BİRGÜN "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -3 Şubat 2025-

Son 10 yılda antidepresan kullanımı yüzde 67 arttı

CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, son 10 yılda antidepresan kullanımının yüzde 67 oranında arttığını belirterek, 2014 yılında 39 milyon 134 bin 225 kutu olan antidepresan kullanımının 2024 yılında 65 milyon 591 bin 252 kutuya yükseldiğini aktardı.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, son 10 yılda artan  antidepresan  kullanımına ilişkin yazılı açıklama yaptı.

Antidepresan kullanımının her yıl bir önceki yıla göre kaygı verici bir şekilde arttığını kaydeden Bulut, 2014 yılında 39 milyon 134 bin 225 kutu olan antidepresan kullanımının geçtiğimiz yıl 65 milyon 591 bin 252 kutuya yükseldiğini bildirdi. 2024 yılında bir önceki yıla göre 139 bin 421 kutu artışla 65 milyon 591 bin 252 kutu antidepresan kullanıldığını kaydeden Bulut, değer bazında ise yüzde 55 büyüme ile 5 milyar 35 milyon TL’ye ulaştığına dikkati çekti.

''EKONOMİK KRİZ VATANDAŞIN RUH SAĞLIĞINI BOZDU''

Bulut, “Ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve devasa işsizliğin yanı sıra emekçiye ve emekliye reva görülen sefalet ücretleri, gelecekle ilgili belirsizlikler vatandaşın ruh sağlığını bozdu. Türkiye, mutsuz insanlar ülkesine döndü. Çarşı, pazar ateş pahası; diğer yandan kira, faturalar ve mutfak masrafları el yakıyor. Emekli, 14 bin 491 lira sefalet ücretiyle, emekçi 22 bin 104 lira sefalet ücretiyle ‘nasıl geçineceğim’ diye kara kara düşünüyor. İktidar, gençlerin hayallerini çaldı. Gençler hayal kuracağı yerde ‘nasıl iş bulabilirim’ diye düşünüyor” dedi.

''İŞSİZ KALAN VATANDAŞ YOKSUN BİR ŞEKİLDE KADERİNE TERK EDİLDİ''

Ülkedeki ekonomik göstergelere bakıldığında antidepresan kullanımındaki artışın sürpriz olmadığını belirten Bulut, şöyle devam etti:

''Vatandaşların, bankalar ve finans kuruluşlarına olan bireysel kredi ve kredi kartı borçları 4 trilyon 15 milyar liraya yükseldi. Varlık yönetim şirketleri ile TOKİ’ye olan taksitli konut kredisi borçlarıyla birlikte toplam borç 4 trilyon 147 milyar liraya çıktı. İcra dairelerinde derdest bulunan toplam dosya sayısı 22 milyon 295 bine yükseldi. Derdest dosya sayısı son bir yılda net olarak 880 bin adet arttı. Resmi rakamlara göre işsiz sayısı 3 milyon 72 bin olsa da gerçek işsiz sayısı 11 milyon 477 bin kişiye yükseldi. Sadece 2024 yılında en az 1 milyon 661 bin 329 kişi işini kaybetti. Her gün 4.551 kişi işsiz kaldı. Sadece 798 bin 981 kişiye aslanın ağzında olan işsizlik ödeneği bağlandı. İşsiz kalan vatandaş, ekonomik krizde herhangi bir gelirden yoksun bir şekilde kaderine terk edildi.''

                                                              ***

İktidarın yeni stratejisi ve saldırgan-saldırılan ilişkisi -Selçuk Candansayar-

Kayyım, gözaltı, tutuklama dalgası ekim ayından bu yana giderek yaygınlaşıyor. Her ne kadar ilk kayyım haziran ayında Hakkari’ye atanmış olsa da sistematik saldırı Bahçeli’nin Öcalan “açılımı” ve Suriye’de iktidar değişikliği ile başladı. Aynı anda S. Demirtaş ve Ü. Özdağ cezaevindeler ve CHP’li belediye başkanları  “birer birer” içeri alınıyorlar. Muhalif medyaya yönelik tutuklamalar da “sindirme, susturma” hamleleri olarak değerlendiriliyor. İktidarın “normalleşme” söyleminden yararlanarak yerel seçim yenilgisinin üzerini örttüğü ve topyekûn saldırıya geçtiği söyleniyor.

Bu “yeni stratejinin” nedeni konusunda ise görüş ayrılıkları var. İktidar kendisini çok güçlü ve özgüvenli hissettiği için mi, yoksa yıkılmak üzere olduğu için mi bu kadar saldırgan? Kendisini çok zayıf hissettiği için toplumsal muhalefetin kitleselleşerek sokağa dökülmesini engellemeye mi çalışıyor? Tersine, çok güçlü hissettiği için muhalefeti sokağa doğru kışkırtarak, çıkmaya kalkanları “avlamayı mı” planlıyor?

Bu soruya verilecek yanıt, muhalefetin stratejisini belirlemek için önemli gibi görünüyor. Saldıran ile saldırılan arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak soruyu yanıtlamaya katkı sağlayabilir. Muhalefet iktidarın “yeni” stratejisini, “12 Eylül döneminde bile bu kadar hukuksuzluk olmazdı” diye eleştiriyor. Bu eleştiri muhalefetin, iktidarı ve uygulamalarını “12 Eylül Cuntası” ile eş tuttuklarını gösteriyor. İktidarın saldırısı ile 12 Eylül’ün saldırısı arasındaki farkları çözümlemek saldıran ile saldırılanın ruh halini anlamayı sağlayabilir.

Önce 12 Eylül 1980 Türkiye’sindeki saldırıyı hatırlayalım;

12 Eylül Cunta yönetiminde 50 insan idam edildi. 200 bini aşkın davada 250 binden fazla insan yargılandı. İşkence ile ya da doğrudan 300’den fazla insan öldürüldü. 4 bine yakın öğretmen, 100’den fazla öğretim üyesinin işine son verildi. Yüzlerce gazeteci tutuklandı, yargılandı, mahkum oldu. Yaklaşık 2 milyon insan fişlendi ve bu insanların kamu ya da özelde iş bulmaları engellenmeye çalışıldı. Binlerce insanın pasaportuna el konuldu, onbinlercesi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 binden fazla insan işten atıldı. Her 4 evden birinden en az bir kişi fişleme, tutuklama, işkence uygulamasına maruz bırakıldı.

Cunta topluma, “benim gözümde hepiniz suçlusunuz ve masumiyetinizi kanıtlamak sizin sorumluluğunuz” demişti. İnsanlar tutuklanmaktan, işkenceden kurtulmak, işini gücünü kaybetmemek için masum olduklarını kanıtlama çabasına girdiler. Masumiyeti kanıtlamanın tek yolu cuntanın sorumluluk ve yükümlülüklerini belirlediği “makbul vatandaş” kalıbına girmekti. Bu kalıbın dışına çıkan en küçük bir davranış, söz, hatta kılık kıyafet anında ve acımasızca cezalandırılıyordu.

Demem o ki, Cunta toplumun tümüne (sağcı, solcu, dinci, apolitik, Atatürkçü demeden) suçlu etiketi yapıştırmıştı. Ülkenin tümü korkuya kapılmıştı ve hiç kimse güvende değildi. O yüzden de 1982 Anayasa’sı %92 oranıyla kabul edildi.

Şimdiki saldırı ise yekpare ve iktidarın sahibi olduğu varsayılan bir toplumun içindeki “zararlı unsurları” ayıklayıp, temizleme stratejisi olarak “uygulanıyor”. MHP iyi milliyetçi, Özdağ zararlı milliyetçi; Hüda-Par iyi Kürt, Demirtaş zararlı Kürt; Kuzey Irak Kürtleri iyi Kürt, PKK-PYD-SDG zararlı Kürt; AKP, Yeniden Refah, Menzil vb. iyi dindar, FETÖ, Furkan Vakfı vb. zararlı dindar gibi. Hatta, ilk nedeni farklı olsa da Ayşe Barım’ın tutuklanması da bu stratejiye sonradan eklemlenmiş olabilir. Devletine, vatanına, milletine bağlı iyi sanatçılar ile “etki ajanlığı” yapan zararlı sanatçılar. Aynı şekilde “başı açık olduğu için” hiç bir kadın baskıya(!) uğramazken, başı kapalı olmak hiç bir kadına da dokunulmazlık sağlamıyor!

Zamanımızın politik mücadelesi, “aklı askıya alarak duygu güdümlü toplumsal algı inşa etme” üzerine kurulu. O yüzden Biden’ın politikalarından en çok yarar gören kesimler Trump’a daha çok oy veriyor, depremin enkazından RTE oy kaybetmeden sıyrılıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun zararına, yoksullaşıp, yoksunlaşmasına neden olan politikaları yürüten otoriter-sağ lider partilerinin seçimleri kazanmalarının ardında da bu ilişki yatıyor. Otoriter-sağ yönetimler teorideki zayıflıklarını, azlıklarını pratikteki kuralsız zorbalıklarıyla örtüyorlar. Bu yolla çok olan kendisini hem az hem de zayıf bulurken, az olan kendisini çok ve güçlü gibi görüyor.

Maruz kaldığımız saldırı 12 Eylül’den çok farklı bir “saldırgan- saldırılan” ilişkisi gösteriyor.

Kitleselleşecek bir toplumsal muhalefet için güncel ilişkinin özelliklerini, taraflarını iyi belirlemek ve duygu temelli muhalefetin nasıl yaygınlaştırılacağına kafa yormak gerekiyor.

                                                          /././

Akıl dışı gerekçeler: Hurafelere inanıp bebeklerin sağlığıyla oynuyorlar!-Merve Atıcı-

Yurtdışı mavi iksir arıyor, kanlar satılıyor, bebekler kısır oluyor... Yenidoğan bebekler için hayati öneme sahip olan topuk kanı uygulaması ve K vitaminini reddeden aileler akıl dışı gerekçelerle çocuklarının sağlığıyla oynuyor. Tarama testi ve aşı reddinin arttığına dikkat çeken hekimler, sağlık okuryazarlığı olmayan insanların ekranlarda yaptıkları açıklamaların komplo teorileri ve hurafeleri artırdığına dikkat çekerken resmi otoritelerin bu açıklamalara sessiz kalmasına tepki gösteriyor.

Akıl dışı gerekçeler: Hurafelere inanıp bebeklerin sağlığıyla oynuyorlar!

                                                                      Fotoğraf:DepoPhotos

Erken dönemde tedaviye yönlendirilen bebeklerin geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının önüne geçilmesi için uygulanan topuk kanı taramasına retler, önceki yıllara göre yaklaşık 5 kat arttı. Aynı şekilde doğumdan hemen sonra yapılması gereken ve bebekler için hayati öneme sahip K vitamini aşısı da bazı aileler tarafından reddediliyor.

Uzmanlar, erken teşhis sayesinde sayısız bebeğin hayatının kurtarıldığına vurgu yaparken ailelerin ret gerekçesi ise toplumdaki bilgi kirliliği ve ‘hurafe’ inancının korkutucu boyutunu gözler önüne seriyor.

GEREKÇELER AKLA MANTIĞA SIĞMIYOR

Sağlık Bakanlığı yetkililerine göre ailelerden bazıları topuk kanlarının yurt dışına kaçırıldığı, genlerimizle oynandığı, çocuklara hastalık damgası vurularak ömür boyu ilaca mahkum edildiği, yenidoğanın ruh ve beden sağlığı üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, yenidoğan 28 günlük bebeklerin duyduğu acı ve ağrının gelişim geriliğine, beyin hasarına ve benzeri rahatsızlıklara, kısırlığa sebep olduğu, devlet tarafından para karşılığında yurt dışına satıldığı gibi inançlarla bebeklerinden topuk kanı alınmasını istemiyor.

Akıl dışı gerekçeler bununla da bitmiyor. Kimi ailelere göre yurtdışının mavi kan aradığı ve bu kanla iksir yaptığı, yurtdışının alınan topuk izleriyle tüm bebekleri kayıt altına aldığı ve kayıtları kendi amaçları doğrultusunda kullandığıyla ilgili fikirler ret oranını artırıyor.

İstanbul Tabip Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu ve Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol ile tarama testleri ve aşı reddinin nedenlerini, doğurduğu tehlikeleri ve reddin engellenmesi için neler yapılması gerektiğini konuştuk.

TOPUK KANI TESTİ NEDİR, NASIL YAPILIYOR?

Yenidoğan Tarama Programı kapsamında bebeğin topuğundan alınacak birkaç damla kan, iğneyle minik bir delik açılması işlemiyle gerçekleştiriliyor. Şırınganın içerisinde kalan kan örneği, özel filtre kağıtlarına damlatılıyor.

Hastaneden taburcu edilmeden hemen önce yapılan bu testten tam doğru sonucun alınması için bebeğin yeterli miktarda beslenmiş olması gerekiyor. Bu kan örneğinde FKÜ, BE ve SMA hastalıkları inceleniyor.

İlk hafta içinde aile hekimliği birimlerinde ikinci kan örneği alınıyor ve bu örnekte de KHT, KAH, KF hastalıkları çalışılıyor ve FKU için tekrar analiz yapılıyor. Yeterli miktarda kan alınamaması, sonuçların şüpheli olması gibi durumlarda bebekten tekrar topuk kanı almak gerekebiliyor.

Test örnekleri, il sağlık müdürlüklerince Sağlık Bakanlığı'nın tarama laboratuvarlarına gönderiliyor.

Test sonuçlarının normal çıkması durumunda ailelere herhangi bir bildirimde bulunulmuyor. Tarama sonucu şüpheli çıkan bebeklerde ise ailelere ulaşılıyor ve daha detaylı tetkikler için ilgili kliniklere yönlendirmeleri yapılıyor.

TEŞHİS EDİLEN 6 HASTALIK

Topuk kanı taraması ile altı farklı hastalık teşhis ediliyor. Bu hastalıklar kısaca şöyle tanımlanıyor:

• Spinal Müsküler Atrofi  (SMA): Kas hareketini kontrol ederek sinirleri etkileyen genetik bir hastalık olan SMA’ya sahip bebeklerin kas yapıları normale göre daha zayıf oluyor. Erken tanısı koyulmayıp ilerlediğinde kas güçsüzlüğü ve beslenme gibi ciddi problemlere yol açıyor. 

• Fenilketonüri (FKU): Vücudun fenilalanin adı verilen bir proteini parçalayamadığı durumda ortaya çıkıyor. Fenilketonüri sonucudunda kanda ve diğer vücut sıvılarında fenilalanin seviyeleri artarak  çocuğun gelişmekte olan beynine zarar verebiliyor.

• Konjenital Hipotiroidizm (KHT): Bir endokrin bozukluğu olarak tanımlanan hastalık doğumla başlayan bir hormon eksikliği olarak biliniyor. Bebeklerde ve çocuklarda büyüme ve beyin gelişiminin normal ilerlemesi için gerekli olan tiroid hormonunun eksikliği (hipotiroidizm) büyümeyi ve zihinsel gelişimi olumsuz etkileyebiliyor.

• Kistik Fibrozis (KF): KF akciğerleri ve sindirim sistemini etkileyen genetik bir hastalık olarak biliniyor. Hastalık bebekte solunum yolu rahatsızlıklarının ortaya çıkmasına neden olabiliyor.

• Konjenital Adrenal Hiperplazi (KAH): KAH, kız ve erkek çocuklarda başlıca cinsel gelişim bozukluklarına yol açan ciddi bir genetik hastalık olarak biliniyor. Özellikle erkek bebeklerde ishal nedeniyle ölümlere neden olan hastalık, kız bebeklerde ise farklı cinsel gelişim bozukluklarına, nadiren de ölümlere neden oluyor.

• Biyotinidaz Eksikliği (BE): Biotinidaz eksikliği, genellikle genetik mutasyonlar sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Sinir sistemi sorunlarına, deri ve saç sağlığı problemlerine, bağışıklık sistemi zayıflığına ve gelişimsel gecikmelere yol açabilen biotinidaz eksikliği, tedavi edilmezse, bu sorunlar ciddi ve kalıcı hasarlara dönüşebiliyor.

"ÇOCUĞUN ÜSTÜN YARARI GÖZETİLMELİ"

Çocuklarından topuk kanı alınmasına, çocuğunun aşı olmasına izin vermeyen bazı gruplar olduğunu söyleyen Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu, "Her şeye şüpheyle bakıyorlar, bu grup aralarında anlaşıyor ve çocukların tarama testlerinden geçmesine, aşı olmasına izin vermiyorlar. Çocuklarının kısır olacağı gibi inançları var" diyor.

Bebeklere, hemen doğum sonrasında uygulanan K vitamini aşısına da dikkat çeeken Küçükomanoğlu,  K vitamini eksikliğinin bebekler için hayati risk teşkil eden iç kanamalara neden olabileceğini anımsatıyor.

Yenidoğan bir bebekte kanının pıhtılaşmasına ve kanamaların durmasına yardımcı olan K vitamini deposu yeterli oranda bulunmuyor. Doğumun hemen ardından tek doz olarak uygulanan K vitamini uygulanıyor.

Prof. Dr. Küçükosmanoğlu, bu aşının önemine "1 mg şeklinde verilecek K vitamini bebeklerde oluşacak beyin kanamasını engeller. Doğum odasında yapılıyor. Çocuğun üstün yararı gözetilerek verilen bu vitamin eğer alınmazsa bebeklerde kanama bozuklukları görülebiliyor" sözleriyle dikkat çekiyor.

   Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu

K VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ ÖLDÜRÜYOR 

Kayseri'de Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi akademisyenleri K vitamini eksikliği olan 534 vakayı inceledi. Yapılan çalışmaya göre K vitamini yaptırılmayan 534 vakanın yüzde 77'sinde beyin kanaması görüldü. K vitamini eksikliğine bağlı ölümler ise 111 olarak kayda geçti.

"SAĞLIK BAKANLIĞI TOPLUMA ANLATMALI"

Geçtiğimiz günlerde Ankara'da 2 aylık bir bebek, beyin kanaması nedeniyle entübe edilmiş ailenin bebeklerine K vitaminini yaptırmadığı ortaya çıkmıştı. Yaşanan durum modern tıbba olan karşıtlık ve hurafe inancının bebeklerin karşı karşıya kaldığı ölüm riskinin boyutunu da bir kez daha gözler önüne serdi.

Benzer bir tarama reddinin Kars’ta yaşandığını anımsatan Prof. Dr. Küçükomanoğlu Kars'ta bir mahkemenin bebeklerinden topuk kanı alınmasına karşı çıkan aile lehinde hüküm verdiğini ancak Türk Tabipleri Birliği (TTB) Sağlık Bakanlığı’nın karara itiraz ettiğine dikkat çekti.

İl Sağlık Müdürlüğü'nün itirazı ile birlikte İstinaf mahkemesinin ilk derece mahkemesinin verdiği kararı kaldırdığını belirten Küçükomanoğlu, "Sağlık Bakanlığı bu konuda kararlı davranıyor. Ancak tarama testleri ve aşının gerekliliğini topluma anlatmalı" diyor. Ailelerin, çocukluk çağında sıkça görülen bazı hastalıkların artık görülmediğini söylediği bu nedenle de aşıları reddeden bir grup olduğunu anlatan Küçükosmanoğlu, "İnsanlar hastalıkların yok olduğunu sanıyor ancak daha az görülmesi aşı sayesinde" diyor.

Küçükosmanoğlu, konuyla ilgili yasal çerçevenin çizilmesi gerektiğini vurguluyor.

PROF. DR. ŞENOL: DURDURULMASI GEREKEN İNSANLAR HER GÜN KONUŞTURULUYOR

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol da konuyla ilgili yasal düzenlemenin gerekliliğine dikkat çekiyor.

"Yasal düzenleme yapılmadığı için bizim söylediklerimiz ciddiye alınmıyor, havada kalıyor" diyen Şenol, bir diğer tehlikeye vurgu yapıyor: "Ekran paylaşımı yapan safsatacı ünlülere müdahale edilmiyor, sistem de onları denetlemiyor."

Sistem denetlenmediği için sağlık okuryazarlığı olmayan kesimlerde, bu kişilerin doğru söylediği algısı oluştuğunu anlatan  Prof. Dr. Davutoğlu Şenol, "Bazı kesimlerde söylenti ve söylenceler çok öne çıkıyor. Her gün ekran paylaşımı yapan çok ünlü bir kişinin iki  yaşının altındaki çocukları zehirliyorlar söyleminin çok büyük bir etkisi var" diyor.

Bu ekran yüzlerinin "Çcuklarınızı zehirliyorlar" mesajının komplo teorilerini başlatmış olduğunu belirten Prof. Dr. Davutoğlu Şenol’a göre, bu yayınların Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) eliyle durdurulması şart.

    Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol

"RESMİ OTORİTE KASTEN ÖLDÜRME SUÇUNA KARSI SESSİZ"

Bu yayınlar ve açıklamalarla sağlık hakkının gasp edildiğini anlatan Davutoğlu Şenol, Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yakın zamanda RTÜK’e yaptığı bir başvuruyu hatırlatıyor.

Resmi otorite sessiz kaldığı için, bazı kesimlerde bu beyanlarda bulunanların  doğru söylediğine ilişkin bir algı oluştuğuna dikkat çeken Prof. Dr.  Davutoğlu Şenol, "Sağlık Bakanlığı halk sağlığını korumak için adım atmalı. Açık suç işlenmesine rağmen Bakanlık seyirci kalıyor.  Kastan öldürme suçu işliyorlar ve bu suçu işleyenler resmi otorite tarafından seyrediliyor" diyor.

Aşı ve tarama testlerine ilişkin uygulamaların aile onayına bırakılamayacağının altını çizen Prof. Dr. Davutoğlu Şenol, Bakanlıkça yürütülen ikna çalışmalarının ‘çalışma’ olarak kabul edilemeyeceğini söylüyor: "Sağlık Bakanlığı düzenleme yapar, şikayet eder. İkna çalışması çalışma değildir. Çocuklarda ölüme yol açan hastalıkları engellemek için yapılması gereken hiçbir uygulama reddedilemez. Bu zorunluluktur."

                                                            /././

CUMHURİYET "Köşebaşı+Gündem" -3 Şubat 2025-

 

Dijital kapitalizm demokrasiye karşı -Ergin Yıldızoğlu-

GPT, DeepSeek gibi gelişmeler teknolojik gelişme ile toplumsal ilerleme arasındaki ilişkinin sanıldığı kadar yakın olmadığını düşündürüyor. Örneğin “bilgi çağında”, dijitalleşmenin, internetin, sosyal medya platformlarının, bilgi üretimini, bilgiye ulaşımı “demokratikleşmesi” beklenirken tam tersi oluyor. Teknoloji-finans kompleksi ekonomik-kültürel bir oligarşi yaratıyor. Sosyal medya platformları, algoritmalar, Batı’da “süreç olarak faşizmi” besliyor. Devletlerin izleme, disiplin ve yönlendirme araçları daha da etkinleşiyor; totaliter rejimin teknolojisi oluşuyor. Muhalefeti, bastırma “çatlak sesleri” susturma konusunda dün faşist milislerin üstlendiği işlevi bugün faşizmin “trol” orduları yerine getiriyor. 

'DEMOKRASİDEN' FAŞİZME

Bu gelişmeler liberal demokratik rejim içinde başlıyor, giderek “süreç olarak faşizme” dönüşüyorlar. Tarihçi Lawrence Britt’e göre bu dönüşümü kimi öncü göstergeleri de var.: 

Şoven milliyetçilik, insan haklarına karşı hor görü, belirli grupların (ırksal, etnik, dini, cinsel veya siyasi) günah keçisi ilan edilmesi; militarizm– iç ihtiyaçlar yerine askeri güce öncelik vermek. Toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkmak ve LGBTQ+ haklarını bastırmak. Kitle iletişim araçlarını kontrol etmek, muhalif sesleri bastırmak. Halkı kontrol etmek baskıcı politikaları meşrulaştırmak için korkuyu kullanmak. Dini siyasi eylemleri ve politikaları meşrulaştırmak için kullanılmak. Büyük sermayenin gücünü ve çıkarlarını korumak. İşçi haklarını kısıtlamak ve örgütlenmesini engellemek; bağımsız düşünceye ve yaratıcılığa karşı düşmanlık. Suç ve cezaya takıntısı, sert ceza politikaları ve kitlesel, keyfi tutuklamalar. Faşizm cahili seviyor! 

VE BUGÜN

Bilgi üretiminin, bilgiye ulaşmanın “demokratikleşmesi” (kolaylaşması) bu oligarşik kapitalizmde beklenmedik sonuçlar doğurdu. Günümüzde herkes, doğru veya yanlış bilgi yayabilir duruma geldi. Örneğin, ABD’de Donald Trump ve destekçileri, “alternatif gerçeklikler” yaratarak ana akım medyayı “yalan haber” iddialarıyla itibarsızlaştırıyor. Türkiye’de siyasal İslam Cumhuriyet tarihiyle kavga ediyor, eğitim sistemini yıkıyor, cehaleti yüceltiyor, “üst akıl” fantezileri, “Gezi” komploları üretiyor. 

Komplo teorileri, “alternatif gerçeklikler” milyonlarca kişi tarafından benimsendikçe toplumda bir ortak gerçeklik algısı kayboluyor. 

Bu ABD’ye özgü bir gelişme değil. Avrupa’da da “sağ popülist” (faşist) liderler, sosyal medyayı kullanarak liberal demokrasiyi hedef alan milliyetçi, otoriter anlatılar yayıyorlar. Bir ortak gerçeklik algısının kaybolması, geleneksel medya ve demokratik kurumlara duyulan güveni azaltıyor. Seçmenler yanlış bilgiye maruz kaldıklarında, bilinçli kararlar veremiyorlar, demokratik hesap verebilirlik zayıflıyor. 

BİLGİ ÜRETİMİ VE KAPİTALİZM

Medya kuruluşları ve teknoloji şirketleri, kârlılığı “gerçeğin” önüne koyuyor. Facebook ve X (eski adıyla Twitter) gibi sosyal medya platformları, daha fazla ilgi çekmek için ayrıştırıcı, aşırı içerikleri öne çıkaran algoritmalar kullanıyorlar. Bu durum, otoriter liderlerin kamuoyunu manipüle etmesini kolaylaştırıyor. Örneğin, Elon Musk’ın X’i satın alması ve aşırı sağ figürlere platform sağlaması dezenformasyonun yayılmasını hızlandırdı. Bu platform üzerinden hızla yayılabilen, komplo teorileri, demokratik kurumlara olan güveni sarsmada önemli bir araç haline geldi. ABD’de QAnon, Cumhuriyetçi Parti içinde güçlü bir etki yaratırken Avrupa’da faşist liderler “küreselciler” ve “kültürel Marksizm”, “wokizm” gibi kavramları korkuyu, öfkeyi körüklemek için kullanılıyor. Buna karşılık “eleştirel ırk teorileri”, LGBTQ topluluğun adalet sorunlarını tartışmaya açmak isteyen medya susturuluyor. Böylece “otoriter” politikaların meşrulaştırılması sağlanıyor.

Sonuç olarak dijital ve tekelci oligarşik kapitalizmde bilgi üretiminin  “demokratikleşmesi”, beklenenin aksine, demokrasiyi zayıflatan sonuçlar doğuruyor. “Gerçekliğin” parçalanması, yanlış bilginin yayılması ve demokratik hesap verebilirliğin zayıflaması, faşist eğilimli otoriter liderlere ve oligarklara yeni olanaklar sağlıyor. Bu zeminde “süreç olarak faşizmin” öncü göstergeleri hızla gerçekleşmeye başlıyor. 

                                                      /././

‘İlginç zamanlarda’ yaşıyoruz -Ergin Yıldızoğlu-

Bir Çin bedduası “Dilerim, ilginç zamanlarda yaşarsın” der. Malum, türlü acılara, sıkıntılara yol açan toplumsal altüst oluş dönemleri, tarihe “ilginç zamanlar” olarak geçerler.

Son bir hafta içindeki gelişmeler gerçekten de “ilginç” zamanlarda yaşadığımızı düşündürüyordu. Türkiye’de rejim “sen ha bana ha” şaşkınlığı ile “ölüm korkusu” arasında yaşadığı Gezi travmasını hâlâ atlatamadı, 12 yıl sonra, hâlâ insanlardan, Gezi hesabı soruyor. Bu durum, dünyanın geri kalanında yaşananlara kıyasla tabii ki o kadar “ilginç” değil ama “herkes kendi nasırını vuran ayakkabıdan yakınır”.

Dünyanın geri kalanında, “Acaba bir kırılma noktasında mıyız” sorusunu gündeme getiren bir olaylar dizisi söz konusu. ABD’de, Kanada, Grönland ve Panama’ya ağzı sulanarak “Toprağı genişleyen bir ülke olacağız” diyen Trump’ın imzaladığı kararnameler, borsada 1+ triyon dolarlık bir sarsıntı yaratan, Çin kaynaklı DeepSeek (yapay zekâ platformu) bu olayların başında geliyorlar. Aynı günlerde, Gazze halkı enkaz yığınları arasında evlerini, belki de sevdiklerinin cesetlerini bulmak için geri dönerken Trump, Gazze’yi “temizlemekten” (çok güzel, denize nazır bir arazi demiş), Gazze halkını Lübnan ve Ürdün’e yerleştirmekten söz ediyordu. O sırada, Yahudi soykırımı anma gününde, Elon Musk, Almanya’nın faşist partisi AfD’nin bir toplantısına uzaktan katılarak “Artık geçmişin suçlarından dolayı sorumluluk duymaktan kurtulun” diyordu. Bu salt, Musk’a ait bir acayiplik değil. Trump yönetimi de ABD’nin köleci, ırkçı geçmişini gözler önüne seren “eleştirel ırk teorisi” ile ilgili kitapları ve dersleri okulların müfredatından çıkarmak için yasal ve idari adımlar atıyor. Faşizm her zaman tarihle kavga eder!

KÜRESEL GÜÇ DENGELERİ

Bu olaylar kümesi içinde potansiyel olarak uzun dönemde en sarsıcı etkiyi yapmaya aday olanı, sanırım, Çinli yapay zekâ şirketi DeepSeek’in “reasoning” (akıl yürütme) modelidir. Şirketin, ABD’nin en ileri yapay zekâ modellerine eşdeğer bir performansı çok daha düşük maliyetle başarmış olması, kullanıma ücretsiz ve “açık kaynak” olarak sunulması, ABD teknoloji sektöründe büyük bir sarsıntı yarattı. Teknoloji indeksi Nasdaq’tan 1+ trilyon dolar silindi, yapay zekâ için kullanılan çipleri yapan NVIDIA’nın hisseleri iki günde ABD hisse senetlerinin piyasasının tarihinde görülmemiş düzeyde, yüzde 17 geriledi, değerinden 600 milyar dolar silindi. Nükleer enerji şirketlerinin bile hisseleri düştü (veri merkezlerinin enerji talebi düşebilir). DeepSeek’e kadar, küresel yapay zekâ ekosisteminde, ABD teknoloji sektörünün yüksek maliyet bariyerleriyle, sınırlanmış tekelci bir düzen egemendi. Şimdi bu düzen bozuluyor.

DeepSeek, yalnızca bir şirket hikâyesi değil. DeepSeek, aynı zamanda bir küresel hegemonya rekabeti içinde, özellikle de bu rekabet için tutum alması beklenen BRICS ülkelerinin gözleri önünde, ABD’nin ekonomik modeliyle Çin ekonomik modelini karşı karşıya getiren bir gelişme.

Gelişmiş çiplere yönelik ABD ihracat kontrollerine karşın, DeepSeek’in daha az sofistike donanımla başarı sağlaması, hem ABD’nin yaptırımları sisteminin etkisi üzerine soru işaretleri koyuyor hem de Pekin’in teknolojik kendi kendine yeterlilik hedefi, ABD’nin liderlik etme kapasitesine meydan okuyor.

Yapay zekâ teknolojilerinin hem ekonomik büyümeyi hem de askeri yenilikleri yönlendirebilecek ikili doğası, potansiyel bir yapay zekâ silahlanma yarışı  olasılığını gündeme getiriyor. DeepSeek’in akıl yürütme modellerindeki ve verimlilikteki ilerlemeleri, yalnızca akademik bir başarı değil; aynı zamanda ulusal güvenlik açısından önemli sonuçlar doğuruyor.

Bu yarış kontrolsüz bir şekilde tırmanırsa Soğuk Savaş’ı hatırlatan yeni bir silahlanma yarışı riskiyle karşı karşıya kalabiliriz. Bu risk, küresel güvenlik dengelerini değitirebilir ve nükleer silah sahibi devletler arasındaki gerilimi artırabilir. “Yapay zekâ” geliştirme alanında yarışın bir silahlanma yarışına dönüşmesi haline, gelişme hızı, güvenlik ve denetim gereksinimlerinin önüne geçer, daha şimdiden  yanıltmayı, kendini geliştirmeyi öğrenme noktasına gelmiş YZ’nin hızla kontrolden kaçmasına yol açabilir. İşte o zaman Terminator filminin senaryolarını andıran, “gerçekten ilginç zamanlarda” yaşamaya başlayabiliriz.
                                                      /././

Yeni Ortadoğu haritası -Mehmet Ali Güller-

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD Başkanı Donald Trump’la görüşmeye giderken havaalanında açıkladı: “Başkan Trump’la yakın çalışarak, haritayı daha iyi bir şekilde, yeniden çizebileceğimize inanıyorum.” (AA, 2.2.2025) 

Netanyahu’ya bu sözleri söyleten, elbette doğrudan Trump’ın açıkladığı Filistinlileri Gazze’den sürme hedefiydi. 27 Ocak’ta bu köşede “Trump’ın Gazze planı” başlığıyla yazdım. Trump Gazze’deki Filistinlileri zorla Mısır ve Ürdün’e kabul ettirip İsrail-Kıbrıs hattına dayanan yeni bir haritalama peşinde. 

İSRAİL’İN ‘YENİ KOMŞU’ HEDEFİ
Ancak konu bununla sınırlı değil. ABD-İsrail’in yeni Ortadoğu haritası, Suriye’yi de içeriyor. İlk günden beri ısrarla vurguladım: Ankara’daki zafer havası aldatıcıdır. Çünkü Beşşar Esad’ın temsiliyetindeki BAAS yönetimi, Suriye’nin birliğinin garantisiydi. HTŞ ile toprak bütünlüğü olan ama siyasal birliği olmayan bir Federal Suriye hedefleniyor. Bu Türkiye’nin çıkarlarına aykırıdır. Suriye’de asıl kazanan İsrail’dir. İsrail Dürzilere ve Kürtlere özerklik veren bir Federal Suriye için ABD ile birlikte çalışıyor.
 
Bunları bu köşede defalarca yazdım. İşte Netanyahu’nun “yeni harita” çıkışı ikinci olarak bununla, Suriye’nin parçalanmasıyla ilgilidir. Çünkü İsrail, doğrudan Suriye Arap Cumhuriyeti ile komşu olmak yerine Lübnan ve Suriye’deki Dürzilerle komşu olmak istiyor. 

PYD/YPG’DEN AÇILIMA DESTEK
Ankara, ne yazık ki bu “yeni harita” sürecinden yararlanabileceğini hayal ediyor. Öncelikle Suriye’nin kuzeybatısında İdlib merkezli bir “nüfuz bölgesisi”ni kendisini bağlayabileceğini düşünüyor. Ayrıca koşullar oluştuğunda Suriye Kürt bölgesine de hamilik yapabilmeyi umuyor. (Fidan başta yetkililerin son dönemde hami, himaye kelimelerini sıklıkla kullanmalarına dikkat.) 

Yeni açılım, “Türkiye’yi Kürtlerle genişletme” amacı, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” sözleri, Öcalan’la yürüttükleri müzakere, o müzakerelerin dış ayağındaki gelişmeler... 
Ankara’nın müttefiki Barzani, ABD’nin planlamasıyla Ankara’nın hedefindeki YPG/SDG komutanı Mazlum Abdi ile görüşüyor, Kürt birliği için pazarlık yapıyor. 
Mazlum Abdi ise Öcalan’ın hangi tarihte hangi açıklamayı yapacağını duyuruyor ve AKP-MHP’nin açılımına destek veriyor. Abdi ayrıca Alman gazetesi Frankfurter Allgemeine Zeitung’a “Bu sürecin olumlu etkileri olacak. PKK ile anlaşacaklar” diyerek Ankara’nın yeni açılımına destek veriyor! 

AÇILIMIN AMACI
Görüldüğü üzere Ankara, İsrail karşıtlığı propagandası altında, İsrail’in Suriye’de istediği sonucun oluşmasına katkı yaptı: HTŞ’nin önünü açarak Esad yönetiminin devrilmesini sağladı. İsrail böylece Suriye’nin güneyini işgal etti. Ankara şimdi de yine İsrail’e karşı konumlanma diye sunarak, Suriye’nin kuzeyine dair planlamalar yapıyor. Ne yazık ki o planlama da İsrail’in istediği yola çıkıyor! 
Irak’tan sonra Suriye’de bir Kürt özerk bölgesinin resmiyet kazanması, ABD-İsrail’in 40 yıllık hedefidir. PKK’ye karşı mücadele üzerinden Türkiye’ye önce Irak’ın kuzeyindeki yapıyı resmen kabul ettirdiler, şimdi de PKK’nin silah bırakması/ad değiştirmesi üzerinden Suriye’nin kuzeyindeki yapıyı kabul ettirmeye çalışıyorlar. 
İşte, açılımın dış ayağı özetle budur: Ankara’ya PYD bölgesini kabul ettirmek. PKK’nin ad değişikliği ve silah bırakması konusu ise iktidarın bunu içeriye pazarlayabilmesinin dayanağı içindir.
                                                             /././

Amerikan kâbusu: Dolarsızlaşma -Mehmet Ali Güller-

ABD Başkanı Donald Trump, BRICS ülkelerini tehdit ederek “Dolara karşı yeni bir para birimi yaratmanız ya da doların yerini alacak bir para birimini desteklemeniz halinde, size yüzde 100 vergi uygulayacağım” dedi.

BRICS’in gündeminde yeni bir para birimi yaratma konusu (henüz) yok, BRICS üç ayaklı bir para politikası belirlemiş durumda:
1) Ulusal paraların rolünün artırılması.
2) Ortak ödeme sisteminin oluşturulması.
3) BRICS Yeni Kalkınma Bankası rezervlerinin geliştirilmesi.

Yani BRICS ülkeleri, esas olarak ticarette ulusal paraların kullanılmasınının artırılmasına odaklanmış durumda. İşte bu bile ABD finans kapitalinin ürkmesine yetiyor. Çünkü:

DOLARIN SALTANATI
Amerikan hegemonyası, iki temel sütuna dayanıyor: Askeri güç ve dolar gücü.
ABD, II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru 1944’te, Bretton Woods anlaşması ile Avrupalılara doları altına bağlı tek para birimi olarak kabul ettirdi. Böylece hem yeni bir finans sistemi kurmuş oldu hem de o finans sistemi üzerinden kendi egemenliğinde bir “kapitalist Batı dünyası” inşa etti.

Emperyalist ABD güçlendikçe, doların altına bağlı olmasını da devreden çıkardı. Böylece ABD açısından dolar, sadece kâğıt maliyeti olan bir konuya dönüştü. Bu ABD’ye borçlanma sorunu yaşamadan istediği kadar dolar basabilme ve istediği kadar ithalat yapabilme ve bu yolla da içeride refah sağlama olanağı sağladı. Daha önemlisi de ABD bu avantajıyla dünyanın dört bir tarafında üs kurabildi, asker bulundurabildi, savaş gemisi dolaştırabildi.

TEK PARA SİSTEMİ YIKILIYOR
Ancak ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinin başarıszlığı ile onu izleyen kapitalizmin 2008 krizi, bu “dolar saltanatına” dayanan “Amerikan rüyasını”nın sonunu getirmeye başladı. O tarihten bu yana ABD’nin hegemonyası zayıflayarak azalıyor.

Artık “tek para, tek sistem, tek egemen” esaslı dünya yerine, “çok para birimli, çok kutuplu/merkezli” dünya var.

Doların hem rezerv para olma oranı hem de ticaretteki kullanılma oranı azalıyor. Doları zayıflatan bu sürecin ana motoru ise BRICS’tir. Çünkü:

1) BRICS ülkeleri hızla büyüyor; BRICS ve BRICS+ ülkelerinin küreselekonomideki payı yüzde 30’u geçmiş durumda.
2) BRICS ülkeleri kendi aralarındaki ticareti ulusal paralarıyla yapmaya başladı ve bu oran her yıl artıyor.
3) BRICS ülkeleri rezervlerindeki dolar oranını düşürmeye başladı.
4) BRICS ülkeleri, ticaret yaptıkları Küresel Güney ülkeleriyle de ulusal paralara dayanan bir ticareti öncelik haline getirmeye başladı.

VERGİ SOPASI İŞE YARAMAYACAK
Uluslararası ticarette ulusal paraların kullanılma eğiliminin artışı, hele de petrol ve doğalgaz ticaretinde dolar dışı paraların kullanımının artmaya başlaması, Amerikan kapitalizmi için büyük tehlike anlamına geliyor.

Örneğin ABD Hazine Bakanlığı’nın eski müsteşarlarından Monica Crowley, “Suudi Arabistan gibi OPEC ülkelerinin de başka para birimlerinde petrol satmaya karar vermesi, ABD ekonomik sisteminin çökmesi ve büyük bir felaket anlamına gelir” diyordu. (AA, 6.4.2023)

İşte Donald Trump, “ABD ekonomik sisteminin çökmesini” önlemek için BRCIS ülkelerine “vergi sopası” sallamaya çalışıyor.

Peki işe yarar mı? Yaramayacak. Trump ilk başkanlık döneminde işe yarayacağını hesaplayarak Çin’e ticaret savaşı açmıştı; tamam Çin bundan zarar gördü ama ABD de hasar aldı.

350 milyonluk ABD pazarı elbette alım gücünün yüksekliği nedeniyle önemli ama BRICS dünyası çok daha büyük bir pazar ve üstelik alım gücü yükselen bir pazar.
Kısacası sonuç değişmeyecek:

“Amerikan rüyası” dedikleri, gerçekte doların küresel saltanatının ABD’ye sağladığı avantajlardı. Trump’ın önünü kesemeyeceği dolarsızlaşma eğilimi ile “Amerikan rüyası”nın yerini “Amerikan kâbusu” alacak.

                                                       /././

Yeni rejim için ‘açılım’ operasyonları -Mehmet Ali Güller-

Büyük şair Mehmet Âkif’in İstiklal Marşı’na “korkma” diye başlaması ne çok şey anlatır: Abdülhamit’in istibdadına karşı mücadele eden bir kuşağın parolasıdır, Anadolu’nun işgaline karşı direnmeye çağrıdır, bağımsızlık için ölümün üzerine yürümenin adıdır ve gelecek kuşaklara bırakılan bir “boyun eğme” mesajıdır.

Aslında Âkif korkma” diyerek sadece Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı yazmamıştır, aynı zamanda evrensel bir konu olan toplumların “direnme hakkı”nın nasıl kullanılacağının da yolunu işaret etmiştir: Korkma, medeniyet dediğin tek dişi kalmış bir canavardır!

Siyasal İslamcılar Âkif’in Abdülhamit karşıtlığını ve istibdada karşı siyasal konumlanışını hep perdelediler, onu “İslamcı bir şair” parantezine sıkıştırarak tabanlarına pazarladılar.

1) Cumhurbaşkanı seçiminin ön operasyonları
Türkiye 10 gündür artarak süren siyasal operasyonları konuşuyor. Konunun hukukla bir ilgisi olmadığı ortada.

Ümit Özdağ’ı “cumhurbaşkanına hakaretten” gözaltına alıp yolda “halkı kin ve düşmanlığa takrik” suçunu ekleyip tutukladılar. Ayşe Barım’a “menajerlik tekelleşmesi” üzerinden soruşturma başlatıp Gezi’den tutukladılar. Barım’ın ajansındaki sanatçıları tanık diye dinleyip ifadeyi beğenmeyince “yalancı tanıklıktan” soruşturma açtılar. 
Barış Pehlivan’ı, Serhan Asker’i, Seda Selek’i gündemdeki bilirkişiyle telefonda yaptıkları röportajı “yayımlamaktan” gözaltına aldılar, bilirkişiyle “yazılı” yapılan röportaj ise aynı gün yandaş gazetede sorunsuz yayımlandı.

“Turpun büyüğü heybede” denilerek adeta tepkileri ölçe ölçe süren bir operasyon var. Turpun büyüğü belli: Ekrem İmamoğlu.

22 yıldır Erdoğan’ı hem de üç kere yenebilen tek kişi olarak İmamoğlu, bu operasyonların asıl hedeflerindendir. Dolayısıyla bu operasyonları birinci olarak “cumhurbaşkanı seçiminin” ön çarpışması diye yorumlayabiliriz.

2) Açılım operasyonları
Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te TBMM’de DEM Parti sıralarına giderek tokalaşması, bu operasyonların miladıydı. Düne kadar kapatılmasını ve vekillerinin Meclis’ten atılmasını istediği partiye uzattığı o el, yeni bir sürece “Buyurun” işaretiydi. Nitekim 22 gün sonra Bahçeli, “Öcalan umut hakkından yararlansın, gelsin TBMM’de konuşsun” diyerek “yeni açılım” sürecini fiilen başlatmış oldu.

Açılımların kanunudur: Açılım ile kumpaslar paralel süreçlerdir. İlk açılımda görüldü: Açılımın ilerleyebilmesi kumpaslarla toplumun sindirilmesine bağlıydı. Sonuç? Kumpaslar çöktü, açılım bitti! İşte bugünkü operasyonları ikinci olarak açılım operasyonları diye yorumlayabiliriz.

3) Yeni rejim operasyonları
Evet, operasyonlar birincisi cumhurbaşkanı seçimi mücadelesinin parçasıdır, ikincisi açılımın gereğidir. Ancak asıl mesele bu iki sütunun üzerine konulmaya çalışılan yeni rejimdir.
Parlamenter rejimi yıkıp yerine bir “başkanlık rejimi” inşa etmeye başladıklarından beri vurguladım, vurguladık: Tamam, rejimi yıktılar ama yerine yeni bir rejim inşa edemediler, temelini attılar, kat çıkmaya uğraşıyorlar.

İşte bugün bir korku iklimi oluşturarak aslında yeni kat çıkmaya çalışıyorlar. O nedenle bu operasyonlar, üçüncü olarak yeni rejim inşasının operasyonlarıdır.

                                                     /././

CHP’nin yol haritası -Örsan K. Öymen-

AKP iktidarının son aylarda artan baskıları, hukuka aykırı gözaltı ve tutuklama uygulamaları ve olası cumhurbaşkanı adayı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu kumpas “davalarıyla” seçimlere sokmayarak, seçimleri özgür ve serbest olmaktan çıkartıp, göstermelik bir hale sokma girişimleri karşısında, ana muhalefet partisi olan CHP’nin ortaya koyacağı yol haritası, Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal önemde bir konudur.

CHP’nin bu konuda zaafiyet içine girmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasıyla sonuçlanır. Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılması sürecinden dolaylı olarak sorumlu olur.
CHP’nin yol haritası basit ve rutin bir iç politika konusu ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in birkaç yakın çalışma arkadaşıyla karara bağlayabileceği bir şey değildir.
***
CHP öncelikle, “erken seçim” söylemini değiştirmelidir, sadece erken bir seçimi değil, hem erken hem de özgür ve serbest bir seçimi talep etmelidir.
Ekrem İmamoğlu’nun veya Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın veya kazanabilecek herhangi bir adayın, hukuk dışı yollarla seçime sokulmadığı bir erken seçimi veya zamanında yapılacak bir seçimi, muhalefet kazanamaz.

Bu nedenle CHP sloganını, “erken ve özgür seçim” veya “erken ve serbest seçim” biçiminde değiştirmelidir; özgür ve serbest bir seçimin gerçekleşmesini sağlamak için de, muhalefetteki tüm partilerle işbirliği yaparak, geniş halk kitlelerini örgütlemelidir; anayasaya ve yasalara karşı hareketler içinde olan hukuk dışı ve gayri meşru odaklara karşı, halkı, kamuyu ve halkı temsil etmesi gereken kamu kurumlarını düzenli ve etkili bir biçimde uyarmalıdır; anayasanın 34. maddesinin tanıdığı hakkı etkili bir biçimde kullanmalıdır.
***
Bunun dışında, cumhurbaşkanı seçilebilmek için yüzde ellinin üzerinde bir oy gerektiği ve CHP’nin tek başına böyle bir oyu olmadığı için, CHP’nin cumhurbaşkanı adayını, muhalefetteki diğer partilerle de görüşerek belirlemesi gerekmektedir. CHP’nin, halkta karşılığı ve oy oranları yüksek olan partilerle bu süreci yürütmesi özellikle çok önemlidir.

Şu ana kadar gerçekleşen tüm araştırmalara ve son iki yıldaki seçim sonuçlarına göre bu partiler şunlardır: Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM), İYİ Parti (İYİP), Zafer Partisi (ZP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Yeniden Refah Partisi (YRP).

DEM Türkiye’nin üniter yapısıyla, YRP Türkiye’nin laik yapısıyla sorunu olan bir siyasi partidir. Bu partilerin, olası bir ittifakın ana unsurları olmaları durumunda, CHP tabanında bir dağılma gerçekleşecektir.

CHP’nin, laiklikle ve üniter yapıyla sorunu olmayan İYİP, ZP ve TİP ile birlikte hareket etmesi, Türkiye’nin üniter ve laik yapısının ortadan kalkması riskiyle karşı karşıya olduğu da dikkate alınacak olursa, son derece önemlidir.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, CHP’nin cumhurbaşkanı adayının CHP’nin kendi içinde tüm üyelerin katılımıyla önseçimle belirleneceğini açıklaması ise, diğer siyasi partilerle ortak bir adayın belirlenmesini zorlaştırmıştır.

Önseçim, parti içi demokrasi açısından, milletvekili ve belediye başkanı adaylarının belirlenmesinde zorunludur, ancak “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ucube sistemde, cumhurbaşkanı adayını önseçimle belirlemek, ittifakları zorlaştırmaktadır.

Önseçimin, uygulanması gereken yerde uygulanmayıp, uygulanmaması gereken yerde uygulanmasının, parti içi demokrasiyle ilgisi yoktur. Ayrıca, cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinde önseçim, parti içinde bir rekabeti ve tartışmayı getireceği için, yaşadığımız olağanüstü koşullarda, AKP ve MHP tarafından aylarca suiistimal edilecek bir süreçtir.

CHP yönetimi ne yazık ki, önce “normalleşme” diyerek, arkasından “el yükselterek”, son olarak da “önseçimi” açıklayarak, AKP’nin ve MHP’nin kurduğu tüm tuzaklara düşmüştür! 
                                              /././
Ders almıyoruz...-Mine Esen-

Bu hafta 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremlerin yıldönümü. 11 kenti etkileyen, 53 bin 725 canımızı yitirdiğimiz felaketin ardından geçen iki yılda bölgede yaraların tam anlamıyla sarıldığını söylemek ne yazık ki zor. Barınma, istihdam, altyapı gibi temel konularda ağır sıkıntılar sürüyor. Binlerce insana mezar olan binalardan sorumlu olanların yargı süreçleri, verilen kararlar vicdanları kanatıyor. Bir ülkenin yarınını çalan bu ölümcül yıkımda sorumluluk üstlenenin olmadığı, suçun sürekli birbirine atıldığı bir ortamda adalet çağrısı yapan depremzedelerin haklı isyanları yüreklerde yankılanıyor. Bu “hesap verilmez, sorulmaz” haline dönüşen, çürümeye doğru giden sistemde yurttaş “kader ve keder” arasına sıkıştırılmak isteniyor.

Aradan geçen iki yılda, pek çok faciayla karşılaştık. Daha yeni Kartalkaya’da otel yangınında ihmaller zinciriyle göz göre göre 78 canımızı yitirdik. TBMM Başkanı  Numan Kurtulmuş’un Kartalkaya’daki faciaya ilişkin önceki günkü şu sözleri dikkat çekiciydi: “Türkiye’de temel meselemiz mevcut mevzuata uymamaktır. Umarım, bu büyük bir ders olur. Bu da ders olmayacaksa ne ders olacak...”  

Doğrudur, böylesine acılardan ders çıkarmak gerekir ancak ne yazık ki bunun olmadığı geçmişten bugüne ortadadır. Bu nedenle de şu soruları hepimizin sorması gerekmez mi? Ders çıkarması gereken sadece sade yurttaş mıdır? İktidarda olanların sorumluluğu ne noktadadır? Ülke yönetiminde olanların liyakat-etik bakışı nasıl olmalıdır? Ahbapçavuş ilişkisi örneği siyaset-ticaret mantığıyla yandaş yaklaşımlar, güçler ayrılığı ilkesinin aşındırılması, ölümcül ihmaller zincirini beslemez mi? İstifa etme kararı neden bunca yıldır iktidarda olan bir parti tarafından yaşama geçirilmemiştir, topluma örnek olunmamıştır? Bir sonraki faciayı beklemeden ders almamız gerektiği kuşkusuz. Ama bu kutuplaşmış siyasi iklimde bunun nasıl olacağını kestirmek ise güç...

CHP’DE BİRLİK MESAJI
İktidarın ekonomik kriz gibi zorlu konuları halı altına süpürmek için “sürekli gündem değişikliği” manevraları sürerken CHP seçim sandığı hedefini 2025’e koyduğunu duyurdu. Bu zorlu hedef çerçevesinde gözler CHP Genel Başkanı Özel’in, cumhurbaşkanı adaylığı için önseçim dahil süreci başlatacakları açıklamasıyla birlikte İBB Başkanı İmamoğlu ile ABB Başkanı Yavaş hattına çevrildi. 

İmamoğlu’nun Çağlayan’da hakkında açılan iki soruşturma çerçevesinde savcılığa ifadesi sırasında, alanı dolduran kalabalık ve CHP’nin bir bütün olarak dayanışmayla, gövde gösterisi kuşkusuz geçen haftanın gündem başlıklarındandı. Özellikle Yavaş ile İmamoğlu’nun el ele görüntüsü parti içindeki tartışmaları biraz dindirdi. Yavaş’ın iktidara gelince “Silivri’yi kapatalım” sözü ise alkışlarla karşılandı.

GAZETECİLİK SUÇ DEĞİLDİR!
Yine zorlu bir haftayı geride bıraktık. İktidarın, “Seçim sandığı gelsin” çağrısı yapan CHP’ye baskısı giderek artıyor. Baskı artarsa bilin ki korku ve kaygılar da büyük. Gerilim çoğalınca bu baskı bir menajere yönelik “tekelleşme”  soruşturmasını oyuncuları da katarak Gezi dosyasını yeniden açmaktan, İBB Başkanı İmamoğlu’nun davalarında aynı bilirkişinin olmasına yönelik çıkışının ardından konuyu işleyen gazetecilere dek uzanıyor. “Bilirkişi soruşturması”nın, Halk TV yayınındaki haber çerçevesinde Barış PehlivanKürşad OğuzSeda SelekSerhan Asker’in gözaltılarına, genel yayın yönetmeni  Suat Toktaş’ın tutuklanmasına varması ise basın özgürlüğü konusundaki tarihimize kara bir leke olarak geçti. Hep söylüyoruz, “Gazetecilik suç değildir!” Yıllarını mesleğe adamış Toktaş’ın bir an önce serbest bırakılması çağrımızı yineliyoruz. Tüm bu gerilimler arasında yetmiyor, diploma töreni sonrasında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen beş teğmen ve üç komutan ordudan tasfiye ediliyor...

Atatürk liderliğinde Cumhuriyetin kurulmasından itibaren karşıdevrimcilerin, gericilerin, ümmetçilerin arayışları sona ermiş değil. Ve bu hızlanma adımlarının tam da küresel mücadelede yeni bir döneme girildiği, Ortadoğu haritalarının bir kez daha şekillendirilmeye çalışıldığı bir dönemde gerçekleşmesi diken üstünde olmamızı gerektiriyor.

                                                        /././

'Topuk kanı' reddinde korkutan artış: Gerekçeleri pes dedirtti!

Bir bebeğe kayyum atanmasıyla gündeme gelen 'topuk kanı'nda endişelendiren veriler ortaya çıktı. Topuk kanı vermeyi reddeden ailelerin sayısının 5 kat arttığı belirtildi. Ret sebepleri arasında kanların yurt dışına satıldığı, 'mavi kan' arandığı ve bu kanlarla iksir yapıldığı gibi gerekçeler yer alıyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/topuk-kani-reddinde-korkutan-artis-gerekceleri-pes-dedirtti-2295663)

                                                               ***
TÜİK ocak ayı enflasyon verilerini açıkladı!
Tüketici fiyat endeksi (TÜFE), 2025 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 5,03, bir önceki yılın aynı ayına göre ise yüzde 42,12 arttı. On iki aylık ortalamalara göre TÜFE’deki artış yüzde 56,35 olarak kaydedildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/galeri-son-dakika-tuik-ocak-ayi-enflasyon-verilerini-acikladi-2295657)
                                                      ***
Ticaret Bakanı Ömer Bolat açıkladı: Ocak ayı dış ticaret açığında büyük artış!

Ticaret Bakanı Ömer Bolat'ın açıkladığı verilere göre dış ticaret açığı ocak ayında önemli bir artış gösterdi. İthalatın yükselmesiyle birlikte açığın büyüdüğü kaydedildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/ticaret-bakani-omer-bolat-acikladi-ocak-ayi-dis-ticaret-aciginda-buyuk-2295755)

                                                                   ***
TEPAV gıda enflasyon verilerini açıkladı: Son 10 ayın en yüksek oranı!
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), Ocak 2025 dönemi için gıda fiyat endeksi verilerini açıkladı. Buna göre, TEPAV Gıda Fiyat Endeksi (TEGE), Ocak 2025’te bir önceki aya göre yüzde 3,90 artış gösterdi ve bu, son 10 ayın en yüksek aylık gıda enflasyonu oranı oldu. (YILLIK GIDA ENFLASYONU ORANLARI) Ocak 2025 itibarıyla yıllık gıda enflasyonu, TEGE ile yüzde 35,2, TÜRK-İŞ mutfak enflasyonu ile yüzde 46,5, İTO Ücretliler Geçinme Endeksi (ÜGE) ile yüzde 45,7, İTO İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi (İTÜFE) ile ise yüzde 47,2 olarak hesaplandı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/tepav-gida-enflasyon-verilerini-acikladi-son-10-ayin-en-yuksek-orani-2295746)
                                                               ***
TÜİK enflasyonu açıkladı: Şubat ayı kira artış oranı belli oldu!
Daha önce hükümetin getirdiği yüzde 25'lik kira zam sınırı, 2 Temmuz 2024 itibarıyla kaldırılmıştı. Bu nedenle, şubat ayında kira kontratlarını yenileyenler için zam oranı 12 aylık TÜFE verisine göre belirlenecek. TÜİK'in ocak ayı enflasyon verilerine göre, 12 aylık TÜFE oranı yüzde 56,35 olarak açıklandı. Buna göre, şubat ayı kira artış oranı yüzde 56,35 olarak uygulanacak.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/galeri-tuik-enflasyonu-acikladi-subat-ayi-kira-artis-orani-belli-oldu-2295679)
                                                               ***
İstanbul'da ekmek ve simite zam: Güncel fiyatlar belli oldu!
İstanbul'da ekmek ve simit fiyatlarına yüzde 30'u aşan zam geldi.
Simit fiyatlarına yapılan zam oranı yüzde 30'u aşarken, 15 TL’ye satılan simit 20 TL'ye çıktı. Bazı pastanelerde ise simit fiyatı 20 TL’yi de geçerek 25 TL’ye ulaştı.Ekmek fiyatlarında da artış yaşandı. İstanbul'da ekmek fiyatı yüzde 20 zamla 12,5 TL'den 15 TL'ye yükseldi.Fiyat artışının temel sebepleri arasında üretim maliyetlerindeki yükseliş ve genel ekonomik koşullar gösterildi. Türkiye genelinde ise birçok şehirde benzer fiyat artışları yaşanıyor.
                                                        ***
Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Portekiz'de "Demokrasi Ödülü" verilen İmamoğlu: Bu ödül özgürlük talep eden gençlere, kadınlara ve sessiz milyonlara ait -T24-

Portekiz'in Braga kentinde yapılan Eurocities (Avrupa Kentler Birliği) 2025 Genel Kurulu’na katılan Muğla Belediye Başkanı   Ahmet Aras ...