2. yıl: Hep yalan, hep yalan, hep yalan -Orhan Aydın-
"Katillerini tanıyorum canım yavrum. Hesabını sormadan ölür gidersem, dağlar kadar, denizler kadar ahım kalır geriye."
O en ılgın rüzgârda bile ağlaşan çam ağaçlarının altında, huzurda olduğunu söylüyor dostlar.
Kediler, sincaplar, yaban kuşları, daha çok serçeler su içiyorlar başucundan.
Kaldır başını bak, yanı başındaki kiraz ağacı bu baharda da çiçeğe durmuş olacak, begonviller ve zeytin ağaçları sana sevdiğin şarkıları söyleyecek, bağrındaki çiçekler keman ve piyano eşliğinde senin en sevdiğin şiirleri okuyacaklar.
Yüreğimde yaşam tutkumu, bir yağmur damlası kadar büyütecek yer bile kalmadı yavrum.
Bedenim bana yabancılaştı, ellerimi tanıyamıyorum, gözlerim ah içinde.
İki yıl geçti soramadım hesabını.
Hangi kapıya dayansam vicdansızlık simsiyah bir duvar ördü.
Adalet dedikleri canavarlaşmış bir saldırganlık, yalnızca katliamcıları-katilleri-sahtekârlığı ve din simsarlığını koruyor.
Seninle birlikte kendi rakamlarına göre 54 bin can enkazların altında kaldı kızım. Şu ana dek yargı yoluyla ceza almış bir tek devlet yetkilisi, sorumlusu yok bu cinayetlerin.
Senin son geceni birlikte geçirdiğin o güzelim çocuklar dahil, ailenden hiç kimse kalmadı yavrum. Annen 51 canını yitirdi.
Senin ve tüm o çaresiz insanlık için serçelerle- sokak kedileri ile birlikte attığımız çığlıkların hepsi sahipsiz kaldı.
Vicdanları çürümüş-akılları esir-ahlaksızlığın bayrak edildiği kapkara günler yaşıyoruz.
O simsiyah 6 Şubat gününün simsiyah ölüm sessizliği ülkeyi kuşattı gülüm.
Kurtulup yaşadıklarını sananlar halen çadırlarda-konteynırlarda gıdasız-ışıksız-susuz-sağlıksızlar, yalnızca nefes alıyorlar.
Çocukları görsen canım ağlardın, kınalı ellerin titrerdi.
Şimdi her an seni yaşamaktan, bu dünyaya kattığın tüm güzellikleri yaşatmaktan, hayatın tüm acımasızlığına, bu çürümüşlüğün tüm dayatmalarına karşı direnmek ve mutlu-güzel günler umuduyla onurlarını birleştiren insanlıkla yan yana olmaktan başka utkum yok.
Tiyatro kulislerine adını verdi dostlarımız, kütüphanelerin kapılarında adın yazıyor, her seferinde senin için sahnelere çıkıyorum, adına binlerce ağaçlardan oluşan ormanlar yaptık, üstünde adının yazdığı çeşmelerden sular içiyor kuşlar-kelebekler-karıncalar, şair dostlarım senin için şiirler yazdılar, müzisyen amcaların, yoldaşların şarkılar bestelediler.
Her 1 Eylül’de doğum gününü, her dilden şiirlerle-şarkılarla sahnelerden selamlıyoruz.
Ama ne çare Kiraz Çiçeğim, binlerce anne-baba gibi yandım-bittim-kül oldum, gören-duyan yok.
Acılar içinde kıvranan milyonlarca insanımızı umursamıyorlar.
Talan edilmiş ormanlarımızdan, su gözelerimizden, sahillerden, nehir-göl boylarından, yaşam alanlarımızın içinden betondan tabutluklar yükseliyor.
Her adalet diyene, vicdan diyene, ağaç-kuş-su-çocuk-kadın-hayat diyene, her gerçeği yazana-çizene-bağırana kelepçe takıyorlar.
Görsen, duysan canın yanardı yavrum.
Yeni doğmuş bebekleri öldürüyorlar, sokaktaki canlarımızı katlediyorlar, milyonlarca zeytin ağacını kesiyor, ormanlarımızı ağaçsız -kuşsuz-cansız bırakıyorlar.
En değersiz şey insan canı gülüm.
Paraya-güce tapınan bir ahlaksızlık kuşattı ülkeyi.
Hep yalan, hep yalan, hep yalan ve alabildiğine kahır.
Çocukların sevinçlerini bile çalıyorlar can parçam.
Sen en çok buna isyan ederdin biliyorum, kızıl saçlarını savurup rüzgâra, set olurdun vicdansızlığa.
Çıkıp konuşuyorlar, yalan kusuyorlar ülkemin üstüne.
Sabredin diyorlar, şükredin diyorlar, ölüm tarlalarını görmüyorlar, isimsizler mezarlıklarını görmüyorlar, aç-açıkta olanları görmüyorlar, din diyorlar iman diyorlar, kader diyorlar.
Utanmıyorlar.
Vicdanları ölmüş bir çoğul, sorumlusu oldukları deprem cinayetini kutsuyor.
Halk seyrediyor.
Canım yanıyor Kiraz Çiçeğim, bal rengi gözlerin, o küçücük serçe ellerin, kızıl saçların, hayata gülüşler savuran şarkı-şiir dolu çığırtıların, mavi suların üstündeki martı kahkahaları kadar şen sevinçlerin, haksızlıklara isyanın, kedilere söylediğin ninniler, yazıp hayata bıraktığın günlüklerin, begonviller altında attığın kahkahalar benimle yaşıyor.
Katillerini tanıyorum canım yavrum.
Hesabını sormadan ölür gidersem, dağlar kadar, denizler kadar ahım kalır geriye.
/././
Depremin ikinci yılında Hatay’da acılar bitmiyor: 'Evlerimizden çıkarılıyoruz, hayatlarımız karartılıyor'-Özkan Öztaş-
Depremin ikinci yılında Hatay’da acılar dinmiyor. Depremzedeler, "Rezerv alanından çıkacak mıyız? Çıkmayacaksak, devlet ne zaman evlerimizi inşa edecek? Bunların hiçbirinin cevabı yok" diyor.
Hatay’ın Defne ilçesine bağlı Turunçlu Mahallesi’nde, depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen yaralar sarılmadı. “Yeniden ayağa kalkma” umuduyla yaşayan depremzedeler, bu kez de “rezerv alan” kararıyla evlerinden çıkarılmak isteniyor. Bakanlığın “İstemeyeni çıkarmayacağız” açıklamasına rağmen, insanlar zorla yerinden ediliyor.
'Belirsizlik içinde yaşıyoruz'
Sevim Çiçek, Turunçlu Mahallesi’nde yaşayan depremzedelerden biri. Depremde evi ağır hasar gören Sevim Hanım, geri dönüş talebinde bulunduğunu ancak hiçbir yanıt alamadığını söylüyor. Mahallelerinin rezerv alanı ilan edildiğini belirten Sevim Hanım, “Bizim içinde bulunduğumuz ada ve parsel rezerve dahil edildi. Ancak aynı adada 7 parsel var. 4’ü ayakta duran orta ve az hasarlı binalar. Komşularımız güçlendirme ruhsatı aldığı için onların evleri rezerve dahil edilmedi. Ama bizim evlerimiz yıkıldığı için rezerve dahil edildi. Neye göre bu karar veriliyor, anlamıyoruz” diye konuşuyor.
'Dilekçelerimiz Bakanlığa ulaşmadı bile'
Sevim Hanım, mahalleli olarak rezerv alan istemediklerini ve geri dönüş talep ettiklerini belirterek, “Herkes bireysel olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na itiraz dilekçesi verdi. Ancak il müdürlüğü bireysel dilekçelerimizi Bakanlığa bile göndermemiş. Toplu dilekçe vermemiz istendi. Biz de 20 Aralık’ta toplu dilekçe verdik, ancak hiçbir sonuç alamadık” ifadelerini kullanıyor.
'Bu koşullarda yaşamak çok zor'
Rezerv alanı kararıyla birlikte barınma sorunu da artıyor. Sevim Hanım, “İnşaat yapamadığımız için başka yerlere gitmek zorunda kalıyoruz. Ben 10 km uzakta bir köyde konteynerde yaşıyorum. Ancak orada da istenmiyoruz. Geçenlerde konteynerimize saldırıldı, camlarımız kırıldı. Annem ve babam tehdit edildi. Bu koşullarda yaşamak çok zor” diye anlatıyor.
'Ulaşım, eğitim, sağlık: Her şey çökmüş durumda, ilk günkü gibi'
Hatay’da depremin ardından ulaşım, eğitim ve sağlık hizmetleri de büyük ölçüde çökmüş durumda. Sevim Hanım, “Ulaşım çok zor. Otobüs, dolmuş yok. Trafik kazaları nedeniyle her gün ölümler yaşanıyor. Eğitim sistemi çökmüş durumda. Okullar yetersiz, sınıflar kalabalık. Sağlık hizmetlerine ulaşmak da çok zor. Onkoloji hastaları İskenderun’a gitmek zorunda kalıyor. Bu da hem maddi hem manevi yük getiriyor” diyor.

'Evlerini kaybedenler, şimdi de ikinci kez satın almak zorunda kalacak, bu kabul edilemez'
Rezerv alanı uygulamasının geleceğini sorgulayan Sevim Hanım, “Devlet bize evlerimizi yeniden yapma izni verecek mi? Rezerv alanından çıkacak mıyız? Çıkmayacaksak, devlet ne zaman evlerimizi inşa edecek? Bunların hiçbirinin cevabı yok. İnsanların ödeme gücü de yok. Evlerini kaybedenler, şimdi de ikinci kez satın almak zorunda kalacak. Bu kabul edilebilir bir şey değil” diye konuşuyor.
'Acıları sindiremiyoruz'
Sevim Hanım, depremin sadece fiziksel değil, sosyal ve psikolojik yıkımlara da yol açtığını vurguluyor: “Deprem 2 dakika sürdü, ama 2 yıldır sonuçlarını yaşıyoruz. Ben çalışan bir insandım, işyerimi kaybettim. Müşterilerimin, arkadaşlarımın yarısını kaybettim. Sosyal hayatımız tamamen çöktü. Psikolojik olarak da çok yıprandık. Bazen keşke ölseydik diye düşünüyoruz. Devlet ve yetkililer hiçbir şekilde bize destek olmuyor. Bu acıları sindiremiyoruz.”
Devlet sessiz, halk çaresiz
Hatay’da yaşananlar, devletin depremzedelere yönelik duyarsızlığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Sevim Hanım’ın sözleri, depremin yaralarının hala kanadığını ve insanların umutsuzluğa sürüklendiğini bir kez daha hatırlatıyor: “Devlet bizi görmezden geliyor. Bu acıları yaşayan insanlar, intihar etmekten, sağa sola saldırmaktan başka çare bulamıyor. Bu kabul edilebilir bir durum değil.”
Depremin ikinci yılında Hatay’da yaşananlar, sadece bir doğal afetin değil, aynı zamanda bir sistem çöküşünün de hikayesi. Devletin sessizliği, halkın çaresizliği ve adaletsiz uygulamalar, depremzedeleri her geçen gün daha da umutsuzluğa sürüklüyor.
***
6 Şubat karanlığı -Ali Rıza Aydın-
Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.
Anayasaya bakarsak “yaşama, maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme”den “sağlıklı ve düzenli kentleşme”ye, “kamu ve toplum yararı”ndan “sağlıklı ve dengeli” bir çevrede yaşama hakkı”na, “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten planlama”dan “konut ihtiyacının karşılanması”na kadar geniş bir alanda “insan haklarına saygılı”, “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunun” sağlandığı “doğanın korunduğu” bir düzenin içinde yaşamamız gerekiyor.Arsa, altyapı, plan, proje, inşaat, dönüşüm, yasa ve yönetmelik, ruhsat, idari işlem, akçalı kaynak, her aşamada denetim, yargılama gibi çok yönlü iş bütünlüğü bir yandan mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü kapsamında özel kesimin alanına girerken bir yandan da devletin amaç, görev ve sorumluğunu içeriyor.
Bu yaşamsal bütünlük elbette doğal ya da olağan dışı durumlar sonucu ortaya çıkması olası afetlerin önlenmesi ve kayıpsız/yıkımsız ya da en az kayıpla/yıkımla giderilmesi için “risk yönetimi ve sakınım planlaması”nı gerekli kılıyor. Bu gereklilik yerine getirilmedikçe de Erzincan, Varto, Marmara, Van, Soma, Kartalkaya gibi adları veya 6 Şubat gibi tarihleri sıralamak, afetler yinelendikçe öncekileri anmak arasında sıkışıp kalıyoruz.
Yeni yönetimsel ve denetimsel örgütlenme arayışları, hukuksal önlemler, kime adalet getirdiği belli olmayan kimi yargı kararları, araştırma ve incelemeler, akademik çalışmalar, devasa bir çalışma ürünü var ama hiçbiri felaketlerin önüne geçemiyor. Patronların isteğiyle imar bütünlüğünü bozan yasal el atmalarla, imar planları değişimleriyle, imar barışı adı verilen imar aflarıyla paramparça edilen hukuksal önlemler bir yandan da plan ihlallerinin, hukuk dışı uygulamaların, kaçak yapılaşmanın yolunu açıyor.
“Yapı”sından üst yapı kurumlarına, hukukundan devletine, ekonomisinden politikasına kadar tüm düzenin sömürücülere teslim edildiği; halkların savaşımlarıyla kazanılan hak ve özgürlüklerin, cumhuriyet niteliklerinin, demokratik ve laik toplum düzeninin dahi bu sömürücülerin ellerinden kurtarılamadığı, insanları ve toplumları bağımlılık batağına gömen bir kapitalist/emperyalist düzen var. O düzenin kurum ve kurallarıyla yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Eğitimden sağlığa, beslenmeden barınmaya tüm haklar ekonomi politiği sömürü olan sermaye sınıfına teslim.
Ve onların felaketleri çaresiz, onlar felaketlerden fırsat üretme peşinde.
Afet yönetimi ivedilik, dikkat, disiplin ve sorumluluk ister; uzmanlaşmış insanlar, özveri, ekipman ve planlama ister. Ancak, risk yönetimi ve sakınım planlaması olmadan, afeti önleyecek programlar yapılıp uygulamaya geçirilmeden afet yönetimi hep eksikli kalır. Çevre, yerleşme, şehirleşme, imar, iskan, kaynak ve insan bütünlüğü içeren programlar yaşama geçirilmeden afet yönetimi hep boşa düşer.
Bu bütünsellik toplumcu ama bugün tüm unsurlarıyla piyasayı besliyor. Sınıfsal devletin yönetim ve denetim düzenekleri de piyasaya hizmet ediyor. Hukukun satırları arasındaki kimi düzenlemeler bu piyasacılığa engel olamıyor, tersine piyasanın yolu aynı hukukla açılıyor. Sonuçta yüksek bedelleriyle satışa çıkarılan güvenlikli yapılarla, maliyeti düşük güvensiz yapıların buluşması patronlar düzenine yarıyor. Alandaki emek gücü sömürüsüyle kârlarına kâr katıyorlar. Afetler, -Filistin ve Suriye savaş yıkımları gibi- yeniden yapılanma ve zenginleşme için el ovuşturularak bekleniyor ya da afet beklentisi “dönüşüm” adı altında rantı besliyor.
Bu ortam risk yönetimi ve sakınım planlamasını becerememe değil becermeme siyasetini gösteriyor. Felaketlerin çözümsüzlüğe yatırılması kapitalizmin ekonomi politiğinin parçalarından biri.
Afet önlem ve güvenliği Anayasasında dolaylı yollarla yazan bir hukukla karşı karşıyayız. Denetimi kamudan, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından alıp özele teslim eden, imar affı yasalarıyla kendi içindeki kötü disiplinini dahi bozan aynı hukuk. Barınma hakkını, konut gereksinmesini yüksek kiralara veya finans kapitale bağlayarak emekçileri “borçlu yaşam”a bağımlı kılan aynı hukuk. Mülkiyet hakkını, “kamu yararı amacıyla” sınırlandıran, kullanımının “toplum yararına aykırı olamayacağını” söyleyen ama bu yararları piyasanın emrine sunan aynı hukuk.
2022’de aramızdan ayrılan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir bu konuda hayli derinlemesine düşünen ve üreten akademisyenlerden biri oldu. Bir dönem, afet risk yönetimi ve hukuk bağlantılı ikili çalışmalar da yaptık. Notlarımın arasında o çalışmalar sırasında dile getirdiği, sanırım daha sonra Mimarlık Dergisi yazılarından birinde de not ettiği sözleri buldum. Şöyle diyordu Balamir Hoca: “Suçluları idam etme pratiğini kaldıran ve bunun için gerekli siyasi iradeyi bulmuş olan Türkiye, yüzbinlerce suçsuz vatandaşının boynunu deprem darağacında ilmikte tutmaya devam ediyor.”
“Güvenlik içinde yaşamak bizim, hak ve özgürlükler bizim, doğal kaynaklar bizim” diyenlerin olduğu yerde hukuk boşa düşüyor, demokratik toplum düzeni ve eşitlik, ayrımcılık yasakları boşa düşüyor.
Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.
Kapitalizmin felaketlerini unutmayacağız. Rant ve kâr peşinde koşan, toplum yararına olması gerekenler üzerinde tepinerek zenginleşen, barınmayı sömürü aracı yapan patronları, afetler üzerinden zenginleşmek için afet politikalarının yaşama geçmesini engelleyenleri unutmayacağız. Onları ikna etmek için boşa uğraşacak zaman yok.
Daha ivedi ve kaçınamayacağımız bir görev ve sorumluluğumuz var: karanlıktan kurtuluşun felaketi yaratanlardan gelmeyeceğini bilerek, halkın yönetimi için örgütlenmek, savaşım vermek ve çözüm üretmek.
/././
Emeğin ilk mücadelesi: Kamu sözleşmeleri -Atilla Özsever-
Bu yıl 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesi var. Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar, “Bu dönem çok zor geçecek. Kavga bile edebiliriz” dedi. Ağustos ayında da 4 milyon memurun toplu görüşmesi başlıyor. Ardından 160 bin işçiyi ilgilendiren MESS sözleşmesi gündemde. 2025, emek mücadelesi açısından önemli bir yıl olacak…
2025 yılı, emek mücadelesi açısından önemli gelişmelere sahne olabilecek bir yıl gibi gözüküyor. Bu yıl 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesi var. Türk-İş ve Hak-İş üyesi sendikalar, şubat ayı sonu itibariyle AKP Hükümeti temsilcileriyle, daha doğrusu kamu işveren sendikaları yöneticileriyle toplu sözleşme görüşmelerine başlayacaklar.Ağustos 2025’te de yaklaşık 4 milyon kamu görevlisi (memur) adına toplu görüşmeler gündeme gelecek. Bu toplu görüşmeler, kamu çalışanlarının yanı sıra 2,5 milyon memur emeklisini de ilgilendiriyor. Memur emekli maaşlarındaki zam oranı da, bu görüşmelerde belirleniyor.
Ayrıca Eylül 2025 itibariyle metal sektöründeki sendikaların MESS’le (Metal Sanayicileri Sendikası) toplu görüşmeleri başlayacak. Metal sektöründeki sözleşme de 160 bin işçiyi ilgilendiriyor. Tekstil sektöründeki grup sözleşmesi de yine bu süreç içinde gündemde olacak.
Görüldüğü gibi 2025 yılı, geniş bir işçi ve memur kesiminin toplu pazarlık ve uyuşmazlık halinde ise grev ya da benzeri eylemliklere sahne olabilecek bir süreci kapsıyor.
Türk-İş: Kavga çıkabilir
Türk-İş'te Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar başkanlığında bir "Kamu Koordinasyon Kurulu" oluşturuldu. Bu kurul, Türk-İş’e bağlı sendikaların görüşlerini alarak taleplerini netleştirecek.
Aynı süreç Hak-İş konfederasyonu tarafından da gerçekleştirilecek. Kamuda örgütlü her iki konfederasyon ortak taleplerini oluşturup kamu işveren sendikaları yöneticileriyle müzakere masasına oturacak.
Türk-İş Kamu Koordinasyon Kurulu Başkanı ve ayni zamanda Yol-İş Sendikası’nın da Genel Başkanı olan Ramazan Ağar, kamu işçilerinin taleplerinin belirlenmesi açısından bir hazırlık içinde olduklarını belirtti. Ağar’a göre, talepler önümüzdeki hafta netleşmiş olacak.
Sol Haber’in sorularını yanıtlayan Ramazan Ağar, “600 bin kamu işçisini ilgilendiren bu toplu sözleşme sürecini masa başında çözmek istiyoruz. Ancak taleplerimiz kabul görmezse bu dönem kavga edebiliriz. Bu dönem, çok zor geçecek gibi görünüyor” diye konuştu.
Asgari ücret zammı dayatması
Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ağar, 2025 yılı itibariyle asgari ücrete sadece yüzde 30 zam yapıldığını belirterek “Kamu işçisi için bu zammı kabul etmemiz mümkün değildir. Asgari ücrete yapılan zam, enflasyon karşısında erimeye başlamıştır. 22 bin 104 liralık asgari ücret, ocak ayı itibariyle saptanan 22 bin 131 liralık açlık sınırının şimdiden altında kalmıştır” dedi.
Türk-İş Kamu Koordinasyon Kurulu Başkanı Ramazan Ağar, görüşlerini daha sonra şöyle açıkladı:
“Kamu işçisinin ortalama ücreti brüt 50 bin, net ise 39 bin liradır. En düşük memur maaşı ise net 44 bin liradır. Bu durumun da dikkate alınması lazım. Eğer taleplerimiz dikkate alınmazsa, işverenlerin kendisi bilir. Biz de gereken mücadeleyi yaparız”.
Ramazan Ağar, 20 Ekim 2024 tarihinde Ankara Tandoğan Meydanı’nda 150 bin işçinin katıldığı bir miting düzenlediklerini hatırlattı ve basına da sitem ederek “Bu görkemli mitingimiz ne yazık ki medya tarafından yeterli şekilde gösterilmedi” dedi.
Hak-İş yan çizer mi?
Daha önce Türk-İş kendi başına kamu sözleşme görüşmelerini yürütüyordu. AKP Hükümeti. 2023 yılından itibaren “sendikal rekabet olmasın” gerekçesiyle Türk-İş ve Hak-İş’in ortak hareket etmesi yönünde bir süreç başlattı.
Hak-İş yönetimi, AKP “yandaşı” bir işçi örgütü konumunda görülüyor. Aslında Türk-İş yönetimi de, AKP iktidarıyla “uyumlu” bir politika izliyor. Ancak Türk-İş yönetimi, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı karşısında tabanın da baskısıyla miting düzenlemeye başladı.
Hak-İş, kamu toplu sözleşme görüşmeleri sırasında AKP Hükümeti’ne yakın bir tavır izlemeye çalışır ve işçinin mücadele azmini azaltıcı bir politika yürütürse nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Çünkü taleplerin ortaklaşıp müzakere masasına konması, baştan bir handikap taşıyor.
Mücadeleci sendikalar ne yapar?
Hak-İş yönetimi, toplu pazarlık süreci içinde daha uzlaşır bir tavır takınırsa Türk-İş içindeki mücadeleci sendikalar ne yapacaktır?
Bu koşullarda Türk-İş tabanının yönetimleri zorlaması gerekiyor. Gerçi kamu işçisinde de beklenti düzeyi düşük gözüküyor. Öncelikle mevcut işini koruma anlayışı egemen. İşçi kesiminde, “Hükümet, asgari ücretliye yüzde 30 zam verdi, emekliye yüzde 15 zam yapıldı. Biz ne yapabiliriz” gibi düşünceler de konuşuluyor.
Yine bu süreçte esas görev, mücadeleci sendikalara, öncü işçilere düşüyor. Sindirilmiş sendika yönetimlerini harekete geçirmeleri gerekiyor. Türk-İş’e bağlı Petrol-İş, Harb-İş, Yol-İş gibi sendikalardaki işçi temsilcileri ise, yoksulluk sınırının altındaki ücretlere karşı daha mücadeleci bir anlayışla üretimden gelen güçlerini kullanmak istiyorlar.
AKP’nin ücretleri baskılama politikası
AKP Hükümeti, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsında şekillenen “tek adam” yönetimi, asgari ücrete yüzde 30 oranında zam yapılırken işçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları için yüzde 15, memur emekli maaşları için ise yüzde 11’lik bir artışı öngördü.
Ücretler baskılanarak sözüm ona enflasyonun düşmesi hedefleniyor. Bu tamamen gerçek dışı bir iddiadır. Temmuz 2024’te asgari ücrete ikinci bir zam yapılmadı ama enflasyon düşmedi. Nitekim 2025 için de ücretler ve emekli aylıklarına son derece düşük zam yapıldı ancak TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) gerçek dışı resmi enflasyon oranı bile Ocak 2025’te yüzde 42 olarak belirlendi.
Bağımsız bir kurum olan ENAG’a (Enflasyon Araştırma Grubu) göre ise, Ocak 2025 itibariyle yıllık enflasyon oranı yüzde 81 olarak hesaplandı. Enflasyonun yükselmesindeki asıl neden, sermaye sınıfının aç gözlülüğü, kar hırsıdır. Mal ve hizmetlerin fiyatları artırılarak hem tüketiciler, çalışanlar yoksullaştırılıyor, hem de karlar azami noktalara çıkartılıyor.
Öte yandan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 2025 için öngördüğü yüzde 21’lik enflasyon oranının da şimdiden tutmayacağı görülüyor. AKP’nin 2025 ve 2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı’nda da enflasyonu düşürme iddiasıyla ücretlerin baskılanması öngörülürken aynı zamanda esnek çalışma modellerinin hayata geçirilmesiyle çalışanın daha güvencesiz bir statüye kavuşturulması amaçlanıyor.
Memur ve emeklileri için kritik yıl
Bu arada kamuda görevli 3 milyon 500 bin memur ve 280 bin sözleşmeli personel için, yani yaklaşık 4 milyon memur için Ağustos 2025 tarihi itibariyle toplu görüşme süreci başlayacak. 2,5 milyon memur emeklisinin maaşlarına yapılacak zam oranı da, bu toplu görüşme sürecinde belirlenecek.
Bu toplu görüşmelerde memur ve emeklilerinin 2026 ve 2027 yıllarına ait ücret artışı ve sosyal hakları saptanacak. 2025 yılı için yüzde 6 +5 zammın çok düşük kalması, memurların tepkisine yol açtı. Bu süreçte de memurların eylemliklerinin artması bekleniyor.
Keza emekliler de her fırsatta açlık düzeyi sınırında olan maaşları için örgütlü tepkilerini ortaya koymaya çalışacaklardır.
MESS sözleşmesi için mücadele
Eylül başı itibariyle de metal sektöründeki 160 bin işçi için toplu sözleşme süreci başlıyor. Metal işçilerinin ücretleri de yoksulluk sınırının altında bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Aralık 2024’te DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın MESS’le yapılan toplu sözleşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine alınan grev kararlarını 60 gün süreyle ertelemişti.
Erteleme sonrasında grevler yeniden devam etmediği için aslında bu durum, grevin yasaklanması anlamını taşıyor. “Milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenen bu grevlerin gerçeğe uygun olmaması ve Anayasa Mahkemesi kararlarıyla da hukuksuz bulunması iktidar tarafından dikkate alınmadı.
Bunun üzerine Birleşik Metal-İş Sendikası’nın kararlı tutumuyla grevleri ertelenen yaklaşık iki bin işçi, bu haksız ve hukuksuz grev yasaklarına karşı fiilen grevlerini sürdürdüler. Sendika, sonuçta başarılı sözleşmeler imzaladı.
Bakalım metal işçileri ve sendikaları, bu yeni süreçte nasıl bir yol izleyecekler? Bu koşullarda 2025 yılının emek kesimi açısından daha mücadeleci bir yıl olarak geçmesi bekleniyor…
/././
Teğmenleri kim ihraç etti?-Fatih Yaşlı-
"Bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu."
“Orduya siyaset karıştırmamak gerekir” sözü kadar ideolojik çok az söz vardır; çünkü dünyanın her yerinde asker siyasetin içerisindedir ve ordular da politik kurumlardır. Türkiye’de de ordu en başından itibaren politik bir karakter taşımış, siyasete farklı dönemlerde farklı mekanizmalarla müdahalelerde bulunmuştur.Yine de bu, ordunun liberallerin iddia ettiği üzere tarih üstü bir ideolojiye sahip olduğu, bir öz bilinç taşıdığı, sınıflar üstü bir karakterin bulunduğu ve bir sınıf gibi hareket ettiği anlamına gelmez; yani ordu, sınıflardan, özellikle de sermaye sınıfından ve sınıfsal güç ilişkilerinden azade, kendi başına hareket eden bir yapı değildir, onun davranışlarını verili politik atmosfer belirler.
İmparatorlukların ulus-devletlere dönüşüm çağında, bir bağımsızlık savaşı neticesinde ve askerlerin öncülüğünde kurulan Türkiye’de ordu, kurucu kadroların ilk yıllarda dış politikada görece özerk ve emperyalizm karşısında temkinli bir tutum sergilemelerine paralel bir şekilde hareket etti. Ancak 1946’dan itibaren işler değişmeye başladı. Bu tarihte Türkiye yönetici sınıfı yeni başlayan Soğuk Savaş’a büyük bir hevesle dâhil oldu ve komünizmle mücadele/antikomünizm üzerinden hızla ABD’ye yanaştı.
Bu yanaşmanın çeşitli sonuçları olması kaçınılmazdı: IMF ve Dünya Bankası üyelikleriyle devletçilik temelli kalkınma ve sanayileşme politikaları terk edildi, bağımlı bir ekonominin temelleri o dönemde atıldı. Laiklik ve aydınlanma yavaş yavaş terk edilirken dinselleşmenin önü açıldı, özellikle eğitim alanında erken Cumhuriyet’in radikal politikalarından vazgeçildi. Dış politikadaki göreli özerk tutum bir kenara atılır ve emperyalizmle hızlı bir entegrasyona gidilirken, SSCB düşmanlığı dış politikanın merkezine yerleştirildi.
Türkiye yönetici sınıfının bu aks değiştirme sürecine elbette ki ordu da eşlik etti. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üyeliğinin kabulüyle birlikte ABD de Türkiye’ye ve orduya girdi. Ordunun yapısı NATO konsepti doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken dünya görüşünü belirleyen şey de Amerikancılık oldu. Türkiye’deki ABD ve NATO üsleri Türkiye’yi ve orduyu emperyalizmin bölgedeki ileri karakolu haline getirdi. Türkiye, özellikle Menderes iktidarı döneminde Ortadoğu’daki ilerici rejimlere ABD çıkarları doğrultusunda yapılan her müdahalenin içerisinde yer aldı.
Yine de ordudaki bu dönüşümün pürüzsüz bir şekilde devam etmesi mümkün değildi; çünkü en başta söylediğimiz üzere ordular da politik yapılardı ve politik süreçlerden etkileniyorlardı. 50’li yılların sonlarına doğru ordu içerisinde Demokrat Parti’yi ve Menderes’i devirmeye yönelik bir irade şekillenmeye başladı. Bu irade herhangi bir şekilde sosyalist ya da komünist bir dünya görüşüne sahip değildi ama zamanın ruhuna uygun bir şekilde, kalkınmacı, sanayileşmeci, bağımsızlıkçı bir karakteri vardı. Genç subaylar, özellikle Mısır’da bir askeri darbe ile iktidarı ele geçiren Cemal Abdülnasır’ı örnek alıyor, onun Mısır’da yaptığı reformları dikkatli bir şekilde takip ediyorlardı.
Menderes’i devirmeye yönelik bu irade 27 Mayıs 1960’ta harekete geçti ve tıpkı Mısır’da olduğu gibi emir-komuta mekanizmasının dışında, genç subayların başını çektiği bir darbe ile yönetime el konuldu. Bu dönemde ekonomide sanayileşmeci, kalkınmacı, plan esasına dayalı bir model benimsenirken, 1961 Anayasası ile birlikte temel hak ve özgürlükleri garantiye alan ama aynı zamanda grev, toplu, sözleşme, sendika kurma gibi sosyal hakları da anayasal statüye kavuşturan yeni bir anayasal düzen ortaya çıktı.
Sola belli ölçülerde siyasal alanda var olma şansını veren yeni anayasa ile birlikte, sol kendisine çizilen sınırları da aşacak şekilde sahneye çıktı. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi kitleleri sol fikirlerle tanıştırırken, Türkiye İşçi Partisi ilk kez legal bir sosyalist partinin Türkiye siyaset sahnesinde yerini alması, hem de güçlü bir şekilde yerini alması anlamına geliyordu. Aynı dönemde eş zamanlı bir şekilde işçi ve öğrenci hareketi yükseldi, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte toplumsal uyanış hızlandı, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” günler yaşanıyordu.
Bu devrimci uyanışın karşısına düzen güçlerinin çıkarılması ise elbette ki kaçınılmazdı; 60’ların ikinci yarısından itibaren devlet ve ordu, NATO konseptine uygun bir şekilde gayrinizami harp yöntemlerini ilerici güçleri bastırmak için kullanmaya başladı. MHP buna uygun bir şekilde eski bir NATO subayının öncülüğünde paramiliter bir güç olarak sahneye çıkarıldı, komando kamplarında silah ve yakın döğüş eğitimi alan ülkücüler sola karşı sokağa sürüldü. MHP’ye, Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi yapılanmalar eşlik etti.
Ancak tüm bu bastırma siyaseti düzenin bekasını sağlamada yeterli olmadı; özellikle 15-16 Haziran 1970’de yüz binlerce işçinin Kocaeli, Gebze ve İstanbul’da DİSK’i savunmak için sokağa çıkması düzen açısından alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. Ordu içerisinde Amerikancı/NATO’cu bir darbe yapılması fikri o günlerde şekillenmeye başladı; ancak bir sorun vardı, orduda artık bir sol kanat bulunmaktaydı.
O kanadın 9 Mart 1971’de iktidarı almaya yönelik planları Amerikancı kanat tarafından bertaraf edildi, 12 Mart günü yayınlanan bir muhtırayla yönetime el konuldu ve sola karşı bir sürek avı başlatıldı, amaç işkencelerle, idamlarla, katliamlarla birlikte 60’lı yıllara damgasını vuran toplumsal uyanışı durdurmaktı.
12 Mart, sol kanadın tasfiyesiyle birlikte ordunun Amerikancılaşmasını hızlandırdı, 1974 yılından itibaren sol tekrar yükselişe geçtiğinde, devletin güvenlik aygıtı adım adım kontrgerilla yöntemlerine başvuracak, faşist hareketin taşeronluğunu yaptığı bu süreçte, bilim insanları, akademisyenler, gazeteciler suikastlara uğrayacak, 1 Mayıs 1977 ve 1978 Maraş katliamlarında görüldüğü üzere kitlesel kıyım politikalarına başvurulacaktı.
Ancak tıpkı 12 Mart öncesinde olduğu gibi 12 Eylül öncesinde de bu yöntemler düzenin bekasını tesis etmek için yeterli olmadı ve ordu yaklaşık on yıl sonra sola karşı bir darbe daha gerçekleştirdi. 12 Eylül, 12 Mart’tan farklı olarak sadece bir bastırma darbesi değildi, büyük bir toplumsal mühendislik projesiydi. 24 Ocak Kararları’nda somutlaşan Türkiye kapitalizminin neoliberalizme açılma ihtiyacı darbe aracılığıyla karşılanırken, Türk-İslam sentezi de devletin yeni ideolojisi haline geldi. Yani piyasacılıkla dinci gericiliğin ölümcül sentezine giden yol, asker aracılığıyla açıldı.
İşte 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, 12 Eylül’de açılan o yoldan yürüyenlerin iktidara gelişi anlamına geliyordu. AKP önce hükümet oldu, ardından da devlet olmaya girişti ve Gülen Cemaati ile birlikte kumpas davalar aracılığıyla büyük bir tasfiye operasyonunu başlattı. Bu operasyonun merkezinde ise elbette ki bu devletleşme sürecine karşı çıkabileceği düşünülen ordu içerisindeki odaklar vardı.
Ordunun kademe komutası bu sürece karşı herhangi bir direnç geliştirmez ve hatta bir tür işbirlikçi tutum sergilerken, hedefe yerleştirilenler de direnmeksizin teslim olmayı tercih ettiler ve bir tür savaş esiri statüsüyle Silivri’ye gönderildiler. İşte bugünkü rejim Silivri yargılamalarında, mahkeme salonlarında, kumpas davalarla ve uydurma iddianamelerle kuruldu, aynı şekilde yeni rejimin yeni ordusu da bu süreçte şekillendi, içeride ve dışarıda iktidar politikalarıyla uyumlu bir veçheye büründü.
Velhasıl, bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demenin suç ve ihraç sebebi sayıldığı bir ordu, basitçe AKP eliyle yaratılmadı. Tıpkı bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu. Kendilerine “laikliğin bekçisi” diyenler, sermayenin bekası adına Cumhuriyet’in mezar kazıcıları olma görevini üstlendiler ve buralara o mezarlıktan gelindi, Cumhuriyet böyle çökertildi.
Şimdi bizim “bir yeni cumhuriyet”e, gerçekten halkın ve emeğin olan yeni bir cumhuriyete ihtiyacımız var, bunun için piyasacılığın ve dinciliğin monarşi heveslerinin karşısına emeğin, laikliğin ve aydınlanmanın cumhuriyetini koyma iradesini göstermemiz, bu iradeyi büyütmemiz, çoğaltmamız, halklaştırmamız gerekiyor.
/././
Depremden iki yıl sonra Elbistan'da anlatılanlar: 'Enkaz ihaleleri verilince bir anda ortaya çıktılar'-Özkan Öztaş-
Aradan iki yıl geçti. Hafızalardaki yeri hâlâ taze oysa. Ama bırakılan boşluklar ve eksiklere söz geldiğinde herkesin dilinde tek bir cümle tekrar ediliyor: "Başka türlü olabilirdi..."
Avukat Özgür Çıkın, deprem anını anlatırken sesi titriyor: “İlk depremde çok ev yıkılmadı. Ama ikinci deprem, hasar gören tüm binaları ezip geçti.”
Ancak asıl öfkesi, kurtarma çalışmalarındaki ihmallere ve kasıtlı görmezden gelmelere yönelik.
Çıkın, sözü Çelikler Holding’in sahibi olduğu Elbistan Termik Santrali’ne getiriyor: “Santralin bahçesinde bekleyen yüzlerce iş makineleri vardı. Vinçler, kepçeler, kamyonlar… Bunlar depremden hemen sonra seferber edilebilseydi, belki yüzlerce belki binlerce insan kurtarılabilirdi. Ama olmadı. Başka türlü olabilirdi.”
'Çocukluk arkadaşlarım donarak öldü'
“Çocukluk arkadaşlarım soğuktan donarak öldü. Kıyafetlerini dahi çıkaramadık üzerlerinden.”
Konuşmanın ortasında bir an susuyor, gözleri doluyor. Ardından devam ediyor:
“Devlet, bu bölgede büyük bir deprem olabileceğini biliyordu. Bilim insanları uyarıyordu. Elazığ depremi, Adıyaman’daki sarsıntılar… Hepsi birer işaretti. Pandemi döneminde bile Doğu Akdeniz Arama Kurtarma Derneği adı altında toplantılar yapıldı, eğitimler planlandı. Ama hiçbiri hayata geçirilmedi.”

Depremden sonra insanlar yakınlarını bulma umuduyla günlerce sokaklarda yatıp kaldılar.
'İlk iki gün hiçbir şey yapılmadı'
Depremin ilk günlerinde yaşanan kaosu anlatırken, Çıkın’ın sesindeki öfke daha da artıyor:
“İlk gece herkes kendini dışarı attı. Yollar tıkandı, ambulanslar geçemedi. İkinci depremde her şey altüst oldu. Ben eşimle arabadaydım, neredeyse araba devrilecekti. Çocuklar annemlerin yanındaydı. Panik içinde onlara ulaşmaya çalıştık. Sokaklar enkaz doluydu, trafik kilitlenmişti. İnsanlar donarak ölüyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu.”
Çıkın, termik santraldeki iş makinelerinin depremden yarım saat sonra bile bölgeye ulaşabileceğini söylüyor: “Santral, Elbistan’a 20-25 km mesafede. Yarım saat içinde gelebilirlerdi. Ama gelmediler. İlk iki gün hiçbir şey yapılmadı. İnsanlar enkaz altında donarak öldü. Cesetler öyle donmuştu ki, kıyafetlerini çıkaramadık.”
'Yüzlerce iş makinesi vardı, ama…'
Elbistan’da yüzlerce iş makinesi olduğunu belirten Çıkın, “Çelikler Holding’in yanı sıra, taşeron firmaların, kömür havzalarında çalışan şirketlerin onlarca makinesi vardı. Ama hiçbiri kullanılmadı. Depremden üç dört gün sonra, enkaz kaldırma ihaleleri verilince bir anda ortaya çıktılar. O zaman gördük ki, aslında her şey mümkünmüş.”
Çıkın, yaşananları bir kez daha özetliyor: “Başka türlü olabilirdi. İnsanlar donarak ölmek zorunda kalmazdı. Ama olmadı. Çünkü tercih etmediler. Yapamadıklarından değil, yapmadıklarından.”
'Enkaz kaldırma ihaleleri için geldiler'
Depremin ardından yaşananları anlatırken, Çıkın’ın sesindeki hüzün ve öfke birbirine karışıyor: “Enkaz kaldırma ihaleleri verilince bir anda yüzlerce iş makinesi ortaya çıktı. Şimdi de inşaat ihaleleri için geldiler. Hayatımda görmediğim devasa makineler gördüm. Ama o gece, insanlar enkaz altında hayatını kaybederken hiçbiri yoktu.”
Özgür Çıkın’ın anlattıkları, aslında binlerce yurttaşın nasıl göz göre göre ölüme terk edildiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
2 yıldır harap haldeydi, bir günde düzeltildi: Hatay'da protokole özel asfaltKahramanmaraş depremlerinin vurduğu Hatay'da uzun süredir çukurlu ve kullanılamaz haldeki ana caddenin 6 Şubat anma törenleri öncesi protokol için bir günde asfaltlandığı ortaya çıktı.
Sözcü muhabiri Gülnur Saydam, kentte uzun süredir çukurlarla dolu ve kullanılamaz halde olan Atatürk Caddesi'nin bir gün içerisinde tamamen asfaltlandığını söyledi.
Düzenlemenin bakanlar, vali, belediye başkanı ve şehir dışından gelen depremzedelerin de katılacağı program öncesinde yapıldığı anlaşıldı. Habere göre uzun zamandır çukurlarla dolu olan yola dün sabah itibarıyla tamamen yeni bir asfalt döşendi.
'Yama dışında asfalt görünce mutlu olduk, nedeni bakanlarmış'
Defne Halk Temsilcileri Meclisi Sözcüsü Hizam Hasırcı da asfalt döşendiğini duyurdu, "Yama dışında asfalt görünce mutlu olduk. Nedenini sorduk, bakanlar geliyormuş. Darısı ara sokaklara da bakanların gelmesine" diyerek tepkisini gösterdi.(https://twitter.com/i/status/1886862254622302564)
***
Kartal Belediyesi'ne 'adrese teslim ihale' soruşturması: Sayıştay 4 yıl önce saptamış -Emre Alım-
Sayıştay'ın 4 yıl önce tespit ettiği adrese teslim ve ucuza kiralamalar, soruşturma furyası kapsamında raftan indirildi. Belediye başkanı hakkında hapis cezası isteniyor.
CHP’li Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel hakkında "zincirleme şekilde görevi kötüye kullanma" suçlamasıyla iddianame hazırlandı.
Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı Özel Soruşturma Bürosunca hazırlanan iddianameye göre, 2019 ila 2021 yıllarında belediyeye ait 44 adet taşınmaz ihale kanununa aykırı olarak kiraya verildi.
İddianameye göre Gökhan Yüksel, birçok ihale onay belgesini “ita amiri”* sıfatıyla uygun bularak onayladı ve hukuka aykırı olarak “pazarlık usulü ile” ihaleye çıkılmasına izin verdi.
Yüksel ile aralarında belediye encümenleri ve personelinin de olduğu 19 şüphelinin "zincirleme şekilde görevi kötüye kullanma" suçlamasıyla 10 aydan 3 yıl 6 aya kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi.
2 şüpheli için ise “görevi kötüye kullanma” suçlamasıyla 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmaları talep edildi.
'İhaleler adrese teslim ve ucuz'
Kartal Belediyesi'nden yapılan açıklamada olayın 2021 yılında yapılan bir teftişe dayandığı, İçişleri Bakanlığı'nın 2023'te soruşturma izni verdiği ancak o tarihten bu yana ek inceleme yapılmadığı aktarıldı.
Peki 2021 yılındaki teftişte ne olmuştu?
O yıl yapılan Sayıştay denetiminde belediyenin otoparktan çay ocağına, arsadan otele çok sayıda taşınmazını önce kendi iştirakine sonra üçüncü kişilere düşük fiyattan kiraladığı tespit edildi.
Örneğin Nevşehir'de bulunan Kartal Belediyesi'ne ait bir otel, 2020 yılında belediyenin iştiraki KARYAPSAN'a aylık 6 bin liradan kiralanıyor, KARYAPSAN ise aynı oteli aynı üçüncü bir işletmeciye aylık 38 bin liradan kiraya veriyordu.
Benzer şekilde belediye mülkiyetindeki bir araç park yeri ve depo 2021 yılında belediyenin şirketi KARTANSAŞ'a aylık 71 bin liraya kiralanıyor, KARTANSAŞ da kısa süre sonra başka bir işlemeciyle 3 yıllık sözleşme imzalayıp ve bu alanı aylık 110 bin liradan tekrar kiralıyordu.
Sayıştay'a göre kiralamalarda iki sorun vardı. Taşınmazlar piyasa değerinin oldukça altında bedellere elden çıkarılmıştı ve bu işlemler için adrese teslim ihaleler düzenlenmişti.
Tespit edilen onlarca ihale Devlet İhale Kanunu’nun 51’inci maddesinin (g) bendi kapsamında kiraya verilmişti.
Bu maddenin avantajı pazarlıksız ve istenilen sermaye grubuna ihale verilmesine olanak tanıması. AKP iktidarı "51/g" olarak bilinen bu maddeyle kamudaki ihale yolsuzluklarının önünü daha da açtı.
Ancak iktidarın kamu kurumlarında sıkça başvurduğu yöntemin Kartal Belediyesi tarafından kullanılması 2021'de Sayıştay'ın radarına takılıyor. Çünkü yasa, bu maddenin sadece "devlet" tarafından kullanılmasına olanak tanıyor, yani belediyeler bu maddeyle ihaleye çıkamıyor.
Nitekim Sayıştay'ın tespit ve uyarısından sonra 2022 itibariyle belediye bir daha bu maddeye dayanarak ihale düzenlemiyor. Kiralamalar kanunda öngörüldüğü gibi kapalı teklif ya da açık teklif usulleriyle yapılıyor.
Belediyelere yönelik soruşturmalar
CHP'li belediyeler bir süredir soruşturmalar ve davalarla iktidarın hedefinde.
İktidar önce CHP'li belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) borçlarını gündeme getirdi. AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu borçların tahsil edilmesi talimatını verdi.
CHP ve DEM Parti'nin “kent uzlaşısı”yla seçilen Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı ve yerine kayyım atandı.
Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat'ın da aralarında bulunduğu 23 kişi "ihaleye fesat karıştırma" ve "rüşvet alma" suçundan tutuklandı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında ise son iki haftadaki konuşmaları nedeniyle iki ayrı soruşturma açıldı.
*İta amiri: Devlet harcamalarının yapılması için saymanlıklara talimat verme yetkisine sahip kamu yöneticisi
***
soL