soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Şubat 2025-

2. yıl: Hep yalan, hep yalan, hep yalan -Orhan Aydın-

"Katillerini tanıyorum canım yavrum. Hesabını sormadan ölür gidersem, dağlar kadar, denizler kadar ahım kalır geriye."

O en ılgın rüzgârda bile ağlaşan çam ağaçlarının altında, huzurda olduğunu söylüyor dostlar.

Kediler, sincaplar, yaban kuşları, daha çok serçeler su içiyorlar başucundan.

Kaldır başını bak, yanı başındaki kiraz ağacı bu baharda da çiçeğe durmuş olacak, begonviller ve zeytin ağaçları sana sevdiğin şarkıları söyleyecek, bağrındaki çiçekler keman ve piyano eşliğinde senin en sevdiğin şiirleri okuyacaklar.

Yüreğimde yaşam tutkumu, bir yağmur damlası kadar büyütecek yer bile kalmadı yavrum.

Bedenim bana yabancılaştı, ellerimi tanıyamıyorum, gözlerim ah içinde.

İki yıl geçti soramadım hesabını.

Hangi kapıya dayansam vicdansızlık simsiyah bir duvar ördü.

Adalet dedikleri canavarlaşmış bir saldırganlık, yalnızca katliamcıları-katilleri-sahtekârlığı ve din simsarlığını koruyor.

Seninle birlikte kendi rakamlarına göre 54 bin can enkazların altında kaldı kızım. Şu ana dek yargı yoluyla ceza almış bir tek devlet yetkilisi, sorumlusu yok bu cinayetlerin.

Senin son geceni birlikte geçirdiğin o güzelim çocuklar dahil, ailenden hiç kimse kalmadı yavrum. Annen 51 canını yitirdi.

Senin ve tüm o çaresiz insanlık için serçelerle- sokak kedileri ile birlikte attığımız çığlıkların hepsi sahipsiz kaldı.

Vicdanları çürümüş-akılları esir-ahlaksızlığın bayrak edildiği kapkara günler yaşıyoruz.

O simsiyah 6 Şubat gününün simsiyah ölüm sessizliği ülkeyi kuşattı gülüm.

Kurtulup yaşadıklarını sananlar halen çadırlarda-konteynırlarda gıdasız-ışıksız-susuz-sağlıksızlar, yalnızca nefes alıyorlar.

Çocukları görsen canım ağlardın, kınalı ellerin titrerdi.

Şimdi her an seni yaşamaktan, bu dünyaya kattığın tüm güzellikleri yaşatmaktan, hayatın tüm acımasızlığına, bu çürümüşlüğün tüm dayatmalarına karşı direnmek ve mutlu-güzel günler umuduyla onurlarını birleştiren insanlıkla yan yana olmaktan başka utkum yok.

Tiyatro kulislerine adını verdi dostlarımız, kütüphanelerin kapılarında adın yazıyor, her seferinde senin için sahnelere çıkıyorum, adına binlerce ağaçlardan oluşan ormanlar yaptık, üstünde adının yazdığı çeşmelerden sular içiyor kuşlar-kelebekler-karıncalar, şair dostlarım senin için şiirler yazdılar, müzisyen amcaların, yoldaşların şarkılar bestelediler.

Her 1 Eylül’de doğum gününü, her dilden şiirlerle-şarkılarla sahnelerden selamlıyoruz.

Ama ne çare Kiraz Çiçeğim, binlerce anne-baba gibi yandım-bittim-kül oldum, gören-duyan yok.

Acılar içinde kıvranan milyonlarca insanımızı umursamıyorlar.

Talan edilmiş ormanlarımızdan, su gözelerimizden, sahillerden, nehir-göl boylarından, yaşam alanlarımızın içinden betondan tabutluklar yükseliyor.

Her adalet diyene, vicdan diyene, ağaç-kuş-su-çocuk-kadın-hayat diyene, her gerçeği yazana-çizene-bağırana kelepçe takıyorlar.

Görsen, duysan canın yanardı yavrum.

Yeni doğmuş bebekleri öldürüyorlar, sokaktaki canlarımızı katlediyorlar, milyonlarca zeytin ağacını kesiyor, ormanlarımızı ağaçsız -kuşsuz-cansız bırakıyorlar.

En değersiz şey insan canı gülüm.

Paraya-güce tapınan bir ahlaksızlık kuşattı ülkeyi.

Hep yalan, hep yalan, hep yalan ve alabildiğine kahır.

Çocukların sevinçlerini bile çalıyorlar can parçam.

Sen en çok buna isyan ederdin biliyorum, kızıl saçlarını savurup rüzgâra, set olurdun vicdansızlığa.

Çıkıp konuşuyorlar, yalan kusuyorlar ülkemin üstüne.

Sabredin diyorlar, şükredin diyorlar, ölüm tarlalarını görmüyorlar, isimsizler mezarlıklarını görmüyorlar, aç-açıkta olanları görmüyorlar, din diyorlar iman diyorlar, kader diyorlar.

Utanmıyorlar.

Vicdanları ölmüş bir çoğul, sorumlusu oldukları deprem cinayetini kutsuyor.

Halk seyrediyor.

Canım yanıyor Kiraz Çiçeğim, bal rengi gözlerin, o küçücük serçe ellerin, kızıl saçların, hayata gülüşler savuran şarkı-şiir dolu çığırtıların, mavi suların üstündeki martı kahkahaları kadar şen sevinçlerin, haksızlıklara isyanın, kedilere söylediğin ninniler, yazıp hayata bıraktığın günlüklerin, begonviller altında attığın kahkahalar benimle yaşıyor.

Katillerini tanıyorum canım yavrum.

Hesabını sormadan ölür gidersem, dağlar kadar, denizler kadar ahım kalır geriye.

                                                         /././

Depremin ikinci yılında Hatay’da acılar bitmiyor: 'Evlerimizden çıkarılıyoruz, hayatlarımız karartılıyor'-Özkan Öztaş-

Depremin ikinci yılında Hatay’da acılar dinmiyor. Depremzedeler, "Rezerv alanından çıkacak mıyız? Çıkmayacaksak, devlet ne zaman evlerimizi inşa edecek? Bunların hiçbirinin cevabı yok" diyor.

Hatay’ın Defne ilçesine bağlı Turunçlu Mahallesi’nde, depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen yaralar sarılmadı. “Yeniden ayağa kalkma” umuduyla yaşayan depremzedeler, bu kez de “rezerv alan” kararıyla evlerinden çıkarılmak isteniyor. Bakanlığın “İstemeyeni çıkarmayacağız” açıklamasına rağmen, insanlar zorla yerinden ediliyor.  

'Belirsizlik içinde yaşıyoruz'

Sevim Çiçek, Turunçlu Mahallesi’nde yaşayan depremzedelerden biri. Depremde evi ağır hasar gören Sevim Hanım, geri dönüş talebinde bulunduğunu ancak hiçbir yanıt alamadığını söylüyor. Mahallelerinin rezerv alanı ilan edildiğini belirten Sevim Hanım, “Bizim içinde bulunduğumuz ada ve parsel rezerve dahil edildi. Ancak aynı adada 7 parsel var. 4’ü ayakta duran orta ve az hasarlı binalar. Komşularımız güçlendirme ruhsatı aldığı için onların evleri rezerve dahil edilmedi. Ama bizim evlerimiz yıkıldığı için rezerve dahil edildi. Neye göre bu karar veriliyor, anlamıyoruz” diye konuşuyor.  

'Dilekçelerimiz Bakanlığa ulaşmadı bile' 

Sevim Hanım, mahalleli olarak rezerv alan istemediklerini ve geri dönüş talep ettiklerini belirterek, “Herkes bireysel olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na itiraz dilekçesi verdi. Ancak il müdürlüğü bireysel dilekçelerimizi Bakanlığa bile göndermemiş. Toplu dilekçe vermemiz istendi. Biz de 20 Aralık’ta toplu dilekçe verdik, ancak hiçbir sonuç alamadık” ifadelerini kullanıyor.  

'Bu koşullarda yaşamak çok zor'

Rezerv alanı kararıyla birlikte barınma sorunu da artıyor. Sevim Hanım, “İnşaat yapamadığımız için başka yerlere gitmek zorunda kalıyoruz. Ben 10 km uzakta bir köyde konteynerde yaşıyorum. Ancak orada da istenmiyoruz. Geçenlerde konteynerimize saldırıldı, camlarımız kırıldı. Annem ve babam tehdit edildi. Bu koşullarda yaşamak çok zor” diye anlatıyor.  

'Ulaşım, eğitim, sağlık: Her şey çökmüş durumda, ilk günkü gibi'

Hatay’da depremin ardından ulaşım, eğitim ve sağlık hizmetleri de büyük ölçüde çökmüş durumda. Sevim Hanım, “Ulaşım çok zor. Otobüs, dolmuş yok. Trafik kazaları nedeniyle her gün ölümler yaşanıyor. Eğitim sistemi çökmüş durumda. Okullar yetersiz, sınıflar kalabalık. Sağlık hizmetlerine ulaşmak da çok zor. Onkoloji hastaları İskenderun’a gitmek zorunda kalıyor. Bu da hem maddi hem manevi yük getiriyor” diyor.  

Deprem bölgesinde uzun süren elektrik kesintileri depremzedelerin yaşamlarını daha çok zorlaştırıyor. Kazım Kızıl, saatler süren kesintinin ardından elektriğin geldiği anı yakalıyor.

'Evlerini kaybedenler, şimdi de ikinci kez satın almak zorunda kalacak, bu kabul edilemez' 

Rezerv alanı uygulamasının geleceğini sorgulayan Sevim Hanım, “Devlet bize evlerimizi yeniden yapma izni verecek mi? Rezerv alanından çıkacak mıyız? Çıkmayacaksak, devlet ne zaman evlerimizi inşa edecek? Bunların hiçbirinin cevabı yok. İnsanların ödeme gücü de yok. Evlerini kaybedenler, şimdi de ikinci kez satın almak zorunda kalacak. Bu kabul edilebilir bir şey değil” diye konuşuyor.  

'Acıları sindiremiyoruz'

Sevim Hanım, depremin sadece fiziksel değil, sosyal ve psikolojik yıkımlara da yol açtığını vurguluyor: “Deprem 2 dakika sürdü, ama 2 yıldır sonuçlarını yaşıyoruz. Ben çalışan bir insandım, işyerimi kaybettim. Müşterilerimin, arkadaşlarımın yarısını kaybettim. Sosyal hayatımız tamamen çöktü. Psikolojik olarak da çok yıprandık. Bazen keşke ölseydik diye düşünüyoruz. Devlet ve yetkililer hiçbir şekilde bize destek olmuyor. Bu acıları sindiremiyoruz.”  

Devlet sessiz, halk çaresiz

Hatay’da yaşananlar, devletin depremzedelere yönelik duyarsızlığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Sevim Hanım’ın sözleri, depremin yaralarının hala kanadığını ve insanların umutsuzluğa sürüklendiğini bir kez daha hatırlatıyor: “Devlet bizi görmezden geliyor. Bu acıları yaşayan insanlar, intihar etmekten, sağa sola saldırmaktan başka çare bulamıyor. Bu kabul edilebilir bir durum değil.”  

Depremin ikinci yılında Hatay’da yaşananlar, sadece bir doğal afetin değil, aynı zamanda bir sistem çöküşünün de hikayesi. Devletin sessizliği, halkın çaresizliği ve adaletsiz uygulamalar, depremzedeleri her geçen gün daha da umutsuzluğa sürüklüyor.

                                                       ***

6 Şubat karanlığı -Ali Rıza Aydın-

Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.

Anayasaya bakarsak “yaşama, maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme”den “sağlıklı ve düzenli kentleşme”ye, “kamu ve toplum yararı”ndan “sağlıklı ve dengeli” bir çevrede yaşama hakkı”na, “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten planlama”dan “konut ihtiyacının karşılanması”na kadar geniş bir alanda “insan haklarına saygılı”, “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunun” sağlandığı “doğanın korunduğu” bir düzenin içinde yaşamamız gerekiyor.

Arsa, altyapı, plan, proje, inşaat, dönüşüm, yasa ve yönetmelik, ruhsat, idari işlem, akçalı kaynak, her aşamada denetim, yargılama gibi çok yönlü iş bütünlüğü bir yandan mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü kapsamında özel kesimin alanına girerken bir yandan da devletin amaç, görev ve sorumluğunu içeriyor.

Bu yaşamsal bütünlük elbette doğal ya da olağan dışı durumlar sonucu ortaya çıkması olası afetlerin önlenmesi ve kayıpsız/yıkımsız ya da en az kayıpla/yıkımla giderilmesi için “risk yönetimi ve sakınım planlaması”nı gerekli kılıyor. Bu gereklilik yerine getirilmedikçe de Erzincan, Varto, Marmara, Van, Soma, Kartalkaya gibi adları veya 6 Şubat gibi tarihleri sıralamak, afetler yinelendikçe öncekileri anmak arasında sıkışıp kalıyoruz.

Yeni yönetimsel ve denetimsel örgütlenme arayışları, hukuksal önlemler, kime adalet getirdiği belli olmayan kimi yargı kararları, araştırma ve incelemeler, akademik çalışmalar, devasa bir çalışma ürünü var ama hiçbiri felaketlerin önüne geçemiyor. Patronların isteğiyle imar bütünlüğünü bozan yasal el atmalarla, imar planları değişimleriyle, imar barışı adı verilen imar aflarıyla paramparça edilen hukuksal önlemler bir yandan da plan ihlallerinin, hukuk dışı uygulamaların, kaçak yapılaşmanın yolunu açıyor.

“Yapı”sından üst yapı kurumlarına, hukukundan devletine, ekonomisinden politikasına kadar tüm düzenin sömürücülere teslim edildiği; halkların savaşımlarıyla kazanılan hak ve özgürlüklerin, cumhuriyet niteliklerinin, demokratik ve laik toplum düzeninin dahi bu sömürücülerin ellerinden kurtarılamadığı, insanları ve toplumları bağımlılık batağına gömen bir kapitalist/emperyalist düzen var. O düzenin kurum ve kurallarıyla yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Eğitimden sağlığa, beslenmeden barınmaya tüm haklar ekonomi politiği sömürü olan sermaye sınıfına teslim.

Ve onların felaketleri çaresiz, onlar felaketlerden fırsat üretme peşinde.

Afet yönetimi ivedilik, dikkat, disiplin ve sorumluluk ister; uzmanlaşmış insanlar, özveri, ekipman ve planlama ister. Ancak, risk yönetimi ve sakınım planlaması olmadan, afeti önleyecek programlar yapılıp uygulamaya geçirilmeden afet yönetimi hep eksikli kalır. Çevre, yerleşme, şehirleşme, imar, iskan, kaynak ve insan bütünlüğü içeren programlar yaşama geçirilmeden afet yönetimi hep boşa düşer.

Bu bütünsellik toplumcu ama bugün tüm unsurlarıyla piyasayı besliyor. Sınıfsal devletin yönetim ve denetim düzenekleri de piyasaya hizmet ediyor. Hukukun satırları arasındaki kimi düzenlemeler bu piyasacılığa engel olamıyor, tersine piyasanın yolu aynı hukukla açılıyor. Sonuçta yüksek bedelleriyle satışa çıkarılan güvenlikli yapılarla, maliyeti düşük güvensiz yapıların buluşması patronlar düzenine yarıyor. Alandaki emek gücü sömürüsüyle kârlarına kâr katıyorlar.  Afetler, -Filistin ve Suriye savaş yıkımları gibi- yeniden yapılanma ve zenginleşme için el ovuşturularak bekleniyor ya da afet beklentisi “dönüşüm” adı altında rantı besliyor.

Bu ortam risk yönetimi ve sakınım planlamasını becerememe değil becermeme siyasetini gösteriyor. Felaketlerin çözümsüzlüğe yatırılması kapitalizmin ekonomi politiğinin parçalarından biri.

Afet önlem ve güvenliği Anayasasında dolaylı yollarla yazan bir hukukla karşı karşıyayız. Denetimi kamudan, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından alıp özele teslim eden, imar affı yasalarıyla kendi içindeki kötü disiplinini dahi bozan aynı hukuk. Barınma hakkını, konut gereksinmesini yüksek kiralara veya finans kapitale bağlayarak emekçileri “borçlu yaşam”a bağımlı kılan aynı hukuk. Mülkiyet hakkını, “kamu yararı amacıyla” sınırlandıran, kullanımının “toplum yararına aykırı olamayacağını” söyleyen ama bu yararları piyasanın emrine sunan aynı hukuk.

2022’de aramızdan ayrılan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir bu konuda hayli derinlemesine düşünen ve üreten akademisyenlerden biri oldu. Bir dönem, afet risk yönetimi ve hukuk bağlantılı ikili çalışmalar da yaptık. Notlarımın arasında o çalışmalar sırasında dile getirdiği, sanırım daha sonra Mimarlık Dergisi yazılarından birinde de not ettiği sözleri buldum.  Şöyle diyordu Balamir Hoca: “Suçluları idam etme pratiğini kaldıran ve bunun için gerekli siyasi iradeyi bulmuş olan Türkiye, yüzbinlerce suçsuz vatandaşının boynunu deprem darağacında ilmikte tutmaya devam ediyor.”

“Güvenlik içinde yaşamak bizim, hak ve özgürlükler bizim, doğal kaynaklar bizim” diyenlerin olduğu yerde hukuk boşa düşüyor, demokratik toplum düzeni ve eşitlik, ayrımcılık yasakları boşa düşüyor.

Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.

Kapitalizmin felaketlerini unutmayacağız. Rant ve kâr peşinde koşan, toplum yararına olması gerekenler üzerinde tepinerek zenginleşen, barınmayı sömürü aracı yapan patronları, afetler üzerinden zenginleşmek için afet politikalarının yaşama geçmesini engelleyenleri unutmayacağız. Onları ikna etmek için boşa uğraşacak zaman yok.

Daha ivedi ve kaçınamayacağımız bir görev ve sorumluluğumuz var: karanlıktan kurtuluşun felaketi yaratanlardan gelmeyeceğini bilerek, halkın yönetimi için örgütlenmek, savaşım vermek ve çözüm üretmek.      

                                                      /././

Emeğin ilk mücadelesi: Kamu sözleşmeleri -Atilla Özsever-

Bu yıl 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesi var. Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar, “Bu dönem çok zor geçecek. Kavga bile edebiliriz” dedi. Ağustos ayında da 4 milyon memurun toplu görüşmesi başlıyor. Ardından 160 bin işçiyi ilgilendiren MESS sözleşmesi gündemde. 2025, emek mücadelesi açısından önemli bir yıl olacak…

2025 yılı, emek mücadelesi açısından önemli gelişmelere sahne olabilecek bir yıl gibi gözüküyor. Bu yıl 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesi var. Türk-İş ve Hak-İş üyesi sendikalar, şubat ayı sonu itibariyle AKP Hükümeti temsilcileriyle, daha doğrusu kamu işveren sendikaları yöneticileriyle toplu sözleşme görüşmelerine başlayacaklar.

Ağustos 2025’te de yaklaşık 4 milyon kamu görevlisi (memur) adına toplu görüşmeler gündeme gelecek. Bu toplu görüşmeler, kamu çalışanlarının yanı sıra 2,5 milyon memur emeklisini de ilgilendiriyor. Memur emekli maaşlarındaki zam oranı da, bu görüşmelerde belirleniyor.

Ayrıca Eylül 2025 itibariyle metal sektöründeki sendikaların MESS’le (Metal Sanayicileri Sendikası) toplu görüşmeleri başlayacak. Metal sektöründeki sözleşme de 160 bin işçiyi ilgilendiriyor. Tekstil sektöründeki grup sözleşmesi de yine bu süreç içinde gündemde olacak.

Görüldüğü gibi 2025 yılı, geniş bir işçi ve memur kesiminin toplu pazarlık ve uyuşmazlık halinde ise grev ya da benzeri eylemliklere sahne olabilecek bir süreci kapsıyor.

Türk-İş: Kavga çıkabilir  

Türk-İş'te Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar başkanlığında bir "Kamu Koordinasyon Kurulu" oluşturuldu. Bu kurul, Türk-İş’e bağlı sendikaların görüşlerini alarak taleplerini netleştirecek.

Aynı süreç Hak-İş konfederasyonu tarafından da gerçekleştirilecek. Kamuda örgütlü her iki konfederasyon ortak taleplerini oluşturup kamu işveren sendikaları yöneticileriyle müzakere masasına oturacak.

Türk-İş Kamu Koordinasyon Kurulu Başkanı ve ayni zamanda Yol-İş Sendikası’nın da Genel Başkanı olan Ramazan Ağar, kamu işçilerinin taleplerinin belirlenmesi açısından bir hazırlık içinde olduklarını belirtti. Ağar’a göre, talepler önümüzdeki hafta netleşmiş olacak.

Sol Haber’in sorularını yanıtlayan Ramazan Ağar, “600 bin kamu işçisini ilgilendiren bu toplu sözleşme sürecini masa başında çözmek istiyoruz. Ancak taleplerimiz kabul görmezse bu dönem kavga edebiliriz. Bu dönem, çok zor geçecek gibi görünüyor” diye konuştu.

Asgari ücret zammı dayatması

Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ağar, 2025 yılı itibariyle asgari ücrete sadece yüzde 30 zam yapıldığını belirterek “Kamu işçisi için bu zammı kabul etmemiz mümkün değildir. Asgari ücrete yapılan zam, enflasyon karşısında erimeye başlamıştır. 22 bin 104 liralık asgari ücret, ocak ayı itibariyle saptanan 22 bin 131 liralık açlık sınırının şimdiden altında kalmıştır” dedi.

Türk-İş Kamu Koordinasyon Kurulu Başkanı Ramazan Ağar, görüşlerini daha sonra şöyle açıkladı:

“Kamu işçisinin ortalama ücreti brüt 50 bin, net ise 39 bin liradır. En düşük memur maaşı ise net 44 bin liradır. Bu durumun da dikkate alınması lazım. Eğer taleplerimiz dikkate alınmazsa, işverenlerin kendisi bilir. Biz de gereken mücadeleyi yaparız”.      

Ramazan Ağar, 20 Ekim 2024 tarihinde Ankara Tandoğan Meydanı’nda 150 bin işçinin katıldığı bir miting düzenlediklerini hatırlattı ve basına da sitem ederek “Bu görkemli mitingimiz ne yazık ki medya tarafından yeterli şekilde gösterilmedi” dedi.

Hak-İş yan çizer mi?

Daha önce Türk-İş kendi başına kamu sözleşme görüşmelerini yürütüyordu. AKP Hükümeti. 2023 yılından itibaren “sendikal rekabet olmasın” gerekçesiyle Türk-İş ve Hak-İş’in ortak hareket etmesi yönünde bir süreç başlattı.

Hak-İş yönetimi, AKP “yandaşı” bir işçi örgütü konumunda görülüyor. Aslında Türk-İş yönetimi de, AKP iktidarıyla “uyumlu” bir politika izliyor. Ancak Türk-İş yönetimi, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı karşısında tabanın da baskısıyla miting düzenlemeye başladı.

Hak-İş, kamu toplu sözleşme görüşmeleri sırasında AKP Hükümeti’ne yakın bir tavır izlemeye çalışır ve işçinin mücadele azmini azaltıcı bir politika yürütürse nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Çünkü taleplerin ortaklaşıp müzakere masasına konması, baştan bir handikap taşıyor.

Mücadeleci sendikalar ne yapar?

Hak-İş yönetimi, toplu pazarlık süreci içinde daha uzlaşır bir tavır takınırsa Türk-İş içindeki mücadeleci sendikalar ne yapacaktır?

Bu koşullarda Türk-İş tabanının yönetimleri zorlaması gerekiyor. Gerçi kamu işçisinde de beklenti düzeyi düşük gözüküyor. Öncelikle mevcut işini koruma anlayışı egemen. İşçi kesiminde, “Hükümet, asgari ücretliye yüzde 30 zam verdi, emekliye yüzde 15 zam yapıldı. Biz ne yapabiliriz” gibi düşünceler de konuşuluyor.

Yine bu süreçte esas görev, mücadeleci sendikalara, öncü işçilere düşüyor. Sindirilmiş sendika yönetimlerini harekete geçirmeleri gerekiyor. Türk-İş’e bağlı Petrol-İş, Harb-İş, Yol-İş gibi sendikalardaki işçi temsilcileri ise, yoksulluk sınırının altındaki ücretlere karşı daha mücadeleci bir anlayışla üretimden gelen güçlerini kullanmak istiyorlar.    

AKP’nin ücretleri baskılama politikası

AKP Hükümeti, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsında şekillenen “tek adam” yönetimi, asgari ücrete yüzde 30 oranında zam yapılırken işçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları için yüzde 15, memur emekli maaşları için ise yüzde 11’lik bir artışı öngördü.

Ücretler baskılanarak sözüm ona enflasyonun düşmesi hedefleniyor. Bu tamamen gerçek dışı bir iddiadır. Temmuz 2024’te asgari ücrete ikinci bir zam yapılmadı ama enflasyon düşmedi. Nitekim 2025 için de ücretler ve emekli aylıklarına son derece düşük zam yapıldı ancak TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) gerçek dışı resmi enflasyon oranı bile Ocak 2025’te  yüzde 42 olarak belirlendi.

Bağımsız bir kurum olan ENAG’a (Enflasyon Araştırma Grubu) göre ise, Ocak 2025 itibariyle yıllık enflasyon oranı yüzde 81 olarak hesaplandı. Enflasyonun yükselmesindeki asıl neden, sermaye sınıfının aç gözlülüğü, kar hırsıdır. Mal ve hizmetlerin fiyatları artırılarak hem tüketiciler, çalışanlar yoksullaştırılıyor, hem de karlar azami noktalara çıkartılıyor.  

Öte yandan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 2025 için öngördüğü yüzde 21’lik enflasyon oranının da şimdiden tutmayacağı görülüyor. AKP’nin 2025 ve 2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı’nda da enflasyonu düşürme iddiasıyla ücretlerin baskılanması öngörülürken aynı zamanda esnek çalışma modellerinin hayata geçirilmesiyle çalışanın daha güvencesiz bir statüye kavuşturulması amaçlanıyor.

Memur ve emeklileri için kritik yıl

Bu arada kamuda görevli 3 milyon 500 bin memur ve 280 bin sözleşmeli personel için, yani yaklaşık 4 milyon memur için Ağustos 2025 tarihi itibariyle toplu görüşme süreci başlayacak. 2,5 milyon memur emeklisinin maaşlarına yapılacak zam oranı da, bu toplu görüşme sürecinde belirlenecek.

Bu toplu görüşmelerde memur ve emeklilerinin 2026 ve 2027 yıllarına ait ücret artışı ve sosyal hakları saptanacak. 2025 yılı için yüzde 6 +5 zammın çok düşük kalması, memurların tepkisine yol açtı. Bu süreçte de memurların eylemliklerinin artması bekleniyor.

Keza emekliler de her fırsatta açlık düzeyi sınırında olan maaşları için örgütlü tepkilerini ortaya koymaya çalışacaklardır.

MESS sözleşmesi için mücadele

Eylül başı itibariyle de metal sektöründeki 160 bin işçi için toplu sözleşme süreci başlıyor. Metal işçilerinin ücretleri de yoksulluk sınırının altında bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Aralık 2024’te DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın MESS’le yapılan toplu sözleşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine alınan grev kararlarını 60 gün süreyle ertelemişti.

Erteleme sonrasında grevler yeniden devam etmediği için aslında bu durum, grevin yasaklanması anlamını taşıyor. “Milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenen bu grevlerin gerçeğe uygun olmaması ve Anayasa Mahkemesi kararlarıyla da hukuksuz bulunması iktidar tarafından dikkate alınmadı.

Bunun üzerine Birleşik Metal-İş Sendikası’nın kararlı tutumuyla grevleri ertelenen yaklaşık iki bin işçi, bu haksız ve hukuksuz grev yasaklarına karşı fiilen grevlerini sürdürdüler. Sendika, sonuçta başarılı sözleşmeler imzaladı.

Bakalım metal işçileri ve sendikaları, bu yeni süreçte nasıl bir yol izleyecekler? Bu koşullarda 2025 yılının emek kesimi açısından daha mücadeleci bir yıl olarak geçmesi bekleniyor…  

                                                         /././

Teğmenleri kim ihraç etti?-Fatih Yaşlı-

"Bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu."

“Orduya siyaset karıştırmamak gerekir” sözü kadar ideolojik çok az söz vardır; çünkü dünyanın her yerinde asker siyasetin içerisindedir ve ordular da politik kurumlardır. Türkiye’de de ordu en başından itibaren politik bir karakter taşımış, siyasete farklı dönemlerde farklı mekanizmalarla müdahalelerde bulunmuştur.

Yine de bu, ordunun liberallerin iddia ettiği üzere tarih üstü bir ideolojiye sahip olduğu, bir öz bilinç taşıdığı, sınıflar üstü bir karakterin bulunduğu ve bir sınıf gibi hareket ettiği anlamına gelmez; yani ordu, sınıflardan, özellikle de sermaye sınıfından ve sınıfsal güç ilişkilerinden azade, kendi başına hareket eden bir yapı değildir, onun davranışlarını verili politik atmosfer belirler. 

İmparatorlukların ulus-devletlere dönüşüm çağında, bir bağımsızlık savaşı neticesinde ve askerlerin öncülüğünde kurulan Türkiye’de ordu, kurucu kadroların ilk yıllarda dış politikada görece özerk ve emperyalizm karşısında temkinli bir tutum sergilemelerine paralel bir şekilde hareket etti. Ancak 1946’dan itibaren işler değişmeye başladı. Bu tarihte Türkiye yönetici sınıfı yeni başlayan Soğuk Savaş’a büyük bir hevesle dâhil oldu ve komünizmle mücadele/antikomünizm üzerinden hızla ABD’ye yanaştı.

Bu yanaşmanın çeşitli sonuçları olması kaçınılmazdı: IMF ve Dünya Bankası üyelikleriyle devletçilik temelli kalkınma ve sanayileşme politikaları terk edildi, bağımlı bir ekonominin temelleri o dönemde atıldı. Laiklik ve aydınlanma yavaş yavaş terk edilirken dinselleşmenin önü açıldı, özellikle eğitim alanında erken Cumhuriyet’in radikal politikalarından vazgeçildi. Dış politikadaki göreli özerk tutum bir kenara atılır ve emperyalizmle hızlı bir entegrasyona gidilirken, SSCB düşmanlığı dış politikanın merkezine yerleştirildi. 

Türkiye yönetici sınıfının bu aks değiştirme sürecine elbette ki ordu da eşlik etti. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üyeliğinin kabulüyle birlikte ABD de Türkiye’ye ve orduya girdi. Ordunun yapısı NATO konsepti doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken dünya görüşünü belirleyen şey de Amerikancılık oldu. Türkiye’deki ABD ve NATO üsleri Türkiye’yi ve orduyu emperyalizmin bölgedeki ileri karakolu haline getirdi. Türkiye, özellikle Menderes iktidarı döneminde Ortadoğu’daki ilerici rejimlere ABD çıkarları doğrultusunda yapılan her müdahalenin içerisinde yer aldı.

Yine de ordudaki bu dönüşümün pürüzsüz bir şekilde devam etmesi mümkün değildi; çünkü en başta söylediğimiz üzere ordular da politik yapılardı ve politik süreçlerden etkileniyorlardı. 50’li yılların sonlarına doğru ordu içerisinde Demokrat Parti’yi ve Menderes’i devirmeye yönelik bir irade şekillenmeye başladı. Bu irade herhangi bir şekilde sosyalist ya da komünist bir dünya görüşüne sahip değildi ama zamanın ruhuna uygun bir şekilde, kalkınmacı, sanayileşmeci, bağımsızlıkçı bir karakteri vardı. Genç subaylar, özellikle Mısır’da bir askeri darbe ile iktidarı ele geçiren Cemal Abdülnasır’ı örnek alıyor, onun Mısır’da yaptığı reformları dikkatli bir şekilde takip ediyorlardı.

Menderes’i devirmeye yönelik bu irade 27 Mayıs 1960’ta harekete geçti ve tıpkı Mısır’da olduğu gibi emir-komuta mekanizmasının dışında, genç subayların başını çektiği bir darbe ile yönetime el konuldu. Bu dönemde ekonomide sanayileşmeci, kalkınmacı, plan esasına dayalı bir model benimsenirken, 1961 Anayasası ile birlikte temel hak ve özgürlükleri garantiye alan ama aynı zamanda grev, toplu, sözleşme, sendika kurma gibi sosyal hakları da anayasal statüye kavuşturan yeni bir anayasal düzen ortaya çıktı.

Sola belli ölçülerde siyasal alanda var olma şansını veren yeni anayasa ile birlikte, sol kendisine çizilen sınırları da aşacak şekilde sahneye çıktı. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi kitleleri sol fikirlerle tanıştırırken, Türkiye İşçi Partisi ilk kez legal bir sosyalist partinin Türkiye siyaset sahnesinde yerini alması, hem de güçlü bir şekilde yerini alması anlamına geliyordu. Aynı dönemde eş zamanlı bir şekilde işçi ve öğrenci hareketi yükseldi, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte toplumsal uyanış hızlandı, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” günler yaşanıyordu.

Bu devrimci uyanışın karşısına düzen güçlerinin çıkarılması ise elbette ki kaçınılmazdı; 60’ların ikinci yarısından itibaren devlet ve ordu, NATO konseptine uygun bir şekilde gayrinizami harp yöntemlerini ilerici güçleri bastırmak için kullanmaya başladı. MHP buna uygun bir şekilde eski bir NATO subayının öncülüğünde paramiliter bir güç olarak sahneye çıkarıldı, komando kamplarında silah ve yakın döğüş eğitimi alan ülkücüler sola karşı sokağa sürüldü. MHP’ye, Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi yapılanmalar eşlik etti.

Ancak tüm bu bastırma siyaseti düzenin bekasını sağlamada yeterli olmadı; özellikle 15-16 Haziran 1970’de yüz binlerce işçinin Kocaeli, Gebze ve İstanbul’da DİSK’i savunmak için sokağa çıkması düzen açısından alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. Ordu içerisinde Amerikancı/NATO’cu bir darbe yapılması fikri o günlerde şekillenmeye başladı; ancak bir sorun vardı, orduda artık bir sol kanat bulunmaktaydı.

O kanadın 9 Mart 1971’de iktidarı almaya yönelik planları Amerikancı kanat tarafından bertaraf edildi, 12 Mart günü yayınlanan bir muhtırayla yönetime el konuldu ve sola karşı bir sürek avı başlatıldı, amaç işkencelerle, idamlarla, katliamlarla birlikte 60’lı yıllara damgasını vuran toplumsal uyanışı durdurmaktı. 

12 Mart, sol kanadın tasfiyesiyle birlikte ordunun Amerikancılaşmasını hızlandırdı, 1974 yılından itibaren sol tekrar yükselişe geçtiğinde, devletin güvenlik aygıtı adım adım kontrgerilla yöntemlerine başvuracak, faşist hareketin taşeronluğunu yaptığı bu süreçte, bilim insanları, akademisyenler, gazeteciler suikastlara uğrayacak, 1 Mayıs 1977 ve 1978 Maraş katliamlarında görüldüğü üzere kitlesel kıyım politikalarına başvurulacaktı.

Ancak tıpkı 12 Mart öncesinde olduğu gibi 12 Eylül öncesinde de bu yöntemler düzenin bekasını tesis etmek için yeterli olmadı ve ordu yaklaşık on yıl sonra sola karşı bir darbe daha gerçekleştirdi. 12 Eylül, 12 Mart’tan farklı olarak sadece bir bastırma darbesi değildi, büyük bir toplumsal mühendislik projesiydi. 24 Ocak Kararları’nda somutlaşan Türkiye kapitalizminin neoliberalizme açılma ihtiyacı darbe aracılığıyla karşılanırken, Türk-İslam sentezi de devletin yeni ideolojisi haline geldi. Yani piyasacılıkla dinci gericiliğin ölümcül sentezine giden yol, asker aracılığıyla açıldı.

İşte 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, 12 Eylül’de açılan o yoldan yürüyenlerin iktidara gelişi anlamına geliyordu. AKP önce hükümet oldu, ardından da devlet olmaya girişti ve Gülen Cemaati ile birlikte kumpas davalar aracılığıyla büyük bir tasfiye operasyonunu başlattı. Bu operasyonun merkezinde ise elbette ki bu devletleşme sürecine karşı çıkabileceği düşünülen ordu içerisindeki odaklar vardı. 

Ordunun kademe komutası bu sürece karşı herhangi bir direnç geliştirmez ve hatta bir tür işbirlikçi tutum sergilerken, hedefe yerleştirilenler de direnmeksizin teslim olmayı tercih ettiler ve bir tür savaş esiri statüsüyle Silivri’ye gönderildiler. İşte bugünkü rejim Silivri yargılamalarında, mahkeme salonlarında, kumpas davalarla ve uydurma iddianamelerle kuruldu, aynı şekilde yeni rejimin yeni ordusu da bu süreçte şekillendi, içeride ve dışarıda iktidar politikalarıyla uyumlu bir veçheye büründü.

Velhasıl, bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demenin suç ve ihraç sebebi sayıldığı bir ordu, basitçe AKP eliyle yaratılmadı. Tıpkı bu iktidarın ortaya çıkışı gibi, bugünkü orduyu şekillendiren de Türkiye’nin düzeninin sol düşmanlığıyla Cumhuriyet’i sermayenin çıkarlarına kurban etmesi oldu. Kendilerine “laikliğin bekçisi” diyenler, sermayenin bekası adına Cumhuriyet’in mezar kazıcıları olma görevini üstlendiler ve buralara o mezarlıktan gelindi, Cumhuriyet böyle çökertildi.  

Şimdi bizim “bir yeni cumhuriyet”e, gerçekten halkın ve emeğin olan yeni bir cumhuriyete ihtiyacımız var, bunun için piyasacılığın ve dinciliğin monarşi heveslerinin karşısına emeğin, laikliğin ve aydınlanmanın cumhuriyetini koyma iradesini göstermemiz, bu iradeyi büyütmemiz, çoğaltmamız, halklaştırmamız gerekiyor.

                                                        /././

Depremden iki yıl sonra Elbistan'da anlatılanlar: 'Enkaz ihaleleri verilince bir anda ortaya çıktılar'-Özkan Öztaş-


Aradan iki yıl geçti. Hafızalardaki yeri hâlâ taze oysa. Ama bırakılan boşluklar ve eksiklere söz geldiğinde herkesin dilinde tek bir cümle tekrar ediliyor: "Başka türlü olabilirdi..."

Elbistan’ın soğuk kış günlerinde, 6 Şubat depreminin yaraları hâlâ taze. İnsanlar, o geceyi anlatırken gözlerindeki korku ve öfkeyi gizleyemiyor.

Avukat Özgür Çıkın, deprem anını anlatırken sesi titriyor: “İlk depremde çok ev yıkılmadı. Ama ikinci deprem, hasar gören tüm binaları ezip geçti.” 

Ancak asıl öfkesi, kurtarma çalışmalarındaki ihmallere ve kasıtlı görmezden gelmelere yönelik.  

Çıkın, sözü Çelikler Holding’in sahibi olduğu Elbistan Termik Santrali’ne getiriyor: “Santralin bahçesinde bekleyen yüzlerce iş makineleri vardı. Vinçler, kepçeler, kamyonlar… Bunlar depremden hemen sonra seferber edilebilseydi, belki yüzlerce belki binlerce insan kurtarılabilirdi. Ama olmadı. Başka türlü olabilirdi.”  

'Çocukluk arkadaşlarım donarak öldü'

Özgür Çıkın, yıllardır Afşin ve Elbistan termik santrallerinin çevreye verdiği zarara karşı mücadele veren bir isim. Depremde en çok, santralin bahçesinde bekleyen iş makinelerinin imdada yetişmemesinin hafızalara kazındığını söylüyor: 

Çocukluk arkadaşlarım soğuktan donarak öldü. Kıyafetlerini dahi çıkaramadık üzerlerinden.”  

Konuşmanın ortasında bir an susuyor, gözleri doluyor. Ardından devam ediyor: 

Devlet, bu bölgede büyük bir deprem olabileceğini biliyordu. Bilim insanları uyarıyordu. Elazığ depremi, Adıyaman’daki sarsıntılar… Hepsi birer işaretti. Pandemi döneminde bile Doğu Akdeniz Arama Kurtarma Derneği adı altında toplantılar yapıldı, eğitimler planlandı. Ama hiçbiri hayata geçirilmedi.”   

Depremden sonra insanlar yakınlarını bulma umuduyla günlerce sokaklarda yatıp kaldılar. 

'İlk iki gün hiçbir şey yapılmadı' 

Depremin ilk günlerinde yaşanan kaosu anlatırken, Çıkın’ın sesindeki öfke daha da artıyor: 

İlk gece herkes kendini dışarı attı. Yollar tıkandı, ambulanslar geçemedi. İkinci depremde her şey altüst oldu. Ben eşimle arabadaydım, neredeyse araba devrilecekti. Çocuklar annemlerin yanındaydı. Panik içinde onlara ulaşmaya çalıştık. Sokaklar enkaz doluydu, trafik kilitlenmişti. İnsanlar donarak ölüyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu.” 

Çıkın, termik santraldeki iş makinelerinin depremden yarım saat sonra bile bölgeye ulaşabileceğini söylüyor: “Santral, Elbistan’a 20-25 km mesafede. Yarım saat içinde gelebilirlerdi. Ama gelmediler. İlk iki gün hiçbir şey yapılmadı. İnsanlar enkaz altında donarak öldü. Cesetler öyle donmuştu ki, kıyafetlerini çıkaramadık.”  

'Yüzlerce iş makinesi vardı, ama…'  

Elbistan’da yüzlerce iş makinesi olduğunu belirten Çıkın, “Çelikler Holding’in yanı sıra, taşeron firmaların, kömür havzalarında çalışan şirketlerin onlarca makinesi vardı. Ama hiçbiri kullanılmadı. Depremden üç dört gün sonra, enkaz kaldırma ihaleleri verilince bir anda ortaya çıktılar. O zaman gördük ki, aslında her şey mümkünmüş.”  

Çıkın, yaşananları bir kez daha özetliyor: “Başka türlü olabilirdi. İnsanlar donarak ölmek zorunda kalmazdı. Ama olmadı. Çünkü tercih etmediler. Yapamadıklarından değil, yapmadıklarından.”  

'Enkaz kaldırma ihaleleri için geldiler'

Depremin ardından yaşananları anlatırken, Çıkın’ın sesindeki hüzün ve öfke birbirine karışıyor: “Enkaz kaldırma ihaleleri verilince bir anda yüzlerce iş makinesi ortaya çıktı. Şimdi de inşaat ihaleleri için geldiler. Hayatımda görmediğim devasa makineler gördüm. Ama o gece, insanlar enkaz altında hayatını kaybederken hiçbiri yoktu.”  

Özgür Çıkın’ın anlattıkları, aslında binlerce yurttaşın nasıl göz göre göre ölüme terk edildiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. 

Evet. Başka türlü olabilirdi. Ama olmadı.
                                                        ***

2 yıldır harap haldeydi, bir günde düzeltildi: Hatay'da protokole özel asfalt
Kahramanmaraş depremlerinin vurduğu Hatay'da uzun süredir çukurlu ve kullanılamaz haldeki ana caddenin 6 Şubat anma törenleri öncesi protokol için bir günde asfaltlandığı ortaya çıktı.

Kahramanmaraş merkezli 11 kentte etkili olan 6 Şubat depremlerinin vurduğu Hatay'da yaşayan yurttaşların aylardır şikayet ettiği ve araçların sık sık suya gömüldüğü yollar depremin yıldönümü öncesi anma törenleri için hızla düzenlendi.

Sözcü muhabiri Gülnur Saydam, kentte uzun süredir çukurlarla dolu ve kullanılamaz halde olan Atatürk Caddesi'nin bir gün içerisinde tamamen asfaltlandığını söyledi.

Düzenlemenin bakanlar, vali, belediye başkanı ve şehir dışından gelen depremzedelerin de katılacağı program öncesinde yapıldığı anlaşıldı. Habere göre uzun zamandır çukurlarla dolu olan yola dün sabah itibarıyla tamamen yeni bir asfalt döşendi. 

'Yama dışında asfalt görünce mutlu olduk, nedeni bakanlarmış'

Defne Halk Temsilcileri Meclisi Sözcüsü Hizam Hasırcı da asfalt döşendiğini duyurdu, "Yama dışında asfalt görünce mutlu olduk. Nedenini sorduk, bakanlar geliyormuş. Darısı ara sokaklara da bakanların gelmesine" diyerek tepkisini gösterdi.(https://twitter.com/i/status/1886862254622302564)

                                                             ***

Kartal Belediyesi'ne 'adrese teslim ihale' soruşturması: Sayıştay 4 yıl önce saptamış -Emre Alım-

Sayıştay'ın 4 yıl önce tespit ettiği adrese teslim ve ucuza kiralamalar, soruşturma furyası kapsamında raftan indirildi. Belediye başkanı hakkında hapis cezası isteniyor.

CHP’li Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel hakkında "zincirleme şekilde görevi kötüye kullanma" suçlamasıyla iddianame hazırlandı.

Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı Özel Soruşturma Bürosunca hazırlanan iddianameye göre, 2019 ila 2021 yıllarında belediyeye ait 44 adet taşınmaz ihale kanununa aykırı olarak kiraya verildi.

İddianameye göre Gökhan Yüksel, birçok ihale onay belgesini “ita amiri”* sıfatıyla uygun bularak onayladı ve hukuka aykırı olarak “pazarlık usulü ile” ihaleye çıkılmasına izin verdi.

Yüksel ile aralarında belediye encümenleri ve personelinin de olduğu 19 şüphelinin "zincirleme şekilde görevi kötüye kullanma" suçlamasıyla 10 aydan 3 yıl 6 aya kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi.

2 şüpheli için ise “görevi kötüye kullanma” suçlamasıyla 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmaları talep edildi.

'İhaleler adrese teslim ve ucuz' 

Kartal Belediyesi'nden yapılan açıklamada olayın 2021 yılında yapılan bir teftişe dayandığı, İçişleri Bakanlığı'nın 2023'te soruşturma izni verdiği ancak o tarihten bu yana ek inceleme yapılmadığı aktarıldı.

Peki 2021 yılındaki teftişte ne olmuştu?

O yıl yapılan Sayıştay denetiminde belediyenin otoparktan çay ocağına, arsadan otele çok sayıda taşınmazını önce kendi iştirakine sonra üçüncü kişilere düşük fiyattan kiraladığı tespit edildi.

Örneğin Nevşehir'de bulunan Kartal Belediyesi'ne ait bir otel, 2020 yılında belediyenin iştiraki KARYAPSAN'a aylık 6 bin liradan kiralanıyor, KARYAPSAN ise aynı oteli aynı üçüncü bir işletmeciye aylık 38 bin liradan kiraya veriyordu.

Benzer şekilde belediye mülkiyetindeki bir araç park yeri ve depo 2021 yılında belediyenin şirketi KARTANSAŞ'a aylık 71 bin liraya kiralanıyor, KARTANSAŞ da kısa süre sonra başka bir işlemeciyle 3 yıllık sözleşme imzalayıp ve bu alanı aylık 110 bin liradan tekrar kiralıyordu.

Sayıştay'a göre kiralamalarda iki sorun vardı. Taşınmazlar piyasa değerinin oldukça altında bedellere elden çıkarılmıştı ve bu işlemler için adrese teslim ihaleler düzenlenmişti.

Tespit edilen onlarca ihale Devlet İhale Kanunu’nun 51’inci maddesinin (g) bendi kapsamında kiraya verilmişti.

Bu maddenin avantajı pazarlıksız ve istenilen sermaye grubuna ihale verilmesine olanak tanıması. AKP iktidarı "51/g" olarak bilinen bu maddeyle kamudaki ihale yolsuzluklarının önünü daha da açtı.

Ancak iktidarın kamu kurumlarında sıkça başvurduğu yöntemin Kartal Belediyesi tarafından kullanılması 2021'de Sayıştay'ın radarına takılıyor. Çünkü yasa, bu maddenin sadece "devlet" tarafından kullanılmasına olanak tanıyor, yani belediyeler bu maddeyle ihaleye çıkamıyor.

Nitekim Sayıştay'ın tespit ve uyarısından sonra 2022 itibariyle belediye bir daha bu maddeye dayanarak ihale düzenlemiyor. Kiralamalar kanunda öngörüldüğü gibi kapalı teklif ya da açık teklif usulleriyle yapılıyor.

Belediyelere yönelik soruşturmalar

CHP'li belediyeler bir süredir soruşturmalar ve davalarla iktidarın hedefinde.

İktidar önce CHP'li belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) borçlarını gündeme getirdi. AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu borçların tahsil edilmesi talimatını verdi.

CHP ve DEM Parti'nin “kent uzlaşısı”yla seçilen Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı ve yerine kayyım atandı.

Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat'ın da aralarında bulunduğu 23 kişi "ihaleye fesat karıştırma" ve "rüşvet alma" suçundan tutuklandı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında ise son iki haftadaki konuşmaları nedeniyle iki ayrı soruşturma açıldı.


*İta amiri: Devlet harcamalarının yapılması için saymanlıklara talimat verme yetkisine sahip kamu yöneticisi

                                                                                  ***

soL

 

  

Kemal Okuyan: Şimdi ABD emperyalizminin müttefikleri, eşbaşkanları düşünsün + Trump Gazze'deki emellerini ilan etti: Ele geçirme planını duyurdu -soL

Kemal Okuyan: Şimdi ABD emperyalizminin müttefikleri, eşbaşkanları düşünsün 

TKP Genel Sekreteri Okuyan Trump’ın Gazze hamlesiyle, Türkiye dahil İsrail’le normalleşme peşindeki ülkelerin ikinci bir şokla karşı karşıya kaldıklarına dikkat çekti.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ABD ziyaretini ve ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazze hamlesini değerlendirdi.

Netanyahu, Trump’la “Orta Doğu’nun haritasını yeniden çizmek” ve “ateşkesin ikinci aşamasını” görüşmek için Washington’a gitmişti. Bu görüşmenin ardından Trump’ın “Gazze’yi devralıyoruz” açıklaması geldi.

TKP Genel Sekreteri Okuyan konuya ilişkin X hesabından yaptığı paylaşımda, ABD ile işbirliği yaparak, dizginlenmiş ve daha az saldırgan bir İsrail’le normalleşme peşindeki Suudi Arabistan, Mısır, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin ikinci bir şokla karşı karşıya kaldığının altını çizdi.

“Şimdi ABD emperyalizminin dostları, müttefikleri, ortakları, eşbaşkanları düşünsün” diyen Okuyan “Biz de düşünüyoruz elbette. Biçim değiştiren emperyalist saldırganlığa ve emperyalist rekabetin ortaya çıkaracağı yeni çatışma ve savaşlara karşı nasıl mücadele edeceğimizi… Ve Filistin halkının bu oldubitti karşısında direncinin nasıl artırılabileceğini…” ifadelerini kullandı.

TKP Genel Sekreteri Okuyan yaptığı açıklamada şunları kaydetti:

Trump’ın Gazze hamlesi ne yazık ki ciddiye alınmak durumunda. Netanyahu ‘haritaları değiştiriyoruz’ diyerek ABD’ye gitti ve Trump’ın ‘Gazze’yi devralıyoruz’ açıklaması bu görüşmenin ardından geldi.

Böylece ABD ile işbirliği yaparak, dizginlenmiş ve daha az saldırgan bir İsrail’le normalleşme peşindeki Suudi Arabistan, Mısır, Katar ve Türkiye gibi ülkeler ikinci bir şokla karşı karşıya kaldılar.

İlk şok, Hamas’ın askeri kanadının esir takası sırasında 'ben bitmedim, gücümü koruyorum’ diyerek Hamas’ı işbirliğine yatkın ‘siyasi kanat'a bırakmayacağını göstermesiydi.

Trump, ‘ABD bölgeden çekilecek, buraları bize kalacak’ uyanıklığını derin strateji olarak görenlere çok basit bir gerçeği hatırlattı: Çin ile hegemonya mücadelesine girişen bir ABD hiçbir yerden çıkmaz.

Şimdi ABD emperyalizminin dostları, müttefikleri, ortakları, eşbaşkanları düşünsün.

Biz de düşünüyoruz elbette. Biçim değiştiren emperyalist saldırganlığa ve emperyalist rekabetin ortaya çıkaracağı yeni çatışma ve savaşlara karşı nasıl mücadele edeceğimizi…

Ve Filistin halkının bu oldubitti karşısında direncinin nasıl artırılabileceğini…

                                                  ***

Trump Gazze'deki emellerini ilan etti: Ele geçirme planını duyurdu

ABD Başkanı Trump, Beyaz Saray'da İsrail Başbakanı Netanyahu'ya bağlılığını yeniden dile getirdi. Gazze'yi "Filistinlilerden arındırma" arzusunu yineleyen Trump, üstüne bölgeyi işgal planını anlattı. Beyaz Saray dışında protestolar düzenlendi.

BD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'yu Beyaz Saray'da ağırladı. Netanyahu, Trump'ı ikinci döneminde ilk ziyaret eden yabancı lider oldu.

Trump, toplantıda savaştan zarar görmüş Gazze'nin geleceği ve Filistinlilerin yerleşim bölgesinde yaşamak için geri dönüp dönmemeleri gerektiği konusundaki tartışmalı fikirlerini yineledi.

Trump, Netanyahu'yla görüşmesi sırasında şu ifadeleri kullandı: 

"Gazze, Filistinlilerin sonunda öleceklerinin garantisidir. Aynı şey tekrar olacak. Bu tekrar tekrar oldu. Ve tekrar olacak. Bu yüzden umarım geri dönmek istemeyecekleri bir şey yapabiliriz. Kim geri dönmek ister ki? Sadece ölüm ve yıkım yaşadılar."

Gazze'ye gözünü dikti

Trump ayrıca ABD'nin, önümüzdeki yıllar içinde Gazze'yi şekillendireceğini ve bölgeyi "ele geçirmeyi" hedeflediğini öne sürdü.

Trump konuya ilişkin şöyle devam etti:

"Bizim için burada uzun vadeli bir sahiplik pozisyonu görüyorum ve bunun Ortadoğu'nun o bölümüne ve belki de tüm Ortadoğu'ya büyük bir istikrar getireceğini görüyorum. Bu, kolayca alınmış bir karar değildi. Konuştuğum herkes, Amerika Birleşik Devletleri'nin o toprak parçasına sahip olması, binlerce iş geliştirmesi ve yaratması fikrini seviyor."

Trump, Filistinlileri başka yerlere yerleştirdikten sonra ABD'nin Gazze'yi "devralması" ve "sahiplenmesi" planının bölgeyi "Ortadoğu'nun Rivierası"na dönüştürebileceğini iddia etti.

Trump, Netanyahu ile ikili görüşmesinin ardından yaptığı açıklamalarda da, Filistinlilerin Gazze dışındaki "güzel bir bölgeye" "kalıcı olarak" yerleştirilmesine dair fikrini yeniden dile getirdi.

Mısır ve Ürdün gibi komşu ülkelerin, Gazze nüfusunu kabul etme yönündeki önerisini reddetmesine ilişkin de konuşan Trump, "Ürdün ve Mısır kabul etmeyeceklerini söylediler, ama ben diyorum ki, kabul edeceklerini düşünüyorum. Ama diğer ülkelerin de kabul edeceğini düşünüyorum" dedi.

Netanyahu niye ABD'ye gitti?

Netanyahu, geçtiğimiz pazar günü ABD'ye varmadan önce, 20 Ocak'ta başkanın ikinci yemin töreninden bu yana Trump'ı ziyaret eden ilk yabancı devlet başkanı olmanın sembolik öneminden bahsetmişti.

Netanyahu bir açıklamada, "Bunun İsrail-Amerikan ittifakının gücünün bir kanıtı olduğunu düşünüyorum" demişti.

İki ülke de, ateşkes anlaşmaları, Gazze'nin geleceği ve İsrail ile Arap komşuları arasındaki ilişkileri normalleştirme çabaları dahil olmak üzere bir dizi konunun görüşüleceğini duyurmuştu.

Dün toplantı öncesinde Trump, bazıları Netanyahu ile paylaştığı hedeflere ilişkin olmak üzere bir dizi kararname imzaladı.

Trump, bu kararnamelerden biriyle İran'a karşı "maksimum baskı" kampanyasının geri döndüğünü duyurdu. Kararnamelerden bir diğeri de, ABD'nin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nden ve Filistinli mülteciler için yardım kuruluşu olan UNRWA'dan çekildiğini belirtiyor.

İkiliden karşılıklı sevgi gösterileri

Trump, dünkü basın toplantısında Netanyahu'ya olan bağlılığını yeniden teyit etti.

Trump, "Amerikan ve İsrail halkı arasındaki dostluk ve sevgi bağları nesillerdir devam ediyor ve kesinlikle kırılmaz" dedi.

Netanyahu ise Trump'a kendi övgüleriyle karşılık verdi: "Sen İsrail'in Beyaz Saray'da sahip olduğu en büyük dostsun."

ABD Başkanı'nın planının "dikkat çekmeye değer" olduğunu ve "tarihi değiştirebileceğini" söyleyen Netanyahu, "Bu kadar çok terörizmin, bize karşı bu kadar çok saldırının, bu kadar çok yargılamanın ve bu kadar çok sıkıntının odak noktası olan o toprak parçası için farklı bir gelecek görüyor" dedi.

https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-02/nyX0pLkxt3qCX-aB.mp4

ABD Başkanı Donald Trump'ın, Netanyahu için sandalye çektiği görüntüler

Gazze'de ateşkes ne olacak?

Gazze'deki ateşkes, iki liderin görüşmesinin ana başlıklarından biri oldu.

Trump, göreve başlamasından bir gün önce, 19 Ocak'ta yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasından kendine pay çıkarırken, "Gazze'deki savaşın başlamasına izin verdiği" için selefi Joe Biden'ın dış politikasını suçlamıştı.

Trump, bir noktada Biden'ın görev süresine atıfta bulunarak, "Dört yıl boyunca kimse olumsuzluk dışında bir şey yapmadı. Ne yazık ki, son dört yılın zayıflığı ve yetersizliği dünya çapında ciddi hasara neden oldu" ifadelerini kullandı.

Yine de Trump, ateşkesin gücü ve devam edip etmeyeceği konusunda şüphe uyandıran açıklamalar yaptı.

Trump dün, "Saldırılar yarın başlayabilir. Saldırılacak çok şey de kalmadı" diye konuştu.

33 İsrailli esirin ve yaklaşık 2 bin Filistinli tutsağın serbest bırakılacağı ilk 42 günlük ateşkes 1 Mart'ta sona eriyor.

Dün Hamas'ın bir sözcüsü, ateşkesin ikinci aşaması için müzakerelerin başladığını bildirmişti. Kabul edilirse, bu aşamada İsrail birliklerinin Gazze'den tamamen çekilmesi ve tüm esirlerin serbest bırakılması söz konusu olacak.

Ancak Trump, İsrail'in Gazze'ye giden insani yardım ve kaynakları kesme çabalarını överek, Hamas'a yüklendi.

Trump, "Hamas'ı ve İran'ın diğer terörist vekillerini aç bıraktık ve daha önce hiç görmedikleri kadar aç bıraktık. Onlar için kaynaklar ve destek ortadan kalktı" dedi.

ABD Gazze'yi 'ele mi geçirecek'?

Trump ayrıca, bunun "etnik temizlik" anlamına geleceği konusunda gelen uyarılara rağmen, Gazze'deki Filistinlilerin toplu olarak yerlerinden edilmesi çağrısını yineledi.

Trump, Gazze hakkında şunları dile getirdi: 

"Uzun zamandır şanssız bir yerdi. Ve orada gerçekten durup bunun için savaşan, orada yaşayan, orada ölen ve orada sefil bir hayat süren aynı insanlar tarafından yeniden inşa ve işgal sürecinden geçmemeli."

Trump, Filistinlilere alternatif verilirse Gazze'den "seve seve gideceklerini" de öne sürdü.

Trump, iddiasını "İyi, taze, güzel bir arazi parçasına sahip olmalılar ve biz de bu araziyi inşa etmek, güzelleştirmek, yaşanabilir ve keyifli hale getirmek için para harcayacak birkaç kişi bulabiliriz" diye açıkladı.

ABD kaynaklarını bölge halkının Gazze'ye yeniden yerleşmesi için inşa etme çabasına yatırmayacağına dair mesajlarını açıkça dile getiren Trump, Filistinliler için yeni bir yuvanın "büyük servete sahip komşu ülkeler tarafından ödenebileceğini" iddia etti.

Bununla birlikte, ABD'nin gelecekte Gazze'de varlık göstereceğini öne süren Trump, şunları söyledi:

"ABD Gazze Şeridi'ni ele geçirecek ve biz de bunun üzerinden bir iş yapacağız. Orayı sahipleneceğiz ve bölgedeki tüm tehlikeli, patlamamış bombaları ve diğer silahları sökmekten sorumlu olacağız. Bölgeyi düzleştirin. Düzleştirin ve bölge halkına sınırsız sayıda iş ve konut sağlayacak ekonomik bir kalkınma yaratın."

Planının nasıl uygulanacağı konusunda birkaç ayrıntı sunan Trump, Gazze'deki yerinden edilmiş Filistinlilerin "insani kalplerle diğer ilgi çekici ülkelere gitmesini" umduğunu ifade etti, bir yandan da Filistinlilerin orada yaşamaya devam edeceğini de öne sürdü.

Gazze'nin "dünya insanlarının" evi olabileceğini öne süren Trump, "Bence burayı uluslararası, inanılmaz bir yer haline getireceksiniz. Gazze Şeridi'ndeki potansiyelin inanılmaz olduğunu düşünüyorum. Ve bence tüm dünya - dünyanın her yerinden temsilciler orada olacak ve orada yaşayacaklar. Filistinliler de, Filistinliler orada yaşayacak" dedi.

ABD askerlerinin "güvenliği sağlamak için" Gazze'ye gönderilip gönderilemeyeceği sorulduğunda da, Trump bunun bir olasılık olduğunu söyledi.

Trump, "Gazze söz konusu olduğunda, gerekeni yapacağız. Eğer gerekiyorsa, bunu yapacağız" dedi.

Trump, günün erken saatlerinde de, İsrail'in Gazze'yi ele geçirmesini desteklemeyeceğini söylemişti: "Hayır, kesinlikle desteklemiyorum. Sadece temizlemeyi ve bununla ilgili bir şeyler yapmayı destekliyorum."

Hamas'ın tepkisi

Hamas, Trump'ın bu önerilerini "bölgede kaos ve gerginlik yaratma reçetesi" olarak hızla kınadı.

Örgüt yayınladığı bir bildiride, "Gazze Şeridi'ndeki halkımız bu planların geçmesine izin vermeyecek" dedi.

Bildiri şöyle devam etti:

"Gereken, halkımıza yönelik işgal ve saldırganlığın sona ermesidir, topraklarından sürülmeleri değil. Gazze'deki halkımız, 15 aydan uzun süredir bombardıman altında yerinden edilme ve sınır dışı etme planlarını engelledi."

Hamas yetkilisi Sami Ebu Zuhri de, ayrı olarak Reuters'a yaptığı açıklamada, "Trump'ın Gazze'yi kontrol etme arzusuna ilişkin açıklamaları gülünç ve saçmadır ve bu tür fikirler bölgeyi ateşlemeye muktedirdir" dedi.

Bu arada, üst düzey Hamas Politbüro üyesi Musa Ebu Marzuk, Rusya'nın RIA devlet haber ajansına grubun "Trump yönetimiyle temas ve görüşmeye hazır" olduğunu söyledi.

Marzuk "Geçmişte, Biden yönetimi, Trump veya herhangi bir başka ABD yönetimiyle temaslara itiraz etmedik ve tüm uluslararası taraflarla görüşmelere açığız" diye konuştu. 

Ancak pazartesi günü Rusya Dışişleri Bakanlığı'yla görüşmek üzere Moskova'yı ziyaret eden Marzuk'un RIA'yla Trump'ın açıklamalarından önce mi ya da sonra mı röportaj yaptığı belli değil.

Marzuk, RIA'ya, Washington'un Ortadoğu'da kilit bir oyuncu olduğu düşünüldüğünde, ABD ile görüşmelerin Hamas için bir tür zorunluluk haline geldiğini savundu: "Bu yüzden Amerikalılarla görüşme fikrini memnuniyetle karşıladık ve bu konuya itirazımız yok.

İran'a karşı sert bir yaklaşım

Dünkü toplantının bir diğer ayağı da Netanyahu'nun İsrail'in en büyük tehdidi olarak gösterdiği İran'a nasıl yaklaşılacağıydı.

Dün Netanyahu, Trump'ın ilk döneminde İran'ın nükleer programını gevşetilmiş yaptırımlar lehine sınırlandırmasını öngören bir anlaşma olan Ortak Kapsamlı Eylem Planı'ndan (JCPOA) çekilmeye karar verdiğini hatırlayarak kıkırdadı.

Netanyahu, "Felaket getiren İran nükleer anlaşmasından çekildiniz. Bunun hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. 'Bu gördüğüm en kötü anlaşma' dediniz. Bence bu, sağduyuyu açıkça ortaya koyuyor" dedi.

Trump ise ilk döneminde uyguladığı "maksimum baskı" stratejisine geri dönme kararında daha ileri gideceğini gösterdi.

Trump, "Bir kez daha mümkün olan en agresif yaptırımları uygulayacağız, İran'ın petrol ihracatını sıfıra indireceğiz ve rejimin bölge ve dünya genelinde terörü finanse etme kapasitesini azaltacağız" dedi.

Diğer yandan, Trump, İran'a yenilenen yaptırımları uygulamaktan "mutsuz" olduğunu söyleyerek diplomasiye kapıyı açık bıraktı. Tek kırmızı çizgisinin İran'ın nükleer silaha sahip olamaması olduğunu sözlerine ekledi.

Trump, "Bunu yapmaktan nefret ettim, sadece anlamanız için söylüyorum. Ve bunun çok felaket bir duruma yol açmaması için bir şeyler yapabileceğimizi umuyorum. Bunun olmasını istemiyorum" diye konuştu.

ABD Başkanı, İranlı yetkililerle görüşme olasılığını da dışlamadı.

Beyaz Saray dışında protestolar

Trump'ın Netanyahu'yla görüşmesi sırasında, Beyaz Saray dışındaki yüzlerce protestocu iki lidere "Filistin satılık değil" uyarısında bulundu.

Yüzlerce gösterici dün akşam başkent Washington DC'de Netanyahu'nun Beyaz Saray ziyaretini protesto etmek ve Trump yönetimini İsrail'e silah tedarik etmeyi bırakmaya çağırmak için toplandı.

Protestocular, yoğun güvenlik önlemleri altında "Filistin'i özgürleştirin" sloganları attı ve İsrail'in vahşetini kınadı.

netis

Beyaz Saray'a bakan bir otele Netanyahu'nun yüzünün olduğu bir "Aranıyor" posteri yansıtan protestocular, ayrıca Filistin bayrakları salladılar ve ABD'nin İsrail'e verdiği desteği kınayan pankartlar taşıdılar.

Protestocuların bir pankartında "Konut için ödeme yapın, soykırım için değil" ifadeleri yer aldı.

netbs
Protesto sırasında ayrıca İsrail polisini tasvir eden eylemciler, Özgürlük Heykeli kostümü giymiş bir kadını zincirleyip sürüklediği bir gösteri yaptı.

 soL


İşçi pazarı Türkiye +Ulusal İstihdam Stratejisi: Sermayenin ihtiyaçlarına uygun güvencesiz işçi havuzu +İŞKUR Gençlik Programı: Erdoğan'dan üniversiteli 1 milyon gence 'çalışma' müjdesi +Amaç niteliği değil, ucuz iş gücünü artırmak -EVRENSEL

İşçi pazarı Türkiye
Erdoğan-Şimşek programı kapsamında Türkiye, yüksek faiz cennetinin yanı sıra uluslararası tekellere eğitimli ve ucuz işçi sunan küresel bir işçi pazarı haline getirilecek.

Cumhurbaşkanının tanıtımını yaptığı ulusal istihdam stratejisiyle gençler, kadınlar, yaşlılar ve göçmenler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eğitilerek yedek işçi ordusuna dahil edilecek. Erdoğan-Şimşek programı kapsamında Türkiye, yüksek faiz cennetinin yanı sıra uluslararası tekellere eğitimli ve ucuz işçi sunan küresel bir işçi pazarı haline getirilecek.

İşsizlik, başta merkez kapitalist ülkeler olmak üzere küresel düzeyde tarihi dibi gördü. Küresel istihdam artışı ve nüfus artış hızındaki azalma nedeniyle yedek sanayi ordusu daraldı. ‘Emekçi nüfus’ birikimi, kâr elde etmenin yeni yollarını arayan sermaye için acil bir ihtiyaç haline geldi. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün Hak-İş ve Memur-Sen başkanlarının da katıldığı bir toplantıyla küresel tekellerin bu ihtiyacını karşılamak üzere iktidarın hazırladığı ‘ulusal istihdam stratejisi’ni açıkladı. Stratejiye göre Türkiye’de tekstil, otomotiv, çelik, alüminyum, kimya, makine, elektrik ve turizm temel sektörler olarak belirlendi. 2025-2028 yıllarına ilişkin planın temel amacı, stratejik sektörler öncelikli olmak üzere ‘nüfusu ulusal-uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre eğitip donatarak’ emek havuzunu genişletmek. ‘Nitelikli işçi’ haline getirilmek istenen öncelikli gruplar istihdam ve eğitimin dışında kalanlar da dahil olmak üzere gençler, kadınlar, göçmenler, yaşlılar ve engelliler. 

Strateji belgesinde işçilerin istihdam dışında kalmalarının temel sebebinin ‘İşçilerin sektörel beklentileri karşılayabilecek beceri ve eğitime sahip olmaması’ olduğu savunulurken, mesleki ve teknik eğitim mezunlarının istihdamdaki payının sadece yüzde 11.7 düzeyinde kaldığı belirtildi. Bu nedenle ülkede eğitim tedrisatı artık neredeyse tamamen işçi açığını kapatmaya yönelik olacak, nüfus sermayenin ihtiyaçlarına göre eğitilecek. Belgede devlet eliyle çocuk işçiliğin kurumsallaştırıldığı ve çok sayıda çocuğun çalışırken can verdiği mesleki eğitim merkezleri ise örnek gösteriliyor. 

Ulusal istihdam stratejisi yalnızca kent nüfusunu etkilemeyecek. Belgede kritik rol atfedilen tarımda dönüşüm stratejinin parçası olarak rol üstlenecek. Belgeye göre, ‘sürdürülebilirliği ve büyüme potansiyeli sınırlı’ geçimlik çiftçilik yerine tarımda ‘Büyük ölçekli işletmelere geçiş’ teşvik edilecek. Tarımsal üretimde sermaye etkinliğinin artmasına bağlı olarak çiftçiler yedek işçi ordusuna katılacak.

STATEJİK SEKTÖRLERDE İSTİHDAM (2023)

 

İstihdam

10 yılda istihdam artış

Tekstil

1.2 milyon

300 bin

Otomotiv

343 bin

143 bin 

Çelik

180 bin

49 bin 

Alüminyum

111 bin

34 bin

Kimya

420 bin

120 bin

Makine

510 bin

205 bin

Elektrik

48 bin

37 bin

Turizm

571 bin

371 bin


STATEJİK SEKTÖRLERDE SENDİKALILIK ORANI

  • Petrokimya %10.3 
  • Tekstil %8.3 
  • Metal %19.1 
  • Turizm %3.9

GENÇLER İŞKUR’UN İŞ TEKLİFİNİ NEDEN REDDEDİYOR?


  • %30.8 ücretin yetersizliği
  • %27.5 mesleğe uygun olmaması
  • %17.4 işin sigortasız olması
  • %15.5'i uzun çalışma süreleri
  • %14.4'ü işin niteliğine uygun olmaması
                                                           ***
Ulusal İstihdam Stratejisi: Sermayenin ihtiyaçlarına uygun güvencesiz işçi havuzu

Resmi Gazete’de duyurulan Ulusal İstihdam Stratejisi sermayenin ihtiyaçları için hazırlandı. Strateji dediklerinin Türkiye’yi ucuz işçi havuzu yapmak olduğu ortaya çıktı.

2025-2028 Ulusal İstihdam Stratejisi 2 Şubat’ta Resmi Gazete’de duyuruldu. Genç nüfusun sanayi havzalarına hazır iş gücü haline getirmeyi hedefleyen strateji belgesi ne eğitimde ne istihdamda olan genç nüfusun (NEET) Sermayenin nitelikli işçiler alanında yeni ihtiyaçları “Yeşil ve dijital dönüşüm” eğitim programları hedefliyor. Esnek çalışmayı OSB’ler içindeki meslek liselerinin yoğunluğunu arttırmayı ve özel meslek liselerine teşvikleri arttırmayı hedefleyen strateji nitelikli iş gücü oluşturma hedefiyle yola çıkarken istihdamda olmayan nüfusun ihtiyaçlarını göz ardı ediyor, nitelikli işsiz ordusu da yaratmayı öngörüyor.

İKTİDARIN MİLYONLARI İŞÇİLEŞTİRME PROJESİ
Önümüzdeki üç yıl için uygulanması planlanan politikalar için istihdamda olmayan nüfusa dair İŞKUR araştırmalarıyla istihdamda olmama nedeni verilerini de paylaşan strateji belgesi İstihdamda olmayan 35 yaş altındaki genç nüfusun İŞKUR tarafından teklif edilen işlerde en büyük reddetme sebebini yüzde 30,8 ile ücret düşüklüğü olduğunu kaydediyor.

İstihdamın arttırılması için üretilen politikalarda ise “Mesleki ve teknik eğitim veren özel okullara yönelik teşvikler, sektörel ihtiyaçlar doğrultusunda güncellenerek sürdürülecektir. OSB'ler ve Teknoparklar içinde meslekî ve teknik Anadolu liseleri ile meslekî eğitim merkezleri açılacaktır” ifadeleriyle Organize Sanayi Bölgeleri Üst Yönetim Kurumları, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin katılımıyla politika geliştirileceği duyuruluyor.

Düşük ücret nedeniyle istihdamdan çekilen nüfus ve insanca yaşanacak ücret talepleri karşısında bir istihdam politikası geliştirme planı olmayan Ulusal İstihdam Stratejisi, NEET gençler hakkında ise “NEET gençlerin işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılması amacıyla niteliklerinin artırılması amacıyla gençlerin beceri ve yetenekleriyle uyumlu, özellikle yazılım gibi yenilikçi alanlarda aktif işgücü piyasası programları uygulanacaktır. Özellikle sanayi sektörünün ihtiyaç duyduğu mesleki beceri ve yeteneklerin geliştirilmesi için meslek liseleri ile sektörler arasındaki iş birliklerini geliştirilmesi sağlanacaktır” ifadeleriyle ise adeta nitelikli işsiz havuzu stoğu yaratma yönünde politikalar geliştirilmesini öngörüyor.

KADINLARA REVA GÖRÜLEN GEÇİCİ İŞLER
TÜİK, Hane Halkı İşgücü Araştırması’nın 2024 verilerine göre 2023’te kadınlarda istihdam oranı yüzde 31,3 iken erkeklerin istihdam oranı yüzde 65,7. Kadın istihdamının erkeklerinkinin yarısından daha az olduğu bir durum söz konusuyken Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’nde kadınların istihdama katılımının artırılması için eğitimler, kadın girişimciliğini teşvik etme, “kadın erkek fırsat eşitliğini sağlanması” için adım atılması gibi çeşitli maddeler yer alıyor.

Ancak iktidarın kadın istihdamını artırmaya yönelik hamleleri, kadınların ev içi angaryayı yüklenirken esnek, güvencesiz ve düşük ücretlerle geçici bir biçimde istihdam edilmesine işaret ediyor. Hem kamuda hem de özel sektörde bunun adımları hızla atılıyor.

İŞKUR’un 2024’te başlattığı İş-Pozitif uygulamasına geçtiğimiz yıl 824 bin 124 kadın katılmıştı. İşverenlere proje kapsamında 18-35 yaş arasında çalıştırdıkları her kadın işçi için aylık 25 bin lira kadar prim, vergi ve ücret desteği sağlanmıştı. Bu proje kapsamında işe alınan kadınlar ise yalnızca 3 ay süreyle istihdam edilmişti. Bu durum kadınlar açısından sosyal güvenceden yoksun, sendikasız bir iş anlamına geliyordu.

İktidarın esnek çalışma hamlelerinden Toplum Yararına Program'a 103 bin 471, İşgücü Uyum Programı'na 120 bin 300, Kadın İstihdamı İçin Pozitif Ayrımcılık Projesi'ne 4 bin 7, İşbaşı Eğitim Programı ve Meslek Eğitim Kursları'na da 40 bin 425 kadın katılmıştı. Kadınlar yoğunluklu olarak konfeksiyon işçiliği, reyon görevlisi gibi işlerde geçici sürelerle istihdam edilmişti.

“Yeni nesil çalışma projesi” adı altında ise kamuda kadınların esnek istihdamının gerçekleştirilmesi planlanıyor. Bu projenin yanı sıra esnek çalışmayı öngören birçok projede kadınların kazanacakları para ücret olarak değil, “cep harçlığı” olarak tanımlanıyor. Bu durum, iktidarın kadın istihdamına en ucuz ve en güvencesiz biçimde ihtiyaç duyduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

İKTİDAR ESNEKLİĞE YÖNLENDİRİYOR
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde, kadınların istihdam oranının düşük olmasının nedenlerinden biri olarak çocuk bakımı sorumluluğu gösterilirken “Kadınlar, çocukları için erişilebilir ve güvenilir bakım olanaklarına sahip olamadıklarında işgücü piyasasının dışında kalma ya da esnek çalışma biçimlerine eğilimi göstermektedir” ifadeleri kullanılıyor. Halbuki iktidar, kamuda tasarruf tedbirleri kapsamında zaten sayısı azalmış olan kamu kreşlerinin kapatılmasını ve özelleştirilmesini sağlayarak kadınların bu bakım olanaklarından da faydalanmalarının önünü kesiyor. Bunun yanı sıra “komşu annelik” gibi çocuk bakımını kamusal bir hizmet olmaktan çıkartacak, kadınların bakım işinde güvencesiz istihdamının sağlanacağı yeni modeller oluşturuyor. Kısacası kadınlar esnek işlere kendileri yönelmiyor, Şimşek programı kadınlara esneklik ve güvencesizlikten başka bir seçenek bırakmıyor.

TARIM TEKELLERE, TARIMDA İSTİHDAM ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARINA TESLİM
Tarım sanayii ve kümeleşme girişimleriyle tarımda işçi ihtiyacının öngörüldüğü strateji belgesi, tarım da küçük ve orta ölçekli üretimle büyümenin mümkün olmadığını dolayısıyla büyük işletmelere teşviklerin arttırılması yoluyla büyüneceğini, ortaya çıkacak nitelikli-niteliksiz nüfus ile kırsaldaki nüfusa işçileşme imkanlarının doğacağını belirtiyor.

Kırsalda yaşayan nüfusun yaşlandığına ve genç nüfusun da kırsaldan kente hareketine parmak basan strateji belgesi Tarım işçiliği alanında istihdamı “daha etkin bir şekilde giderilmesi için” özel istihdam bürolarına devretmeyi hedefliyor. 
                                                          ***
İŞKUR Gençlik Programı: Erdoğan'dan üniversiteli 1 milyon gence 'çalışma' müjdesi 

Erdoğan'ın açıkladığı Ulusal İstihdam Stratejisine göre başta gençler, kadınlar, göçmenler sermayenin ihtiyaçlarına göre eğitecek, yedek işçi ordusuna dahil edecek, esnek, güvencesiz çalıştırılacak.

Ulusal İstihdam Stratejisi Tanıtım ve İŞKUR Gençlik Programının Başlatılması Toplantısı'nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, üniversite öğrencilerine, kadınlara, göçmenlere esnek ve güvencesiz çalışmayı müjde olarak sundu.

2025-2028 Ulusal İstihdam Stratejisi 2 Şubat’ta Resmi Gazete’de duyuruldu. Genç nüfusun sanayi havzalarına hazır iş gücü haline getirmeyi hedefleyen strateji belgesi ne eğitimde ne istihdamda olan genç nüfusun (NEET) Sermayenin nitelikli işçiler alanında yeni ihtiyaçları “Yeşil ve dijital dönüşüm” eğitim programları hedefliyor. Esnek çalışmayı OSB’ler içindeki meslek liselerinin yoğunluğunu arttırmayı ve özel meslek liselerine teşvikleri arttırmayı hedefleyen strateji nitelikli iş gücü oluşturma hedefiyle yola çıkarken istihdamda olmayan nüfusun ihtiyaçlarını göz ardı ediyor, nitelikli yedek işçi ordusu tahkim etmeyi öngörüyor.

Erdoğan'ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
"Üniversite öğrencilerimiz için hazırladığımız İŞKUR Gençlik Programımızı bugün itibariyle devreye alıyoruz. Gençlerimiz üniversitedeki eğitimlerini sürdürürken diğer yandan kendilerini geliştirebilecekleri bu programa dahil olabilecek. Günlük 1083 liralık ödeme ile programa ayda 5 gün katılacak öğrencilerimize 5 bin 415 TL, 14 gün katılacak öğrencilerimize ise yaklaşık 15 bin 162 TL tutarında destek vereceğiz. Kısa vadeli sigorta primlerini de biz karşılayacağız. Programdan bu yıl 200 bin, önümüzdeki 4 yıl boyunca toplam bir milyon üniversiteli gencimizin istifade etmesini planlıyoruz." 

"Ulusal İstihdam Stratejisinde 4 temel politika alanı çerçevesinde belirlenen yeni hedefler ve 90 eylem maddesi bulunuyor."

"Strateji belgemizin ilk politika alanı işgücü piyasalarında yeşil ve dijital dönüşüm ile beceri uyumunun geliştirilmesidir. Eğitim istihdam ilişkisinin güçlendirilmesinin amaçlandığı bu politika alanı kapsamında eylem planındaki 33 eylem maddesi ile Türkiye beceri ekosistemi güçlendirilecek. Adil geçiş politikaları oluşturulacak. Sektörel ve bölgesel düzeyde beceri uyumunun sağlanmasına yönelik istihdam politikalarının etkinliği artırılacaktır." 

"İkinci politika alanı kapsayıcı istihdamın geliştirilmesidir. Kadınların engellilerin ve yaşlıların işgücü piyasasına katılım ve istihdam oranları artırılacaktır. Çalışma hayatında kadın erkek fırsat eşitliği güçlendirilecek. İş günü piyasası dinamikleri dikkate alınarak uluslararası iş gücü göçü kapsamında yer alan kişilerin çalışma hayatı ile bağları sıkılaştırılacak ve yabancı işgücünün kayıtlı istihdamı desteklenecektir. Kadınların işgücüne katılımını desteklemek amacıyla iş yaşam dengesi politikaları yeniden belirlenecek ve bakım hizmetlerine erişim konusundaki sıkıntılar giderilecektir."

"Gençlerimizin işgücü piyasasında daha etkin bir şekilde yer alabilmesi için eğitim ve istihdam süreçleri arasındaki irtibat iyileştirilecektir. Engelli vatandaşlarımızın işgücüne katılımını teşvik etmek amacıyla işyerlerindeki fiziki ve sosyal erişilebilirlik konularındaki farkındalığın artırılmasına yönelik çalışmalar desteklenecektir. Benzer şekilde yaşlılarımızın bilgi ve tecrübelerinden azami ölçüde istifade edilebilmesi için birçok yeni uygulama hayata geçirilecektir."

"Üçüncü politika alanı sosyal koruma ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesidir. Eylem planımızdaki 18 eylem maddesi ile çalışma hayatında temel hakların korunması sağlanacak ayrımcılıkla mücadele edilecek ve insan onuruna yakışır şekilde işler hale getirilecektir. Kayıt dışı istihdamın önüne geçilecek sosyal güvenlik sistemi daha kapsayıcı hale getirilecektir. Kayıtlı istihdamı teşvik eden çalışanlarımızın sosyal güvenlik haklarını koruyan işgücü verimiliğini yükselten bir çok faaliyet gerçekleştirilecektir. Sosyal koruma sistemleri ile işgücü piyasası daha uyumlu bir hale getirilerek vatandaşlarımızın ekonomik ve sosyal hayata daha aktif katılmaları sağlanacaktır."

"Dördüncü politika alanı kırsal bölgelerde sürdürülebilir istihdamın geliştirilmesidir. Bununla kırsal bölgelerde ekonomik çeşitliliğin ve istihdamın artırılması suretiyle kırdan kente göçün kontrol altına alınmasını hedefliyoruz. Aynı şekilde bu bölgelerdeki kamu hizmetlerinin geliştirilmesini mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ve hayat şartlarının iyileştirilmesini amaçlıyoruz. Tarım sektöründe eğitim ve yayın hizmetleri etkinleştirilecek. Kırsal bölgelerde özel politika gerektiren grupların çalışma ve yaşam şartları iyileştirilecek. Kırsal kalkınma için bölgesel analiz çalışmaları yapılacak ve alternatif gelir kaynakları oluşturulacaktır. Planla mevsimlik tarım işçilerimizin çalışma ve hayat standartlarının yükseltilmesi, sosyal güvenceye erişimlerinin kolaylaştırılması ve işgücünün desteklenmesi adına çok sayıda faaliyet gerçekleştirilecektir. Tarımda modern tekniklerin benimsenmesi çevre ve iklim dostu uygulamaların yaygınlaştırılması ve yerel şartlara uygun yenilikçi istihdam tekniklerinin geliştirilmesi sağlanacaktır." 

Amaç niteliği değil, ucuz iş gücünü artırmak

YÖK Başkanı Özvar, "Piyasasının ihtiyaçlarını izleyerek, müfredatları güncel tutmayı önemsiyoruz" dedi. Açıklamayı değerlendiren Akpınar, amacın "Niteliği değil, niceliği artırmak" olduğunu söyledi.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar, "Meslek yüksek okullarımızın hem yerel hem de ulusal ekonomiye daha fazla katkı sunmasını hedefliyoruz. Bu amaçla, iş gücü piyasasının ihtiyaçlarını sürekli izleyerek, müfredatları güncel tutmayı ve öğrencilerimize uygulamalı eğitim fırsatları sunmayı önemsiyoruz" dedi.

YÖK'te düzenlenen 'Meslek Yüksekokullarının Mevcut Durumu ve Mesleki Eğitimin Geleceği Çalıştayı'na rektörler, akademisyenler, meslek yüksekokulları müdürleri, organize sanayi bölgesi temsilcileri, patron temsilcileri katıldı. Özvar, meslek yüksekokullarının temel misyonunun, iş gücü piyasasının ihtiyaçlarına hızla yanıt verebilmesi olduğunu belirterek, "YÖK olarak istihdamla doğrudan ilişkilendirilebilen programların açılmasına ve mevcut programların sektörel ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenmesine büyük önem veriyoruz. Hedefimiz, her bir meslek yüksekokulumuzun bölgesel ve sektörel ihtiyaçlara duyarlı, istihdamı önceleyen ve sürdürülebilir bir mesleki eğitim modeliyle faaliyet göstermesidir. Yükseköğretim Kurulu olarak, meslek yüksekokullarımızın geleceğe hazırlıklı, sektörle iş birliği içinde ve istihdama duyarlı bir yapıya sahip olması fevkalade önemlidir. Meslek yüksekokullarımızın hem yerel, hem de ulusal ekonomiye daha fazla katkı sunmasını hedefliyoruz. Bu amaçla, iş gücü piyasasının ihtiyaçlarını sürekli izleyerek, müfredatları güncel tutmayı ve öğrencilerimize uygulamalı eğitim fırsatları sunmayı önemsiyoruz.Ayrıca, sektör temsilcileriyle yapılan toplantılar ve iş birliği protokolleri sayesinde iş dünyasının taleplerine hızlı bir şekilde yanıt verebilen bir mesleki eğitim modeli oluşturmayı amaçlıyoruz." dedi.

"DÜZENLEMENİN ANLAMI NİTELİĞİ DEĞİL, NİCELİĞİ ARTIRMAK"
YÖK Başkanı Özvar’ın önceden yapmış olduğu benzer açıklamaları ve sermayenin mesleki eğitime ilişkin yeni hedefleri ve temelindeki argümanları Doç. Dr. Taner Akpınar gazetemize değerlendirdi. Eğitimi piyasanın iş gücüne göre düzenlemenin anlamının ‘Niteliği değil niceliği artırmak’ olduğunun altını çizen Akpınar, “Mesleki eğitim adı altında yürütülen eğitim programları üzerinden piyasaya ucuz iş gücü sağlanıyor. MESEM’de çalışan çocuklar fiili işçilik yapıyor. Ama kağıt üzerinde mesleki eğitim faaliyeti olduğu için işçi haklarından da mahrum ediliyorlar. Bu uygulamadan da piyasa çok memnun” dedi. Ancak halen patronların çeşitli ‘memnuniyetsizlikleri’ olduğunu ifade eden Akpınar, “Birkaç memnuniyetsizlik vardı, onlar giderildi. ’77’de başlayan bu sistemde patronlar çıraklara yasa gereği ücret ve sigorta primi ödemek zorundayken ‘Bunu tamamen bir eğitim sistemi olarak düzenleyin, biz bunlara ne sigorta primi ödeyelim ne de ücret’ diyorlardı. Önce 1986’da Özal’lı yıllarda sigorta primlerini devlet üzerine aldı. 2016’dan beri de ücretler, İşsizlik Fonundan ödenmeye başlandı. Ancak bir şikayet daha var. Türkiye’de 8 yıllık kesintisiz eğitime geçildiği günden beri piyasadaki çırak sayısında azalma var. O gün bugündür piyasadaki patron cenahının bir şikayeti de bu. Piyasaya bu kanallardan daha fazla çocuk ve genç işçinin ‘Temin edilmesi’ sağlanmaya çalışılıyor” ifadelerinde bulunmuştu.

                                                            ***

EVRENSEL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...