soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Şubat 2025-

'Bağımsız' kurumlardan iktidarın sopası olan kurullara -Oğuz Oyan-

Kurulların çoğalması karar üretmede daha demokratik, daha danışmacı bir kamu yönetimi anlayışı getirmemiş -zaten bu hiçbir zaman amaçlanmamış- tam tersine Cumhurbaşkanına tam bağımlı bir kamu yönetimi anlayışının yerleşmesini perçinlemiştir.

2000’li yıllara girilirken emperyalist hegemonyanın düzenleyici kurallarında değişiklik ihtiyacı doğacak ve bunun için Post-Washington Uzlaşısı adı verilecek yeni bir kurumsal çerçeve çizilecektir. “Yeni Uluslararası Finansal Mimari” denilen bu çerçeve aslında gelişmiş Batı için özelleştirme sonrası bir yeni regülasyon anlamındadır. Ama Türkiye gibi özelleştirme programını IMF-DB zorlamasıyla ancak 2003-2015 döneminde tamamlayacak bir ülke de bu yeni finansal mimarinin uygulama alanında olacak, hatta IMF 2000-2008 programı bağlamında pilot ülke olarak kullanılacaktır.

Meselenin temelinde, çeşitli önemli kamusal kurumların/kurulların siyasi karar merkezinden (iktidardan/hükümetten) bağımsızlaştırılması (veya özerkleştirilmesi) bulunmaktadır. Böylece iç ve dış sermaye ile ülkelerin kamu kurumları arasında doğrudan bağlantılar kurulma olanakları yaratılmış olacak, bu da bir DB kavramı olan “yönetişim” (piyasa aktörleri ile kamu yönetimi arasında yönetimin paylaşılması) anlayışını egemen kılacaktır. Başka bakımdan, ülkelerin seçilmiş yöneticilerinin ülkenin kamu kurumları üzerindeki etkisi zayıflarken, sermayenin etkisi artacaktır. Üstelik, kendi ülkelerinin seçilmiş yöneticilerine karşı görece “özerkleştirilen” kurumlar/kurullar, uluslararası finans kuruluşları aracılığıyla beynelmilel sermayenin etki alanına daha fazla girmiş olacaklardır.  

İç ve dış sermayenin ideolojik hegemonyasına girmiş bulunan Batı ülkelerindeki sağ siyasetler ile çeşitli etiketler taşıyan sosyal demokrat hareketler bu “bağımsız düzenleyici kuruluşlar” fikrini ya coşkuyla desteklemişler ya da temelden karşı çıkmamışlardır. Türkiye’de de IMF 2000 yılı programı DSP’nin birinci parti olduğu ve MHP ile ANAP’ı da içeren koalisyon tarafından başlatılmış, o program aksayınca 2001’de DB Başkan Yardımcısı Kemal Derviş Başbakan Yardımcısı olarak programın uygulama şefi yapılmış, çeşitli alanlarda bağımsız kurumların dayatılması da o süreçte sonuçlanmıştır. Derviş 2002 seçimlerinden önce CHP’ye transfer olacak ve aynı fikri CHP seçim bildirgesine de taşıyacaktır.

Bu tarz bir “piyasa merkezli yönetim” anlayışına yalnızca sosyalist soldan temelden itirazlar yükselmiştir. İtirazın temelinde iki neden olmuştur: Birincisi, ülkenin bağımsızlığının bu yolla aşındırılmasına karşı dirençtir. İkincisi ise, seçilmiş siyasilerden hesap sorulmasının tavsamasının reddedilmesidir. Çünkü siyasi hesap sormanın muhatabının muğlaklaşması durumunda siyasi muhalefetin (hatta sendikal mücadelenin) işlevi de rotasından çıkmış olacaktır. 

Evdeki hesap kurumlara uymamıştır

Ancak 21. yüzyılın deneyimleri göstermiştir ki “yönetişim” anlayışı ve siyasi iktidarlardan bağımsız kurumlar/kurullar düzeneği pek de uluslararası finans kuruluşlarının istediği ölçüde etkili olamamıştır. Türkiye’de uzun AKP dönemi boyunca bu kurumların hızla iktidarın denetimi altına girdiği, yüksek bürokrat kadrolarının sadakat esaslı olarak belirlendiği bir süreç çalışmıştır. Başkan ve yönetici atamalarında ve bunların görev sürelerinde belirli yasal güvenceler sunan kendi özel kanununa karşın TCMB bile bunun istisnasını oluşturamamıştır. “Düzenleyici ve Denetleyici Kurumlar” için bu durum fazlasıyla geçerlidir. (Düzenleyici ve Denetleyici Kurumların sayısı 11’dir ve 2025 yılı Bütçe Teklifine göre ödenekleri toplam 68,3 milyar TL’dir. İçlerinde 47,7 milyar TL ile en büyük bütçeye sahip olan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’dur).

Türkiye’de bu kurumların çoğu ekonomi esaslıdır. Bazıları belirli piyasaların (örneğin enerji piyasasının) düzenleyici kurumu niteliğindedir. Gerçi bu 11 kurumun dışında da düzenleyici kurumlar oluşturulmuş, ancak bazıları örneğin şekerde özelleştirmenin hızlanması nedeniyle işlevsizleşmiştir. Türkiye’de 2017 Anayasasına bağlı olarak 2018 yılında Cumhurbaşkanlığına bağlı çok sayıda kurul oluşturulmasına koşut olarak belirli bakanlıkların işlevleri iyice daraltılırken (esasen kamu yönetiminde “bakanlar kurulu” tüzel kişiliği ortadan kaldırıldığı için bakanlar yüksek bürokrat kimliğine geriletilmiştir), tam bir kurullar/başkanlıklar enflasyonu oluşturulmuştur. Kurulların çoğalması karar üretmede daha demokratik, daha danışmacı bir kamu yönetimi anlayışı getirmemiş -zaten bu hiçbir zaman amaçlanmamış- tam tersine Cumhurbaşkanına (seçilmiş tek kişiyle temsil edilen yürütme erkine) tam bağımlı bir kamu yönetimi anlayışının yerleşmesini perçinlemiştir.

İktidara aşırı bağımlı kurullar dönemi

Bu eğilimin daha da aşırıya kaçacak örnekleri ise iktidarın sopası olarak kullanılmak üzere aşırı yetkilerle donatılan bir kurullar döneminin 2025 yılından itibaren açılmak istenmesinde görülmektedir.

Bunlardan Devlet Denetleme Kurulu (DDK) gerçi yeni değildir, 12 Eylül rejiminin mirasıdır. Ancak AKP döneminde devletin çeşitli önemli ve tarihi bağımsız denetleme kurullarının tasfiyesi ve kalanların işlevsizleştirilmesi zemininde, Cumhurbaşkanına bağlı bir kurul olarak DDK tek adama iyice bağımlı kılınarak öne çıkarılmıştır. Ama şimdi yapılan bunun da çok ötesine gitmektedir. DDK’nın 1981 tarihli 2443 sayılı kuruluş kanununun ismi “DDK’ya İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun” şeklinde değiştirilirken (4 Şubat 2025 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan torba kanun), Kanunun özellikle 6. Maddesiyle oynanmaktadır. Özgün haliyle 6. Maddede, “Kurul raporları Devlet Başkanının onayı alındıktan sonra, gereği yapılmak üzere, Başbakanlığa ve diğer alakalı kuruluşlara gönderilir. Sonuç hakkında bilgi, Devlet Başkanlığına Başbakanlıkça bildirilir” biçimindeydi. Gerçi sonradan “devlet başkanı” yerine cumhurbaşkanı geçmişti ama 2018’de Başbakanlık tasfiye edilene kadar esasta pek bir değişiklik olmamıştı. 2018’de ise “başbakanlık” ifadesi geçen her maddede “cumhurbaşkanlığı” düzeltmesi yapılmıştı. Şimdi ise madde şu şekli almıştır:

“Görevden uzaklaştırma:
MADDE 6- İlgili Kurul üyesi veya denetçi;
a) Denetlemeler sırasında denetimi güçleştiren veya engelleyen davranışlarda bulunan,
b) Görevde kalması halinde kamu zararını artıracağı anlaşılan,
c) Suç delillerini karartacağı anlaşılan,
ç) Kamu hizmetinin gerekleri yönünden görevi başında kalmasında sakınca görülen,
her kademe ve rütbedeki görevliler hakkında görevden uzaklaştırma tedbirinin uygulanmasını yetkili makamlara önerebilir, memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında bu tedbiri uygulayabilir.
Görevden uzaklaştırma tedbirine ilişkin gerekçeli yazı, görevden uzaklaştırılanın atamaya yetkili amirine, Kurul Başkanına ve diğer ilgililere bildirilir.
Denetlemeler sırasında görevden uzaklaştırma gerekçesinin ortadan kalkması, denetlemeler sonunda suç işlendiğinin belirlenememesi veya disiplin yönünden memurluktan çıkarma dışında bir ceza önerilmesi halinde, ilgili denetim veya soruşturma grubunca hazırlanacak yazı veya rapor üzerine, görevden uzaklaştırılan, atamaya yetkili amir tarafından derhal görevine başlatılır. Görevden uzaklaştırma tedbiri uygulamasına ilişkin iş ve işlemler öncelikle tamamlanır.” 

Bu, tek kişiyle tanımlanan yürütmenin elinde inanılmaz bir güç yoğunlaşmasıdır. Bu gücün, merkezi yerel demeden kamu yönetiminin tümünü kontrolü altına almaya çalışan otokratik bir iktidar yapılanması altında nerelere kadar uzanabileceği herhalde tahmin edilebiliyordur. DDK’yı yeni süper yetkilerle donatan, belediye başkanları ve belediye meclis üyelerini hukuki bir soruşturmaya dayanmaksızın görevden alabilme yetkileri veren, dolayısıyla belediye meclislerinin üye bileşimini değiştirme olanağı sunarak İstanbul dahil yerel yönetimlerin iktidar tarafından ele geçirilmesine hukuki zemin hazırlayan bu faşizan düzenlemenin Anayasa Mahkemesi’nden dönebileceğini ummak isteriz. Ancak bu düzenlemenin TBMM genel kurulunda görüşülmesinde, kayyım zorbalığından en çok şikayetçi olan DEM grubunun 57 milletvekilinden 42’sinin oylamaya katılmaması, eğer “İmralı sürecinin devamını güvenceye almak” açısından sineye çekilebilecek bedeller kapsamında görülen bir davranışsa, bize göre deneyimlerden hiç ders alınmadığının bir işareti olarak okunabilir. 

İkinci örnek gene aynı torba kanunun (4.2.2025 tarihli RG) 7.maddesinden.  TMSF’ye aşırı yetkiler tanıyan bir geçici madde 7145 sayılı kanuna eklenmektedir. Bu uzun geçici maddeden iki cümleyi alıntılayalım:

“Ceza Muhakemesi Kanununun 133 üncü maddesi gereğince şirketlere veya 128 inci maddesinin onuncu fıkrası gereğince malvarlığı değerlerine kayyım atanmasına karar verildiği takdirde, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süreyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu kayyım olarak atanabilir. (…) Bu şirketlerin veya malvarlığı değerlerinin mali durumu, ortaklık yapısı, piyasa koşulları veya diğer sorunları nedeniyle şirketin veya varlıklarının ya da malvarlığı değerlerinin kısmen veya tamamen satılmasına veya feshi ile tasfiyesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından karar verilebilir. Satış ve tasfiye işlemleri, ilgili şirketin yönetim/müdürler kurulu veya malvarlığı değerleri kayyım temsilcileri ya da Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından yerine getirilir. Satış ve tasfiye işlemlerinde azınlık hisselerinin sahiplerinin rızası aranmaz”. 

“Terörizmin finansmanı” gibi muğlak ifadeler üzerinden şirketlere el koymaya götürebilecek bu düzenlemelerin yerel yönetim şirketlerini de dışarda bırakmayacağını öncelikle belirtmek gerekir. Diğer saptama ise, TMSF denetçilerine bu süper kayyım yetkilerinin tanınmasına büyük sermaye çevrelerinin anlı-şanlı örgütlerinin sessiz kalmasının manidarlığı üzerine olsun. Sermayenin önemli bir isminin, Osman Kavala’nın, haksız hukuksuz biçimde yıllardır özgürlüğünden mahrum bırakılmasına ses çıkarmayan da aynı sermaye çevreleri değil miydi zaten? Aslında Kavala’nın rehin alınması tam da bu korkutma ikliminin yerleşmesinin aracı olmasın?

Üçüncü örnek, henüz yasalaşmayan ama AKP milletvekilleri tarafından TBMM’ye sunulan “Siber Güvenlik Kanunu Teklifi”dir. “Veri sızıntısı olmadığı halde veri sızıntısı yapılmış gibi içerik oluşturma eylemi” gibi yeni soyut suç tanımları getiren bu Teklif, CB Kararnamesi ile kurulan Siber Güvenlik Kurulu Başkanlığı’na “hakim kararına ihtiyaç duymaksızın arama yaptırma” gibi çok sayıda süper yetkiler de tanımaktadır. Böylece başta konut dokunulmazlığı ve basın hürriyeti olmak üzere tüm anayasal özgürlükler tamamen kâğıt üzerinde kalmış olacaktır. Milli Savunma Komisyonu’nda kabul edilen bu Teklifin Genel Kurul’dan geçmemesi için Meclis dışına da taşan bir mücadele gerekmektedir. Her durumda bu Teklif eğer yasalaşırsa mutlaka Anayasa Mahkemesi’nden döndürülmesi için gereği yapılmalıdır.

İktidar bunlarla da yetinmemekte, muhalefeti sindirmek, Meclis içi muhalefeti birbirine düşürmek, anamuhalefet partisinin içini karıştırmak, basını susturmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Buna karşı direniş hattının aydınlanma, bağımsızlık ve emek hattında örülmesi ve tüm Cumhuriyetçilerin birleşerek örgütlenmesi en başa yazılmalıdır.

                                                           /././

Dünyada yağmalanacak yer kaldı mı?-Çağdaş Gökbel-

Koşullar ne olursa olsun şunu artık akıldan çıkarmamalıyız: Avrupa’dan aydınlanma ve özgürlük bekleyen, karşısında köle gemilerini bulur!

Bu sorunun cevabı batı cephesinde çok net. Yağmalanacak yer çok ama bu sefer karşılarında komşu ülkelerle ittifak kuramamış ya da etrafı NATO tarafından kuşatılmış zayıf Orta Doğu ya da Afrika ülkeleri yok. Amerika’da Güney Afrika kökenli bir milyarder peyda oldu! Kökeni ve babasının yağmacı geçmişi, bu milyarderin bugünkü düşüncelerine dair bize önemli bir perspektif sunuyor.

Apartheid’ın çocuğuna, mucize çocuk diyorlar, bizdeki damatlar sultasına çok benziyor. Efsanevi teknolojik araçlar yapıyor, fezayı fethediyor bu milyarder bozuntusu. Bizim insansız hava bilmem nesi efsanesine çok benzer bir balon bu aslında; şişirdikçe şişirdiler ve sonunda tüm insanlığın başına bu narsist adamları bela ettiler. Hepsinin ortak özelliği ‘insansız’ işleri seviyor oluşu. NASA ne oldu? Bunu bilen yok. NASA’nın yerini adına ‘Space X’ denen bu yeni Robinson’un şirketi aldı. Uzayda yeni yerler keşfedilecek ve orada koloniler kurulacaktı. Bu hikayedeki tek eksik, gidilen gezegenlerde çalıştırılacak köle Cuma’nın bulunma ihtimalinin zor oluşu. Olsun, onu da dünyadan uzay gemileriyle taşırız. Zamanında Amerika’yı da öyle yaratmadık mı? Afrikalıları doldurduk köle gemisine sonra verdik kırbacı; aldık hiçbir bedel ödemeden o eşsiz madeni insanın elinden, yani emeğini çaldık. Şimdi, Amerikan devletinin gayri resmi olarak kılcal damarlarına sızan bu şımarık milyarder, aslında bu hikâyenin böyle olmadığını ve beyazların kendilerini suçlu hissetmesinin anlamsız olduğunu yumurtlayıverdi.1 Hadi diyelim o bunu yumurtlamadı; kendisini tarihçi sanan beyaz Avrupalı (ki bu klasmana beyaz Amerikalılar dahil) meczubun biri, X paylaşımıyla tüm paradigmaları altüst etti. Artık çağımız bilgi, iletişim ve hız çağı. Bu hıza yetişemeyen solcu-komünist dinozorların vay haline. Bir X mesajı yazıyorsun ve tüm tarih biliminin paradigmalarını yerle bir ediyorsun. Bu mesajı alıntılayan şımarık milyarder de bunun doğruluğuna onay vererek destek oluyor. Peki, neymiş o bilmediğimiz tarihsel gerçeklik?

Osmanlı’nın köle ticareti, beyaz İngilizlerin ve vakti zamanında Amerikalıların yaptığı köle ticaretinden daha vahşi ve gaddarmış. Bu sebeple asıl buralara yani ‘doğulu adamın barbarlığına’ bakmak gerekiyormuş. Avrupa merkezcilik ölmediğini ve ideolojik olarak inşa edilen tarihsel ari ırk paradigmalarının aslında hiç terk edilmediğinin işaretleri bunlar. Gazze’de yaşanan soykırım gerçekliği, savaşlar, salgınlar ve ekonomik krizler zihinlerin üzerine çekilen ince tül örtüleri bir bir çekti ve Avrupalı adam ‘oh be, dünya varmış!’ diyerek içindeki canavarı serbest bıraktı. Elon Musk denen zorba aristokrat, bu dürtünün hızla harekete geçirilmesini neden istiyor? Neden AFD’nin mitinglerine katılıyor, İngiltere başbakanı Keir Starmer’ı sıkıştırıyor ve ona hakaretler ediyor? Çünkü, yeni başlayan paylaşım kavgasından en büyük pastayı almak istiyor. Tarih bu yüzden baş aşağı getiriliyor.

Köle gemilerine zincirlenen Afrikalılar mazlum değil, zalim oluyor. Çünkü bugün bu Afrikalılar, beyaz adamın karısını, işini, evini ve her şeyini alıyor. Böylesi bir çıldırma halinin Osmanlıdan, geçmiştekine parmak ısırtır seviyede doğulu-barbar bir canavar yaratması çok olağan ve kaçınılmaz görünüyor. Bu manyaklıklara hangi Avrupalı inanır? Bu soru artık işlevini yitirmiş bir soru. Avrupalılar çocukluklarından itibaren Antik Yunan mucizesi ve Kuzey Avrupa’nın uygarlaştırıcı etkisiyle eğitilmeye ve yetiştirilmeye devam ediyor. Liberallerin müfredat değişti, ırkçılık karşıtı pek çok şey kondu masallarına inanmayın. Temel ideolojik doktrin eğitimde, hatta üniversitelerde olduğu gibi kaldı. Avrupa merkezci ideolojiye bilim tarafından vurulan güçlü darbeler onu yıkmaya yetmedi. Yetmedi, çünkü sermayenin açlığı ve ihtiyaçları bu ideolojin devam etmesini gerekli kılıyordu.

Yani özetle batı cephesinde kayış koptu. Amerikan taşralı kültürü, tüm Avrupa’nın ortak değeri oldu. Adına geri kalmış denen tüm o toplumların ulaşmaya çalıştığı muasır medeniyetler seviyesi aslında bu taşra kültürüydü. Karton bardakta Starbucks kahvesi içen, Apple’ın mucizevi cihazlarını kullanan (uzun süre Çin malı cihazların bu teknolojiye yaklaşamadığı dahi iddia edildi), McDonalds denen çöpü arabayla gidip sipariş eden o kovboy şapkalı adam sınıf atlamanın ve kültürlenmenin sembolü kabul edildi. İşte sorun tam şu an başlıyor. Çünkü kovboy şapkası takan o adam, artık dünya halklarına ‘senin, benim gibi olmaya hakkın yok’ diyor. Yani Amerika’nın soğuk savaşta tüm dünya halklarına ‘benim gibi olabilir, sen de refahtan ve hür dünyadan’ nasibini alabilirsin vaadi tarih oluyor.

Bu itiş kakışa ve ırkçı nefret dalgasına rağmen kendisini hâlâ beyaz Avrupalı klasmanına sokmak için efendisine yaranan insanlar olacak mı? Elbette, hem de milyonlarcası bu zihinsel çöp dağında efendilerine köle olacak ve yok olup gidecekler. Çin markalı telefon kullananı hakir gören zihinlere yapılacak çok bir şey yok. Oysa pek çoğu batının bu teknoloji tekeli yüzünden bol bol kazıklanıyor. Aslında ücretsiz erişmesi gereken tüm teknolojik nimetlere tonlarca para veriyor ve teknoloji ne büyük nimet diyor. Batılılar hangi boy kazık atarsa atsın, bunlara o bile az gelir. Oysa Çin, sadece akıllı telefon piyasasında değil pek çok konuda batı cephesini geçmiş durumda.

Tüm bu karın ağrısı ve paylaşım savaşı söylencesinin temelleri buraya dayanıyor. O yüzden Demokrat Parti lideri Kamala, "azılı bir komünist"e dönüşüyor ve aynı kaderi Keir Starmer şimdiden paylaşmaya başlamış gibi görünüyor. Tüm bu hikâyenin patlama yaptığı nokta koronavirüs salgını dönemiydi. Çin aşılarıyla alay edilmesi ve soğuk savaşın anti-komünist propaganda makinesinin paslanan çarklarının gıcırtıyla yeniden dönmesine tanıklık ettik. 2021 yılında kaleme aldığım ‘Biden seçildi, liberaller coştu: Türkiye’ye işgal çağrısı yapanlar, aşı milliyetçiliğiyle aklını yitirenler…’ başlıklı yazı bu konuda önemli bir hatırlatma olabilir. Çin devlet başkanının SSCB dönemini aratmayan askeri geçit törenlerinin DW tarafından kullanılması ve Çin’in salgın karşısında uyguladığı önlemlerin zalimce ve diktatörce yönlerine bol bol vurgu yapıldı. Şimdi, aynı propaganda tüm batı medyası tarafından hızla kitlelere boca ediliyor. Elbette bunların Türkçe versiyonları ihmal edilmeden dolaşıma sokuluyor. Yoksul Anadolu halkının binlerce kilometre ötede hiç tanımadığı bir halka düşman olması isteniyor. Neticede Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusu. George Soros, 2002 yılında Sabancı Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada bunu söylememiş miydi? 

Tüm dünya artık bir krizde. Bu krizde enflasyon oranları düşmeyecek ve yoksulluk katlanarak artacak. Trump’ın Amerikan seçmenlerine verdiği enflasyonu düşürme sözü, boş bir hayalden başka bir şey değil. Trump ve onun şımarık milyarder altın çocuğu, yoksul Amerikan halkına korkunç bir yıkım ve savaş getirebilir. 

Dublin ve Londra’daki hükümetler türbülansta. Artık kimse geleceğe dair net öngörülerde bulunamıyor. Türkiye’de gazeteciler arasında dolaşan o efsanevi söz artık İrlanda da dolaşıyor: ‘Gazeteciler, gündemin baş döndüren hızına yetişemiyor’. Her dakika, her saat yeni bir çıldırma haliyle karşılaşılıyor. Avrupalı dünyada artık keşfedilecek yeni kıtaların, köleleştirilecek yeni halkların kalmadığı gerçeğini kabul edemiyor. Bu gerçeği kabul edemedikçe ve yeni sömürge alanları kazanamadıkça daha bir hırçınlaşıyor. Bu yüzden artık tüm toplumsal alanlar bir mücadele arenasına dönüyor. Saldırı hafiflemeyecek, saldırı tıpkı bir tsunami dalgası gibi kıyıya yaklaştıkça büyüyecek. Emperyalizm, yeni ortaya koyduğu çılgın projeleri hayata geçirmek için beyaz adama ‘sen suçlu değilsin, kaldır başını ve yeni hedeflere yönel’ diyecek. Bunlar yeni soykırımlar ve yeni köleleştirme programları için yapılacak. Bu esnada Türkiye’deki pek çok popüler liberal akademisyenin yıldız gibi gökyüzünden kaydığını görebiliriz. Kim bilir saldırı belki öyle boyutlara ulaşacak ki yıllardır serbest piyasayı kutsayan bu adamların Mao Zedung’u savunduklarına bile tanıklık edebiliriz. Koşullar ne olursa olsun şunu artık akıldan çıkarmamalıyız: Avrupa’dan aydınlanma ve özgürlük bekleyen, karşısında köle gemilerini bulur!1

1 ‘True’ https://x.com/elonmusk/status/1888169069032898974 

                                                                              /././

Medusa’nın Salı -Nevzat Evrim Öney-  

Medusa’nın Salı çok önemli bir işe girişiyor ve AKP’nin tarihini anlatıyor. Benim kuşağımdan genç kuşağa uzatılan bir el. Herkesi, ama en fazla gözünü siyasi hayata açtıkları günden bu yana Recep Tayyip Erdoğan’dan başka bir şey görmemiş gençleri bu eli tutmaya çağırıyorum.

İnsanın onu “insan” yapan en önemli becerilerinden biri tecrübelerini kayıt altına alma ve bunu, o tecrübeleri yaşamamış kuşaklara aktarabilme becerisi. Yüz binlerce yıldır toplumlar, kuşaktan kuşağa aktarılan öykülerle, mağara duvarlarına çizilen resimlerle ya da ciltler dolusu kitapla, ortak tarih anlatıları etrafında birleşiyor. Böylece toplum, sadece verili bir anda bir coğrafyayı paylaşıp orada bir ekonomik sistem çerçevesinde varlığını sürdüren insanlar topluluğu olmanın ötesinde, mensubu olan insanların ömürlerini aşan bir geçmişi de paylaşıyor.

Ve tabii ki, toplum sınıflara bölündüğünden bu yana toplumun tarihi de bölünmüş durumda. Kitapların, belgesellerin ya da okullardaki derslerin çoğu, tarihi egemenlerin işine gelecek gibi anlatıyor, hatta birbirleriyle mücadele eden egemen sınıf fraksiyonlarından her birinin kendine göre bir tarih anlatısı oluyor. Siyasette başarı kazanan ve böylece bugün devlet olma gücünü eline geçiren taraf, mutlaka kendi tarih anlatısını da egemen hale getirmeye, sadece bugüne değil geçmişe de egemen olmaya çalışıyor.

Öte yandan, kapitalizm emperyalist aşamasına ulaşıp çürümeye başladığından bu yana, egemen sınıfın kazanımlarının ezilen sınıflara şanlı ve onurlu zaferler olarak benimsetilmesi çok zorlaştı. Bugünün karanlığına gelen yolun öyküsü nasıl anlatılırsa anlatılsın zenginlerin alçaklığını, halk düşmanlığını saklamak ya da üzerine bir kutsallık örtüsü örtmek mümkün olmuyor. Bu yüzden egemenlerin tarih yazımı, giderek daha yoğun bir biçimde, olguların ölçüsüz biçimde çarpıtılmasına ya da düpedüz uydurulmasına dayandırılıyor. Bir yandan birbiriyle rekabet eden, diğer yandan da her biri halkı kendi uydurmalarına ikna etmeye çalışan yalancı egemenler; ele geçirmeye çalıştıkları tarihi parça parça ediyor. Kapitalizm toplumu yalnızca maddi eşitsizliklerle değil, ortak tarih anlatısını da bölüp parçalayarak çürütüyor. 

Bugün içinde yaşadığımız karanlığın açıklamasını halkın şu ya da bu eksikliğinde bulmaya meraklı entelektüellerin tümü çok matah bir laf söylermiş gibi “Türk halkı balık hafızalı” diyor. Oysa ne kabahat halkta ne de Türk halkı özel olarak diğer halklara göre daha unutkan. Egemen sınıf, dünyanın her yerinde toplumun ortak tarih algısını orasından burasından çekiştirerek öyle tahrip etti ki, günümüz insanı neredeyse “tarihsiz” doğuyor ve kendi ömründen ibaret bir tarih algısıyla yaşıyor.

Bugün yirmi yaşına gelmiş, yani toplumun siyasi hayatına dahil olmuş bir gence, o sekiz yaşındayken gerçekleşmiş “Gezi Eylemleri”nin ne olduğunu sorsanız, alacağınız cevaplar karşısında hayli şaşırabilirsiniz. “2001 Krizi”nin, hatta 12 Eylül darbesinin ne olduğunu ise hiç bilmiyor olması kuvvetle muhtemeldir.

2004’ten bu yana her yıl 18-22 yaşları arasındaki öğrencilere ders veriyorum ve inanın abartmıyorum.

Egemen sınıf kendisi için bir yükümlülüğe dönüşen toplumsal hafızayı reddediyor, ama ezilenlerin kurtuluş mücadelesi açısından ortak hafıza vazgeçilmezdir. Farklı kuşakların omuz omuza verdiği bir kurtuluş mücadelesi ancak egemen sınıfın bu kuşaklara ayrı ayrı yaptığı kötülüklerin ortak bir tarihte birleştirilmesiyle kurulur. Örneğin bu olmadan, bugün yoksul bir gencin kendi geleceksizliğine bakıp, ebeveynleriyle yaşıt tüm insanlara bir miktar hınç duymamasını sağlamak çok zordur.

Bu yüzden, kurtuluşu arıyorsak, bizi ezen ve yoksullaştıran bu düzen karşısında genciyle yaşlısıyla bir ortak hafıza inşa etmek ve bunu her gün hem korumak hem de derinleştirip içselleştirmek zorundayız. Emekçi halkın aydınlanması, bu olmaksızın gerçekleşemez.

***

Bütün bunları, size çok kıymetli bulduğum bir belgeselin neden önemli olduğunu anlatmak için yazdım. Belgeselin adı Medusa’nın Salıİlk bölümü soL TV’de 1 Şubat’ta yayınlandı, gelecek bölümler de (2. Bölüm önümüzdeki cumartesi olmak üzere) iki haftada bir yayınlanacak. Belgesel çok önemli bir işe girişiyor ve AKP’nin tarihini anlatıyor.

Bu çok önemli bir iş, çünkü 22 yıldır Türkiye’nin üzerine çöreklenmiş olan bu gerici partinin tarihi konusunda, yukarıda yazdığım sebeplerden dolayı kuşakları aşan bir ortak hafıza mevcut değil. Nasıl 12 Eylül darbesini yetişkin olarak yaşayan 1960 civarı doğumlu kuşak ile benim gibi bebekken yaşayan 1980 civarı doğumlu kuşak arasında bir “kopukluk” varsa; bazı açılardan AKP iktidarının “prelüdü” niteliğindeki 1990’ları az çok bilinçli biçimde yaşayanlar ile siyasete gözlerini AKP iktidarı altında açanlar arasında da benzer bir kopukluk, bir hafıza yarığı bulunuyor.

Bu yarığı kapatmamız, mücadelemizi ortaklaştırmamız açısından büyük önem taşıyor. AKP’nin kuruluşunda ve yükselişinde Türkiye sermaye sınıfının en zengin üyelerinin oynadığı rolü, açtığı yolu görmezsek, bu gerici partinin nasıl Türkiye sömürü düzeni ile iç içe olduğunu, ondan ayrı düşünülemeyeceğini (ve mücadele edilemeyeceğini) kavrayamayız. ABD ve Avrupa Birliği emperyalizminin aynı süreçte oynadığı rolü görmezsek, AKP’nin “yerli ve milli” edebiyatının nasıl bir ikiyüzlülük olduğunu anlayamayız. “Devlet aklı” diye övülen askeri ve sivil bürokrasinin bu yükselişe hiç zannedildiği gibi karşı çıkmadığını, aksine pek çok kritik bürokratın devlet içindeki gerici kadrolaşmaya önayak olduğunu görmezsek, AKP’yi cebren ve hile ile devleti ele geçirmiş ama Türkiye’nin düzenine dışsal bir gericiler güruhu zannederiz.

Medusa’nın Salı, hayranlık verici bir titizlikle, gazete ve televizyon arşivlerinden satır satır, kare kare bu yanılsamaları ortadan kaldıracak delilleri ortaya çıkartıyor ve üzerinde ortaklaşabileceğimiz bir tarih anlatısı yazıyor. Kendi adıma, sunulan olguların bazılarını ilk defa gördüğümü ve karşısında şaşırıp kaldığımı, bazılarını ise unuttuğum için kendime kızdığımı söylemeliyim.

1960 civarı doğumlular ile 1980 civarı doğumlular birbirlerini ancak AKP karanlığı üzerlerine çöktüğünde anlamaya başladılar. 1980 civarı doğumlular ile 2000 civarı doğumluların ise böyle bir “yaşayarak öğrenmeyi” bekleme lüksü yok; birbirimizi derhal anlamalıyız.

Medusa’nın Salı, bu ortaklaşmayı kolaylaştırmak için benim kuşağımdan genç kuşağa uzatılan bir el. Herkesi, ama en fazla gözünü siyasi hayata açtıkları günden bu yana Recep Tayyip Erdoğan’dan başka bir şey görmemiş gençleri bu eli tutmaya çağırıyor, yapımda emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum.

                                                         /././

Trump Hıristiyan dünyasını da ayağa kaldırdı: İnanç Ofisi'ne bir şarlatanı atadı.

ABD Başkanı Trump, yeni kurduğu İnanç Ofisi'nin başına bir din şarlatanını getirdi. Evanjelistlerin dahi "sapkın" olarak gördüğü Paula White'ın Beyaz Saray'a girmesine Hıristiyan dünyasından tepkiler geldi.

Kararnameleri ve çıkışlarıyla dünya gündeminden düşmeyen ABD Başkanı Donald Trump, bu sefer de Hıristiyan dünyasının tepkisine neden olan bir karara imza attı.

Trump, "dindar muhafazakarlarla bağlarını güçlendirmek" adına Beyaz Saray'da bir "İnanç Ofisi" kurdu. ABD Başkanı geçtiğimiz cuma günü, uzun zamandır manevi danışmanı olan "televizyon vaizi" Paula White-Cain'i ofise liderlik etmesi için atadığı bir kararname imzaladı.

Trump, İnanç Ofisi'ni kurmadan bir gün önce de, ABD'deki Hıristiyanlara yönelik "zulüm" olarak adlandırdığı şeyle mücadele etmeyi amaçlayan, yeni Başsavcı Pam Bondi yönetiminde bir görev gücü duyurdu.

Trump, aynı günün sabahı iki dua kahvaltısına katılmış ve Demokrat Parti içindeki insanların "dine ve Tanrı'ya karşı" olduklarını iddia etmişti.

Evanjelistler bile 'sapkın' olarak görüyor: Muhafazakar destekçilerinden tepkiler geldi

Trump'ın ofise atadığı White-Cain'i, bazı muhafazakar evanjelistler dahi "sapkın" olarak nitelendiriyor. ABD Başkanı'nın "televizyon vaizini" Beyaz Saray yönetiminin bir parçası yapması bazı Hıristiyan destekçilerini kızdırdı.

58 yaşındaki White-Cain, bazı evanjelist Hıristiyanların "çok ileri gittiğini" savunduğu, İncil'i tartışmalı bir şekilde yorumlayan, Florida'dan bir mega kilise vaizi.

Tanrı'nın gerçekten sadık olanları maddi zenginlik ve kişisel başarıyla ödüllendirdiğini öne süren White-Cain "refah teolojisinin" savunucularından.

Bu dini öğretiye tepki gösterenler, refah teolojisinin mali sıkıntıları inanç eksikliğine bağlayarak, savunmasız kilise cemaatini sömürmek için kullanılabileceğini vurguluyor. The New York Times'a göre birçok Hıristiyan bunu bir tür "sapkınlık" olarak görüyor.

Trump'ın Hıristiyan MAGA (Amerika'yı Yeniden Büyük Yap) destekçilerinden bazıları, ABD Başkanı'nın tercihinden duydukları hayal kırıklığını ifade etmek için sosyal medyaya başvurdu.

Hıristiyan podcast sunucusu John Mason, X'te, “Başkan Trump değerlerimizle uyuşan yasaları yürürlüğe koysa da, bu onun İncil Hıristiyanlığının ne olduğu veya neden önemli olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığı anlamına gelmiyor. Paula White, İsa Mesih'in İncili'ne saygısı olmayan tanıdık bir sapkın ve bir sahte öğretmen” diye yazdı.

Teksas merkezli bir "liderlik koçu" ve kendini “Ortodoks Hıristiyan” olarak tanımlayan Scott Ross da, bu hareketi “iğrençlik” olarak nitelendirdi.

Ross, şunları söyledi:

Trump'ın Beyaz Saray İnanç Ofisi'nin başkanı Paula White, Hıristiyan bir lider değil. İnanç Sözü ve Refah İncili'nin sapkınlıklarını vaaz ediyor, ikisi de gerçek Hıristiyanlığa tamamen karşı. Daha da kötüsü, birden fazla kocasıyla, İncili çıkar sağlamak için çarpıtarak skandallarla dolu bir hayat yaşadı.

Ross, "Tartışmasız bir şekilde, bu Başkan Trump'ın yaptığı en kötü ve en tehlikeli şeydi: İnanç yayılımının dümenine sahte bir öğretmen koymak. Tanrım, ülkemize ve bu yönetime merhamet et" diye ekledi.

Genellikle Trump'ı destekleyen gönderiler yapan muhafazakar yorumcu Jon Root da, "Bu, Başkan Trump'ın göreve geldiğinden beri aldığı en kötü karar... Paula White, refah müjdesini yayan bir sapkın. Ayrıca, İncil'e göre kadınlar papaz olmamalı" diye yazdı.

Trump'la nasıl tanıştı?

White-Cain, Trump'ın dikkatini ilk olarak 2002'de, uzun süredir devam eden TV programı Paula White Today'i izledikten sonra onu aramasıyla çekti.

White-Cain, Trump'ın ilk yönetimi sırasında Beyaz Saray danışmanıydı ve 2017'deki göreve başlama töreninde dua konuşmasını yaptı.

2020'de Trump, başkanlık seçimlerinin kendisine karşı hileli olduğunu iddia ederken, White-Cain seçimi kendisinden çalmaya çalışan "şeytani konfederasyonlarla" mücadele etmek için "acil dua seansları" düzenledi. Bu "şeytan kovma" görüntüleri o dönemde çok konuşulmuştu.

(https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-02/amAYiqRXMQnhLUHE_1.mp4)

White-Cain'in yeni rolünü duyuran bir basın bülteninde, "Son 40 yılda White-Cain, neredeyse 200 ülkede küresel olarak etkisini genişletti, din özgürlüğü ve insani haklar için mücadele etti ve sessizlerin savunuculuğunu yaptı" ifadeleri yer alıyor.

Paula White kimdir, Trump'ın yönetimine nasıl dahil oldu?

58 yaşındaki White-Cain, 20 Ocak 2017'de Trump'ın ilk göreve başlama töreninde dua konuşmasını yapan isimdi. Bunu yapan ilk kadın din görevlisi oldu.

2019'da Trump onu, Kamu İrtibat Ofisi'nin bir parçası olan İnanç ve Fırsat Girişimi'ne özel danışmanı olarak atadı.

White-Cain, Mississippi'de doğdu. Küçük yaştayken ebeveynleri ayrıldı. Annesinin Amerika Birleşik Devletleri Donanması'nda iki yıldızlı bir amiralle evlenmesinin ardından Maryland'e taşındı ve orada büyüdü.

Maryland'de yaşarken, Damascus Church of God (Tanrı'nın Şam Kilisesi) adlı kilisede Hıristiyanlığa geçti. O zamanlar Tanrı'dan "bir vizyon" aldığını öne sürdü.

White-Cain'ın savunduğu refah teolojisine inananlar, hayır kurumlarına bağış yaparak kendi maddi zenginliklerinin de artacağına inanıyorlar.

Ancak bazı inançları nedeniyle sert tepkiler gördü. 2020'de "tüm Şeytani gebeliklerin" düşük yapması için dua etti ve ayrıca Black Lives Matter karşıtı bir duruş sergiledi. Hıristiyan rapçi Shai Linne, "FaleTeacher" şarkısında onu eleştirdi.

White-Cain'in ilk evliliği, gençken yerel bir müzisyenle oldu. İkisinin Bradley Knight adında bir çocukları oldu ancak evliliklerinin dördüncü yılında boşandılar.

Sonrasında, Randy White ile evlendi ve 1991'de Florida'da Tampa Christian Center'ı (Tampa Hıristiyan Merkezi) kurdular. Senato raporunda çiftin vergi muafiyetli bakanlık parasını özel bir jet, aile üyelerine maaş ve sahil kenarındaki bir malikane için yaklaşık 900 bin dolar ödemek için kullandığı açığa çıktı.

White-Cain 2009'da kıdemli papaz oldu ve o zamanki eski kocası istifa ettiğinde onun yerini aldı. İki yıl sonra, 2011'de White-Cain Without Walls Central Church'ün (Duvarsız Merkez Kilise) de kıdemli papazı oldu.

2001'de başlayıp 2006'da televizyon kanallarında yayınlanmaya başlayan Paula White Today'in yayınlarını kaydetti. Trump onun şovuna çıktı ve Trump Tower'da 20 yıldır bir daire sahibi olan White-Cain, James Dobson tarafından Trump'ı Hıristiyanlığa döndürmekle övüldü.

White-Cain 2011'de Florida, Apopka'daki New Destiny Christian Church'ün kıdemli papazı oldu. 2019'da istifa etti, oğlu ve karısı yeni kıdemli papazlar oldu.

2015 yılında White-Cain üçüncü kez evlendi. Yeni eşi, ünlü rock grubu Journey'nin klavye ve gitaristi Jonathan Cain oldu. 

                                                             ***

Savcılık skandala mı imza attı? 'Kürtlerin belediyede söz sahibi olması suç'

CHP'li belediyelere "kent uzlaşısı" üzerinden başlatılan soruşturmayla ilgili başsavcılığın basına yansıyan açıklamasında skandal ifadeler bulunuyor. Kürt nüfusun ittifak kurması, belediye meclis üyeliği alması "tehlikeli" ilan ediliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/savcilik-skandala-mi-imza-atti-kurtlerin-belediyede-soz-sahibi-olmasi-suc-396094)

                                                                      ***

Çayırhan maden işçileri özelleştirmeye karşı yürüyüşlerinin 2. gününde: 'Enerji, maden vatandır!'

Çayırhan maden işçileri, özelleştirme planlarına karşı yeniden başladıkları eylemlerine yürüyüşle devam ediyor: “Enerji, maden vatandır! Vatan satılamaz!” İş güvencesi ve hakları için direniyorlar.
(
https://haber.sol.org.tr/haber/cayirhan-maden-iscileri-ozellestirmeye-karsi-yuruyuslerinin-2-gununde-enerji-maden-vatandir)

                                                                  ***

Suudi Arabistan’dan Trump ve Netanyahu'ya yanıt: 'İsraillileri Alaska'ya nakledebilirler'

Suudi Arabistan'dan Trump'ın Gazze planına ve Netanyahu'nun "Filistin devleti Suudi Arabistan topraklarında kurulsun" çıkışına yanıt geldi: "İsrailliler Alaska'ya, sonra Grönland'a..." (https://haber.sol.org.tr/haber/suudi-arabistandan-trump-ve-netanyahuya-yanit-israillileri-alaskaya-nakledebilirler-396087)

                                                               ***

Baltık ülkeleri Rus enerji şebekesinden ayrılıp AB'ye bağlandı

Estonya, Letonya ve Litvanya, Rusya ve Belarus'u da içeren BRELL şebekesinden elektrik sistemlerini ayırdı. Üç Baltık ülkesi 10 Şubat 2025 tarihinde AB şebekesine bağlandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/baltik-ulkeleri-rus-enerji-sebekesinden-ayrilip-abye-baglandi-396073)

                                                             ***
(soL)




                                                                  

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -11 Şubat 2025-

 

Halk hala kararsızsa muhalefet suçu kendinde aramalı -Oğuz Oyan-

Dinci-milliyetçi iktidar bloğu, “iktidardan hiç gitmemek” ihtiyacı doğrultusunda zayıflayan hegemonyasını “yeni anayasa” üzerinden yeniden kurmaya yöneliyor. Bu arada siyasal İslamcı iktidarın Cumhuriyet karşıtlığına milliyetçi ortağı da tamamen angaje olmuş görünüyor.

21. yüzyılın ilk çeyreği hem dünya hem Türkiye açısından pek parlak bir çeyrek yüzyıl olmadı. Bu çeyreğin son yılındayız ve bu yıl daha da kötü geçme eğiliminde.

Dünya ve Ortadoğu yeniden şekilleniyor Trump sonrasında dünya artık daha farklı bir yerde. Gerçi Ukrayna Savaşını kışkırtmak ve yaymak, Filistin’deki İsrail soykırımını ve yıkımını açıkça teşvik etmek gibi insanlık suçları Trump öncesinden başlamıştı. Ama şimdi Trump, dışta emperyalist müdahaleciliğe ve içte faşizme yönelmeye pek hevesli görünüyor. Şu farklılığı not etmek gerekir: Hitler Almanya’sı, 1930’lardaki hegemonya boşluğunda bir hegemonya adayı olarak sivrilmek istemişti. Ama ekonomik ve beşerî kaynakları bu iddiasını destekleyebilecek büyüklükte değildi. O zamanki Batı dünyası, Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin çökertilmesi bakımından kullanışlı bir araç olacağını düşünerek hareket etmişti; mecbur kalmadıkça savaşa bile girmeyecekti. Şimdiki durum ise çok farklı: ABD, hegemonyası zayıflamış olmakla birlikte hâlâ bir hegemon güç olarak davranabilecek askerî kapasiteye sahip. Üstelik, ufukta görünen bir hegemonya transferine karşı savaşı göze aldığını gösterme kararlılığında. Gerçi Demokratlar ve Cumhuriyetçiler burada birleşiyorlar. Trump’ın farkı, ABD askerî-teknolojik kompleksinin savaş iştahları eşliğinde, öncelikle Batı kampı içinde sürtüşmelerin/işgallerin (Grönland, Panama, Filistin…) önünü açabilecek olması.

Türkiye’de siyasetin yeniden şekillenmesi Dünyada despotik iktidarlar/faşist siyasi hareketler yükselirken, Türkiye’de de seçmen tabanı zayıflayan AKP rejimi baskı ve sindirme hattını pekiştirme peşinde. Dış politikayı da İmralı açılımını da bunun için araçsallaştırmakta. Dış macera arayışları da bundan bağımsız değil. Bunun arkasında, Haziran 2023’ten itibaren uygulanan örtük IMF programının yarattığı hoşnutsuzlukları iktidarın yargı-kolluk üzerinden baskılama ihtiyacı da önemli. Bütün bu yoksullaştırma, yolsuzlukları tırmandırma, dışarıda yeni maceraları ve içte/dışta yeni ödünleri hazmettirme siyasetlerinin ancak eli sopalı bir iktidarla yürütülebileceğinin de farkında. Türkiye’de her türlü muhalefeti sindirme operasyonları da bunun öteki yüzü. Dinci-milliyetçi iktidar bloğu, “iktidardan hiç gitmemek” ihtiyacı doğrultusunda zayıflayan hegemonyasını “yeni anayasa” üzerinden yeniden kurmaya yöneliyor. Bu arada siyasal İslamcı iktidarın Cumhuriyet karşıtlığına milliyetçi ortağı da tamamen angaje olmuş görünüyor.

Peki, muhalefet ne yapıyor ve ne yapmalı? Muhalefetin doğru kavraması gereken birkaç konu var. Birincisi, AKP’nin tam anlamıyla bir savaş yürüttüğünü kavramak zorunda. Bunun yanıtı da aynı boyutta olmalı. İktidarın her hamlesi karşısında savunmaya çekilmenin bir mücadele yöntemi olmadığı artık anlaşılmalı. İkincisi, niçin bu kadar kararsız seçmen olduğunu doğru değerlendirmeli. Halkın önemli bir bölümü, 22 yıllık tek parti iktidarından ve gelir bölüşümünde yarattığı bunca bozulmadan, tırmanan bunca yolsuzluktan sonra bile, iktidar ile muhalefet arasında kendi sorunlarına çözüm üretmek bakımından esaslı bir fark göremiyorsa muhalefet bunun sebebini kendisinde aramalı. Sermaye yönlü politikalara angaje olmaktan (Bkz. “Altılı Masa” ekonomik programı) çıktığını, emek yanlısı kamucu/ toplumcu/ devletçi politikalara hiçbir mahcubiyet ve (iç ve dış) sermaye tarafından dışlanma korkusu duymadan geçtiğini kanıtlamak zorunda. “Kararsız seçmen” konusu, milletvekili transferlerine bakılarak da anlaşılabilir. Tabanı olmayan dört sağ partiden 38 sağ milletvekilini meclise sokup iktidarın değirmenine su taşıdıktan sonra şimdi de sekiz sağ kökenli milletvekiline CHP’de siyaset yapma yollarını açınca millet nasıl kararsız kalmasın? Böyle bir partinin omurgası olabilir mi? Ucu sermayeye dokunacak kamucu politikalar, laiklik ve bağımsızlık eksenleri gerçekten savunabilir mi?

                                                               /././

Hedef olan kim?-Ayça Söylemez-

Biz, gazeteciler.

Yıllardır davalara konu olsa da hiçbir gazetecinin ev baskınıyla gözaltına alınmasına gerekçe olmayan “hedef gösterme” suçu, son dönemde polis baskınlarına hatta tutuklamalara bahane oluyor.

İçinde bulunduğumuz yeni dönemde artık her şey ‘bahane’.  Ve hukukun aslında ne derece esnek ve işe yarar olduğunu deneyimlediğimiz bir dönem. Yani hukukun siyasete göre kolayca şekil alabileceğini, hatta yazılı metinlere dahi kastedilenden farklı anlamların nasıl kolayca yüklendiğini görüyoruz, yaşıyoruz.

Diyarbakır’da bir hakim ve savcının görev yerleri ile ilgili sosyal medya paylaşımlarına dair soruşturma kapsamında, gazeteci Fırat Can Arslan Temmuz 2023’te tutuklandığında, “bu suçlamadan tutuklanan ilk gazeteci” haberini yazdık. Arslan tahliye oldu ancak bu suçlama o günden sonra yargının kullanışlı maymuncuklarından biri haline geldi.

Gazeteciler olarak pek çok kez bu suçlamayla yargı önüne çıktık, davalardan beraat etmemiz ve onlarca emsal karar, bu suçlamayla açılacak soruşturmaları engellemedi.

Son birkaç yılda onlarca gazeteci bu suçtan hakim karşısına çıktı, halen devam eden davalar var.

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), bu yılın başında yaptığı açıklamada, 2023 yılında yaklaşık 20 gazetecinin bu suçlamayla yargılandığını, mevzuatın belirsizliğinin keyfi kullanılmasına yol açtığını belirtmişti: “Terörle Mücadele Kanunu’nun ‘terör örgütü propagandası’ ile ilgili 7. maddesinin 2. fıkrası gibi, ‘terörle mücadele görev almış kişileri’ korumayı amaçlayan bu hüküm, her şeyden önce medya profesyonellerini susturmak için kullanılıyor.”

Türkiye Gazeteciler Sendikası raporunda, halihazırda 13 gazeteci ve medya çalışanının cezaevinde olduğu bilgisi yer alıyor. Yüzlerce gazeteci de yargılanıyor.

Son olarak birgun.net Yayın Koordinatörleri Uğur Koç ve Berkant Gültekin ile birgun.net Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yaşar Gökdemir, açık kaynaktan alınan bilgiyi haberleştirdikleri için gözaltında tutuldu.

Yani, bu durumda kimin hedefte olduğu açık. Ve kanunen hatta hukuken yapılan itirazların da duruşma salonu dışında geçerliliği yok. Çünkü konu “hukuki” değil.

Ancak madem kanun maddelerini konuşuyoruz, “kamu yararı” da Anayasa’da yer alan hukuki bir kavram. Gazetecilerle ilgili her gün dava açan yargı mensuplarının gözardı ettiği kavram, aslında gazeteciliği neden yaptığımızı da açıklıyor. Dolayısıyla gazetecilere yönelik yargı baskısı, sadece bizi değil tüm toplumu habersiz bırakmayı amaçladığından temel olarak kamu yararına da aykırı.

Biz kamu yararı için yazmaya devam edeceğiz.

                                                               /././

Dayılar, kadına ‘dayak’ hakkı istiyor -Gözde Bedeloğlu-

CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal, katıldığı bir etkinliğin ardından yurttaşla sohbet ediyor. Kamera kayıtta. Hararetli bir dayı ‘mağduriyetini’ iletiyor, kadın hakları yasasının engellenmesini istiyor. ‘Kadınına’ bir tokat bile atamamaktan şikâyetçi. Tanal şaşkın. Dayı ısrarcı. Avrupa’da bile böyle yasanın olmadığını söylüyor. Tanal, dayının dünyasında uzay boşluğuna düşecek bir soru soruyor, “İnsan hakkına aykırı değil mi?” Dayı bahanesini döküyor ortaya. “Benim ailemdir. Haksız olduğu zaman kızımı, bacımı terbiye edebilirim. Kadın hakları yasasını iptal edin!” Mahmut Tanal, bunaldığı belli, bir soru daha soruyor dayıya, “Ne yasası abi? Senin kadın dediğin, senin hayat arkadaşın değil mi?” Dayı ne bu sorularla ne de cevaplarıyla ilgileniyor. Onun derdi ‘benim’ dediği ailesini özgürce ‘terbiye etmek’!

***

Dayının ve benzerlerinin, kadın hakları yasasının engellenmesini istediği Türkiye’de geçen yıl 394 kadın öldürüldü, 259 kadın da şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2025’in ilk ayında 33 kadın öldürüldü, 32 kadının ölümü yine şüpheli. Bu, son 14 yılın en yüksek rakamı. Kadınlar en çok aile üyeleri tarafından ve kendilerini en güvende hissetmeleri gereken yerde, evlerinde öldürülüyor. Malumunuz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkardı. Ama dayılara bu da yetmedi. Yetmez de. Haritanın az biraz aşağısında, Taliban, kadınların daha fazla kullandığı odalara pencere yapılmasını yasakladı. Önce kamusal alandaki varlıkları engellendi, şimdi sıra evlere geldi. Erkek egemenin, kadını görünmez köle haline getirme arzusu için koymayacağı yasak, vermeyeceği ceza yok. Kadın hakları adına dünyanın neresinde başarılı olunduysa, hiçbiri gökten inmedi, altın tepside sunulmadı. Kazanımlarda milyonlarca kadının kanı var.

Ne diyor dayı, ‘benim ailem’! Yasa ne oluyor, kim oluyor da karışıyor değil mi? Karısını, kızını, bacısını haksız oldukları zaman ‘dayakla’ kim terbiye edecek? Hakkı da haksızlığı bilen olarak elbette o! Urfa’daki dayı maalesef yalnız da değil, marjinal de. Bireysel hakları sistematik olarak tırpanlanan kadınlar yaşam hakları için çetin bir mücadele yürütürken karşılarına devamlı ‘aile ve çocuk’ kartını çıkaran bir iktidarla karşı karşıya. Şimdilik penceresi olan evlerdeler. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? THY, 2013’te hosteslere kırmızı ruj yasağı getirdi. Güya bu renk kadınları ‘ılımlı’ iletişimden uzaklaştırıyormuş. Yine 2012’de, dönemin CHP Milletvekili Aylin Nazlı Aka, kürtajın cinayet olduğunu söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ithafen “Vajina bekçiliğini bıraksın” dediğinde AKP’li Bülent Arınç’ın tepkisini hatırlayalım. “Evli bir ‘bayan’ milletvekili, bir çocuğu olan milletvekili, kendisiyle ilgili organını nasıl böyle açıkça konuşabilir, nasıl bundan yüzü kızarmaz, benim yüzüm kızardı, mahcup oldum.”

Evli bir ‘bayan’ ifadesi öylesine seçilmemişti elbette. Bekârlık, yani aile kurmayarak sistemin kontrolü dışında kalmak, istenmeyen bir durum. Hele bir de kırmızı rujları falan varsa bu bekârların, hem ‘ılımlı’ değiller hem de vajina gibi ‘yüz kızartan’ şeyler söyleyebilirler. Ama evli bir kadın, hele de çocuk doğurup kutsal analık mertebesine ulaşınca susmalı değil mi?! Edep yahu! O günden bugüne AKP iktidarında yüzler hep yanlış şeylere kızardı. Onun için, 90 yıl önce oy hakkı mücadelesini kazanan kadınlar bugün en temel hakları olan yaşam hakları için savaşmak zorunda. Henüz odalarında pencere var ama cinsel istismar suçlarında, saldırganın mağdur kadın ya da kız çocuğuyla evlenirse ceza almaması için kanun teklifi sunmuş bir iktidarın baskısı altındalar.

***

İktidar, 2025’i ‘Aile Yılı’ ilân etti. İttifak ortağı Hüda-Par’ın Mersin Milletvekili Faruk Dinç, bundan sebep aile yılının altının doldurulması için somut projeler ve adımlar atılması gerektiğini söyledi. Kadın cinayetlerinden bahsetmedi, aile fertleri tarafından öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran davasından söz etmedi, devlet yurtlarında kalan kız çocuklarının fuhuşa sürüklendiği iddialarıyla ilgili de bir yorum yapmadı. Aile ve gençleri yozlaştıran TikTok’un erişime engellenmesini istedi. ‘Aile kurumunun korunması’ amacıyla İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İstanbul Aile Vakfı, Uluslararası Dini Yayıncılar Derneği ve Uluslararası Çocuk Yayıncıları Derneği protokol imzaladı. Onlara göre de bireyi değil, aileyi önceleyen bir paradigmayı ortaya koymak zorundaymışız. Aile temalı kitap yayınlanmasını teşvik edeceklermiş. Dayılar karılarını, devlet de dayıları terbiye ettiğinde ortada sorun mu kalır? Oynat makinist, görelim şu ‘Aile Yılı’nı.

                                                                  /././

Asıl gündemimiz hem eşitlik hem özgürlük!-Hayri Kozanoğlu-

İktidar, yüksek faize rağmen enflasyonu kontrol altına alamazken, ekonomik yük bir kez daha emekçilerin omuzlarına yüklendi. Enflasyonla mücadele adıyla uygulanan politikalar geniş halk kesimlerini daha da yoksullaştırırken sermaye kesimi servetini katlamaya devam ediyor.

“Ülkenin gerçek gündemi açlık, yoksulluktur” saptaması çok yanlış olmamakla birlikte, eksiktir. Eğer bir ülkede demokrasi, özgürlükler, temel haklar tehlike altındaysa, hiç kimsenin “bizim davamız ekmek davası gerisi bizi ilgilendirmez” deme lüksü yoktur. Çünkü temel hak ve özgürlüklerden yararlanma gereksinimi, insanı insan yapan özelliklerin başında gelir. Kaldı ki, tam da bugünkü Türkiye’de deneyimlediğimiz gibi, baskı ortamında insanlarımızın emeğinin karşılığını alabilmek talebiyle sokağa çıkmasının, örgütlenmesinin, sendikalaşmasının önüne çeşitli engeller konulur. Yani gerçek gündem olan açlık ve yoksulluğa karşı layıkıyla bir mücadele için de gerekli koşullar eksiktir.

Gazetemiz BirGün emek haklarını en sıkı savunan; uygulanan sermaye yanlısı neoliberal politikaları tutarlıca eleştiren; insanlarımızın yoksullaştırılmasının başlıca nedenlerinden yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılıkların üzerine en kararlılıkla giden yayın organlarından biridir. Bu temel ilkesinin yanı sıra, toplumun haber alma özgürlüğüne katkıda bulunmayı görev bilen, gerçekleri kamuoyuna aktarma sorumluluğunu bayrak yapan gazetemizden üç arkadaşımız, bu hafta sonu mesnetsiz bir suçlamayla karşılaştı. Gazetenin okurları, meslek kuruluşları, sahici gazeteciler  içtenlikle BirGün’e sahip çıktı. Gazetemizin önüne engeller konulması, açlık ve yoksulluk gündemlerinin peşinin yeterince kovalanmasını da kesintiye uğratabilir. Onun için hem eşitliği hem özgürlüğü kıskançça savunmak; bu iki insani değerin birbirini besleyen, destekleyen, güçlendiren doğasını akıldan çıkarmamak zorundayız.

ENFLASYON TAHMİNİ YİNE ŞAŞTI

Bugünkü yazımızın asıl konusu Merkez Bankası’nın (TCMB) 2025 yılı Birinci Enflasyon Raporu olacak. Raporda 2025 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 21’den yüzde 24’e çekildi. İşe yüzde 14’ten başlandığını hatırlarsak, TCMB’nin öngörülerinin birbirinin peşi sıra arkaya tutmadığını söyleyebiliriz. Tahmin bandının ise yüzde 19-yüzde 29 aralığında belirlendiğini düşünürsek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın ifade ettiği gibi, yüzde 30’un az altına şimdiden rıza gösterildiğini söyleyebiliriz.

Bu raporda da enflasyonu düşürmek için iki çıpaya bel bağlandığı görülüyor. Birincisi, yüksek faizler önerip sıcak para girişini ve yerlilerin dövizlerini çözmesini teşvik ederek, TL’nin değer kaybını enflasyonun altında tutmak. İkincisi de reel ücretlerin düşüşü yoluyla talebi zayıflatmak. Bu zihniyetin geniş halk kesimlerinde yoksullaşmaya ve ekonomik durgunluğa yol açması kaçınılmaz. 2024’te başlayan her iki eğilimin de 2025’te derinleşmesi beklenmeli. Gelgelelim “satıcılar enflasyonu” denilen firmaların aşırı fiyatlamalarına bu raporda da odaklanılmıyor, bu olgunun olumsuz etkisi, “bozulan fiyatlama davranışları” gibi teknik bir jargonla teğet geçiliyor.

TCMB sürekli, enflasyonun ana eğiliminin yavaşladığından söz ediyor. Daha önce 2024’ün son çeyreğinde mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış ortalama enflasyonun yüzde 1,5 olmasını öngörürken, bu raporda yüzde 2,5 olarak gerçekleşmesini bir başarı gibi sunuyor. Ana eğilimin neden yavaşladığını ise bir türlü kanıtlayamıyor.

Ocak ayında enflasyonun yüzde 5,03 çıkmasını, “zamana bağlı fiyat belirleme eğilimi ve geçmiş enflasyona endeksleme eğilimi yüksek hizmet kalemlerinin” etkisine bağlıyor. Doğrudan etkisi sınırlı olmasına rağmen vergi ve harçların yeniden değerleme oranına yakın bir şekilde yükseltilmesinin olumsuz yansımasını, köprü ve otoyol geçiş ücretlerinin beklenti ve maliyet kanalı üzerinden enflasyonu yukarı çekmesini, muayene katılım paylarının sağlıkta enflasyonu sıçratmasını, çiğ süt referans fiyatının yukarı çekilmesinin süt ürünlerinde fiyat artışlarına güç vermesini, özetle çeşitli bahaneleri arka arkaya sıralıyor. Zaten önceki raporda da özel üniversite ve okul zamlarının eğitime, servis ücretlerinin artışının ulaştırmaya, yurt paralarındaki sıçramanın konaklamaya yaptığı etkiye sığınıyordu. Gıda fiyatlarını hava koşullarına bağlıyordu. Halbuki mal ve hizmet enflasyonu arasındaki makas yüzde 30 civarında seyrederken (Ocak 2025 itibarıyla yüzde 33,7 mal ve yüzde 63 hizmet enflasyonu) hizmetlere sıkı bir fiyat kontrol ve düzenlemesi getirmeden enflasyonun düşürülemeyeceği artık apaçık görülüyor.

TAHMİN NEDEN YÜKSELTİLDİ?

Orta vadeli öngörüler bölümünde, enflasyon tahmininin 3 puan yukarı çekilmesinin 0,8 puanı tüketim sepetinde değişiklik yapılarak, hizmetlerin ağırlığının artırılmasına bağlanıyor. 0,5 puanı gıda enflasyonu tahmininin yüzde 22,5’ten yüzde 24,5’e yükseltilmesiyle, 1,7 puanı ise yönetilen yönlendirilen fiyatlara ilişkin düzenlemelerle açıklanıyor, Bu noktada, gıda enflasyonundaki artışın, tüketim sepetinde gıdanın ağırlığı yüksek yer tutan dar gelirli kesimleri daha olumsuz etkileyeceğini, yönetilen yönlendirilen fiyatların da tamamen ekonomi yönetiminin (siyasi otoritenin) iradesiyle belirlendiğini vurgulayalım.

1,5 TRİLYON DOLAR SERVET BİRİKTİ

Enflasyon Raporu’ndaki Hanehalkı Varlıklarında Değerleme Etkisi başlıklı kutuda 2024 3’üncü çeyrek itibarıyla 1,5 trilyon dolar civarında bir servet hesaplanıyor. Kiradaki konutların değerinin 701 milyar dolar, yastık altı altınların 311 milyar dolar, finansal varlıkların ise 505 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Yakın zamana kadar konut fiyatlarının enflasyondan daha fazla artması, gerilemiş haliyle dahi Ocak 2025 itibarıyla kira artışının yüzde 100.6 olması aslında bu konuda çok şey söylüyor. Talebin yüksek seyretmesinde, özellikle tüketim ürünleri ithalatının hız kesmemesinde, “rantiye kesimin” zenginleşmesinin belirgin rolü bulunduğu anlaşılıyor. Cumhurbaşkanının telkinleri doğrultusunda, aslında hiçbir üretici fonksiyonu bulunmayan altın istiflemenin dünya fiyatlarının da seyriyle 311 milyar dolarlık bir boyuta eriştiği görülüyor.

Bu 1,5 trilyon dolarlık servetin 10 yıla yayılacak şekilde yüzde 3 oranında vergilendirilmesi bile 45 milyar dolarlık bir gelir sağlayacaktır. Orta Vadeli Program’daki ortalama 42 TL’lik dolar kuru tahmini üzerinden bu 1,890 milyar TL’lik bir gelir demektir. 2025 yılı bütçe açığı tahmini 1,911 milyar TL’yi neredeyse sıfırlayacaktır. Bu gelirin emeklilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi, eğitim, sağlık gibi toplumsal hizmetlere yatırım için seferber edilmesi de olasıdır. Bu şekilde giderek artan gelir ve servet uçurumları bir parça törpülenebilecektir.

ENFLASYONUN YÜKÜ YİNE EMEKÇİYE

Ekonomi yönetimi tarafından başta asgari ücret, emek ve emekli gelirleri için beklenen enflasyonun temel alınacağı ifade edilirken, TCMB’nin enflasyon tahminleri bir türlü dikiş tutmuyor. Enflasyonun öngörülenden yüksek çıkmasının farkı emeklilere bir sonraki dönemde  yansıtılsa dahi, yüksek enflasyon ortamında bu gecikme bile ciddi bir hak kaybı yaratıyor.

En son verilerle reel sektörün 2025 enflasyon beklentisi yüzde 43,8, hanehalkının ise yüzde 58,8’dir. Firmalar bu beklentilerle ürünlerine zam yapmakta, en son yüzde 51,6 seyreden faizlerle borçlanmaktadırlar. Bireyler ise bu enflasyon tahmini üzerinden harcamalarını öne çekmeye karar vermekte, yüzde 63,8 faiz üzerinden ihtiyaç kredilerine ve kredi kartlarına dayanmaktadırlar. Böylece beklentiler kanalı üzerinden de enflasyon beslenmektedir. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi, bir an için enflasyon hedeflerinin tuttuğunu varsaysak bile, en son güncellenen yüzde 24 oranı üzerinden reel sektörün 27,6 puan, bireylerin ise 39,8 puan reel faiz ödemesi, çok daha ağır borç sorunlarına yol açacaktır.

                                                                 /././

CUMHURİYET "Gündem" -11 Şubat 2025-

RTÜK’ten dayatma: YouTube üzerinden yayın yapan Cumhuriyet TV’ye lisans zorunluluğu getirildi -İrem Karataş-

Cumhuriyet TV’ye yönelik zorunluluğu değerlendiren RTÜK üyeleri ve hukukçular, dayatmanın yasal dayanaktan yoksunluk ve çifte standart içerdiğine işaret ederek “Hedef Türkiye’de tek seslilik” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/rtukten-dayatma-youtube-uzerinden-yayin-yapan-cumhuriyet-tvye-lisans-2298412)

                                                           ***

AKP’nin laikliği hedef alan uygulamalarında sıra hastanelere de geldi: Sağlıkçıya ‘din’ mesaisi -Cengiz Karagöz-

İstanbul Valiliği İl Sağlık Müdürlüğü, birçok hastaneye gönderdiği yazıda çalışanlara “dini bilgiler kursuna” katılım duyurusu yaptı. SES yöneticisi Nazan Karacabey, “Sorunları çözmeyenler ayrıştırıcı siyaset uyguluyor” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/akpnin-laikligi-hedef-alan-uygulamalarinda-sira-hastanelere-de-geldi-2298429)

                                                               ***

Cumhuriyet ve Türkçe hedef alındı, Şeyh Sait ve Saidi Kürdi’nin fotoğrafları asıldı: ‘42. madde değişsin’-Aytunç Ürkmez-

HÜDA PAR’ın Van’daki “Anadilimi seçiyorum” panelinde, “Bu millete (Kürtlere) Cumhuriyetin ilanıyla birlikte en büyük suikast yapılmıştır” dendi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/cumhuriyet-ve-turkce-hedef-alindi-seyh-sait-ve-saidi-kurdinin-2298428)

                                                               ***

Ölümünden sonra kuruma evini bağışlamak için imza atan yurttaşın iddiası: 'Kızılay vekaletnameyi değiştirdi'-Engin Deniz İpek-

Son dönemde adı skandallarla anılan Kızılay’ın, bu kez de gözünü yurttaşın malvarlığına diktiği öne sürüldü. 2023 yılında İstanbul Kadıköy’deki evinden Karabük’ün Safranbolu ilçesine bağlı Yazıköy’e yerleşen 69 yaşındaki Kadriye B. Çakmak, Kadıköy’deki üç katlı apartmanda bulunan evine karşılık takasla aldığı Yazıköy’deki villasını ölümünden sonra bir toplum kuruluşuna bağışlamak istedi. İddiaya göre evini takas ettiği kişinin önerisiyle bağış için Kızılay’ı seçen Çakmak, kurumun Karabük şubesinde görevli bir yetkili ve avukatıyla yaptığı görüşmenin ardından evinin yüzde 50 hissesinin çocuklarına kalması şartıyla “ölümünün ardından” evinin bağışlanmasını kabul etti.Söz konusu işlem için evraklar hazırlanıp noterle görüşmeler başladıktan sonra vekaletnameyi inceleyen Çakmak, Kızılay tarafından düzenlenen vekaletnameye “Kişi yaşlandığında veya akli dengesinin bozuk olduğu raporla kanıtlandığında mülk satılabilir” hükmünün eklendiğini öne sürdü. Buna göre Çakmak, Kızılay yöneticileriyle tekrar görüştükten sonra ilgili maddenin kaldırıldığı garantisini alarak belgeyi imzaladı ancak daha sonra söz konusu maddenin kaldırılmadığını fark etti. Eski eşi ve çocuklarıyla da çeşitli malvarlığı sorunları yaşayan Çakmak, durumu tekrar yetkililere bildirdi.  Geçen ay yaşlı kadını evinde ziyaret eden Kızılay yetkilileri, sorunun çözümü için kendisine yardımcı olacaklarını ve ilgili hükmün değiştirileceğini söyledi. Cumhuriyet’e konuşan Kadriye Çakmak, 12 yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) çalışmadan önce bankacı olduğunu ve çocuklarının doğumunun ardından kendi dükkanını açtığını belirten Çakmak, söz konusu evi kendi birikimleri ve annesinden kalan malvarlığıyla aldığını söyledi. Çakmak aradan geçen 10 günlük sürede kendisine herhangi bir geri dönüş veya bilgilendirme yapılmadığını da kaydetti.

                                                        ***
(Cumhuriyet)

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...