Evrensel " Köşebaşı + Gündem" -21 Ocak 2025-

 Bana plakanı söyle…-Alper Kaya-

20 Kasım 2024’te çok ilginç bir trafik cezası kesildi. Rapora göre, 20 Kasım’da saat 17.57’de polis ekipleri bir aracı durdurarak, plakasından dolayı idari işleme tabi tuttu. Araç, Afyonspor Başkanı Mevlüt Akkuş’a aitti ve plakasında “Afyonspor Kulübü Başkanlığı” ibaresi yazılıydı. Bu ibare, tıpkı cumhurbaşkanı, TBMM başkanı, Anayasa Mahkemesi başkanı, Genelkurmay başkanı, vali ve bakanların makam araçlarındaki gibi kırmızı zemine sarı yazılı olacak şekilde işlenmişti. Aracın normal plakası taktırılıp yola devam ettirildi ancak bir sonraki gün polisleri bir sürpriz bekliyordu.

Mevlüt Akkuş, ‘makam plakasını’ takarak yeniden trafiğe çıkmıştı. Bunun üzerine Afyonspor Kulübü Başkanına sahtecilikten adli işlem yaptırıldı ve 21 bin 834 TL’lik ceza yazıldı.

Üstelik bu olaylar, Mevlüt Akkuş’un başkanlığa seçilmesinden bir hafta sonra gerçekleşmişti! Yerel basının ifadesiyle, Mevlüt Bey başkan olur olmaz ilk icraatı plakasını çıkartmak olmuştu. Mevlüt Bey kendisine plaka taktırırken, takımının ligdeki durumu 1 puanla lig sonunculuğuydu. Plaka mevzusu kendisine sorulduğunda “Kırmızı plaka takarak Afyonsporumuzun değerini artırmak istedik ama emniyetimiz iki kez ceza kesti, kendilerine kırıldım” açıklamasını yapmıştı.

Aradan aylar geçti.

Bugün geldiğimiz noktada Afyonspor’un -2 puanı var ve artık (muhtemelen) ligde de değil.

Çünkü Mevlüt Akkuş, takımı ligden çektiklerini duyurdu. Üstelik bu süreçte, TFF’nin talep ettiği sportif, mali, hukuki, altyapı ve diğer kriterlerdeki eksikleri gidermediği için üç puan tenzil cezasına da çarptırıldığı için bir puanla aldığı takımı -2 puana ulaştırdı. Bu süreçte tahmin edeceğiniz gibi takım hiç puan kazanamadı, üstelik 10-0 ve 6-0 gibi kulüp tarihinin en büyük hezimetlerini peş peşe yaşadı.

Bu takım çok değil, 2018- 2019 sezonunda 1. Lig’de oynamıştı ve 2016- 2017 sezonunda şampiyon olarak yükseldiği 3. Lig’e tekrar hiç düşmemişti. 1. Lig’den düşerken dahi, sadece dört puanlık farkla küme düştüğünü not olarak belirtelim. Hatta bir de istatistik sevenlere gurme bilgi verelim: Afyonspor o sezon kümede kalan iki takımdan (Giresunspor & Balıkesirspor) daha fazla gol atmıştı.

Mevlüt Akkuş ligden çekileceklerini açıklarken de bir klasiği ihmal etmedi; belediyenin ve valiliğin takımı sahipsiz bıraktığını ve bu sahipsizliğin kabul edilemeyeceğini açıkladı. Neredeyse bütün başkanların görevi bırakırken yaptıkları gibi… Hatta sanırım Trump henüz görevi devralmadığı için “Amerikan başkanı dahil herkesi bağlayın!” repliğini söyleyememiş olsa gerek…

Sözün özü bir puanla ve kırmızı plakayla geldi, rekor mağlubiyetler ve -2 puanla gitti. Eminim ki Afyonspor’un değerini artırmıştır.

                                                             /././

Solkskjaer’e sprint testi -Senem Gülkar-

İbreler tersine döndü ve neredeyse kesin gözüyle bakılan Sergen Yalçın liderliği ailevi sağlık sorunları gerekçesiyle gerçekleşmedi. Teknik direktör arayışı sürecindeki tartışmalardan biri; kulüp, neredeyse her köşe başında -maddi, manevi, teknik, beceri ve insan kalitesi şeklinde uzayıp gidecek bir listeyle- yetersizliklerle boğuşurken bunlarla başa çıkabilecek bir isim gerekliliğiydi. Bu doğrultuda elbette yerli, ülkeyi ve Beşiktaş’ın yapısını bilen isimler ön plana çıktı. Fakat tercih, Norveç’ten yana oldu…

Futbolculuğu döneminde Premier League’in büyük takımlarından Manchester United’da 11 sene forma giyen ve futbolu bıraktıktan sonra kariyerine hoca olarak devam eden Ole Gunnar Solskjaer, Beşiktaş’ın yeni teknik direktörü oldu. Bu alandaki kariyeri şimdilik büyük başarılarla dolu olmasa da UEFA’da yürüttüğü maç analistliği görevi nedeniyle Beşiktaş’a çok da yabancı olmadığı düşünülebilir. Fakat bahsi geçen tartışmada, hocanın kulübün mevcut durumunu, yapısını ve hedeflerini net şekilde anlayabilmesi büyük önem taşıyor. Nitekim Giovanni van Bronckhorst’a bunun anlatılması gereken bir süreç yaşanmıştı ve o zamana kadar Bor’un pazarı çoktan geçmişti!

Sanıyorum BJK Medya ve İletişim Bölümünün Solskjaer ile ilgili hazırladığı ikinci video bu soru işaretine cevaben yayımlandı. “Ne İstediğinizi Biliyorum” başlığıyla taraftarlara sunulan görüntülerde hoca, gerçekten “nereye” geldiğini biliyor gibi… Umuyorum ki bu doğrudur ve sırtına geçirdiği ateşten gömleğin onu yaktığı anlarda bu videoyu bir daha izlemeyi tercih eder. (https://x.com/i/status/1880950876543889501)

İşin beceri ve sonuç kısmı ise süreç içinde belli olacak. Ve Solskjaer çok kısa süre içinde çok sıkı bir teste tabi tutulacak. Parçalanmış futbolcu motivasyonu ilk sınavı olacak. Her değişiklik muhakkak pozitif bir esintiye sebep olur fakat bunun fırtınaya dönüşmesi hocanın ellerinde. Takımın son iki maçına baktığımızda, sezon başı kampındaki rezillikler yaşanmayıp yönetsel olarak daha profesyonel şekilde ilerlenseydi, gayet kaliteli ayaklara sahip olduğu görülüyor. Kadroya ne kadar takviye yapılacağı şimdilik belirsiz ama mevcut yapıyla bile bazı şeyler başarılabilir. Bu süreçte Norveçli teknik adamın yaratıcı potansiyelini de görme fırsatımız olacak. 

Videonun sonunda sözünü verdiklerini gerçekleştirebilmek için her Beşiktaş’a hizmet edende olduğu gibi taraftarların desteğini rica ediyor hoca. Bu etki olmadan kimsenin başarılı olamayacağı gerçek ve siyah-beyazlı kalpler elbette buna karşılık verecektir. Ama Solskjaer unutmamalı ki arkasında istediği güç, koskoca bir hayal kırıklığını ve arkadan hançerlenmenin getirdiği öfkeyi göğsünün tam ortasında taşıyor. Bu hissiyata sahip bir topluluktan, hiç umut vadetmeden uzun süreler tepkisizlik beklemek hayalcilik olacaktır. Bu noktada da hocanın baskı altındaki dayanıklılığı test edilecek.

Hançer demişken! Eski Başkan Hasan Arat’ın Avrupa Olimpiyat Komitesi İcra Kurulu üye adaylığını canıgönülden tebrik ediyorum! Beşiktaş Jimnastik Kulübü Başkanlığını öylesi bir hızda terk etmesine sebep olan sağlık sorununun iyileşmesinden ötürü duyduğum sevinci de saklamak istemem. Nitekim kendisine sorulacak bunca soru birikmişken sağlığının iyiye gittiğini öğrenmek beni epey sabırsızlandırdı. Söz verdiği gibi ekranlara çıkıp her şeyi tüm açıklığıyla anlatacağından zerre şüphem yok. Bekliyoruz!..

                                                             /././

'Savaş ilanı'... Kim, kime?-Mustafa Yalçıner-

Beşiktaş Belediye Başkanının tutuklanmasının ardından Ö. Özel “AKP’nin bugün yaptığı iş, CHP’ye düpedüz savaş ilanıdır... Bu savaş ilanını görüyoruz ve kabul ediyoruz.” açıklaması yaptı.

CHP’ye “savaş” ilan edildiğini söylemek yanlış sayılmaz. Ne denli “topyekûn bir saldırı” başlatıldığını göreceğiz, ama bu partiye karşı saldırı başlatıldığı bir gerçek.

Ancak açıklama alelacele yapılmış görünüyor.

Savaşı” ilan eden AKP ile sınırlı sayılamaz. AKP, tabii ki işin içinde. “Savaş ilanı”nda Erdoğan’ın rolü hatta kararlaştırıcı. Ancak “devletin kurucu partisi” CHP’ye bizzat devlet tarafından savaş ilan edildiği de ortada. “Kuruculuk” başka devletin güncelliği başka!

Adını anmanın bile gözaltına alınmak için yeterli olduğu İstanbul Başsavcısı Akın Gürlek’i atayan HSK. Ancak başkalarında olduğu gibi bu atamada da Erdoğan’ın rolü elbette kararlaştırıcı. Atamaları ya doğrudan kendisi yapıyor ya da yapılmasını sağlıyor.

Erdoğan’ın rolü olmaması düşünülemez, ancak düğmesine basarak “savaş ilanı”nı fiilen gerçekleştiren başsavcı Gürlek. İstanbul Başsavcılığı devletin “üç kuvvetinden biri” olan yargının önemli bir pozisyonu. Ve ilan edilen “savaş” ise, yargının işlevi görmezden gelinemez. Ele geçirildiği ve siyasete bağlandığı söylenebilir, ancak yargının, dolayısıyla “kuvveti” olduğu devletin bu ilanla ilgisi olmadığı ileri sürülemez. Ve zaten “savaş”ın AKP tarafından ilan edildiğinin söylenmesi de, yine devletin bir diğer “kuvveti” olan “yürütme” dolayısıyla da devletçe ilan edildiği anlamına gelir.

Üçüncü kuvvet” yasama söz konusu edilecekse, Anayasa’da kanun gerektiği yazan konularda bile artık yürütmenin Erdoğan eliyle yürürlüğe koyduğu “KHK”lerle yasama işlevi yerine getiriliyor. Emekli maaşlarına yapılan son zam, bunun örneği.

Üç kuvvet”ten burjuva ideologlar devleti anladıkları için söz ettik. Yoksa devletin iki temel kurumu ordu ve bürokrasidir ki, eski genelkurmay başkanlarının savunma bakanları olarak Erdoğan kabinelerinde görev almasının olağanlaştığı son yılların ordusunun doğrudan Beşiktaş Belediye Başkanının tutuklanmasında bir rolü olmadı. Alanı değildi. Ama “savaş”ın bürokrasi eliyle ilan edildiği ortada. O emir verdi, bu talimatlandırdı- bunlar teferruattır, yapılan her işin ardındaki somut imzalar bellidir.

Ve bu “savaş” üstelik CHP’ye yönelik olmakla sınırlı sayılamaz.

Sadece CHP muhalefet edemez hale getirilmeye çalışılıyor değil. Evet, CHP ana muhalefet ve diğer muhaliflerden daha büyük önem taşıyor. Ancak bu, hem “bugün için”dir ve “savaş” sadece CHP’ye ilan edilmiş değildir.

Bu ay örneğin BTP Lideri Hüseyin Baş “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla gözaltına alındı ve yurt dışına çıkış yasağı konarak tutuklanmaktan kurtuldu. Ve aynı başsavcı, anketlerde AKP’yle MHP’den aldığı yüzde 4-5 oyu görülen ve Erdoğan’a sert eleştirileriyle bilinen Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ hakkında dün aynı türden hakarette bulunma suçlamasıyla soruşturma başlattı.

Ve DEM Parti çok önceden başlatılmış bir “savaş”a muhatap. CHP’nin iki belediye başkanı tutuklanmışken bu partinin çok daha fazla belediye başkanı tutuklu. Üstelik son “açılım” süreciyle hedefte olan da bu parti.

Sadece partiler mi? TTB ve en son İstanbul Barosu “savaş ilanı”na muhatap değil mi?

Ve CHP’ye niçin şimdi savaş ilan edildi? Yurt dışı gelişmeler bir yana, asıl birkaç yıldır işsizleri ve emeklileriyle birlikte açlıkla sınanmakta olan işçi ve emekçilere açılan savaş yoğunlaştırıldığı ve CHP de bunu dile getirmeye başladığı için değil mi?

Şüphesiz ilgili, ancak sorun, cumhurbaşkanı adaylarının önünü kesmekten ibaret sayılamaz. Tabii ki cumhurbaşkanı seçimi önemli. Ama her şey seçim ve sandık değil. Her kademede toplantılar da önemli ve düzenlenmeli. Ancak adaylık çekişmelerine yer olmadığı kadar toplumsal muhalefetin birliği perspektifine sahip olmak şart.

Partilerle, sendikalar, barolar vb. ile birliğin amaç değil, işçi ve emekçilerin birliğine hizmet edecek türden bir araç olabileceğini görmeden ilerlenemez. Sadece toplantılar, parlamento konuşmaları, paneller vb. “Savaşın kazanılmasına” yetmez. Asıl olan, işçi ve emekçilerle onların grev, direniş, boykotlar vb. türünden yaptırım gücü olan eylemliliğidir.

                                                            /././

Trump’ın kabinesindeki ‘dostlar’ ve ABD’nin Ortadoğu politikası -Yusuf Karadaş-

Trump’ın başkanlık görevini yeniden devralmasının ardından en çok tartışılan konulardan birini yeni dönemde ABD’nin Ortadoğu politikasının nasıl şekilleneceği oluşturuyor. Trump’ın kazanmasına en çok sevinenler arasında yer alan Türkiye’deki iktidar, Trump ile Erdoğan arasındaki kişisel “dostluğa” güveniyor. Gerçekten de Trump, Erdoğan’dan söz ederken sıkça “dostum” sözünü kullanıyor. Öte yandan Trump’ın yeni kabinesine bakıldığında Erdoğan iktidarının genel olarak bölge (Ortadoğu) ve özel olarak Suriye Kürtlerine yönelik politikasına karşı olan (Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Savunma Bakanı Pete Hegseth ve Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz gibi) isimler dikkat çekiyor. O yüzden bu isimler de “Kürt dostu” olarak tanımlanıyor. Trump daha baştan çatışacağı isimleri kabineye seçmeyeceğine göre, onun ya da kabinedeki isimlerin kurduğu/kuracağı “dostluğun” sınırlarının ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları tarafından belirleneceğini tahmin etmek zor değil. Ancak bu durum kabinedeki isimlerin ABD’nin bölge politikasındaki yönelim ve önceliklerini anlamak bakımından önemsiz olduğu anlamına da gelmiyor.

Trump’a dair yapılan analizler onun ani kararlar veren ve kişisel ilişkilere önem veren bir siyasetçi olduğu konusunda birleşiyor ve sıklıkla bu özelliklerinin uygulayacağı politikaları ‘öngörülemez’ hale getirdiği yorumları yapılıyor. Ancak bu ‘öngörülemezliğin’ dünya bir ‘belirsizlikler’ döneminden geçerken ABD emperyalizminin elini güçlendirici bir rol oynadığı gerçeği görmezden geliniyor. Zaten Trump’ın kişisel diyaloga önem vermesi de bu belirsizlikler karşısında daha kolay sonuç almaya ve ABD’nin emperyalist tekellerinin çıkarlarını korumaya hizmet ediyor. Bu nedenle Trump’ın mesela Putin’le kurduğu kişisel ilişki ve uzlaşma yönündeki mesajları “deliliğinden” değil, ABD’nin emperyalist tekelleri için daha yakın bir tehdit olan Çin’i durdurma ve bunun için yalnızlaştırma ihtiyacından kaynaklanıyor.

Bu durum Trump’ın Erdoğan ile “dostluğu” ve kişisel ilişkileri bakımından da açıklayıcıdır. Türkiye’deki iktidarın temsilcileri Trump’ın başa geçmesiyle birlikte Rusya’dan satın alınan S-400 hava savunma sistemi nedeniyle uygulanan CAATSA (düşmanlara yaptırımla karşı koyma yasası) yaptırımlarının kaldırılması ve Türkiye’nin yeniden F-35 programına dahil edilmesi beklentisi içinde bulunuyor. Dahası Trump’ın geçmişte olduğu gibi (2019) Suriye Kürtlerine karşı yeni bir operasyon için yeşil ışık yakabileceği umudunu taşıyor.

Trump’ın Türkiye gibi NATO müttefiki önemli bir bölgesel güçle ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları temelinde ilişki ve iş birliği geliştirmek ve bunun için Erdoğan’la kişisel dostluğunu kullanmak isteyeceği konusunda bir soru işareti bulunmuyor. Ancak bu durum Trump’ın siyaset yapma tarzıyla birlikte düşünüldüğünde yaptırımları kaldırma beklentisinin aksine bunların önümüzdeki dönem Suriye ve Doğu Akdeniz’den Karadeniz ve Kafkasya’ya kadar Türkiye’yi ABD’nin bölgesel çıkarları ekseninde daha açık tutum almaya zorlamak için kullanacağının işaretlerini veriyor.

Trump’ın kabinesinde “Kürt dostu” olarak tanımlanan isimlerin üstlendikleri görevler, önümüzdeki dönemde ABD’nin bölge politikasının nasıl şekilleneceği bakımından önemli veriler sunuyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Savunma Bakanı Pete Hegseth ve Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz “Kürt dostu” olarak tanımlansalar da asıl olarak İsrail’e açıktan destek vermeleri ve İran’a karşı sertlik yanlısı olmalarıyla biliniyorlar. Dolayısıyla bölgede İsrail üzerinden yürütülen yeniden dizayn politikası, Erdoğan iktidarının bir tehdit olarak gördüğü Suriye’deki Kürt özerk yönetimi ve askeri gücü Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) ortadan kaldırma beklentisinin aksine ABD için önümüzdeki dönemde de Kürtlerle iş birliğini bir ihtiyaç haline getiriyor. Çünkü bu iş birliği ABD ve İsrail için Suriye’de yönetimi ele geçiren HTŞ’nin (Heyet Tahrir eş Şam) kontrol edilmesinden İran’ın Kürt sorunu üzerinden daha fazla sıkıştırılmasına ve Erdoğan iktidarının hareket alanının sınırlanmasına kadar birçok bakımdan oldukça işlevsel bir rol oynuyor. Dışişleri Bakanı Saar başta İsrail’in Kürtlere verdiği destek ve iş birliği mesajları da bu politika içinde anlam kazanıyor.

Bu noktada Yeni Dışişleri Bakanı Rubio’nun ABD Kongresinde adaylığının onay süreci kapsamında senatörlerin sorularını yanıtlarken SDG’yle iş birliğinin devam edeceğini söylemesine ve Erdoğan iktidarını ABD’deki iktidar değişimini Kürtlere saldırı için bir fırsata dönüştürmemesi konusunda uyarmasına da dikkat çekmek gerekiyor. Elbette bu politika, iktidar ortağı Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu yeni süreçle de bağlantılı olarak, ABD ve Türkiye arasında Kürt sorunu konusunda Kürtlerin gücünün belli düzeyde sınırlanması üzerinden bir uzlaşmayı da dışlamıyor. Aksine ABD, Erdoğan iktidarını böylesi bir uzlaşmaya zorlayarak hem Kürtlerle ve hem de Erdoğan iktidarı ile kendi bölgesel çıkarları temelinde iş birliğini sürdürmek istiyor. Bugün bu uzlaşı arayışıyla ilgili en kritik noktayı Suriye’deki HTŞ yönetimi ile SDG arasında orduya katılım koşulları ve Kürtlerin statüsü konusunda sürdürülen pazarlıklar oluşturuyor.

Burada Suriye’deki HTŞ yönetimiyle de ilgili bir parantez açmak gerekiyor. HTŞ, İdlib’de olduğu ve iktidarı ele geçirmek için harekete geçtiği süreçte önemli oranda Türkiye’ye bağımlı bir pozisyondaydı. Ancak bugün tablo giderek değişiyor ve BAE ile S. Arabistan başta olmak üzere körfez ülkelerinin yeni Suriye yönetimi üzerinde etkisi artıyor. Çünkü Suriye’nin imarı ve bölgede kendini kabul ettirebilmesi Türkiye’den çok bu ülkelerle kuracağı ilişkilere bağlı bulunuyor. BAE ve S. Arabistan gibi körfez ülkelerinin yeni Suriye üzerinde oynadığı rolün aynı zamanda ABD’nin bölgede İran’ı Türkiye’den çok (İsrail’in hassasiyetleri nedeniyle) bu ülkeler üzerinden dengeleme politikasıyla da önemli bir ilişkisi bulunuyor.

Öte yandan Trump’ın yeni dönem politikasındaki öncelikleri belirlemek üzere hazırlanan ‘Projekt 2025’te Çin’in “ABD’nin ulusal güvenliği için en büyük tehdit” olarak tanımlanması da önümüzdeki dönemde Ortadoğu’nun önemini azaltmıyor. Aksine ticaret yolları/koridorları (Çin’in Yol-Kuşak Projesi ve ABD’nin başını çektiği Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru) rekabeti ve Çin’in enerji ihtiyacı başta olmak üzere, Ortadoğu bu güçler arasındaki mücadelenin en önemli kavşaklarından birini oluşturuyor.

Sonuç olarak, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde ‘direniş eksenine’ vurulan darbelerin bir devamı biçiminde bölgede İran’ın gücünü kırma ve bağlı olarak Rusya ve Çin’in bölgede hareket alanını sınırlama politikası bağlamında İsrail merkezli dizayn politikasını sürdüreceği anlaşılıyor. Trump’ın ve kabinesindeki isimlerin bölgedeki aktörlerle “dostluğunun” sınırlarını da buradaki politik çıkarlarının ve İsrail’in “güvenliği”nin belirleyeceğini söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Türkiye ve bölge halkları, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin bu hesaplarını boşa çıkarabilecek bir mücadele hattını kuramadıkları sürece geleceklerinin bu güçlerin çizeceği sınırlar içinde belirlenmesini değiştirmeleri de olanaklı görünmüyor.

                                                            /././

6 gazeteci tutuklandı

İstanbul merkezli operasyonda gözaltına alınan 6 gazeteci mesleki faaliyetleri gerekçe gösterilerek tutuklandı.

İstanbul merkezli soruşturma kapsamında 17 Ocak'ta yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan gazeteciler Necla Demir, Rahime Karvar, Ahmet Güneş, Welat Ekin, Vedat Örüç ve Reyhan Hacıoğlu, "örgüt üyeliği" iddiasıyla tutuklandı. 

İstanbul'da gözaltına alınan Necla Demir, Rahime Karvar, Ahmet Güneş ve Welat Ekin, Çağlayan’da bulunan İstanbul Adliyesi’ne getirildi. Van’da gözaltına alınan Reyhan Hacıoğlu ve Mersin’de gözaltına alınan Vedat Örüç’ün ise bulundukları kentlerden Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla ifadeleri alındı. 

Savcı, gazetecilerin ifadelerini almayarak tutuklama istemiyle Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk etti. Hakimlik, 6 gazetecinin de "örgüt üyesi olmak" iddiasıyla tutuklanmasına karar verdi. 

Gazetecilerin tutuklanmasına yaptıkları haber ve tartışma programları gerekçe gösterildi.   

GAZETECİLER: ÖZGÜR BASIN SUSTURULAMAZ

Gazeteciler, tutuklama kararını zafer işareti ve "Özgür Basın susturulamaz" sloganıyla protesto etti. Adliyedeki gazeteci ve yurttaşlar da tutuklanan gazetecilere destek verdi. 

Haklarında tutuklama kararı verilmesinin ardından gazeteciler gönderdikleri mesajda, "Gerçekleri yazmaya, gerçekleri konuşmaya ve kadınların sesi ve sözü olmaya devam edeceğiz. Hero'nun, Gülistan'ın, Nazım'ın ve Cihan'ın kalemini biz yere bırakmadık. Gözümüz arkada değil, arkadaşlarımız kalemimizi devralacak. Umutsuz değiliz, tüm arkadaşlarımıza selamlarımızı iletiyoruz. Hakikat nasıl susturulamazsa özgür basın da susturulamaz" ifadelerini kullandı.

https://www.evrensel.net/haber/540520/tutuklanan-gazetecilerin-avukati-anlatti-karar-onceden-verilmisti

https://www.evrensel.net/haber/540512/ayni-hakim-bir-ayda-13-gazeteci-tutukladi-tek-fark-tutuklandiniz-demesi-oldu

                                                                 ***

(Evrensel)


Kartalkaya Otel Yangını/Cumhuriyet -21 Ocak 2025-



Bolu'da kayak merkezinde yangın faciası... Ölü ve yaralılar var!-Cumhuriyet-

Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'ndeki bir otelde çıkan yangında ilk belirlemelere göre 10 kişi hayatını kaybetti, 32 kişi de yaralandı. Bolu Valisi Abdulaziz Aydın, yangının 4’üncü kattaki restoran bölümünde başladığı ihtimali üzerinde durulduğunu belirtti. Adalet Bakanı Tunç da, yangınla ilgili soruşturma başlatıldığını duyurdu.

Köroğlu Dağları'nın zirvesinde yer alan merkezdeki bir otelde henüz belirlenemeyen nedenle yangın çıktı. Alevler kısa sürede oteli sardı. İhbar üzerine bölgeye kent merkezi, ilçeler ve çevre illerden çok sayıda itfaiye, AFAD, UMKE ve sağlık ekibi ile helikopter sevk edildi. Yangın nedeniyle otelde kalanlar tahliye edilirken ekiplerin geniş çaplı yangını söndürme çalışmaları sürüyor.


RESTORAN BÖLÜMÜNDE BAŞLADIĞI İHTİMALİ ÜZERİNDE DURULUYOR

Bolu Valisi Abdulaziz Aydın, yangının 4’üncü kattaki restoran bölümünde başladığını, üst kattaki katlara sıçradığı ihtimali üzerinde durulduğunu ve kesin çıkış nedeninin yapılan çalışmaların ardından netlik kazanacağını söyledi.
Otelin üst katlarında devam eden yangına, müdahalenin sürdüğünü belirten Vali Aydın, ekiplerin ölü ve yaralı olma ihtimaline karşın odaları tek tek kontrol ettiğini ifade etti.

BAKAN YERLİKAYA'DAN AÇIKLAMA
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da, yangını ile ilgili şunları kaydetti:
"Bugün saat 03:27’de Kartalkaya Kayak Merkezinde bulunan bir otelde yangın çıktığı ihbarı alınmış, yangına çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarından 267 personelle müdahale edilmiş ve müdahaleye devam edilmektedir. Maalesef vefat edenlerin sayısı 10’a yaralı sayısı 32’ye yükselmiştir. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum."

SORUŞTURMA BAŞLATILDI!
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, faciaya ilişlin yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:
"Bolu Kartalkaya'daki bir otelde çıkan yangınla ilgili Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından adli soruşturma başlatılmış olup, 6 Cumhuriyet savcısı görevlendirilmiştir. Ayrıca 5 kişilik bilirkişi heyeti oluşturulmuştur. Soruşturma titizlikle sürdürülmektedir."
                                                      ***
Bolu Kartalkaya'da yangının çıktığı otelde Sözcü yazarı da vardı: Nedim Türkmen ve ailesine ulaşılamıyor!-Cumhuriyet-
Türkiye'nin konuştuğu Bolu Kartalkaya'daki yangın faciasında Sözcü gazetesi yazarı Nedim Türkmen de ailesiyle birlikte o oteldeydi. Türkmen'e sabah saatlerinden bu yana ulaşılamıyor...

İtfaiye ekiplerinin sabah 03.27'de başlayan yangına müdahalesi sürerken Sözcü gazetesi yazarı Nedim Türkmen'in de facianın yaşandığı otelde olduğu öğrenildi. Ailesiyle birlikte otelde olan Türkmen'e sabahtan bu yana ulaşılamıyor.
                                                        ***

Bolu Kartalkaya'daki yangın faciasında 13. kat ayrıntısı: AKP'li ismin ailesi de oradaydı, saatlerdir ulaşılamıyor!

Bolu Kartalkaya kayak merkezindeki Grand Kartal Otel'de meydana gelen yangında facianın net sonuçları henüz belirlenemezken 13. kat ayrıntısı ortaya çıktı. Gazeteci Caner Güngör tv100 canlı yayınında verdiği bilgilerde, 13. katta ulaşılamayan insanlar olduğu bunlardan birinin de AKP Bolu eski milletvekili Mehmet Güler’in kızı, damadı ve torunu olduğunu belirtti.

Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'ndeki Grand Kartal Otel'de çıkan yangında ilk belirlemelere göre 10 kişi öldü, 32 kişi yaralandı. Otelin doluluk oranının yüzde 80-90 civarında olduğu, 12 katlı ahşap otelde 234 kişinin konakladığı belirtiliyor.  Köroğlu Dağları'nın zirvesinde yer alan merkezdeki bir otelde henüz belirlenemeyen nedenle yangın çıktı. Alevler kısa sürede oteli sardı. İhbar üzerine bölgeye kent merkezi, ilçeler ve çevre illerden çok sayıda itfaiye, AFAD, UMKE ve sağlık ekibi ile helikopter sevk edildi.

SORUŞTURMA BAŞLATILDI
Faciaya dair açıklama yapan Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, "Bolu Kartalkaya'daki bir otelde çıkan yangınla ilgili Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından adli soruşturma başlatılmış olup, 6 Cumhuriyet savcısı görevlendirilmiştir. Ayrıca 5 kişilik bilirkişi heyeti oluşturulmuştur. Soruşturma titizlikle sürdürülmektedir" açıklamasında bulundu.

13. KAT AYRINTISI: AKP'Lİ İSMİN AİLESİ DE ORADAYDI
Gece saatlerinde başlayan yangında söndürme çalışmaları hala devam ederken 13. kat detayı ortaya çıktı.Gazeteci Caner Güngör tv100 canlı yayınında verdiği bilgilerde 13. katta ulaşılamayan insanlar olduğu bunlardan birinin de AKP Bolu eski milletvekili Mehmet Güler’in kızı, damadı ve torunu olduğunu belirtti.

(Cumhuriyet)
 

soL "KÖŞEBAŞI+GÜNDEM"-21 Ocak 2025-

Soykırımın dönüşümü mü?-Engin Solakoğlu-

Direniş sadece bir hak değil aynı zamanda insani bir tepkidir. Ne kadar bastırırsanız bastırın, bir şekilde yolunu çizer. Doğru zaman ve zeminde örgütlenirse halkların direnişi planı bozar.

İsrail'in Filistin halkına karşı başlattığı imha savaşı 470 günü doldurdu. Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğum saatlerde iki taraf arasında geçici bir ateşkesin başlaması bekleniyordu. 

İşe anlaşmanın içeriğinde ne olduğuna bakmakla başlayalım. Varılan ateşkes anlaşmasının birinci aşaması 6 hafta içerisinde 33 İsrailli rehinenin 1997 Filistinli tutsakla değişimini öngörüyor. İkinci aşamada Gazze'nin İsrail tarafından işgaline son verilmesi yer alıyor. Üçüncü aşamada ise geri kalan rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze'nin yeniden imarı bulunuyor. Anlaşmanın tam metnini görmek mümkün olmadı ama BM uzmanlarının verdiği bilgiye göre içerik bundan sekiz ay önce varılan anlaşmayla aynı. O halde neden şimdi sorusu da sorulmalı. Yanıtı basit. Trump yönetimi öyle istediği için. Bunu açacağız.

Katar, Mısır ve Amerika Birleşik Devletleri'nin iki taraf arasında yürüttüğü müzakereler sonucunda ortaya çıkan bu anlaşma her gün bombalanan ve katledilen Filistin halkına elbette nefes aldıracaktır. Keza İsrail tarafından engellenen insani yardımların bölgeye girişine olanak sağladığı gibi, Siyonist rejimin yürüttüğü imha politikasına mal taşıyanlara “bakın şu kadar insani yardım gönderdik” makamından böbürlenmek fırsatı da verecektir. Dolayısıyla silahların bir süre için dahi olsa susması iyidir ama tek başına yeterli midir? Daha ayrıntılı şekilde sorarsak, bu anlaşmadan Filistin ve bölge halkları için parlak bir gelecek çıkabilir mi?

Sırayla gidelim. Elbette İsrail’in bu anlaşmaya uyacağının garantisi yok. Tel Aviv’den yükselen sesler bu yönde pek umut vermiyor. İsrail kabinesinin insanlıktan en yoksun üyelerinden Maliye Bakanı Smotrich ile Güvenlik Bakanı Ben Gvir, Netanyahu’dan ateşkesin İsrail’in Gazze’yi “dönüştürme” planlarından geri dönüş anlamına gelmediği yolunda güvence aldıklarını söylüyorlar. Smotrich “Gazze’nin yaşanamaz bir yer hale geldiğini ve bundan sonra da öyle kalacağını” söylemekte beis görmüyor. Netanyahu ise kâh kabine üyelerinin itirazını ve koalisyon dengelerini, kâh bir takım eften püften bahaneleri kullanarak ipe un sermeye kalkıştı ve bu arada Gazze’deki katliama son dakikaya kadar devam etti. Ateşkes anlaşmasına varıldığının açıklanmasından bu yana yarısından fazlası kadın ve çocuk olmak üzere yüzden fazla Filistinli öldürüldü. Birinci aşama aşılsa dahi ikinci aşama yani İsrail’in Gazze’deki işgalini bütünüyle sonlandırması ihtimali düşük görünüyor. Özellikle Mısır sınırındaki Philadelphia koridorundan çekilme konusu uzun pazarlıklara sahne olmaya aday.

İsrail’in yan çizme niyeti gerçek de olsa Trump yarın göreve başladıktan sonra Netanyahu üzerindeki baskıyı arttıracak ve İsrail Başbakanının çıkış/kaçış yollarını kapatacaktır. Sonuç olarak İsrail önünde sonunda Trump yönetiminin Ortadoğu için kurduğu oyuna dahil olacaktır. Tel Aviv için başka bir seçenek mevcut değildir. Nitekim ateşkes anlaşmasının üç saatlik bir gecikmenin ardından yürürlüğe girdiği haberleri geldi. Buna uygun olarak Hamas bugün akşam saatlerinde 3 rehineyi serbest bırakacağını duyurdu bile.

Netanyahu’nun durumu zor. Şimdi bir çok kentimizde yaşanan bir süreç geliyor aklıma İsrail’in soykırımcı ve hırsız Başbakanını düşünürken. Kentsel dönüşüm diyorlar. Binalar yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Bir binayı kafanıza göre yıkamıyorsunuz. Bunun için bir yıkım müteahhidi gerekiyor. Parasını alıp yıkıyor. Ne var ki yeni binayı o yapamıyor. Bu defa da bir inşaat müteahhidi gerekiyor. O da parasını alıp “yuvanızı” yapıyor.

Hırsız Bünyamin Ortadoğu’da bir yıkım müteahhidi gibi çalıştı. ABD’nin sağladığı silah ve parayla Gazze’yi dümdüz etti. Fırsattan istifade Batı Şeria’da yağma ve talanı artırdığı gibi Abbas yönetimini de iyice köleleştirdi. Cihatçı çeteler ve destekçileri eliyle bölgede ABD ve İsrail çıkarlarının önündeki tek devleti, Suriye’yi yıktı. Lübnan’a saldırıp, iç dengeleri eni konu değiştiren bir süreç başlattı. Bir başka deyişle, İsrail’i yenilgiye uğratabilen tek askeri gücün sahibi Hizbullah’ı, Lübnan’a odaklanmaya mecbur etti. En önemlisi İran’ı fiilen oyun dışı bıraktı. Deyim yerindeyse ABD’nin Ortadoğu’da arzu ettiği yıkımı gerçekleştirdi ve araziyi inşaata hazır hale getirdi.

Şimdi yeni bir yapı kurmak için bir inşaat müteahhidi gerekiyor ve Netanyahu bu iş için doğru kişi olmayabilir. Trump’ın esas faaliyet alanının inşaat olduğunu da hesaba katarsanız bu işe daha uygun bir kişi arayacağını ve bulabileceğini kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Bir kere, Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımdan sonra ne kadar kişiliksiz, ABD’nin himmetine muhtaç ve emperyalizmle uyumlu olurlarsa olsunlar, bölge liderlerinin Netanyahu’nun elini sıkabilmeleri, saraylarında ağırlayabilmeleri ve bandolu, süvarili, kostümlü karşılamalar düzenlemeleri kolay olmaz. O yüzden elinin kanı daha iyi gizlenebilecek bir İsrailli lidere, daha kabul edilebilir ya da ettirilebilir bir İsrail’e ihtiyaç var. Hele bir de “az buçuk solcu, liberal” filan olursa tadından yenmez. CNN, VoA, BBC, Deutsche Welle ve France 24’ün eli armut toplayacak değil ya, “Ortadoğu’ya medeniyet taşıyan İsrail” imajına kolaylıkla geri dönebiliriz. Soykırım ortadan kalkmaz ama dönüştürülmüş olur.

Herkes biliyor ki, Trump Ortadoğu’da silahlardan çok paranın konuştuğu bir düzen kurmanın peşinde. Suudi Arabistan başta olmak üzere bütün Arap ülkelerinin İsrail’le ticari ve siyasi ilişkiler kurduğu bir bölge istiyor. O tasarımda bir Filistin de olacak. Bunun için Gazze’nin bir şekilde Batı Şeria’laşması, Hamas’ın ve diğer direniş unsurlarının da Abbas’laştırılması gerekiyor. Sinwar’ın öldürülmesinden sonra Hamas’ın İran’dan uzaklaşarak, Körfez monarşileri ve Türkiye’ye yaklaştırılması mukadderdi. Ateşkes aynı zamanda bu hedefe ulaşıldığının bir kanıtı olarak da yorumlanabilir. Bu arada Lübnan’ın Suudi parasıyla ehlileştirilmesi, Suriye’nin “Lübnanlaştırılması”, Irak’ın da “İransızlaştırılması” gündemde olacaktır. Ondan sonra gelsin Körfez parası, kurulsun ulaştırma koridorları ve birbirine eklensin çeşit çeşit boru hatları! Yeniden imar, bolca inşaat derken ABD’nin bölgedeki yancılarının sermaye sınıflarına da açılsın yeni iş, daha doğrusu emek sömürüsü alanları...

Buradan Ortadoğu halkları için hayırlı bir sonuç çıkmayacağını tahmin etmek için falcı olmak gerekmez. 

Peki bu plan işler mi, Trump’un arzu ettiği bölge tasarımı hayata geçer mi? İşte o daha zor. Birbiriyle ilintili oldukları kadar farklı hareket etme eğilimi de bulunan çok sayıda aktörün öncelikleri ve davranışları ABD tarafından nasıl ve ne kadar uyumlaştırılabilecek göreceğiz. Kan dökme ve genişleme güdüsünü içselleştirmiş bir İsrail’in diplomasi yoluyla yetinen bir devlet haline getirilmesi başlı başına bir mesele olacaktır. ABD her zaman yaptığı gibi Trump döneminde de İsrail’in savaş ihtiyacını bir ölçüde gidermesine göz kapayabilir. Bununla birlikte Trump düzeninde Ortadoğu’da ateşlenen her silah esas planının gerçekleştirilmesini güçleştirme ve geciktirme tehlikesini de beraberinde getirecektir. Planı uygulamak isteyenlerin karşılaşacakları bir diğer güçlük ise bu plana maruz kalacak halkların direnç göstermeleri olabilir. Filistinliler başta olmak üzere, bölge halkları Ortadoğu’nun bu dönüşümünden zarar görecekleri bilinciyle direnişlerini farklı şekillerde sürdürebilirler. Örneğin ortada on binlerce ölü varken Filistinli gençlerin Abbas yönetimindeki Batı Şeria’daki gibi köleleştirilmiş bir düzende ikinci sınıf insan gibi yaşamaya itiraz geliştirmemeleri beklenemez. 

Direniş sadece bir hak değil aynı zamanda insani bir tepkidir. Ne kadar bastırırsanız bastırın, bir şekilde yolunu çizer. Doğru zaman ve zeminde örgütlenirse halkların direnişi bu planı da benzerlerini de bozar. 

                                                             /././

Yalnız farenin kafesi -Nevzat Evrim Önal-

Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor.

Kafesinde, yaşamak için ihtiyaç duyduğu her şey vardı farenin.

Bir mama kabı ve bir koşma tekerleği vardı mesela. Tekerleğe binip koştukça, dışarıya bağlı bir borudan kabına mama doluyordu. Tekerleği döndürdüğü her tur için bir lokma. Boş mama kabına düşen mamaların tıkırtısını duydukça daha hevesle koşuyordu fare. Mamaları yanaklarını doldura doldura nasıl yiyeceğini, sonra tok karnına nasıl uyuyacağını hayal ediyordu.

Tekerleği kafesin dışındaki bir üretece bağlıydı. Kendisi için bir kap mama ürettiğinde, onu kafese koymuş efendileri için on kap, yirmi kap mama üretmiş oluyordu. Ama bunun farkında değildi fare. Bilmiyordu ama koşuyordu.

Ne var ki, bazen farenin tekerleği kilitleniveriyordu. Ne kadar koşsa dönmüyor, kabına mama dolmaz oluyordu. Böyle zamanlarda çaresiz, efendilerine yakarıyor; yeterince hızlı koşmadığını bildiğini, kilidi açarlarsa daha hızlı koşacağını söylüyordu.

Kafesinde yalnızdı fare, ama türünün tek örneği değildi. Milyarlarca fare vardı dünyada, kafesler bitişik nizam dizilmişti. Her kafesin bittiği yerde diğerinin kafes başlıyordu. Ama, farenin nasıl çalıştığını anlamadığı bir düzenek sürekli kafeslerin dizilimini değiştiriyordu. Koşmayı bırakıp dışarı her baktığında sağındaki, solundaki, altındaki, üstündeki kafeslerde başka fareler oluyordu.

Fare zaman zaman bu komşularıyla konuşuyordu. Bazen birbirlerine tıslıyor, bazen kafes tellerinin arasından koklaşıyorlardı ama bu sosyalleşmelerin hepsinde gönülsüzdü; bugün komşu olduğunun yarın gideceğini, yerine tanımadığı bir başkasının geleceğini, onunla da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşayacağını biliyordu. Bu yüzden tekerleğinde koşmadığı, kabından mama yemediği ve uyumadığı zamanın çoğunu kafesinin tellerine asılı aynanın önünde geçiriyordu fare. Pür dikkat kendini inceliyor, her bir detay ve nüans üzerine kafa yoruyor, diğer farelerden ne kadar farklı olduğunu düşünüyordu.

Bir gün yaşlanacak, tekerleğini eskisi gibi hızlı döndürememeye başlayacaktı. Bunu bildiği için, bugün henüz sağlıklıyken çok koşup, kafesinin bir kenarına mama saklamaya çalışıyordu fare. Ama ne zaman biriktirdiği mamalara baksa, bir kısmı küflenmiş oluyordu.

Günler yılları kovalıyor, böylece yaşayıp gidiyordu fare.

***
Abartılmış hiçbir şey yok bu kıssada. Patron sınıfının hayal ettiği gelecek, kapitalizmin ütopyası böyle bir şey.

Tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz her bir insanı bu kadar yalnızlaştırabilecek derecede “gelişmiş” olmaması. Dünyanın her yerinde, emekçi insanların birbirleriyle kurduğu her sosyal ilişkinin yerine metalarla kuracakları tüketim ilişkileri koyamıyor. Çünkü bu metaların hepsinin öncelikle emekçilere satılabilmesi gerekiyor ve emekçi sınıfın emek üretkenliğinin düzeyi, bir yandan her bir emekçinin, böyle metalarla kuşatılmış, yalnız ve izole bir hayat yaşayacağı tüketim düzeyini mümkün kılacak, diğer yanda ise sermaye birikimini sürdürecek bir noktaya henüz ulaşmadı.

“Henüz” vurgusunun altını çizmek istiyorum. Zira kimsenin şüphesi olmasın, sermaye sınıfı gelişmekten bunu anlıyor ve hayata hep bu yönde müdahale ediyor. Bunu, kişi başına tüketim düzeyinin hayli yüksek olduğu emperyalist ülkelerde toplumsal yaşantının ve bireyin nasıl kurgulandığına, ya da o kadar uzağa gitmeden, kendi ülkemizin metropollerindeki emekçilerin nasıl yaşadığına bakarak teyit edebilirsiniz. Tüm dünyada tüketim artıyor, ama hiçbir yerde yoksulluk azalmıyor ve Marx’ın dediği gibi, ileride olan, geriden gelene gelecekteki halini gösteriyor.

Mesele ne insanların kendi evlerine kapanması ne yüzlerini cep telefonlarından, sosyal medyadan kaldırmıyor olması. Bunların tümü izolasyonu kolaylaştıran metalar ile kurulan ikincil ilişkiler. Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor. Farenin kafesinin tellerini egemen ideolojinin uyartılarıyla inşa edilmiş, bu yüzden kırılgan, ama pek kıymetli kişiliği oluşturuyor.

***
Fare benzetmesinden rahatsız olan varsa, hatırlatmak isterim: İnsanın evrimini geriye doğru takip ettiğinizde, kendi erkekliğini balyoz zannedip “alfayım malfayım” diye etrafta gezinen bilumum dallamanın kendini benzettiği yırtıcı hayvanlara, kurtlara, aslanlara, kaplanlara, kartallara falan değil fareye varıyorsunuz. Tıbbi deneyler bu yüzden fareler üzerinde yapılıyor.

Bu deneylerden biri antidepresan ilaçların etkinliğini ölçmek için kullanılıyor. Bir ismi “Davranışsal Umutsuzluk Testi” ama sevimsiz çağrışımlarından dolayı “Zorunlu Yüzme Testi” ismi kullanılıyor. Bu testte önce fareyi kaçma imkânı olmayan su ile dolu bir kavanoza atıyorsunuz. Hayvan 15 dakika debelendikten sonra çıkartıp 24 saat bekletiyorsunuz. Sonra hayvanı bir kez daha kavanoza atıp, bu kez beş dakika bekletiyor ve bu beş dakika içerisinde hayvanın kurtulmaya çalışmadığı, yani sadece kafasını suyun üzerinde tutmak için gereken eforu gösterdiği süreyi ölçüyorsunuz.

Bir antidepresanın etkinliği, hayvanın kavanoza ikinci kez atıldığında pasif bekleme süresinin kısalmasıyla, yani kurtulamayacağını bilse de çaba göstermesiyle ölçülüyor.

***

Son 40-50 yılda giderek daha fazla konuşulur hale gelmiş sorunlara bakın; obezite, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, her türlü bağımlılık, narsisizm, depresyon… Tamamında yukarıda anlattığım gidişatın olumsuz yönde ve güçlü bir katkısı olduğunu görürsünüz.

Kapitalizmi savunan liberaller sürekli kişi başına düşen tüketimin yükseldiğinden, ortalama ömrün uzadığından bahsediyor. Her yıl herkese yetecek olandan çok daha fazla gıda üreten bu bolluk düzeninin halen yılda dokuz milyondan fazla insanın açlıktan ölmesini engelleyemiyor olması bir yana; insanlar daha fazla meta tüketirken de “iyi” hayatlar yaşanmıyor. Kapitalizm geliştikçe emekçi insanlar özgürleşmiyor; bir esaretin yerini başka bir esaret alıyor. Yoksunluğun en kaba biçimi olan açlık aşılıyor, bu sefer de giderek tüm insani değer ve ilişkilerin yerini metaların aldığı, insanların kendi ürettikleri şeylerin kölesi haline geldiği bir tüketim hayatının yarattığı yoksunluklara, bu yoksunluklardan üreyen sağlıksızlıklara varılıyor.

Peki, ne yapmalı?

Kapitalizmin “insan doğasına en uygun sistem” olduğunu iddia eden bütün ideologlar her birimizi ilkel dürtülerine indirgemeye, fareleştirmeye çalışan bu düzene alkış tutuyor. Ama biz insanız, fare değiliz. Bizi kemirgenden ayıran en önemli özelliğimiz ise şu: Durum ne denli umutsuz görünürse görünsün durup birinin bizi sudan çıkartmasını beklemeyiz.1 Aksine, ne denli köşeye sıkışırsak o denli mücadele eder, birlikte bir çıkış yolu arar ve sonunda mutlaka buluruz. Çünkü dürtü ve güdülerimizin esiri değiliz, bunları kontrol edip kolektif davranabilen, örgütlü eyleme geçebilen, bilinçli varlıklarız. Yani hem bireysel, hem de kolektif özneyiz.

Girişte anlattığımız öykünün ardından “tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz bu kadar ‘gelişmiş’ olmaması” demiştik. İkinci sebebi ise insanlığın her şeye, sermayenin saldırıları karşısında yaşanan tüm yenilgilere rağmen fareleşmeyi kabullenmiyor olması. İnsanlık dünyanın bazı yerlerinde, örneğin onurlu Küba’da sermaye egemenliğine karşı bilinçli ve örgütlü biçimde mücadele ediyor. Ama bir yandan da tüm dünyada insanlığından vazgeçmeyerek, dostluklarını terk etmeyerek, kucaklaşmayı, birbirinin gözlerine mutlulukla bakmayı bırakmayarak, dürüst ve ahlaklı kalarak, adaleti arayarak direniyor.

Yapmamız gereken, insanlığın büyük çoğunluğunun kendi başına yürüttüğü bu insan kalma direnişini örgütlü mücadeleye taşımak, çünkü düzen yerinde durduğu müddetçe bu direniş onun ilerlemesini yalnızca yavaşlatacak. Oysa bizi fareleştirmeye çalışan bu kanseri kesip atmalı, insanın insana (dolayısıyla sadece başka insanlara değil aynı zamanda kendisine) yabancılaşmasının en derin biçimi olan özel mülkiyeti tarihin çöplüğüne yollamalıyız.

Geçtiğimiz Pazar günü Türkiye’nin dört bir yanından yükselen #İtirazımVar sesi, bu örgütlenmeyi hedefliyor. Gelin, her birimizin tek tek itirazı, örgütlü “itirazımız” olsun.

  • 1.Yazıyı uzatmamak için dipnot düşüyorum ama bağlamımız açısından önemli olduğunu düşünüyorum: Zorunlu yüzme testine getirilen çok temel bir eleştiri var. Fareler, deney yüzüp kurtulabilecekleri biçimde yapıldığında da çok farklı davranmıyor. Dolayısıyla kurtulmaya çalışmamalarının umutsuzluktan mı, birilerinin sonunda onları sudan çıkartacağını bilip pasifçe beklemelerinden mi kaynaklandığı kesin olarak anlaşılamıyor.
                                                                                /././

Sosyal girişimcilerin dertli şirketleri -Eren Korkmaz-

Bir toplumsal sorun tespit ediyorsunuz ve bu sorunun mağdurlarına dair çözüm geliştiriyorsunuz. Ancak bu doğrultuda bir dernek kurup mücadele etmek yerine gidip şirket kuruyorsunuz.

Hem dünyada hem de ülkemizde insanların daha iyi yaşam şartlarına ancak bireysel çabaları ile ulaşabileceklerine dair söylemlerin baskın hale geldiği ilginç bir dönemden geçiyoruz. Bunun karşısında emeğin en yüce değer olduğu, insanların hak aradığı, kendisini sosyal bir varlık olarak tanımladığı, dayanıştığı, birlikte mücadele ettiği söylemlerin ise zayıfladığı bir dönemi yaşıyoruz.

Bireysel kuruluşun en temel yolu ise girişimcilik olarak öne çıkarılıyor. “Girişimcilik ve inovasyon” İngiltere’den Özbekistan’a, Peru’dan Kenya’ya her yerde papağan gibi tekrarlanan sihirli kelimeler haline geliyor. Girişimci olma, yani şirket kurma konusunda adım atamayanlara ise tek kişilik şirketler, esnaflık veya dijital platformlarla çalışma öneriliyor. Bunun kurumsal şirketlere yansıması ise bir dizi sertifika programıyla “kendini geliştirip”, diğer çalışanlarla rekabet edip aldığı maaşı dahi saklayıp, daha üst konuma gelmek için mücadele etmek oluyor. 

Dolayısıyla toplum içinde, milyonlar içinde yaşamamıza karşın “bizler sadece birer noktayız, tek başınayız, her yerde tehdit var, herkes bireysel çıkarının peşinde, kimseye güvenilmez” söylemleri daha üst bir güce olan inançla (bu dinsel veya spiritüel, enerji, evren gibi) pekiştiriliyor. Bunu bir yandan kendisine hak ettiği değeri vermeyen ülkeyi terk edip göç etme çabası takip ediyor, diğer yandan ise bireysel yoldan başarıya ulaşanların hayatlarını gösterişçi şekilde sergiledikleri “kanıtlar” gözlemleniyor. Dolayısıyla birçok insan büyük bir çaba ve istekle kendisini kurtarmaya çalışıyor, didiniyor, ülke değiştiriyor, bir eğitimden diğerine koşturuyor, şirket kurup batırıyor ve bu şekilde yıllar geçip gidiyor. 

Dertli şirketler dünyayı kurtarır mı?

Peki, sosyal amaçları, dertleri olanlar için durum nedir? Örneğin bir toplumsal haksızlık, eşitsizlik sizi öfkelendiriyor. Yoksulluk ve eşitsizlik sizin için önemli. Kadın hakları veya göçmenlerin yaşam koşulları gibi konular da öne çıkabilir. Normal şartlarda veya başka bir ifadeyle geleneksel olarak sizin siyasal partilerde veya kitle örgütlenmelerinde örgütlenmeniz ve faaliyet yürütmeniz, sizin gibi düşünenlerle bir araya gelmeniz, gönüllü olmanız gerekir. Ancak buna artık gerek yok (!). Kapitalizm size çözüm olarak sosyal girişimciliği sunuyor.

Burada bir toplumsal sorun tespit ediyorsunuz ve bu sosyal sorunun mağdurlarına dair bir çözüm geliştiriyorsunuz. Belirli talepler ve hizmetler tanımlıyorsunuz. Ancak bu doğrultuda bir dernek kurup mücadele etmek yerine gidip şirket kuruyorsunuz. Bir dernek tüzüğü yazmak yerine iş planı yapıyorsunuz, maliyet analizi yapıyorsunuz. Derneğinize gönüllü mücadele arkadaşları bulmak yerine şirketinize çalışan için iş ilanı veriyorsunuz. Hukuki anlamda bir şirketsiniz, şirket gibi çalışıyorsunuz, maaşları ödemek ve kar elde etmek istiyorsunuz, ama sosyal amaçlarınız var. Şirketinizin misyonu ve vizyonu bunlara yer veriyor, hizmetleri buna yönelik oluyor.

Müşteri farklı yararlanan farklı

Burada alışageldiğimiz şirketlerden temel bir fark var. Genellikle şirketler bir ürün veya hizmet satar, müşteriler gidip onu alır ve karşılığında ödeme yapar. Sosyal girişimcilerin sosyal şirketlerinde ise bu genellikle böyle olmuyor. Sizin hizmet verdiğiniz kesimler farklı oluyor, örneğin kadınlar, göçmenler, evsizler gibi. Ancak size parayı başkaları veriyor. Yararlanıcı ile müşteri ayrılıyor. 

Parayı kamudan alabilirsiniz, zengin ailelerin vakıfları ve ofisleri verebilir, şirketlerin sosyal sorumluluk birimlerinin bütçeleri olabilir, Avrupa Birliği fonları olabilir, Almanya’nın GIZ’i gibi İngiltere, Norveç, ABD, Hollanda, Japonya gibi ülkelerin “kalkınma” ajansları veya Birleşmiş Milletler’in kuruluşları olabilir. Dolayısıyla kapsamlı bir gelir kaynağı ve müşteri portföyü mevcut. Her birinin öncelikleri ve ilkeleri var. Tanımladıkları “dezavantajlı kesimler” ve “yararlanıcılar” (beneficiaries) var. Bunlar dönem dönem değişir. Bir dönem kadınların iş yaşamına katılması olabilir, diğer dönem göçmenler ve mülteciler olur, bazen LGBTler olur veya evsizler, belirli sağlık sorunlarını yaşayanlar, aklınıza gelebilecek çok sayıda ezilen, ayrımcılığa uğrayan ve sömürülen kesim olabilir. Burada çözüm de belirlenmiştir. Örneğin evsizlere yemek veya çok soğuk günlerde battaniye vermek, hastaların ilaçlarını almak, yoksulların elektrik faturalarını ödemek, çocuklara ders kitabı veya ayakkabı almak, kadınlara ve göçmenlere mesleki eğitim verip işe girip çalışmalarını sağlamak… Dolayısıyla bu sınırlar içinde şirketiniz faaliyet gösterebilir, işleri yüklenebilir. Burada işinizi sürdürmek istiyorsanız elbette işe yerleştirmeye çalıştığınıza sendikal hakları anlatmazsınız, ilaç aldığınız veya fatura ödediğiniz kişilere kamuculuktan ve temel haklardan bahsetmezsiniz. 

Aktivist girişimci

Sosyal girişimciliğin büyüsüne kapılan ve toplumsal fayda yaratmak isteyen aktivist girişimciler için en temel mesele müşteri ile yararlanıcı ayrımını anlamaktır. Sosyal girişimciliğe dair eğitim programlarında bunun üstünde özellikle durulur. Evsizlere yardım eden bir sosyal girişimin müşterisi evsizler değildir. Evsizler hizmet alandır, yararlanandır. Onların beklentileri, talepleri ve temsiliyeti önemli değildir. Memnun olması gereken müşteri girişimciye para veren şirkettir veya zengin bir ailenin vakfıdır. Bunu akılda tutanlar, reklam ve pazarlamayı da ona göre yaparlar. Yoksul bir siyah çocuk veya dişsiz bir evsiz fotoğraflanır, şirketlerin sosyal sorumluluk ve etki raporlarında en kaliteli kağıda basılıp dağıtılır.

10-15 yıl öncesine kadar, özellikle görece güçlü, hareketli ve zaman zaman etkili olabilen sendikal ve toplumsal hareketlerin olduğu ülkelerde, buna ülkemizi de dahil edebiliriz, sosyal girişimcilik daha utangaç bir yolla kendisini vakıf, dernek, kooperatif gibi adlarla gösteriyordu. Özellikle 2015’den sonra ülkemize milyonlarca mültecinin gelmesi üzerine birçok dernek, vakıf ve kooperatif ulusal ve uluslararası fonları alarak faaliyetler yaptılar. Bunların çoğu mültecilere iş bulmakla sınırlıydı. Ancak bu derneklere, vakıflara ve kooperatiflere üye olmak mümkün değil, bunların genel kurulları yok, bütçeleri şeffaf değil, çalışanları düşük ücretlerle ve kısa süreli sözleşmelerle çalışıyor, şirketin sahipleri ise yüksek maaşlarla bu karlı işi döndürüyor. Çıkan sonuçlarda belirli sayıda kişinin işe girmesi başarı olarak gösterilse de ülkemiz nezdinde de net şekilde gördüğümüz üzere, bu kadar harcanan paranın karşılığında çalışma yaşamında düzelme veya yerli ve göçmen işçiler arasında karşılıklı anlayış oluşturma veya sendikal temsiliyet gibi konular hiç gündeme gelmiyor. Günümüzde ise dernek veya vakıf demeye de gerek olmadan, doğrudan sosyal girişimcilik kabul edilebilir, desteklenebilir bir çözüm ve aktivizm olarak görülüyor. 

Gereksiz demokratik formaliteler

Sosyal girişimciliğin en etkin olduğu ülkelerden biri İngiltere. İngiltere’de birçok sosyal girişim ağı var ve bunların bir kısmı sertifika verip denetim de yapıyor. Birçok sosyal girişim “dezavantajlı bir kesim” belirlemekle beraber aynı zamanda karının belirli bir oranını, ideal olarak yüzde 50’sini yeniden topluma yönelik çalışmalara yatırması şart koşuluyor. Tabii bu gönüllü bir koşul.

Birçok derneğe derneklikten çıkıp sosyal girişimci olma yönünde teşvik veriliyor. Bu sayede derneğin bürokrasisinden “kurtulmak”, üyelerle ve üye aidatıyla uğraşmak, “gereksiz demokratik formalitelere” uymak gerekmiyor. İlla dernek statüsünü korumak isteyenlere de ayrıca bir sosyal girişim şirketi açarak gelir kazanabilecekleri, örneğin giysi, eşya satabilecekleri veya hedefledikleri kesimlerden insanları istihdam edebilecekleri söyleniyor. Yeni bir dernek kurmak için başvuru yapanlara da bir kez daha düşünme ve sosyal girişim kurma tavsiyesi veriliyor. Sebep yine bürokrasi vb. konular, oysa şirket kurmak çok basit.

Sosyal girişimler de karlı değil

Girişimciliğe dair bundan önceki üç yazıda tüm vaatlere, çabaya ve ayrılan kaynağa karşın bireysel kurtuluş, kendi işinin patronu olma, rahat bir yaşama kavuşma arzusunun bu işlere girişenlerin çok büyük çoğunluğunda hayalkırıklığı yaşattığına değinmiştim. Örneğin yatırım arayan startupların yüzde 80'i batar, yatırım alan yüzde 20’nin yüzde 80’i de kar edemeden kapanır, geri kalanının çoğu da şirketini satmaya zorlanır. Yalnız girişimci (solopreneur) veya şirket kurup dijital platformla çalışanlar da bir süre sonra kendilerini asgari ücret, iş sağlığı ve güvenliği, hafta sonu tatili ve daha kısa çalışma saatlerini arar durumda bulur. 

Sosyal girişimciler için de şayet o sektörde büyük bir oyuncu değilseniz, yüzlerce, binlerce insanı çalıştıran, uluslararası fonları çeken bir "networkünüz" yoksa şirketi ayakta tutmanız, kar etmeniz, elde ettiğiniz sınırlı karın bir kısmını geri projelere vermeniz pek mümkün olmaz.

Acaba toplumsal bir varlık olduğumuzu, ortak sorunlarımızın olduğunu, dayanışma içinde hareket etsek haklarımızı almanın, daha mutlu ve sosyal bir hayat kurmanın, yeni bir sistem için mücadele etmenin daha gerçekçi ve güncel bir yaklaşım olduğunu düşünsek nasıl olur?

                                                              /././

ABD’de ikinci Trump dönemi resmen başladı: Meksika sınırına asker gönderecek

Donald Trump ABD’nin 47. Başkanı oldu. Meksika sınırında acil durum ilan eden Trump “Panama Kanalı’nı geri alacağız” dedi. Yemin töreninde bir kadın "Özgür Filistin" diye bağırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/abdde-ikinci-trump-donemi-resmen-basladi-meksika-sinirina-asker-gonderecek-397545)

soL


Trump’ın yemin töreninde 'oligarşi pozu': Toplam servetleri 1,2 trilyon dolar - soL

 Trump'ın yemin töreninden bir kare dünyanın en zengin ilk üçünü bir arada gösteriyor: Musk, Bezos ve Zuckerberg... Törene katılan milyarderlerin toplam serveti 1,2 trilyon dolar olarak hesaplandı.

ABD'de Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, işçilerin sırtından zenginleşen  patronların artık açıktan ve dolaysız olarak devlet yönetimine girdiklerini gösteren bir tabloyla açıldı.

Trump'ın görevi Biden'dan devraldığı yemin törenine katılan "dünyanın en zenginleri"nin ev sahibi de "dünyanın en zengin insanı" olan ve Trump yönetiminde kurulacak olan Hükümet Verimliliği Bakanlığı’nı yönetecek olan Tesla ve Space X patronu Elon Musk'tı.

Dünyanın en zengin üç patronu Elon Musk, Amazon CEO'su Jeff Bezos ve Meta'nın kurucusu Mark Zuckerberg töreni yan yana izledi. Onlara Google CEO'su Sundar Pichai de eşlik etti.

Arnault ve Ambani de oradaydı

Trump’ın yemin törenine katılanlar arasında dünyanın beşinci ve Fransa’nın birinci en zengin insanı olan, lüks eşya şirketi LVMH'nin patronu Bernard Arnault da yer aldı.

Fransa'nın en zengini Bernard Arnault da Trump'ın yemin törenine katılan milyarderler arasındaydı.

Dünyanın sekizinci en zengini, Hintli petrokimya firması Reliance Industries’in patronu Mukesh Ambani de Trump’ın yemin törenine katılan milyarderler arasındaydı.

Toplam servetleri 1,2 trilyon dolar

Forbes’a göre törene katılan milyarderlerin toplam serveti 1,2 trilyon doları buluyor.

Tesla patronu Elon Musk’ın toplam serveti 433,9 milyar dolar. 

Amazon kurucusu Jeff Bezos 239,4 milyar dolar, Meta CEO’su Mark Zuckerberg ise 211 milyar dolarlık serveti elinde tutuyor.

Törene katılan milyarderlerden OpenAI CEO’su Sam Altman’ın toplam serveti 1,1 milyar dolar iken, Apple CEO’su Tim Cook da 2,2 milyar dolarlık bir servete sahip.

Törene eşi ve iki çocuğuyla birlikte katılan Fransa’nın en zengin patronu Bernard Arnault’nun net servetinin 179,6 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Hindistan’ın en zengin patronu Mukesh Ambani, Trump’ın yemin töreni öncesinde kilisede yapılan törene katıldı, daha sonra Kongre salonunda yapılan yemin törenine de katıldığı belirtiliyor. Ambani’nin net servetiyse 98,1 milyar dolar.

Hintli petrokimya patronu Ambani (sağda) eşiyle birlikte Trump'ı törenden önce tebrik etti


Trump'ın seçim kampanyasını fonlayanlardan Adelson, Batı Şeria'nın ilhakını savunuyor

Törende boy gösteren milyarderler arasında kumarhane patronu ve basketbol takımı Dallas Mavericks’in sahibi Miriam Adelson da vardı.

Miriam Adelson, törende Hillary Clinton'ın yanında görülüyor

Trump’ın seçim kampanyasına yaptığı yüklü bağışla bilinen İsrail asıllı Adelson aynı zamanda Batı Şeria’nın İsrail tarafından ilhakını savunan ve Batı Şeria’daki yasadışı yerleşimcileri fonlayan isimlerden. Adelson’un serveti 31,9 milyar dolar. 

Fox News patronu Rupert Murdoch da Trump’ın yemin törenine katıldı. Medya patronu Murdoch 22,2 milyar dolarlık serveti elinde tutuyor.

Forbes’un hesaplamasına göre Trump’ın yemin törenine katılan milyarderlerin toplam serveti 1,2 trilyon doları buluyor.

Öte yandan Trump’ın kendisi de bir milyarder. Trump’ın net servetinin 6,7 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Tiktok CEO'su da katıldı

Törene TikTok CEO’su Shou Zi Chou da katıldı. Çinli sosyal paylaşım uygulaması TikTok, bir Amerikan firmasına satılmaması halinde ABD'de yasaklanmasını öngören yasa uyarınca ülkede kullanıma kapatılmıştı. Ancak aradan 24 saat geçmeden Pazar günü yeniden hizmete girmişti.

Trump göreve gelmeden bir gün önce yaptığı açıklamada ABD’li şirketlere TikTok'un "karanlıkta kalmasına" izin vermemeleri çağrısında bulunmuş ve "Pazartesi günü, yasanın yasaklarının yürürlüğe girme süresini uzatacak bir kararname yayımlayacağım, böylece ulusal güvenliğimizi korumak için bir anlaşma yapabiliriz" ifadelerini kullanmıştı.

Tiktok’tan yapılan açıklamada "Başkan Trump'a, TikTok'u 170 milyondan fazla Amerikalıya ulaştırarak ve 7 milyondan fazla küçük işletmenin gelişmesine olanak tanıyarak hizmet sağlayıcılarımıza hiçbir ceza ile karşılaşmayacakları konusunda gerekli netliği ve güvenceyi sağladığı için teşekkür ediyoruz” denilmişti.

(soL)



Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...