir tür teyakkuz hali oluşmuştu. 1934’de çıkarılan 2510 sayılı İskan Yasası, gelecek göçmenler içinde ‘casus ecnebilerin’ varlığına özellikle dikkat çekmiş; bu kaygı da yıllarca canlı tutulmuştu. 1959’da CHP İstanbul İl Başkanı Şemsettin Günaltay, “Türkistan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya’da casusluk mekteplerinde sureti mahsusada yetiştirilip göçmen ve mülteci sıfatları adı altında yurda sokulanlara tesadüf edilmektedir” diye konuşmuştu.

∗∗

Onlarca örneği olan bu zihniyetin daha büyük soruna dönüştüğü yer, ırkçılığın güçlü şekilde tedavüle girmesiyle ‘ecnebi’ kapsamının genişlemesiydi. Sözcük, artık sadece ‘yabancı’ olanı değil, aynı zamanda dahili sınırlarda bulunan, fakat başka dinden olanları da kapsayacak şekilde tedavüle girmişti. O kadar ki artık ‘Türk kanından olmak ya da olmamak’ gibi bir mesele vardı. 1938 de çıkarılan Ergenekon Dergisinde “her şeyin üstünde Türk Irkı” yazılıydı. Bir yıl sonra çıkarılan Bozkurt Dergisi’nin de her sayısında aynı sloganlar vardı. 1940’lı yıllarda çıkarılan dergilerde “Türk kanın temizliği” gibi söylemler yer almıştı. Bu ülkede ‘asil Türk olmayanların hayat hakkının bulunmadığı’ söylemi de aynı dönemin mahsulüydü. Hatta ‘Türk halkının felaketinden kurtulmasını sağladığı için azınlıkların, Varlık Vergisine şükretmeleri gerektiği’ de yazılmıştı. Özetle ‘ecnebi’nin alanını genişletmek ve ‘düşman’ kategoride tanımlamak bu zihniyetle birleşince, çok daha tehlikeli bir iklim ortaya çıkmıştı ki Hrant Dink’in katli bu politik iklimin ürünlerinden birisiydi.

Türkiye’de barışçıl bir politik atmosferin gelişmesi, aynı zamanda bu sözcük ve söylemlere yüklenen anlamlarla ve onların pratik sonuçlarıyla köklü bir hesaplaşma yapılabilmesine bağlıdır. ‘Ecnebi’ o sözcüklerin/olguların en başında gelmektedir.

                                                              /././

Suriye'de yeni yönetim, Türkiye’den yapılan ithalatın vergilerini yüzde 500 artırdı

Suriye'de Beşar Esad'ın ardından yeni yönetim, Türkiye’den gelen ithal ürünlerin vergilerini yüzde 300 ila yüzde 500 artırdı. Güneydoğu Anadolu Hububat Bakliyat Yağlı Tohumlar ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Celal Kadooğlu, söz konusu gümrük vergisi artışının Türkiye’nin Suriye’ye ihracatını neredeyse durma noktasına getirdiğini belirtti.(https://www.birgun.net/haber/suriye-de-yeni-yonetim-turkiyeden-yapilan-ithalatin-vergilerini-yuzde-500-artirdi-591107)

                                                                   ***

Küresel siyaset mühendisi Musk -Hayri Kozanoğlu-

Hiçbir dönemde paranın gücünün şımarıkça böyle aleni bir şekilde kullanıldığı, para babalarının cüretinin böylesine ileri gittiği görülmedi. Musk kendini bir küresel siyaset mühendisliği projesinin prensi gibi sunuyor.

Bilindiği gibi ABD başkanlık seçimlerinde 200 milyon doları aşan bir harcamayla dünyanın halihazırda en zengin insanı Elon Musk, Donald Trump’a destek oldu. Halbuki 2016 seçimlerinde, o zamanlar küresel ısınma konusunda derin kaygıları bulunan Musk, Hillary Clinton’un yanında yer almıştı. Bazı iddialara göre, 2021 yazında Joe Biden’ın elektrikli araba üreticileriyle Beyaz Saray’da düzenlediği toplantı dönüm noktasını oluşturdu. Ford ve General Motors gibi toplam satışlarında elektrikli arabaların sınırlı yer tuttuğu şirketler davet edilirken, dünyanın bir numaralı üreticisi Musk dışlanmıştı. Çünkü Biden Birleşik Oto İşçileri Sendikası’yla arayı hoş tutmaya çalışıyor, Musk sendikalaşma karşıtı tutumuyla büyük tepki çekiyordu. Bu tarihten sonra Musk, Demokrat partiye hasmane bir pozisyon aldı. İşi bir kukla olduğunu iddia ettiği Hamala Harris’in iplerini elinde tutanlarla, sapık iş adamı Jeffrey Epstein’ın müşteri listesindeki zenginlerin tam da örtüştüğü iddiasına kadar vardıracak kadar ileri götürdü.

Başkanlık seçimlerinden sonra adeta iktidarın küçük ortağı görüntüsü sergileyen, zafer ertesi aile fotoğraflarına giren Musk ile Trump’ın yıldızının nasıl barıştığı merak ediliyor. Çünkü her ikisi de yüksek egolu, küçük dünyaları ben yarattım havasında, diyalog yerine monoloğa yatkın agresif kişiliklere sahip. Bu ortaklığın nereye kadar sorunsuz süreceğini zaman gösterecek.

TRUMP 2.0’IN FARKI

İşin karşılıklı menfaatlere dayalı, büyük ticari pazarlıkları içeren boyutunu unutmasak da, bu beraberliğin seçim kampanyasındaki program ve propaganda boyutlu kritik önemine odaklanıldığında, Novara Media sitesinde Kojo Koram’ın Trump 2.0’da Elon Musk’ın rolüne ilişkin analizine kulak vermekte yarar var. Koram’a göre 2016 seçimlerinde; 2008 finansal krizinden zarar gören, Amerikan imalat sanayisinin gerilemesi sonucu işini kaybeden veya statü yitiren, beyaz, orta yaşlı, “Amerika’yı tekrar büyük yapma” sloganının büyüsüne kapılan seçmen profili üzerinden 2024’te analiz yapmak yanlış.

Çünkü Trump 2.0’ın kitle tabanı eski güzel günlerin nostaljisini yaşayan bu kitleyi kapsasa da, asıl, fabrikalarda çalışmayı aklından bile geçirmeyen, genç, teknolojiye yatkın, kripto piyasalardan köşeyi dönmeyi, yapay zeka dalgasından sebeplenmeyi, dijital platformlarda yüksek maaşlı işler bulmayı, Silikon Vadisi’nde kendi işini kurmayı hayal eden “vizyonerlere” yaslanıyordu. İşte Elon Musk onlar için en ideal rol modeliydi. Musk’ın başına geçeceği, kamuyu küçültmek, bütçeyi tırpanlamak vaadi veren Hükümet Etkinliği Bakanlığı’nın (Department of Goverment Efficiency) kısaltılmasının Musk’ın favori kripto parası Doge ile örtüşmesi de bir tesadüf sayılamazdı.

MUSK’IN FELSEFİ ZİHNİYETİ

Elon Musk Tesla elektrikli arabalarıyla, SpaceX uzay araştırmaları şirketiyle, sosyal medya platformu X ile kişisel serveti yarım trilyon doları bulan bir servete sahip. Bu gücünü ve dinmek bilmeyen ihtirasını son zamanlarda sadece kasasını doldurmaya değil, ayrıca dünyanın farklı coğrafyalarında siyasete ayar vermeye hasretmiş görünüyor. ABD’deki aşırı sağ ideologlar da Musk’ı adeta bir kurtarıcı olarak görüyor. Fransa’da Renaud Camus tarafından dolaşıma sokulan, yabancıların, Müslümanların, azınlıkların zamanla çoğunluğu ele geçirip, ülkenin “asıl sahiplerini” azınlığa düşürüp egemenlikleri altına alacağı iddiasına dayanan “büyük yer değiştirme” (great replacement)  teorisinin ABD’de de taraftarları var. Bunların önde gelenlerinden Curtis Yarvin, aslında ülkeyi akademi ve medyada etkin liberal elitlerin yönettiğini, bunların kimlikçi politikalarla Amerikan değerlerini yok ettiğini öne sürüyor. Buradan çıkış için de ABD’yi bir girişim şirketi (start-up) gibi yönetecek bir diktatörden başka çare bulunmadığını ilan ediyor. Musk’a da, “Mars’a gidebilmek için fazla enerji harcama, bize bu dünyada daha çok lazımsın” diye çağrıda bulunuyor.

Financial Times Gazetesi’nde Musk’ın felsefi arka planı ile ilgili kapsamlı bir deneme kaleme alan Gabriel Gatehouse’a göre ise, Güney Afrika’da baskıcı bir babanın tahakkümü altında büyüyen Musk genç yaşta Nietzsche ve Schopenhauer’dan bilim kurgu fantezilerine kadar bir külliyatı okudu. Sonunda süper zeki, süper güçlü, hükümetlerin düzenlemeleri altında boğulmayan, filozof, bilim insanı, bilgisayar programcısı parlak insanların elbirliğiyle dünyayı kurtaracağı sentezine vardı. Yeter ki piyasa güçleri serbest kalsın, hükümetler gölge etmesin. (Financial Times 23 Kasım 2024).

AŞIRI SAĞIN HAMİSİ

Kasım 2024 seçimleri sonrası aldığı güçle Musk adeta küresel anlamda aşırı sağın hamisi rolüne soyundu. Hatırlanacağı üzere Trump’ın Florida Mar-a-Lago’daki zafer partisine Arjantin’in fanatik piyasacı başkanı Javier Milei de katılmış, Musk ve Trump “Milei modelini” övmüş, desteklerini yinelemişti. Musk, İtalya’nın Mussolini hayranı, faşist bir geçmişe sahip başbakanı Giorgia Meloni ile de canciğer kuzu sarması bir ilişki içerisinde. Meloni bunu sorgulayan basın mensuplarına, “sizin için sorun onun zenginliği ve etki gücü değil, solcu olmaması” diyerek, George Soros’u hedef gösterdi. Musk da Joe Biden’ın Soros’a Özgürlük Madalyası vermesi sonucu Yahudi kökenli yaşlı spekülatörü hedef aldı. İsrail düşmanı ve Hamas yanlısı olmakla suçladı. Musk yanlıları da onun başta elektrikli araba üretimi yaparak para kazandığını Soros’un ise finans manipülasyonları yoluyla servet yapan bir parazit olduğunu söylüyorlar.

MUSK SOROS’A KARŞI

Aslında her ikisi de zenginler yönetimi, yani plütokrasinin iki ayrı devirdeki önemli  temsilcileri. Paralarını ve güçlerini siyasi davaları için seferber etmekten çekinmiyorlar. Soros’un “renkli devrimlerde” parmağı bulunduğu, özellikle Ukrayna ve Gürcistan’da darbeler tezgahladığı biliniyor. O insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi temalarla liberallere şirin görünürken; Musk bunların kandırmaca fanteziler olduğunu, ancak daha otoriter bir yapıyla ülkelerin düze çıkabileceği  tezini savunan, aslında daha geri bir çizgiyi temsil ediyor.

Bu kapsamda Almanya’da da neo-Nazi AfD partisine tam desteğini ilan etti. “Almanya’yı sadece AfD kurtarabilir” açıklamasına partinin başbakan adayı Alice Weidel, “sonuna kadar haklısın”, “önceki sosyalist başbakan Merkel ülkeyi mahvetti” ve “Sovyetik Avrupa Birliği bizi yakacak” meyanlı komplocu bir söylemle teşekkür etti.

SIRA STARMER’A GELDİ

Musk, Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer’i seçimlere kalmadan postalayacağını ilan ederek cüretini iyice artırdı. Aşırı sağcı, göçmen karşıtı Reform Partisi’ne başkanı Nigel Farage’ı değiştirmesi halinde 100 milyon dolar vereceğini de vaad etti. Böylelikle partilerin iç işlerine karışmaktan da zerre çekinmediğini göstermiş oldu. Starmer partinin ideolojik çizgisini sağa kırması, aşırı NATO’cu tutumu, parti içi sola yönelik acımasız tasfiyeleriyle elbette eleştirilecek bir figür. Ama savcılık döneminden başlayarak, tacizci-tecavüzcü Pakistanlı çetelerin hamisi olduğu iddiası zırvadan öte gitmiyor. En son olarak da İspanya’ya el attı. Katalonya’daki tecavüzlerin yabancıların işi olduğunu iddia etti. İspanya başbakanı Pedro Sanchez’den de nefret tohumları ektiği, Naziler’in mirasçılarına kol kanat gerdiği cevabını aldı. Bağımsız ülkelerin  yönetimlerine mesnetsiz iddialarla böyle  fütursuzca müdahalelerin şiddetle kınanması icap ediyor. Hiçbir dönemde paranın gücünün şımarıkça böyle aleni bir şekilde kullanıldığı, para babalarının cüret ve cesaretlerinin böylesine ileri gittiği görülmemişti. Musk adeta kendini bir küresel siyaset mühendisliği projesinin prensi gibi sunuyor. Bu tavrı hem siyasi olarak mahkum etmek, hem de piyasaya sürdüğü ürünleri boykot çağrısında bulunmak ilk elde atılması gereken adımlar gibi görünüyor. Ayrıca bu şahsın 20 Ocak’tan itibaren ABD’nin resmi devlet yetkilisi olarak sorumluluk taşıyacağını hatırlatmak gerekiyor.

                                                                    /././

Erdoğan-Bahçeli-Öcalan’ın yeni paradigması -Selçuk Candansayar-

2024 yılının son günlerinde S. S. Önder ve P. Buldan İmralı’da A. Öcalan’ı ziyaret ettiler. 2025 yılı bu ziyaretin etkileriyle başladı. İlk buluşmada iletildiğine göre Öcalan ziyaretçilerin ona bir şeyler anlatmalarına izin vermemiş, yalnızca “dışarıya” göndereceği mesajlarını iletmekle görevlendirmiş. Öcalan’ın mesajının kamuyla paylaşılan bölümü 7 madde içeriyordu. En dikkat çekici olanı da “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim” ifadesiydi.

Paradigma, en yalın haliyle dünyayı/ hakikati anlama- açıklama biçimi olarak tanımlanır. Paradigma olup bitenlerin birbiriyle bağlantısını ve ne olursa ne olacağını öngörmeyi sağlar. Hakikate uygunluğunu pratik gösterir. Ama pratikle ortaya çıkan sonuç da aynı paradigma ile yorumlanacağı için paradigma sizi bir hayal dünyasında tutmaya devam edebilir. Gerçeklik eninde sonunda size çarpar, o ayrı.

Hemen herkes haklı olarak bu cümledeki “yeni” ve “paradigma” sözcüklerinden Öcalan’ın muradının ne olduğunu anlamaya çalıştı. Henüz paradigmanın içeriğinin ne olduğunu bilen yok. Başında “yeni” sıfatı olduğuna göre eski paradigma/lardan olmadığını kabul etmemiz mümkün.

Öcalan, 1978 yılındaki kuruluşundan bu yana PKK’nin kurucu lideri. Uzak geçmiş paradigmalarını bir yana bırakırsak, “başarısız bulunan son paradigma” 2013- 2015 “Çözüm Süreci”ydi. O çözüm sürecinin ana unsuru Türkler ve Kürtlerin “kardeş” ve İslam’ın da bu kardeşliğin temeli olduğuydu. İki “etnik kimliği” ve Orta Doğu’yu “İslam kardeşliği” paradigmasıyla bütünleştirerek barışın inşa edilebileceği iddia edilmişti.

2010 referandumu, Gezi ve 17-25 Aralık dönemlerinde Kürt hareketinin RTE iktidarına açıktan karşı çıkmamasının en önemli nedenlerinden biri de işte bu “islam kardeşliği” paradigmasıydı. MHP’nin 2013-2015 sürecindeki Erdoğan karşıtlığı da “Türk Milliyetçiliğinin partisi” olmasıyla ilgiliydi. Demirtaş’ın hala süren tutsaklığı ise, belki de “seni başkan yaptırmayacağız” ifadesinin bu paradigmatik kardeşliğin “yeni halifesi”ne karşı çıkmasının cezalandırılmasıydı, kim bilir?

Bu durumda Öcalan’ın yeni diye ifade ettiği paradigmanın “islam” olmadığını düşünebilir miyiz?

RTE ise, Diyarbakır ve Urfa konuşmalarında zaten herkesin bildiği, bir kez daha (ve sonuna kadar) Reislik isteğini açıktan ifade etti. Aynı zamanda, her iki konuşmasında da “islam kardeşliği” paradigmasını koruduğunu da söyledi.

Kardeşlik paradigması Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’ı birleştiriyor. Bu paradigmaya sonradan dahil olanın Bahçeli olduğu açık. Bahçeli’nin, “Kürt diye bir etnik kimlik yoktur”dan “Türk Kürt kardeştir, kabul etmeyen kalleştir”e sıçraması, kendi içinde çok değerli olabilir. Gerçi, kardeşlik bir hiyerarşi içerir; büyük abi kim, küçük kardeş kim; küçük büyüğün sözünü dinler; kol kırılır yen içinde kalır; atsan atılmaz satsan satılmaz çünkü kardeşin gibi deyimlere de olanak sağlar. Yine de “Kürt yoktur” paradigmasından evladır.

Öcalan’ın açıklaması sonrasında olup bitenlere bakarsak, sürecin aktörlerinin olmakta olanı sadece kendilerinin yürüteceği bir süreç olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Kendileri dışındakilere (başta CHP) ise üçünün belirlediği yol haritasına uyma dışında bir rol biçmedikleri de ortada.

Yeni paradigmanın ne olduğunun anlaşılmasını güçleştiren en önemli etkenlerden biri ise Ahmet Türk ile sembolize olan hal. Türk, bir yandan sürecin önemli taşıyıcısı, ama aynı zamanda seçilmiş başkanlığı süreçteki muhataplarınca elinden alınmış durumda. Aynı durum, DEM partisi belediye başkanları için geçerli.

Peki bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Öcalan’ın “yeni paradigma” kavramını içeren cümlesi belki de yol gösterebilir. Cümleyi yeniden ve dikkatli okursak, ne olduğunu bilmediğimiz yeni paradigmanın Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan dışında kurulduğunu anlıyoruz. Çünkü Öcalan, Erdoğan ve Bahçeli’nin de güç verdiği diyor. Üçümüzün kurduğu ya da Erdoğan’ın, Bahçeli’nin tek başlarına ya da birlikte kurdukları demiyor. Sanki her üç aktör de kuruluşunda söz sahibi olmadıkları bir yeni paradigmada hep birlikte ayakta kalmaya çalışıyorlar gibi. Umalım da ortaya çıkan mirastan daha çok pay kapmak için kardeşler birbirlerine tuzak kurmasınlar…

Elimizde başka veri olmadığı için söylem analizi yaparak bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. Asıl sorun bu.

                                                                 /././

Asgari yaşamlar azami debdebe -Oğuz Oyan-

Politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır.

Ücretlilerin ve emeklilerin çok büyük bölümünün asgari yaşam düzeylerine mahkûm edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Ücretliler ve emekliler denilince de toplumun yüzde 80’ini aşan bir toplamdan bahsediyoruz demektir. Kaldı ki ücretli olmayanlar arasında da benzer koşulları aşamayanlar var. Bu asgari yaşam düzeylerinin tamamı yoksulluk sınırın altında, giderek büyüyen bir parçası ise açlık sınırının altında. Demek ki Cumhuriyetin 100. yılını aştığımız bir dönemde bir toplumsal bunalım evresindeyiz. Bu bunalımı pekiştiren, iktidarda 22 yılını deviren AKP siyasetidir kuşkusuz.

Bu bir çifte veya çoklu standartlar toplumudur aynı zamanda. Başka türlüsü mümkün olamaz zaten, herkes birden kaybedemez. Birileri, başkalarının sırtından ve gerekirse onların yoksullaşması üzerinden zenginleşir. Nasıl ki kumarda herkes birden kaybedemezse, gerçek yaşam koşullarında da böyle olur. Esasen kapitalist sistem, küçük bir azınlık semirirken –ki onlar sermaye sınıfının üretici veya parazit üyeleridir– büyük çoğunluğun sömürü çarklarında kaybetmesi ve yaygın çifte standartların var olması üzerine kuruludur. Eşitlik hali ise, sosyalist devrimi gerektirir.

İLGİNÇ KORELASYONLAR HER ZAMAN KURULABİLİR

Korelasyon, iki rasgele değişken arasında istatistiksel bir ilişki kurulmasıdır. Bu değişkenler arasındaki ilişki güçlü veya zayıf olabilir. Ama anlamsız değişkenler arasında dahi güçlü ilintiler (sahte korelasyonlar) bulunabileceği için, değişkenlerin doğru seçilmesi gerekir. Geçenlerde bir meslektaşımızın “dolandırıcılık artışı ile enflasyon arasında” bir ilişki kurmuş olduğunu ve enflasyonun dolandırıcılık üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğu sonucuna vardığını gördüm. Olabilir. Enflasyonist sürecin uzaması toplumdaki ahlaki yapıları derinden sarsabilir. Ama bu, bazı tarihsel momentlerde bir sahte korelasyona da işaret edebilir.

Aslında daha az yanılabileceğiniz seçimler de yapabilirsiniz. Örneğin bir iktidarın yolsuzluğa bulaşma derecesi ile toplumdaki ahlaki erozyon/toplumsal çürüme (dolandırıcılık vs) arasında bulunacak bağıntının çok daha sağlam dayanakları olacaktır. Veya enflasyon ile tekelci fiyatlama arasındaki ilinti de öyledir. Politik sürece daha net bir yorum getirmek istiyorsanız, AKP’nin başlangıçtaki siyasi söylemi olan 3Y’yi yani “Yolsuzlukları, Yoksulluğu ve Yasakları bitirmek” hedefinin değişkenleri arasında da korelasyonlar kurmaya girişebilirsiniz. Elde edilen güçlü ilintiler kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu kadar yolsuzluk ve şatafat varken bunca yoksulluğun yaşanıyor olması adeta bileşik kaplar gibidir. Bunun sürdürülebilmesi yani toplumdan yükselebilecek itiraz seslerinin baskılanabilmesi ise yasakların korunmasını ve hatta pekiştirilmesini gerektirecektir.

Yoksulluğu kuşkusuz çeşitli biçimlerde nicelleştirebilirsiniz. Sosyal yardıma muhtaç aile sayısındaki artış, belediyelerin kent lokantalarından yararlananların sayısındaki artış, halk ekmek dağıtım noktalarındaki kuyrukların nicel gelişimi, Gini katsayısındaki bozulma veya gelir dağılımındaki bozulmanın çeşitli biçimlerde ifadesi, kent pazarlarının kapanış saatlerindeki yığılmaların artışı, pazarda artık toplayanların sayısındaki gelişme, vs. Bunlar esasen gözlemlenen veya araştırılan konulardır. Araştırmalar çeşitli anketlerle de desteklenebilir elbette. Temel ihtiyaç maddelerinin ne kadarının karşılanabildiği, kültürel tüketimin aile bütçesinde yer alıp almadığı veya ne kadar yer alabildiği, vs vs…

2025 YILI ÇOK ZOR GEÇECEK

“Türkiye bir asgari ücretliler toplumu” saptaması sıkça yapılır. Ama asgari ücretin daha tespit edildiği dönemde bile açlık sınırına eşitlendiği ve izleyecek 12 ay boyunca sürekli aşınarak bunun dahi çok altına gerileyeceği dikkate alınırsa, “açlıkla mücadele eden bir sefalet toplumundan” bahsetmek daha doğru olacaktır. Kaldı ki, “açlık sınırı” da tartışmaya açıktır. Bu sınır için, dört kişilik bir ailenin mutfak giderleri toplamı esas alınmaktadır. Peki ama bu gıdalar hangi ortamda tüketilmeye hazır hale getirilecektir? Mağara çağında yaşanmadığına göre, asgarisinden bir eve, gıdaları pişirmek için bir ocağa, saklamak için bir buzdolabına ve bütün bunlar için enerji kaynaklarına ihtiyaç vardır. Demek ki, “açlık sınırı” olarak bulunan oynak eşiği kira yoksa 1,5’la, kira varsa minimum 2-2,5 ile çarpmak gerekecektir. Oysa Türkiye’de ücretlilerin yüzde 80’i asgari ücretin 1,5 katının altında maaş almaktadır. Peki o zaman bu toplumu nasıl adlandıracağız? Korkut Boratav hocanın dediği gibi, ekonominin bütünü açısından bir ekonomik krize işaret eden göstergeler olmasa dahi, toplumun önemli bir bölümünün toplumsal bunalım koşullarında yaşadığını kabul etmek gerekecektir.

Bu açık bir sefalet tablosudur veya aslında “ikili” bir toplum yapısının da yansımasıdır. Kabaca, bir tarafta çeşitli yoksunluklarla mücadele eden geniş toplum kesimleri, diğer tarafta gelir ve servetlerini durmaksızın şişiren ve esas olarak sermaye sınıfına mensup kategoriler. Bunu TÜİK’in 2024 Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasının sunduğu son gelir dağılımı tablosundan da görebilirsiniz. Nüfusun en alt yüzde 20’lik bölümündeki bindelik bir sözde düzelmeyi dikkate almazsanız, en üst yüzde 20’lik gelir dilimi dışındakilerin tümü gelir kaybına uğramaktadır. Bu, AKP tarzı “yoksullukla mücadelenin” yarattığı eşitsizlik tablosunun dışavurumudur! Elbette bu eşitsizlikler, yüzde 10’luk, yüzde 5’lik ve yüzde 1’lik nüfus dilimleri dikkate alındığında çok daha çarpıcıdır.

Bütün bu eşitsizliğe rağmen Erdoğan/Şimşek istikrar programının hedef aldığı şey, geniş kitlelerin tüketimleridir. Reel olarak artması öngörülen dolaylı vergiler bunun bir ayağıdır. İkinci ayağı ise kısılan toplumsal harcamalardır. 2025’te genel devlet harcamalarının GSYH’ye göre yüzde 2,5 oranında kısılmasının öngörülmesi boşuna değildir! Üçüncü ayağını ise sermaye tamamlar: Enflasyon fırsatçılığı yapılarak fiyatlar şişirilir; kârlara kâr katılırken toplumun tüketimi de kısılmış olur. Enflasyonun vergi olarak kullanılması zaten devlet tarafının da en iyi bildiği şeydir; asla “hedef enflasyona” göre zam yapılmaz! Sonuçta 2024 yılında olduğu gibi gelirler yönünden GSYH bileşiminde ücret gelirlerinin payı 4 puan azalırken, kâr, faiz, rant gelirlerinin payı 7 puan artıverir!

Bu koşullarda otomobil satışlarında 2024’te rekor kırılması da şaşırtıcı olmaz elbette. Gelir dağılımın bozulması kadar dolar kurunun baskılanması da otomobil talebini ve ithalatını coşturmuştur. TÜFE yüzde 44,38 artarken otomobil fiyatlarının benzinlilerde yüzde 15,58 ve dizellerde yüzde 9,85 artmasından daha büyük bir teşvik olabilir miydi yüksek gelirli kesimlere? Daha mütevazı gelir sahiplerinin payına da ikinci el otomobil satışlarında 2024’ü rekor yılı yapmak düşecektir! Enflasyonun yüksek seyredeceğine dair kaygılar da dayanıklı tüketim malları talebini beslemiştir. Ama bunun 2025’te de sürdürülmesi güçtür. İşte 2025’in ekonomisine bu koşullarda girilmektedir…

SAVUNMA HARCAMALARININ BELİRSİZLİĞİ

Bütün bu olumsuz ekonomik ve toplumsal tabloyu daha da karartabilecek olan gelişme, 2025’te Ortadoğu bölgesinin ısınması olacaktır. Dinci-milliyetçi koalisyonun kâh emperyalizmin kuyruğuna takılarak kâh neo-Osmanlıcı heveslerle bir bölgesel emperyalist güç hevesine kapılarak girişeceği veya sürükleneceği maceraların faturalarının çok ağır olma olasılığı vardır. Bu yayılmacı zihniyet, içerde de sözümona “çözüm” tamtamları çalmaktadır. Anayasayı değiştirme çoğunluğuna ulaşmak için yapmayacağı şey yok gibidir. Öte yandan iç siyasette bol kepçe kullanılan “kaset şantajlarının”, dış siyasette iktidar siyasetçileri için “yolsuzluklar” bağlamında kullanılmayacağının da hiçbir garantisi yoktur. Eğer öyleyse Türkiye, rehin alınmış siyasetçiler elinde ciddi güvenlik sorunları yaşayacağı bir yeni yıla da girmiş olmaktadır.

                                                                  /././



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -12 Mart 2025-

İsrail’e uşaklık ve İsmail Kılıçarslan -Ali Ufuk Arıkan- "Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve...