T-24 "Köşebaşı + Gündem" -15 Şubat 2025-

Şimşek, kayıt dışılıkla mücadele ederken vergi cennetleri mevzuunu neden görmezden geliyor?-Murat Batı-

Şimşek’in Cumhurbaşkanını tez elden listelerin ilanı konusunda uyarması ya da bir düzenleme yapılmayacaksa da neden yapılmayacağı hususunu açıklaması gerekmekte.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, sahaya indi, denetimler yapıyor gibi söylemler her mecrada yazılıp, çizilip, söyleniyor. Kendisi de kapısını çalmadığımız kimse kalmayacak gibi önemli ifadeler kullanıyor. Bu söylemlerini çok önemsiyorum ama geçen bir özel televizyon kanalında uzlaşma ile alakalı yaptığı talihsiz açıklamalar özellikle uzlaşma bir itiraz yoludur gibi ifadeleri bende ciddi soru işaretleri yarattı. Umarım danışmanları kendisine daha doğru bilgi verir ve/veya uyarır.

Şimşek kayıt dışılıkla mücadele anlamında maliye çalışanlarının çoğunu sahaya indirip çok önemli denetimler yaptırmaktadır. Sanıyorum bazı alanlarda sonuç da alacak. Bu, vergilemede adalet ile kayıp ve kaçak açısından oldukça önemli bi’ husustur.

Ama kapısını çaldığı bu mükelleflerden sağlayacağı gelirden daha ballı kaymaklı gelir kapıları dururken neden bu ballı kaymaklı kapılara yönelmiyor olmasının bir nedeni mi var acaba? Böyle ballı kaymaklı kapıların olduğundan habersiz mi yoksa başka bir neden mi var? Bilemiyorum açıkçası ama açıklarsa biz de öğrenmiş oluruz.

En azından birini ben söylemiş olayım size; bu ballı kapıların başında vergi cennetleri bulunmaktadır. Çünkü vergi cenneti sayılan yerlere para aktarıldığı zaman Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK) m.30/7 uyarınca yüzde 30 oranında stopaj (kesinti) yapılır. Ancak bu yerlerin vergi cenneti sayılması için bu yerlerin Cumhurbaşkanı tarafından vergi cenneti olarak ilan edilmesi gerekmektedir. Yani Cumhurbaşkanı bu yerleri ilan edecek, biz de öğrenecek ve buraya para gönderilmesi durumunda yüzde 30 stopaj yapacağız. Olay sanıyorum oldukça açık.

Vergi cennetleri genel olarak ülke dışında bulunan hiç vergilendirilmeyen ya da düşük oranda vergilendirilen, bilgi paylaşımı konusunda şeffaf olmayan, kazanç anlamında fiili aktivitelerin olmadığı yerler olarak bilinir.

Vergi cennetleri uluslararası birçok sahada offshore yani kıyı ötesi finans merkezleri olarak da bilinir.

Dünyada bilinen offshore merkezleri yani vergi cennetleri Apple’ın 55 milyar dolarlık vergi hilesine konu işlem yaptığı İrlandaGoogle’ın 45 milyon dolardan fazla para tuttuğu Bermuda, LüksemburgİsviçreMonacoVirgin AdalarıMan Adaları, Cayman AdalarıMaltaŞeysellerBahreynMauritius CumhuriyetiJersey (Manş Adaları) vs. sayılabilir.

Vergi cenneti olarak sayılan bu yerlere aktarılan paralardan KVK m.30/7 uyarınca yüzde 30 stopaj yapılması gerekmekte ancak bu yerlerin KVK m.30/7.fkr uyarınca Cumhurbaşkanınca ilan edilmesi gerekmektedir.

Dolayısıyla bu yerler Cumhurbaşkanınca ilan edilmediği için buralara aktarılan paralardan stopaj da yapılmamaktadır.

Önemli bir husus da KVK m.30/7.fkr uyarınca, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlar ile tam mükellef kurumların söz konusu ülkelerde bulunan iş yeri veya daimî temsilcilerine nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler, bu ödemelerin verginin konusuna girip girmediğine veya ödeme yapılan kurumun mükellef olup olmadığına bakılmaksızın yüzde 30’luk vergi kesintisi kapsamındadır. Dolayısıyla, vergi cenneti olan yerlerde yerleşik olan veya buralarda faaliyette bulunan kurumlara ödenen kredi anaparası, tasfiye bakiyesi gibi değerler de vergi kesintisi (stopajı) kapsamında bulunmaktadır.  

Ödemeye esas teşkil eden bir belgenin Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek ülkelerde düzenlenmesi, vergi kesintisi için yeterlidir. Ancak bu yerler Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilmediğinden yüzde 30’luk kesinti (stopaj) de yapılmayacaktır. Bu durum Hazineyi çok ciddi şekilde zarara uğratmaktadır.

İşte tam da bu noktada Şimşek’in bu durumu Cumhurbaşkanına izah etmesi ve vergi cennetleri listesinin yayımlanmasını sağlaması gerekmektedir.

Hatta Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın bu yönde bir rapor da hazırlaması şarttır. Çünkü 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bu yana yaklaşık 19 yıllık süreçte vergi cenneti sayılan yerlerin listesinin açıklanmamasından kaynaklı ne kadarlık bir vergi kaybı olduğunu bilmek bir vergi mükellefi olarak yurttaşlık hakkımız olsa gerek. Ama bilgimiz hiç yok.

Bu nedenle Şimşek’in Cumhurbaşkanını tez elden bu listelerin ilanı konusunda uyarması ya da bir düzenleme yapılmayacaksa da neden yapılmayacağı hususunu açıklaması gerekmektedir.

                                                              /././

'Enflasyon düzeltmesi'ne erteleme

2025 yılında geçici vergi dönemlerinde uygulanmak üzere yürürlüğe giren ve tartışmalara neden olan "enflasyon düzeltmesi" uygulaması 2025 sonuna ertelendi.

Erteleme kararı, Resmi Gazete'de yayımlanan Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği'nde "2025 hesap döneminin birinci, ikinci ve üçüncü geçici vergi dönemlerinde kapsam dâhilindeki mükelleflerin enflasyon düzeltmesi yapmaması uygun bulunmuştur" ifadesiyle duyuruldu.

'Enflasyon düzeltmesi'ni erteleyen Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği şöyle:

Vergi uzmanı Erdoğan Sağlam yazdı Geçici vergide yapılan enflasyon düzeltmesi kalıcı mıdır?

                                                        ***

Tüzel kişiler için Kur Korumalı Mevduat sonlandırıldı

Kur Korumalı Mevduat hesaplarından çıkış stratejisi kapsamında, tüzel kişilerin hesap açma ve yenileme işlemleri sonlandırıldı.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarından çıkış stratejisi kapsamında tüzel kişilerin hesap açma ve yenileme işlemlerinin sonlandırıldığını bildirdi.

TCMB'den yapılan açıklamada, "TCMB, tüm KKM hesaplarında (YUVAM hesapları dahil) tüzel kişilerin hesap açma ve yenileme işlemlerinin 15 Şubat 2025 tarihi itibarıyla sonlandırılmasına karar vermiştir" ifadesi kullanıldı.

Açıklamada ayrıca, tüzel kişi KKM hesaplarının KKM'nin TL'ye geçişine ve yenilenmesine ilişkin hedeflerden çıkarıldığı kaydedildi.

Tüzel kişiler için Kur Korumalı Mevduat hakkında Resmi Gazete'de yayımlanan tebliği şöyle:

                                                       ***

Trump ve Uluslararası Ceza Mahkemesi -Rıza Türmen-

Trump imzaladığı kararnameyle, Gazze’deki insanlığa karşı suç, savaş suçu ve büyük bir olasılıkla soykırım suçu işleyen İsraillilere cezasızlık getiriyor. Bu kişileri uluslararası hukukun uygulanmadığı bir hukuksuzluk alanına yerleştiriyor.

Dünyada sayıları giderek artan popülist otoriter liderlerin ortak bir özelliği insanlığın uzun mücadelelerle elde ettiği kazanımları yok saymaları. Naomi Klein’in dediği gibi, “dünyayı kendi şiddet öykülerini yazacakları boş bir sayfa olarak kabul etmeleri.”

Bunun bir örneğini geçen hafta ABD Başkanı Donald Trump verdi. Başkanlık kararnamesiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) yargıçlarına, çalışanlarına ve bunların ailelerine yaptırım uygulamasını yürürlüğe soktu. Kararname Başkan’a, UCM çalışanlarının ABD’deki mal varlıklarını dondurmak ve ABD’ye giriş yasağı koymak konularında geniş yetkiler veriyor. Bu yaptırımları Başkan, UCM çalışanlarının ABD ya da müttefiklerinin vatandaşlarıyla ilgili soruşturma açması ya da yargılaması durumunda uygulayacak.

Trump’ı bu kararnameyi imzalamaya yönelten bundan bir süre önce UCM’nin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında insanlığa karşı savaş suçları işledikleri gerekçesiyle çıkardığı tutuklama emri. Hamas Lideri Muhammed Deif hakkında da aynı gerekçelerle çıkarılan tutuklama emri var. Ama bundan hiç söz edilmiyor.

Trump’ın kararnamesi UCM’yi gayrimeşru ve hukuki temeli olmayan kararlar almakla, yetkilerini kötüye kullanmakla suçluyor. Trump’a göre UCM, çıkardığı tutuklama emriyle ABD vatandaşları ve askeri personeli bakımından tehlikeli bir emsal yaratıyor. UCM’nin tutumu ABD’nin egemenlik haklarını tehdit ediyor ve ABD Hükümeti’nin ve İsrail de dahil olmak üzere müttefiklerinin kritik ulusal güvenlik ve dış politika çalışmalarının altını kazıyor.

ABD’nin yaptırımlarının henüz hangi UCM görevlilerini kapsayacağı belli değil. Ancak UCM Savcısı Kerim Han’ın bunların başında geldiğini tahmin etmek güç değil.

Trump, UCM’ye ilk kez yaptırım uygulamıyor. 2020’de de bundan önceki Savcı Fatou Bensauda ve bir yardımcısına yaptırımlar uygulamıştı.

Trump’ın UCM’ye yaptırım kararnamesi uluslararası toplumda büyük bir tepkiye yol açtı. UCM’yi kuran Roma Statüsü’nün imzacısı 125 devletten 79’u Trump’ı eleştiren ortak bir bildiri yayımladılar. Bildiride yaptırımların en ciddi suçlara karşı cezasızlık riski oluşturduğu ve küresel düzen ve güvenlik bakımından yaşamsal öneme sahip hukuk devletinin temelini sarstığı ileri sürülüyor.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, UCM’nin dünyanın her yerindeki suçtan zarar görenlerin sesi olduğunu ve küresel cezasızlığa karşı mücadelenin serbestçe sürdürülebilmesi gerektiğini vurguladı.

Uluslararası kuruluşlar, insan hakları örgütleri yanında birçok devlet ABD’nin tutumunu kınayan açıklamalar yaptılar.

Trump kararnamesinin yukardaki bölümlerinden de anlaşılıyor ki, Trump’ın kaygılarının ve UCM’ye yaptırım uygulamasının tek nedeni UCM’nin Natenyahu ve Yoav Gallant ile ilgili tutuklama kararları değil.

Trump tutuklama kararlarının ABD’nin çıkarlarına da zarar verdiğini düşünüyor. Trump’ın istediği UCM’nin hiçbir koşul altında, bir ABD vatandaşını insanlığa karşı suç işlemiş olsa bile yargılayamaması, onunla ilgili soruşturma açamaması.

Ancak UCM’nin Roma Statüsü’nde belirtilen yetkileri Trump’ın bu isteğini gerçekleştirmesine izin vermiyor. Roma Statüsü’ne göre, Sözleşme’de yazılı dört suçu (soykırım, insanlığa karşı suç, savaş suçu, saldırı suçu) işleyen kişilerin yargılanmasıyla ilgili olarak UCM şu üç duruşmada yetkili olur:

  1. M. Güvenlik Konseyi, B.M. Şartı’nın 7. Bölümü çerçevesinde yani barış ve güvenliğe karşı bir tehdidin var olduğu gerekçesiyle UCM’yi yetkili kılabilir. Bu yetkilendirme ABD bakımından bir tehdit oluşturmaz. Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip olan ABD bu yönde bir kararın çıkmasını önleyebilir.
  2. UCM’ye taraf olan bir devletin vatandaşı tarafından suç işlenmesi ve vatandaşı olduğu devletin onu yargılamaması. Bu durumda ilgili devlet suç işleyen vatandaşını UCM’ye teslim etmekle yükümlüdür. Bu seçenek de ABD’yi rahatsız etmez. ABD Roma Statüsü’ne taraf değil. Olmaya da niyeti yok. Dolayısıyla suç işleyen vatandaşını UCM’ye teslim etme yükümlülüğü bulunmamakta.
  3. Suç, ABD gibi UCM’ye taraf olmayan bir ülkenin vatandaşı tarafından işlenmiş olsa bile, eğer suç UCM’ye taraf bir ülkede meydana gelmişse, UCM soruşturmaya ve yargılamaya yetkilidir. ABD’i rahatsız eden işte bu yetki kaynağı. Zaten Trump’ın ilk başkanlığı döneminde de UCM Başkanı’na yaptırım uygulamasının nedeni UCM’nin Roma Statüsü’ne taraf bir ülke olan Afganistan’daki ABD askerleri ve CIA mensupları hakkında Sözleşme’de yazılı suçlarla ilgili bir soruşturma başlatmasıydı.

İsrail de Roma Statüsü’nü imzalamadı. UCM’ye taraf değil. Ancak Filistin Devleti taraf. O nedenle Gazze’de Netanyahu ve Gallant’ın işledikleri suçlar bakımından UCM yetkili. İsrail’in UCM’nin yetkisini tanımamış olması, bu durumu değiştirmiyor. Bunun sonucu şu: Netanyahu ya da Gallant UCM’ye taraf bir ülkeye seyahat ettikleri takdirde o ülkenin devleti bu kişileri yakalayıp Lahey’e göndermek ve UCM’ye teslim etmekle yükümlü. Bu nedenledir ki UCM’nin hakkında tutuklama emri çıkardığı Putin, 2023 yılının ağustos ayında Güney Afrika’da yapılan BRICS zirve toplantısına katılmadı. Katılsaydı UCM’ye taraf olan Güney Afrika’nın Putin’i yakalayıp UCM’ye teslim etme yükümlülüğü doğacaktı.

UCM’nin kurulmasına yol açan Roma Statüsü’nün hazırlık toplantısında ABD, UCM’nin ülkesel yetkisini önlemek için çok çaba harcadı. Ancak ABD’nin bu konudaki önerisi 7 oya karşı 120 oyla reddedildi.

Trump, imzaladığı UCM Kararnamesi’yle kendi başına da iş açtığının ne denli farkında? Roma Statüsü’nün 70. Maddesi UCM’nin engellenmesini düzenliyor. Buna göre UCM görevlilerini engellemeye, sindirmeye, etkilemeye çalışmak ya da UCM görevlilerine yaptıkları işten dolayı misilleme uygulamak durumunda UCM bu suçlar bakımından yetkili oluyor. Yetkili olunca, UCM’ye taraf devletler, UCM’ye karşı suç işleyen bu kişileri kendi ülkelerine gelince yakalamak ve yargılanmak üzere UCM’ye teslim etmek yükümlülüğü altındalar. Başka bir deyişle Trump, UCM’ye taraf 125 devletten birine seyahat ederse, o devlet Trump’ı tutuklayıp UCM’ye teslim etmek zorunda. Roma Statüsü 27. maddeye göre devlet başkanlarına muafiyet tanınmamakta.

Trump imzaladığı kararnameyle, Gazze’deki insanlığa karşı suç, savaş suçu ve büyük bir olasılıkla soykırım suçu işleyen İsraillilere cezasızlık getiriyor. Bu kişileri uluslararası hukukun uygulanmadığı bir hukuksuzluk alanına yerleştiriyor. Oysa UCM’nin amacı uluslararası suçlar bakımından cezasızlığı önlemek. Roma Statüsü’nün başlangıç bölümünde UCM’nin amacı şöyle ifade edilir: “… uluslararası toplumu endişelendiren en ciddi suçların cezasız kalmaması… bu suçları işleyenlerin cezasızlığının sona erdirilmesi ve böylece bu suçların önlenmesine katkıda bulunmak.”

Bütün bunlar olup biterken Türkiye ne yaptı? 

Türkiye, Gazze’de İsrail’in işlediği insanlığa karşı son derece ciddi suçlara en büyük tepkiyi gösteren devletlerin başında geliyor. Böyle olunca bu suçları işleyenleri bir cezasızlık zırhı ile koruyan Trump’ın kararnamesine de tepki göstermesi gerekmez mi? Oysa böyle olmadı. İki İsrailli yöneticinin yargılanmasına yol açabilecek tutuklama emrini çıkaran UCM’ye yaptırım uygulamayı öngören Trump kararnamesiyle ilgili tek bir söz söylemedi. Türkiye, UCM’ye taraf olmayan devletler arasında. Ama burada söz konusu olan UCM’den çok İsrail ve Natenyahu Hükümeti’nin Gazze’de sivil halka yaptıkları. Halkı açlığa mahkûm etmekten, çocukları öldürmekten tutun hastanedeki yaralıları öldürmeye kadar uzanan çok ağır insanlığa karşı suçlar. Trump bu suçları işleyenleri koruyor. Peki Türkiye bu konuda ne düşünüyor? Türkiye de 79 devletle birlikte hareket edip Trump’ı kınayabilirdi. Ya da tek başına UCM’ye yaptırım kararnamesini doğru bulmadığını belirten bir açıklama yapabilirdi. Bunun için UCM’ye taraf olmak da gerekmez. Kaldı ki Roma Statüsü’nün 12/3 maddesi, Statü’ye taraf olmayan bir devletin sadece bir suçla ilgili olarak UCM’nin yetkisini kabul ettiğine ilişkin bir deklarasyonu yapmasına olanak veriyor. Türkiye böyle bir deklarasyonla Gazze’de işlenen suçlarla ilgili olarak UCM’nin yetkisini tanıyabilirdi.

Anlaşılan o ki iktidar, UCM’ye yaptırım uygulamasına karşı çıkarak Trump yönetimiyle ilişkilerinin olumsuz etkilenmesi riskini göze almak istemiyor.

UCM, 1945’teki Nuremberg yargılamasıyla başlayan bir çizginin, o yandan bu yana süren uzun çabaların sonucudur. Bu çizgi, insanlığa karşı suç işleyenlerin, savaş suçlularının, soykırım suçlularının, devlet başkanı bile olsa bir uluslararası mahkeme tarafından yargılanmasını ve cezalandırılmasını öngörmekte. Trump’ın UCM’ye yaptırım kararnamesi ise, insanlık tarihinin önemli bir noktası olan bu sistemde, büyük bir yara açmakta, sistemin kendisini tehlikeye atmakta.

Türkiye’nin bütün bu olup bitenler karşısındaki reel politik kaygılarından kaynaklanan sessizliği ise “diplomasi, hukukun üstünlüğü, adalet gibi evrensel normların, moral değerlerin anti-tezi midir?” sorusunun bir kere daha sormamıza yol açmakta. Evrensel hukuk normlarına dayanmayan, moral değerleri olmayan bir dış politikanın, kısa vadede gündelik gereksinmeleri karşılasa bile, uzun vadede ilkesizliğin yol açtığı çöküntüye uğrayacağını, savrulmaya, etkisiz kalmaya mahkum olduğunu tarihsel deneyimler göstermekte.

                                                             /././

Bir hançer aranıyorsa o hançer Kemal Bey’in elindedir!-Tuğçe Tatari-

Ekrem İmamoğlu’nun çevresini sardılar, bunu da bizlerin gözleri önünde yaptılar. “Ya bu sevdadan vazgeç ya da seni indireceğiz” diyorlar açıkça…


Genellikle yazılarımda, düşüncelerimde “sert ve az da olsa mevcut olan veya geçmişte icra edilmiş ‘iyi şeyleri’ de görmezden gelmek” ile eleştirilirim.
Aslında bir görmezden geliş değildir bu.

Yapılan hatalar, ihanetler, oyunlar artık her ne ise orada yaşanan, o kadar büyüktür ki benim terazimde o minicik ‘iyilik’ olarak adlandırılan eylemler de elenir gider.

Kemal Kılıçdaroğlu da hakkında daha önce yazdığım yazılardan dolayı ‘ya adamın hiç mi iyi eylemleri olmadı’ sorusuyla karşılaştığım isimlerdendir.

Bana göre olmadı!
Olanlar da benim için bir siyasetçinin hanesine ‘iyi’ veya ‘olumlu’ çentik atmak için yeterli değildi diyelim.
Kemal Kılıçdaroğlu denince benim aklıma gelen tek şey Türkiye’ye 13 sene kaybettirmiş biridir, tarihe de böyle yazılacağına şüphem yok. 
Biraz daha Kılıçdaroğlu hakkında konuşmaya devam edelim denirse…

Görevi süresince her kritik dönemeçte ezeli rakibi olarak görünen Recep Tayyip Erdoğan’ın işine gelecek hamleyi sergileyen kişi derim şüphesiz, siyasi tarihimize de çoktan böyle yazılmıştır zaten kendisi!

Yine üstelerseniz, partinin içine yerleştirilmiş bir truva atı olduğunu düşündüğümü, hem muhalif seçmeni yıllarca aldattığını, partisinden gönderilince de  her fırsatta partiyi yıpratmaya yönelik, Tayyip Erdoğan’ın da işine yarayacak açıklamalar, hamleler yaptığını söylerim.

Bir hançer veya parti içi bir kumpas konuşulacaksa Kılıçdaroğlu’nun gelişi ve dönemi konuşulmalı derim.

Bakınız Ekrem İmamoğlu’nun çevresini sardılar, bunu da bizlerin gözleri önünde yaptılar. “Ya bu sevdadan vazgeç ya da seni indireceğiz” diyorlar açıkça.
Bir çeşit mafya usulü…
İmamoğlu, Ahmet, Mehmet bizler için kişiler önemsiz ama taşıdıkları potansiyel ve sırf bu potansiyelden ötürü alaşağı edilmek isteniyor olması çok önemli.
Çünkü Türkiye için belki de son şans…
Tüm devlet olanakları ellerindeyken, “ya ben bir kere daha seçileceğim ya da seni yok edeceğim” deniyor açıkça.

Aynısı daha önce Selahattin Demirtaş’a da yapıldı, ilk değil.
Ancak orada Türkiye halkını ‘terörle kandırma’ taktiği kullanıldı, burada o da yapılamıyor çünkü adam Türk!
Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasının önünü açan süreçte de Kılıçdaroğlu’nun imzası var, Ekrem İmamoğlu’nu yıpratma, kaos ortamı ve şaibe yaratma çalışmalarında da.

Kimse kalkıp da bana Kılıçdaroğlu’nun KRT’ye tesadüfen çıktığını, burada açıkça ‘rakibe yardımcı olma’ emeli olmadığını anlatamaz.
Kimse bana Kılıçdaroğlu’nun uzun süre genel başkan olduktan sonra bir çeşit güç zehirlenmesi yaşadığını, koltuğunu kaybetmeyi hazmedemediği için bunları yaptığını da anlatamaz.
Çünkü bunlar safsatadır.
Ben fotoğrafta da sözde de netlik severim.
Kılıçdaroğlu’nun bu yaptığına ihanet denir, kalleşlik denir.
Hançer aranıyorsa o hançer Kemal beyin elindedir!
Ve işin en acı yanı bunu 13 sene boyunca usul usul, kesintisiz yapmış olmasıdır!
Kimse beni Kemal Bey’in saflığına, iyiliğine, naifliğine ikna edemez.

Sizlerin de ülkede demokrasinin diz çöküşüne taşıdığı taşları ‘yanlışlıkla’ taşıdığına ikna olduğunuzu hiç sanmıyorum.
Aynı taşları bugün, Türkiye için hayati olacak olan bu son seçim sürecine hazırlanan partisi için taşıyor.
Buna da ihanet denmeyecekse neye denecek!

                                                             /././

Gazetecilik nasıl bir meslektir?-Mine Söğüt-

Gazeteciler yıllarca reklamların arasını haberlerle doldurdular ve bunu normal sandılar. Çalıştıkları kurumun ilan alamazsa hayatta kalamayacağına ikna olan gazetecileri kimse ilanla ayakta kalabilen gazeteciliğin aslında gazetecilik olamayacağına ikna edemedi.

Siz bu satırları okurken ben bir lisede, üniversite tercihlerinin arifesinde olan gençlere gazeteciliğin nasıl bir meslek olduğunu anlatmaya gitmiş olacağım.

Muhtemelen onlara önce nasıl bir ülkede yaşadıklarını hatırlatmam gerekecek.

“Gazetecilik bazı meslekler gibi kendi iç dinamiklerine göre değil ülkenin sosyo-politik koşullarına göre şekillenen bir meslektir” diyeceğim.

Coğrafyanın kader olduğunu, çoktan en sert yerinden fark ettikleri bir yaşta oldukları için bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamakta zorlanmayacaklar.

Ama aslında ne coğrafyanın ne de dogmatik inancın ifadesi olan kaderin bir önemi olmadığını, sadece tercih diye bir şey olduğunu ve başımıza gelenleri tercihlerimizin belirlediğini anlatırken muhtemelen biraz zorlanacağım.

“Bir önceki neslin tercihleri sonraki nesillerin de kaderini belirler” diyeceğim onlara. “Gazeteciliği meslek olarak seçerseniz önünüzde iki yol olacak” diyeceğim.

 “Bu işi, hiç sorgulamadan şu anki gazeteciliğin bir önceki nesillerin hatalı tercihleriyle biçimlenmiş sorunlu yapısına dahil olarak da yapabilirsiniz, bu yapıyı değiştirmek için zorlu ve tehlikeli bir savaşa da girebilirsiniz”.

Tercihlerden bahsederken dürüst olacağım. Eğer sisteme itiraz etmeden dahil olur ve ticari ilişkilerinin önünü açmak için iktidarla iş birliği yapan medya patronları için gözü kapalı çalışan bir gazeteci olmayı tercih ederlerse mesleklerinde hızla yükselebileceklerini ama aynı oranda insanlıkta alçalmayı da göze almaları gerektiğini anlatacağım.

Bugün bu ülkede gerçek bir gazeteci, suçun tanımını yasalara göre değil kafasına göre yapan iktidarın hedef tahtasındadır. Bunu en baştan söyleyeceğim onlara.

“Gazeteciliğin suç sayıldığı zamanlarda gerçek gazetecilik suç işlemektir” demem gerekecek. “İyi bir gazeteci, gazeteciliğin suç sayıldığı zamanlarda haber yaparken suç işlemekle itham edilmeyi göze alan gazetecidir” demem gerekecek.

Sonra öldürülen gazetecilerden bahsetmek zorunda kalacağım.

Onların öldürülmesiyle bu ülkenin başına gelenler arasında ve haliyle şu anda kendilerinin başına gelmekte olanlar arasında nasıl bir bağ olduğunu düşünmelerini önereceğim.

Uğur Mumcu’yu anlatacağım, Hrant Dink’i hatırlatacağım. Metin Göktepe’den bahsedeceğim.

Bu ülkede sadece araştırdığı dosyalarla devlet, iktidar ve karanlık güçler arasındaki bağları deşifre eden kıdemli gazetecilerin ya da kini değil sevgiyi, barışı öneren, ezber bozan kalemlerin değil haber izlerken gözaltına alınıp içeride dövülerek öldürülen gencecik muhabirlerin de olduğunu bilsinler.

Medya patronlarından bahsedeceğim. Medya patronlarının ticari ilişkilerini kolaylaştıran gazetecilerden, o gazetecilerin iş takibindeki başarıları ölçüsünde meslekte başarılı sayılmasından…

İş medya reklam ilişkilerine gelecek haliyle.

Diyeceğim ki onlara, gazeteciler yıllarca reklamların arasını haberlerle doldurdular ve bunu normal sandılar. Çalıştıkları kurumun ilan alamazsa hayatta kalamayacağına ikna olan gazetecileri kimse ilanla ayakta kalabilen gazeteciliğin aslında gazetecilik olamayacağına ikna edemedi.

O yüzden bugün en güvendiğiniz bağımsız gazeteciler bile haber arası ürün pazarlayarak geçimini sağlamakta bir sakınca görmüyor. Kapitalizmin vahşiliğiyle ilgi bir yazıyı okumadan önce size ihtiyacınız olmayan ve değeri şaibeli ürünler pazarlayan reklam bombardımanlarına tahammül etmek zorunda kalıyorsunuz. Ve bu size normal geliyor. Başka bir sistem hayal edilemiyor. Sadece okur desteğiyle ayakta kalınabilecek ekonomik bir döngü arayışına girilmiyor.

“Oysa gazeteci külliyen bağımsız olmalıdır. Ne ticari ne siyasi gebelikleri olmamalıdır ki objektif habercilikten bahsedebilelim” diyeceğim.

Bunu akılları almayacak. Böyle bir dünyanın mümkün olup olmadığını tartışacağız. Ve idealin ütopya olduğuna inandırılmış nesiller olarak muhtemelen iç ferahlatan bir sonuca varamayacağız.

Onlara bir de halkı yoksul olan ülkelerin gazetecilerinin de yoksul olması gerektiğini anlatacağım. “Yoksul bir ülkede yaptığı işten çok para kazanan gazeteci emin olun gazetecilik değil başka bir iş yapmıştır” diyeceğim.

Haber yaparken herhangi bir tarafın maşası olmaktan kaçınmanın öneminden bahsedeceğim.

Haber atlatmak değil haberi en doğru şekilde vermek için yarışmanın değerinden…

Siz bu yazıyı okurken…

Ben çoktan meslek seçme arifesindeki gençlerin karşısına geçmiş ve dürüst olmak adına gazeteciliği gömebildiğim kadar derine gömmüş olacağım.

Buna rağmen içlerinden, benim çizdiğim karanlık tabloyu köhne bir zihnin yorgunluğuna verip bu düzenin elbet bir gün değişeceğine ve ideal bir gazeteciliğin her zaman, her koşulda mümkün olduğuna inanmakta direten birileri çıkmışsa da deliler gibi sevineceğim.

                                                              /././

Bolu’daki otel yangını facia değil, katliammış! Katliamı “izleyenler”e ne olacak?-Tolga Şardan-

Grand Kartal Otel’e yönelik işlemlerin eksik, hatta daha ötesinde usulsüz yapıldığının işareti olan ifadede ne denildi? Müfettişlerin elde ettiği veriler sonrasında ortaya çıkan fotoğrafa “facia mı?” yoksa “katliam mı?” demeli?

Kartalkaya’da, 78 kişiden kimisinin dumandan zehirlenerek uykuda yakalandığı, kimisinin de diri diri yanarak yaşamını yitirmesine neden olan yangın için facia kelimesinin yetersiz kaldığı ortaya çıktı.

T24’ten Cengiz Anıl Bölükbaş, İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin hazırladığı ve herkesin peşinde olduğu rapora ulaşıp dün haberleştirdi.

Müfettişlerin altı gün içinde hazırlayıp İçişleri Bakanlığı ve Bolu Valiliği’ne gönderdiği raporun detayları paylaştığım linkte mevcut. Mutlaka okumanızı öneririm.

Söz konusu raporda, yaşananların epeyce detayı var. Tüm idari iş ve işlemleri mercek altına alan müfettişler, sonucun faciadan öte aslında “katliam” olduğunu gün ışığına çıkardılar.

Özetlemek gerekirse, tesisi denetleme yetkisi Bolu İl Özel İdaresi’nde. Bolu İl Özel İdaresi, farklı tarihlerde tesise üç kez ruhsat verdi. Ruhsat tarihinden itibaren 2011 - 2024 yılları arasında Bolu İl Özel İdaresi tesiste beş kez denetim yaptı. Bu denetimlerin hiçbirinde otelde yangın güvenlik önlemleri denetlenmedi. Ayrıca, itfaiyenin yeniden yerinde inceleme yapması gerekmesine rağmen yangına karşı önlemler konusunda rapor hazırlamadığı ve hazırlanması gereken itfaiye raporunun denetim dosyasında yer almadığı tespit edildi.

Müfettişlerin elde ettiği veriler sonrasında ortaya çıkan fotoğrafa “facia mı?” yoksa “katliam mı?” demek lazım, siz karar verin!

Valilerin kara kutusu: Özel İdare Genel Sekreteri

İçişleri Bakanlığı’nca görevlendirilen iki Mülkiye başmüfettişinin hazırladığı raporu bakıldığında, iki konunun araştırıldığı görülecek.

İlk konu başlığı; “Grand Kartal Otel’in iş yeri açma ve çalışma ruhsatı 26 Kasım 2007 tarihinde Bolu İl Özel İdaresi tarafından düzenlendiği, il özel idaresince yapılan denetimlerde ihmalin bulunabileceği” oldu.

İkinci inceleme konusu ise, “Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü’nce Bolu İl Özel İdaresi’ne gönderilen 27 Mayıs 2021 tarihli ve 1412944 sayılı yazısı ekinde yer alan turizm işletme belgesinin dayanağı olan ve Grand Kartal Otel adına düzenlenen 29 Aralık 2015 tarihli iş yeri açma ve çalışma ruhsatı hakkında ilgili mevzuat çerçevesinde il özel idaresince herhangi bir değişiklik yapılması veya iptal işlemi söz konusu olması halinde bakanlıklarına bildirilmesi istendiği halde bu yazı doğrultusunda gerekli işlemlerin yapılmadığı” idi.

Kente gidip, tüm evraka el koyan müfettişler; İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sırrı Köstereli ile Yardımcısı Bünyamin Bal başta olmak üzere il özel idaresinden toplam sekiz personeli soruşturdu.

Köstereli ve Bal dışında soruşturulan altı personelin tamamı Bolu İl Özel İdaresi Ruhsat ve Denetim Müdürlüğü personeli. Eski ve yeni ruhsat ve denetim müdürü, bir şef, aynı birimde görevli bir gıda mühendisi ve çevre – sağlık teknisyeni ile eski memur, müfettişlere ifade verdi.

Genel Sekreter Köstereli, orman mühendisi kökenli bürokrat. Orman İşletme Şefi, Orman İşletme Müdürü, Orman Bölge Müdürü, Bakanlıkta Daire Başkanı ve müfettişlik. Bürokraside hep yükselen bir çizgi sahibiyken, 2014’ten bu yana İl Özel İdaresi Genel Sekreteri. Mevcut Vali Abdülaziz Aydın, Köstereli’nin çalıştığı beşinci vali. Daha önce de Ahmet Zahteroğulları, Aydın Baruş, Ahmet Ümit ve Erkan Kılıç’la çalıştı.

Bir bakıma valilerin “kara kutusu” olmuş zaman içinde. Kentte her şeye hâkim konumda. Yerel siyasete, finansal ilişkilere, devlet arazilerinin kimlere hangi koşullarda tahsis edildiğini, kimlere hangi şartlarda devlet işi verildiğini, illerde dönen pazarlıklar ve günlük yaşamdaki pek çok önemli sürecin içindedir, il özel idaresi genel sekreteri olarak.

Savcılıkça yürütülen otel yangını soruşturması çerçevesinde yardımcısı Bal’la birlikte halen tutuklu.

Usulsüzlüğün işareti olan itiraf

T24’ün ulaştığı ifadeye göre, Genel Sekreter Köstereli, Grand Kartal Otel’le ilgili geçmişe yönelik ilginç bir bilgiyi paylaştı, müfettişlere verdiği ifade şöyle:

“(…) Grand Kartal Otel 1999 yılında işletmeye açılmıştır. Turizm işletme belgesine sahip olması nedeniyle faaliyetlerini sürdürmüştür. 2007 yılında ortaklık yapısının değişmesi sebebiyle yeniden işyeri açma ve çalışma ruhsatı alması gerektiğinden, idaremize başvurarak iş yeri açma ve çalışma ruhsatında olması gereken belgeler tamamlattırılarak, tamamlandıktan sonra ruhsat düzenlenmiştir.

2008 ve 2015 yıllarında adres ve unvan değişikliklerinden dolayı ruhsatlar güncellenmiştir. Güncellenme aşamasında, iş yeri açma ve çalıştırma ruhsatları hakkındaki yönetmelik gereği adres beyan formu, adres değişiklik talebi, ticaret sicil kaydı dışında herhangi bir belge istenmemiştir. Bundan dolayı yine iskan belgesi, itfaiye raporu, asayiş ve güvenlik ile ilgili kolluk raporu gibi belgeler istenmemiştir. (…)”

Bolu’da Grand Kartal Otel’e yönelik işlemlerin eksik, hatta daha ötesinde usulsüz yapıldığının işareti olan itiraf.

“Gelen yazıdan bilgim yok!”

Köstereli’nin bu anlatımı, müfettişlerin ilk soruşturma konusuyla ilgili.

Müfettişlerin incelediği ikinci konu başlığında Köstereli’nin sözleri en az ilk bölümdeki kadar enteresan.  

Şöyle dedi, Köstereli:

“(…) Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü’nün 27 Mayıs 2021 tarihli ve 1412944 sayılı yazısını hatırlamıyorum. Bu yazıdan şu an bilgim oldu. Yazı ekinde idaremize gönderilen iş yeri açma ve çalışma ruhsatında bir değişiklik veya iptal olması durumunda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bilgilendirilmesi istenmektedir. Sorumluluk sahamızdaki turizm işletme belgeli konaklama tesislerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yeni bir turizm işletme belgesi düzenlenmesi durumunda tarafımıza bilgi amaçlı gönderilen rutin bir yazıdır. Biz de bu yazıyı ilgili konaklama tesisinin dosyasında arşivlemekteyiz.(…)”

Ruhsat ve Denetim Müdürü anlatıyor: Eğitim şart!

İşlerin nasıl yürütüldüğü konusunda yine müfettiş raporuna yansıyan başka bir örnek, size.

Müfettişlerce ifadesine başvurulan bürokrat Bolu İl Özel İdaresi Ruhsat ve Denetim Müdürü Yeliz Erdoğan.

Erdoğan, maden mühendisi. Devletle tanışması; kendi anlatıma göre 2006. Hizmet alımı maden mühendisi olarak göreve başlayan Erdoğan, 2011’de sözleşmeli konumunda görevine devam etti. 2013’te kadroya geçti. Tarihten 3-4 yıl sonra Bolu İl Özel İdaresi Ruhsat ve Denetim Müdürlüğü’ne geçti. Haziran 2016’da geçici olarak, 2017’de vekaleten müdür olarak görev yaparken 2018’de bu göreve asaleten getirildi.

Erdoğan ifadesinde devletteki bir eksikliği ya da çarpıklığı kelime kelime şöyle anlattı:

“(…) İş yeri Açma ve Çalışma Ruhsatları Yönetmeliği’nde denetimlerde neye bakılacağı açıklıkla belirtilmemiştir. Ruhsatının düzenlenmesinden bir ay sonra yapılan kesinleştirme denetiminde hangi hususlara bakılacağı düzenlenmiş olmakla birlikte ruhsatın kesinleşmesinden sonra yapılacak denetimlere ilişkin bir hüküm yer almamaktadır.

İl özel idare ruhsat ve denetim müdürü olmama rağmen, denetimlerin nasıl yapılacağı ile ilgili kurum içi ya da kurum dışı herhangi bir eğitim almadım. Çalışan personel de benimle aynı durumda olup, herhangi bir eğitim almamıştır. Kurum içinde de müdürlüğümüz açısından hizmet içi eğitim düzenlemesine ilişkin bir planlama yapılmamaktadır. (…)”

Toplamda neredeyse 10 yıldır il özel idare ruhsat ve denetim müdürü olarak görev yapan Erdoğan’ın anlatımından devlette işlerin nasıl yürüdüğü net biçimde anlaşılıyor.

Bu coğrafyanın en önemli özelliklerinden birisi, yaşananların sonuçlarından sonra harekete geçip önlem almaktır.

Gerek bireysel gerek toplumsal gerekse devlet ve bürokrasi bu mottoyla nefes alıp verir.

Yaşanacakların önlenmesi konusunda yapılması gerekenler bilinir ama uygulanmaz.

Bilinen sonuçlarla yüzleşmek, facialarla, katliamlarla, acılarla karşılaşmak bir yaşam kriteridir adeta.                      

                                                          /././

İki ziyaret, iki basın toplantısı -Hasan Göğüş-

Netanyahu ile Trump arasında çok özel ilişkiler olduğu her hallerinden belli. Netanyahu, Trump’ı İsrail’in Amerikan tarihinde başkanlık koltuğundaki en büyük dostu olarak niteledi. Netanyahu masaya otururken sandalyesini altına süren Trump da Netanyahu’ya sürekli “Bibi” diye hitap ediyor. Bibi, Netanyahu’nun takma ismi. Aralarındaki samimiyeti göstermek açısından herkesin önünde Hasan’a “Haso” demek gibi bir şey.

Geçtiğimiz hafta başında Türkiye’yi yakından ilgilendiren iki önemli ziyaret gerçekleşti. ABD Başkanı Donald Trump, 3 Şubat’ta Beyaz Saray’daki ilk resmi konuğu olarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu ağırladı. Aynı tarihte Suriye Arap Cumhuriyeti’nin Geçici Cumhurbaşkanı Ahmet Şara da Suudi Arabistan’dan sonra ikinci ziyaretini Ankara’ya gerçekleştirdi.

İlk ziyaretlerin önemi

İlk ziyaretlerin devletlerin uluslararası ilişkilerinde ayrı bir anlamı vardır. Diğer ziyaretler kısa sürede unutulur, ama ilkler uzun yıllar hatırlanır. İlk ziyaretler aynı zamanda ülkeler arasındaki yakınlığın ve dostluğun da bir göstergesi sayılır. Türk liderler iktidara geldiklerinde ilk ziyaretlerini KKTC’ye yaparlar. Yunanlı devlet adamlarının ilk rotası ise daima Güney Kıbrıs olmuştur.

42 yıllık meslek hayatımda bu geleneğin sadece iki istisnasına şahit oldum. 2002 yılı sonunda TBMM Başkanı Bülent Arınç selefi zamanında planlanmış Hindistan ziyaretini iptal etmedi. Cesaretli bir kararla ilk yurt dışı gezisini Hindistan’a gerçekleştirdi. Bülent Arınç’ın, İslamabad’tan önce Yeni Delhi’yi ziyaret etmesi Hint tarafında çok olumlu algılandı. Aradan bir yıl geçmeden Başbakan Vajpayee, Türkiye’yi ziyaret etti. O tarihten bu yana da Türkiye’ye ayak basan Hintli bir başbakan olmadı. Aynı yıl Türk Hava Yolları İstanbul-Yeni Delhi seferlerine başladı. İkili ticaret hacmi arttı. Türk-Hint ilişkileri daha önce hiç olmadığı kadar hareketlilik kazandı.

İkinci istisna ise Yorgos Papandreau’nun seçimleri kazandıktan üç gün sonra 2008 yılında “Güney-Doğu Avrupa İşbirliği Süreci Toplantısı” (GDAÜ) için Türkiye’ye yaptığı ziyarettir. Her ne kadar uluslararası bir toplantı için de olsa Papandreua’nun ziyareti GDAÜ toplantısının önüne geçti. Yeni bir Türk-Yunan yakınlaşmasının başlamasına vesile oldu.

Amerikan başkanları ilk ziyaretlerini geleneksel olarak kendisi için özel olarak düzenlenen NATO Zirvesine katılmak üzere Brüksel’e gerçekleştirirler. Bu gelenek baba Bush zamanından bu yana istisnasız devam ettirildi. Trump birinci döneminde de göreve başladıktan kısa bir süre sonra bir akşam yemeğinde NATO ülkelerinin liderleriyle tanışmak için Brüksel’e gelmişti. Acaba bu gelenek Trump 02’de de devam ettirilecek mi? Geldiği takdirde, bunca olup bitenden sonra Trump, Kanadalı ve Danimarkalı müttefiklerinin yüzlerine nasıl bakacak?

Vaşington ve Ankara’daki basın toplantıları

Vaşington’daki Netanyahu/Trump ortak basın toplantısı 40, Ankara’daki Erdoğan/Şara’nınki ise 13 dakika sürdü. Ankara’da soru alınmazken, Vaşington’daki basın toplantısının 20 dakikası soru/cevap bölümüne ayrılmıştı. Kapalı kapılar arkasındaki görüşmelerde neler konuşulduğunu bilmeye imkân yok.  Kamuoylarının tek bilgi kaynağı ziyaret sonundaki basın toplantıları oluyor. Maalesef Türkiye’deki resmi görüşmelerin ardından düzenlenen basın toplantılarında artık ya hiç soru alınmıyor ya da iki taraftan birer veya en fazla ikişer soruyla kısıtlı tutuluyor. Kimlerin ve hangi soruları soracağı önceden belirlendiği için de basın toplantılarında heyecan yaşanmıyor, sönük geçiyor.

Basın toplantılarında Trump

Amerika her ne kadar süratle demokrasiden uzaklaşmakta ise de basın ve ifade özgürlüğü alanında hala belirli bir seviyeyi koruyabiliyor. Vaşington’daki basın toplantısında gazeteciler Trump’ı ağır ifadelerle eleştirdiler. Gazze’deki “emlak projesi”nden dolayı Amerika’yı işgalcilikle suçlayanlar oldu. Trump ilginç bir kişilik.Çoğu zaman saçmalasa da basın toplantılarındaki  performansları hiç de fena sayılmaz. Ayrıca “Showman” Trump’ı özlemek çok da eğlenceli oluyor. Bir kere hiç sinirlenmiyor. Karşısındakilere hakaret etmiyor. Cevabını bilemediği soruları almaza yatıyor. Afganlı kadın bir gazetecinin ABD’nin Taliban’ı tanıyıp tanımayacağı, kadınların gördükleri baskılar ve Afganistan’daki durumla ilgili bir sorusuna önce, “Söylediklerinizden tek kelime anlamadım, siz nereden geliyorsunuz?” şeklinde karşı bir soruyla cevap verdi. Sonra da ne anlama geliyorsa, “güzel bir ses, size bol şanslar diliyorum” diyerek herkesi güldürdü.

Donald Trump ve Binyamin Netanyahu

Netanyahu ile Trump arasında çok özel ilişkiler olduğu her hallerinden belli. Netanyahu, Trump’ı İsrail’in Amerikan tarihinde başkanlık koltuğundaki en büyük dostu olarak niteledi. Netanyahu masaya otururken sandalyesini altına süren Trump da Netanyahu’ya sürekli “Bibi” diye hitap ediyor. Bibi, Netanyahu’nun takma ismi. Aralarındaki samimiyeti göstermek açısından herkesin önünde Hasan’a, “Haso” demek gibi bir şey.

Ahmet Şara’nın zor tercihi

Suriye Arap Cumhuriyeti Geçici Cumhurbaşkanı Ahmet Şara, ilk yurt dışı ziyareti olarak sebep-i mevcudiyetini borçlu olduğu Türkiye’yi değil de paranın kokusunu aldığı Suudi Arabistan’ı seçti. Rolex kol saati, Vakko takım elbiseden daha ağır basmış olmalı. Ankara’daki basın toplantısına gelince, 13 dakikanın 10 dakikasında Cumhurbaşkanı Erdoğan konuştu. Erdoğan uzun uzun Türkiye’nin kısa sürede  Suriye için yaptıklarını anlattı. Şara’yı ve Suriye halkının mücadelesini övdü ve tabii ki Suriye’nin Kuzeyinde yuvalanan YPG/PKK terör örgütünün Türkiye için yarattığı güvenlik endişelerini dile getirdi.3 Şubat’ta ünlü İngiliz dergisi “Economist’te’ yayınlanan mülakatında, Suriye topraklarından komşu ülkelere tehdit yöneltilmesine izin vermeyecekleri sözünü veren Şara, Ankara’da bu topa hiç girmedi. Belli ki askeri bir harekata o da sıcak bakmıyor. Bu sorunu Amerika’nın aracılığıyla sık sık bir araya geldiği anlaşılan YPG’nin komutanı  Mazlum Kobani ile görüşerek aşmak istiyor. Haberler doğru ise, Suriyeli Kürtlerin çatı örgütü ENKS’nin görüşme talebini de Kürtleri temsil etmediği gerekçesiyle geri çevirmiş.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Muhammed Colani (Ahmet El Şara)

Trump’ı ciddiye almak

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her ne kadar ciddiye alınacak bir proje olmadığını söylese de Trump, Gazze’yi satın almak önerisinde oldukça ciddi görünüyor. Her fırsatta teklifini yeniden gündeme getiriyor. Filistin’i öteden beri sırtlarında bir yük olarak gören petrol zengini Arap devletlerine bir süre sonra bu fikri kabul ettirirse kimse şaşırmasın. Ürdün Kralı Abdullah Vaşington ziyaretinde ilk günden gemileri suya indirmiş gibi bir görüntü sergiledi. Trump’ın general diye atıfta bulunduğu Sisi’nin Mısırının da çok fazla direnebileceğine pek ihtimal vermiyorum.

Trump’ın iş başı yaptığı 20 Ocak’ta yurt içinde ve yurt dışındaki bazı köşe yazarları, yazılarına “Trump geri döndü. Kemerlerinizi bağlayın” diye başlıklar atmışlardı.

Galiba Trump’ın pilot kabininde olduğu sürece emniyet kemerlerini hiç çıkarmamak gerekecek.

                                                                 /././

Trump tarifelerinin dışsal fayda ve maliyetleri -Binhan Elif Yılmaz-

Trump’a göre; dışsal maliyetlerin ortaya çıkmaması için tarifeler ile ekonomiye müdahale edilmeli ve tarifeler arttırılmalı, ithal girdi ile üretime devam edenler de yüksek tarifelerle bu dışsal maliyetleri içselleştirmeli.

ABD Başkanı D. Trump geçtiğimiz günlerde Kanada ve Meksika'ya uygulayacağı yüzde 25 oranındaki ek gümrük vergilerini bir süreliğine askıya alsa da dün itibariyle alüminyum ve çelik ithalatına yüzde 25 gümrük vergisi getiren kararnameyi imzaladı.

Trump'ın uygulayacağı bu tarifeler, hem küreselleşmenin hem de ülke içinde piyasa aktörlerinin dizayn edilmesi ön koşuluna dayanıyor. Çıkış noktası ise küreselleşmenin ve piyasa ekonomisinin aksadığı yönünde olsa gerek ki tarifeler ile ekonomiye müdahale edilmesi söz konusu.

Piyasa aksaklıkları çoğunlukla kaynakların etkin dağılımını engeller, bu da toplumsal refahı azaltır. Eksik rekabet, eksik bilgi, eksik piyasalar ve özellikle  dışsallıklar varsa piyasanın aksadığı kabul edilir ve devlet de vergiler, sübvansiyon ya da regülasyonlarla ekonomiye müdahale eder. Dolayısıyla bu tarifeler de devletin ekonomiye müdahale araçlarından biridir.

Gümrük tarifelerini, hem teoride hem de uygulamada dışsallıklar (dışsal faydalar ve maliyetler) bağlamında ele alabiliriz. Dışsallık; bir üretim ya da tüketim ilişkisi sonucu ortaya çıkan, fiyatlandırılamayan, pazarlanamayan fayda ve maliyetlerdir. Bu fayda ve maliyetler piyasa aktörlerinin genel kârlılığı ve kısa vadeli hedeflerinde görünmezken, genel ekonomik ve sosyal gidişatı önemli düzeyde etkilerler. O nedenle de devlet, dışsal faydaların en çoklaştırılması ve dışsal maliyetlerin minimize edilmesi için vergi, harcama vb. araçlarını devreye sokar.    

Kapitalist sistemin merkezindeki sermaye de, piyasa aktörleri de, bireysel kâr odaklıdır. O nedenle firmalar doğal olarak kâr maksimizasyonu hedefine odaklanıp, üretimini ucuz ithal girdiyle ya da ülke dışında gerçekleştirip, başka ülke istihdam olanaklarından yararlanırken kendi çıkarına hareket etmiş olur. Piyasa ekonomisinin kâr odaklı bu üretim ve istihdam modeli Trump’a göre ABD açısından geniş kapsamlı faydaları olacak bir seçenek değil. Trump bireysel kârı değil, tam tersine ABD'yi ve kolektif kârı önceliyor.

O nedenle tarifeler gibi ithalata uygulanan vergiler ile iç piyasayı ithal indirimli mallardan uzak tutarak ve ülke içi iş gücünü destekleyerek, yurt içi üretim reformu gerçekleştirmek, daha zengin bir orta sınıf yaratmak, halkın refahını arttırmak, üretimi canlandırmak, inovasyonu teşvik etmek, daha üretken kazanımlar elde etmek, dış ticaret açıklarını azaltmak ve vergi gelirlerini arttırmak gibi dışsal faydalar hedefleniyor. Görüldüğü gibi ithalatın sınırlanmasının ve zorlaşmasının söz konusu dışsal faydaları olacak.  

Trump’ın tarife politikalarına göre yukarıdakinin tam tersine tarifelerin inmesi, ithalatın sınırlandırılmaması ve serbest ticaretin devamı ise ülke içi ithal girdi kullanımının yaygınlaşmasına, ABD’lilerin yerli malı satın almamalarına, ABD dışında üretime yönelmelerine neden olarak ABD ekonomisinin kapasitesini düşürecek. O nedenle Trump’a göre; bu dışsal maliyetlerin ortaya çıkmaması için tarifeler ile ekonomiye müdahale edilmeli ve tarifeler arttırılmalı, ithal girdi ile üretime devam edenler de yüksek tarifelerle bu dışsal maliyetleri içselleştirmeli.

Ancak tarifelerin giderek artması, ticari ilişkide bulunulan her ülkeye yayılması ve misillemelerin de ortaya çıkması çok farklı türde maliyetlerin habercisi. Çünkü üretim için ithal girdi kullanan işletmeler, daha pahalı ithalat ile karşılaşınca ürün fiyatlarını arttıracak. Ayrıca ithal girdi ile üretim yapmadan üretim yapan firmalar da fiyatları arttırmaya çalışacak. Özellikle Trump’ın refahını arttırma vaadinde bulunduğu ve korumakla yükümlü olduğu ABD halkı, fiyatlar artacağı için tarifelerin yükü ile karşılaşacak. Fiyatlar genel düzeyinin artışı, uluslararası rekabette geri kalma böyle bir korumacılığın en önemli dezavantajı olacaktır. Ayrıca küresel enflasyon ve büyümede gerileme gibi sonuçlar ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz. Ülke içi fiyatlar artarken herkesin aynı anda refahını arttırmak mümkün olmayacak. Daha da ötesinde Fed enflasyonla mücadeleye başlayıp tekrar parasal sıkılaştırmayı gündeme getirirse konu daha çetrefilli hale gelecek.  

Öte yandan tarifeler ABD’nin tüm ekonomik ve sosyal sorunlarına çare değil. Hatta ABD’nin ekonomik ve sosyal sorunlarının görünür olmasına yol açıyor. Öncelikle tarifeler sonucu daha az ithal edip ithal edilmeyeni içeride üretmek için yeniden kaynak dağılımı ve kaynakların optimal kullanımı gerekli. Çünkü bu kaynaklar, bir ihracat sektörü ya da stratejik bir üretim alanından çekilirse, bu alanlarda üretimden vazgeçilmiş olunacak ve bu durumun bir alternatif maliyeti olacak. Ayrıca ithal etmeyip de içeride üretim gerçekleştirilecek ise iş gücü de yeterli ve bu üretime hazır olmalı. Tam da burada Trump'ın göçmen politikası ve devam etmekte olan sınır dışı etme operasyonları, ilave işgücü açısından sorgulanacak gibi görünüyor.

Gümrük tarifelerinden elde edilen vergi gelirlerinin toplam vergi gelirlerine ne kadar katkısı olacağı da önemli. Çünkü ABD halkı bu gelirin kendilerine sosyal refah yardımı ve daha düşük gelir vergisi yükü olarak, firmalar da kurumlar vergisi indirimi olarak yansımasını bekliyor.

Sonuçta tarifeler ABD’de çoğu sorunu ortaya çıkaracak gibi görünüyor. Zor olan dayanıklı ve katma değeri yüksek bir ekonomik yapıya geçiş yapmak.

                                                             /././

TÜSİAD YİK Başkanı Ömer Aras hakkında soruşturma!

Aras, iktidara yönelik eleştirilerde bulunmuş, "Tutukluluğun istisna değil kural hâline gelmesi gibi kangrenleşmiş bir sorunun kanunlar değişse de çözülmediğini görüyoruz" demişti.
(https://t24.com.tr/haber/tusiad-yik-baskani-omer-aras-hakkinda-sorusturma,1218557)

T-24

soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Şubat 2025-

İstanbul Planlama Ajansı’ndan özel öğretim raporu!-Rıfat Okçabol-

Raporda “Yaptığımız araştırma sonucunda eğitimde özel sektör payındaki artışın öğrencilerin başarısını etkilemediği görülmüştür” denmektedir. Oysa raporda insanı bu kanıya ulaştıracak bir veri yoktur.

İlgili web sitesine göre,1 “İPA Stratejik Danışmanlık Anonim Şirketi, İstanbul’un bilimsel çalışmalar ışığında, farklı disiplinlerden uzman, akademisyenlerin katkıları ve İstanbulluların katılımıyla planlanması için İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı olarak 2020 yılında” kurulmuştur. İstanbul Planlama Ajansı (İPA), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sivil toplum, üniversiteler, uzmanlar, özel sektör, uluslararası kurumlar ve İstanbullular ile birlikte çalışan bir ortak akıl mekanizmasıdır. İPA, İstanbul'un güncel sorunlarını tespit etmekte, bu sorunların çözümüne yönelik veriye dayalı kısa, orta ve uzun vadeli strateji ve politika önerileri geliştirmektedir.”

İPA tarafından yayınlanan araştırma raporlarından biri, Eylül 2024’te basılan "Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi"  raporudur. Bu raporda, önce "Dünyada eğitim hakkının tarihsel süreci" ile "Türkiye’de eğitimin yasal çerçevesi" hakkında bilgi verilmektedir. Sonra da "Türkiye ve İstanbul’da devlet ve özel okulların nicel değerlendirilmesi" yapılmaktadır. 

Raporda yer verilen bilgilerin bir bölümü şöyledir:

  • 2022-2023 itibarıyla Türkiye’de okul öncesi kurumlar arasında özel öğretim kurumlarının oranı %19,76 iken, bu oran İstanbul’da %43,43’e çıkmaktadır.
  • İstanbul’da 2012-2013 eğitim öğretim yılında %17,93 olan özel ilkokul oranı, 2022-2023 eğitim öğretim yılında %35,44’e yükselmiştir.
  • Türkiye ve İstanbul’daki özel ortaokulların tüm ortaokullar arasındaki oranına bakıldığında İstanbul’da Türkiye’ye göre üç kattan fazla özel ortaokul bulunduğu sonucuna varılmaktadır.
  • Türkiye’deki özel lise sayısı tüm liselerin %46,2’sini, İstanbul’da ise %68,10’unu oluşturmaktadır.
  • Okul öncesi eğitimin çok büyük oranda kar amacı güden özel sektöre bırakıldığını göstermektedir.

Raporda yer verilen 2012-2022 yılları arasında Türkiye’de ve İstanbul’daki özel okullarla ilgili sayısal durum, Çizelge 1’de özetlenmektedir. Bu yıllarda özel okul sayısı Türkiye genelinde 2,8 kat artıp 2 bin 803’ten 7 bin 816’ya ve özel okullara giden öğrenci sayısı da 2,6 kat artıp 488 binden 1,2 milyona çıkmıştır. Türkiye’de özel ilkokulda okuyanların yüzde 6,3’ü, ortaokulda okuyanların yüzde 14,8’i ve lisede okuyanların da yüzde 8,5’i özel okullarda okumaktadır. İstanbul’da özel okulda okuyanların devlet okullarında okuyanlara göre yüzdeleri de sırasıyla 10,7; 13,2 ve 12,3 kadardır.

                          Çizelge 1. Seçili yıllara göre özel okullardaki sayısal artış

Rapora göre, 2012-2022 yılları arasında özel meslek liselerinde okuyanların sayısı da 8,5 kat artıp 17 binden 151 bine yükselmiştir. 2022-2023 itibarıyla özel meslek liselerinde okuyanlar, devlet meslek liselerinde okuyanların yüzde 6,45’i kadardır.

Raporda nedense özeli olmayan imam hatip okullarıyla ilgili sayısal artışa da yer verilmektedir. Yine nedense raporda özel okullarla ilgili sayısal veriler 2012 yılı itibariyle başlatılmışken imam hatiplerle ilgili veriler 2014 itibariyle başlatılmıştır. Rapora göre imam hatip okullarının sayısı (ortaokulu ve lise), 2014-2015’te 2.614 iken, 2022-2023’te 5.166’ya çıkmıştır. Raporda “… dershanelerin kapandığı yıl olan 2014’ten itibaren imam hatip liseleri sayısı artış göstermiştir” denmektedir (s.28). Bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü imam hatiplerdeki artış öncelikle 2012’de çıkarılan 4+4+4 yasasıyla imam hatip ortaokullarının yeniden açılmasıyla başlamıştır. 4+4+4 yasası çıktığında 537 imam hatip lisesinde 268 bin öğrenci okurken, 2013-2014 öğretim yılında imam hatip ortaokulu ve lise sayısı 2 bin 415’e ve öğrenci sayısı da 714 bine çıkmıştır. 

Raporda “LGS sonucunda Anadolu ve Fen Liselerine yerleşemeyen öğrenciler için seçenek olarak Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri, Anadolu İmam Hatip Liseleri kalmaktadır” denmektedir. Oysa bu ifade eksik bir ifadedir. Öğrencilerin bir seçeneği de açık lisedir.

Raporun "Sonuç ve Değerlendirme" kısmında “Yaptığımız araştırma sonucunda eğitimde özel sektör payındaki artışın öğrencilerin başarısını etkilemediği görülmüştür” denmektedir (s.36). Oysa raporda insanı bu kanıya ulaştıracak bir veri yoktur. Raporda bu konuyla ilgili bir veri, 32. sayfada bulunan ve 2023 LGS’de 450 + puanla üniversiteye yerleşenleri sayılarını/yüzdelerini gösteren Grafik 22’dir. Bu grafiğe göre 450+ puanla üniversiteye yerleşenleri çoğunluğu devlet lisesi mezunudur. Ancak yine bu grafiğe göre, üniversitede 450+ puan ile dil programlarını kazananların yüzde 24,5’i, eşit ağırlıklı programları kazananların yüzde 21,3’ü ve sayısal programları kazananların da yüzde 24,4’ü özel lise mezunudur. Özel lise öğrencileri toplam lise öğrencilerinin yüzde 8,5 kadarı olduğundan, bu veriler özel liselilerin LGS’de çok daha başarılı olduğunu göstermektedir. 

Raporun üç yerinde Prof. Dr. Erhan Erkut’un şu yorumlarına yer verilmiştir:

  • Eğitimin ilk 8 yılı devletin görevidir ve bu seviyelerde özel okul olmamalıdır. Devlet, asli görevi olan eğitimi özel sektöre devretmek yerine uluslararası standartlarda finanse etmeli ve eğitimde kaliteyi yükseltmelidir. Bireylerin yaşamlarının en önemli, en belirleyici döneminde fırsat eşitsizliği ülkedeki adalet duygusunu zedeler.
  • Veliler, devlet okullarındaki aşırı kalabalık sınıflar, öğretmen yetersizliği, fiziki koşullar, dini eğitime yönelim gibi pek çok nedenin yanında, devletin özel okullara giden öğrencilere uzunca bir sure verdiği destek (veya teşvik) sayesinde de özel okullara yöneldi.
  • Pandemi döneminde tüm okullar çevrimiçi eğitime geçince, özel okulun fiziksel avantajlarının kaybolduğunu düşünen birçok veli çocuklarını özel okullardan alıp devlet okullarına verdi. Böylece 2020 ve 2021 yıllarında özel okullara önemli bir darbe vurulmuş oldu. Pandemi geçti ama özel okul kayıtlarına yapmış olduğu etki hala tümüyle geçmiş değil.

Ülkemizde özel okulları olan eğitimci profesörlerin varlığına bakınca, endüstri mühendisi Prof. Dr. Erhan Erkut’un eğitimin ilk 8 yılında özel okul olmamalı demesi önemli bir durumdur. Ancak bu görüş IPA’nın benimsediği bir görüş ise burada bir sorun vardır: Çünkü sola dönük partilerden ilk 8 yılda değil, “zorunlu eğitim süresinde özel okul olmayacağını” söylemeleri beklenir.

Bu raporun "Türkiye’de eğitimin yasal çerçevesi" kısmında eğitimin yasal mevzuatıyla ilgili olarak Anayasa maddelerine, 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Yasası, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel yasası ve 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası gibi AKP iktidarından çok önce çıkarılmış olan kanunlara değinilmiştir. Ancak bu kısımda, 2012-2024 yılları arasında AKP oylarıyla kabul edilen ve eğitim sisteminin yapısını piyasalaştırıp gericileştiren  

  • 30 Mart 2012 tarih ve 6287 sayılı ‘İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a, halk arasında bilinen adıyla 4+4+4 yasasına,
  • 14 Mart 2014 tarih ve 6528 sayılı ‘Milli Eğitim Temel Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a, halk arasında bilinen adıyla dershane yasasına,
  • 10 Temmuz 2018 tarih ve 30474 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile devlet sistemi yeniden yapılandırılırken, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde eğitim politikalarını belirlemek üzere ‘Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu’ oluşturulduğuna (m.20); bu 1. kararnamenin 301 ila 335. maddeleriyle eğitim bakanlığının merkez örgütünün yeniden yapılandırıldığına ve
  • 3 Şubat 2022 tarihli ve 7354 sayılı ‘Öğretmenlik Meslek Kanunu’na 

nedense değinilmemiştir.

Bu rapor, önemli sayısal verileri içerse de, iç tutarlılığı sorunlu olan bir rapordur. Raporda gizli müfredatı dini öğreti olan tarikatlara/cemaatlere ait özel okullarla, devlet okulu olmayan sıbyan mektebi ve medrese gibi kaçak oluşumlara değinilmemiştir. Ayrıca raporda, meslek liseleri ile imam hatiplerden söz edildiği halde bu okullardaki dönüşüm eğitim hakkı açısından yeterince irdelenmemiştir

1https://ipa.istanbul/hakkinda/, erişim 8 Şubat 2025.

                                                                             /././ 

Rant şekerden tatlı gelince: Şeker fabrikasının başına gelenler, Türkiye'nin nasıl batırıldığının özeti -Aslı İnanmışık-

14 yıldır kapalı olan ve 2020 yılında yeniden üretime geçmesi için milyarlar harcanan Çarşamba Şeker Fabrikası MKE'ye devredildi. İşletme, 365 gün üretim kapasitesine sahip olan devlete ait tek şeker fabrikasıydı.

35 yıl önce kurulan ve 14 yıldır kapalı olan Samsun'daki Çarşamba Şeker Fabrikası, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Milli Savunma Bakanlığı'na Makine ve Kimya Endüstrisi'ne (MKE) devredildi. Samsun'daki Çarşamba Şeker Fabrikası aslında ülkedeki en yeni şeker fabrikalarından biri.

Bugün sıfırdan makine aksamıyla böyle bir fabrika kurmanın maliyeti yaklaşık 150 milyon dolar. Üstelik arazi bedeli bu tutara dahil değil.

Çarşamba Şeker Fabrikası'nın bir önemli özelliği de tesisin ham şeker işleme kapasitesine sahip olması. Yani yılın 365 günü şeker üretebilecek tek şeker fabrikası.

Limana yakınlığı, demiryolu bulunması, hem karadan hem de havadan ulaşım sağlanabilmesi açısından da stratejik öneme sahip.

Ülkede belki de en son kapatılacak fabrika

Fabrikayı yeniden açmak üzere devlet 2020 yılında yaklaşık 5 milyon dolar harcandı. Uzmanlar, bir bu kadar daha harcama yapılabilse fabrikayı yeniden faaliyete geçirebilmenin mümkün olduğunu söylüyor.

Ancak devlet yeni yatırım yapmak yerine ne kadarının tesise harcandığı tartışma konusu olan mevcut yatırımını da çürümeye terk etti.

Üretmek isteyince pancar bulunuyor: Gündeme gelmesinin en önemli nedeni kıymetli arazisi

1989 yılında açılan fabrika 1050 kişiye istihdam sağlıyordu. 2011 yılına gelindiğinde bölgede şeker pancarı yetişmediği gerekçesiyle üretime ara verdiler. 

Türkiye'de devlete bağlı Çarşamba haricinde toplam 14 şeker fabrikası var. Benzer şekilde Türkşeker'e bağlı Susurluk Şeker Fabrikası'nın da ham maddesi yani pancarı yok, bu fabrika yaklaşık bin kilometreden pancar taşınarak çalıştırılıyor. Amasya'daki fabrikada da durum aynı. Ülkenin ilk şeker fabrikalarından biri olan Kırklareli'deki Babaeski Alpullu Şeker Fabrikası'na pancar Konya'nın Karapınar ilçesinden getiriliyor. Kastamonu'daki fabrikanın pancarı da Ankara'dan geliyor. Yani aslında fabrikalara pancar transferi yapmak zor değil. 

Ancak bu yöntem Çarşamba Şeker Fabrikası için uygulanmadı. Bunun başlıca sebeplerinden biri de fabrika arazilerinin çok kıymetli olması.

MKE'ye verilecek alan dışında kalan yer ne olacak?

Bu yöndeki ilk adım yıllar önce 800-900 dönümlük bir arazi için geldi. Az kullanılan bu alan, organize sanayiye gitti. Sonra lojmanlar TOKİ'ye verildi. Fabrikanın 760 dönümlük çok değerli arazisi de geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı Makine ve Kimya Endüstrisi'ne devredildi.

Ancak bu karar kamuoyundan gizlendi, Resmi Gazete'de yayınlanmadı.

Öte yandan arazinin geri kalanının ne olacağı ise belli değil.

Bilindik hikaye: Suç işçiye ve çiftçiye atıldı, AKP döneminde kapatıldı

Peki 2011'den 2020'ye kadar fabrikada çalışan işçiler ne yaptı?

Bu konu da özellikle bölgede çarpıtılarak kullanıldı. Yaklaşık 500 işçinin "yattığı yerden" maaş aldığı söylense de durum öyle değil. Fabrika işçileri senede 8-9 ay, evlerini ve ailelerini bırakıp üretim yapan Çorum, Kastamonu, Ağrı gibi diğer şeker fabrikalarına gönderildi.

Çarşamba'da sadece teknik bakımla ilgilenen, mali hesap yapan, park-bahçe işlerini yürüten ve güvenlikten sorumlu kişiler kaldı.

Bölgedeki çiftçiler de desteklenmedi. Doğu'da kullanılan yüzde 10'luk "pancar teşvik primi" bölgedeki çiftçiye sağlanmadı.

Sonunda da fabrikanın kapatılması için "işçiler çalışmadı", "pancar getirmek maliyetli", "ekim yetersiz" gibi söylemler bahane edildi.

2020 yılında "fabrika tekrar açılacak" denilerek köyler gezildi, az sayıdaki çiftçiden pancar ekmesi istendi ve yaklaşık 50 bin ton pancar üretildi. 30 bin ton olarak belirlenen hedefin de üzerine çıkıldı. Bölgede yaşayanlar eğer o dönem fabrika açılmış olsaydı pancar sıkıntısının yüzde 50'sinin karşılanacağını düşünüyor.

Ardından fabrikanın yeniden açılması için devletten 5 milyon dolar yatırım geldi. Ancak pandemi sonrası Çarşamba Şeker Fabrikası'nın yeniden işletilmeye başlaması süreci askıya alındı.

soL'un edindiği bilgiye göre "Atıl durumda", "Hurdaya döndü" denilen fabrikayı gezmeye gelen MKE yetkilileri dahi içerideki makineleri görünce şaşırdı.

Daha önceki özelleştirme girişimleri engellenmişti

Fabrika daha önce 2 kez özelleştirilmeye çalışıldı. İhaleler, o dönem, fabrikada kuruluşundan itibaren örgütlü olan Şeker-İş Sendikası tarafından biri mahkeme kararıyla biri müzakereyle olmak üzere durduruldu.

Şu anda kalan toplam işçi sayısı 17. Artık işleyen bir yer olmadığı ve dolayısıyla işçisi kalmadığı için fabrikanın şeker üretmeye devam etmesi için pek bir direnç de kalmamış.

MKE'nin bu fabrikada 2 bin kişinin istihdam edeceği söylense de bu açıklamalar pek inandırıcı bulunmuyor.

Türkiye'de toplam 33 tane şeker fabrikası var. Bunlardan 14'ü Türkşeker'e bağlı. Ülkenin yaklaşık 2 milyon 600 bin ton şeker ihtiyacının yüzde 36-37'sini Türkşeker, bir bölümünü Pankobirlik İştirakleri ve Kooperatif Şeker Fabrikaları, diğer kısmını da özel şirketler sağlıyor.

Söküm işlemi milyonlarca lira olacak, çalışan makinelerin bir bölümü hurdaya çıkacak

Konunun bir diğer boyutuysa fabrikadaki malzemelere ve fabrika binasına ne olacağı.

İçerideki makine ve malzemelerin sökülüp diğer fabrikalara götürüleceği söyleniyor ancak soL'a konuşan eski bir fabrika çalışanı bunun mümkün olmayacağını anlatıyor. Diğer fabrikalarda da makine olduğuna dikkat çekerken, çalışır haldeki tesisatın bir bölümünün kaçınılmaz olarak hurdaya çıkacağını söylüyor.

Böyle olmasa dahi zaten söküm, devir, nakliye işlemlerinin de yüz milyonlarca liralık bir masraf tutacağı düşünülüyor. Bu masraf aslında büyük oranda fabrikanın yeniden işler hale gelmesi için gerekli tutarla örtüşüyor.

Fabrikayı MKE'nin de kullanmayacağı iddialarıysa şimdiden konuşulmaya başlanmış.

İşler haldeyken 24 saat çalışan fabrikada işçilerin lojmanları dışında misafirhaneleri, sosyal tesisleri, lokantası da mevcuttu. Maaşları dışında sosyal ve yan hakları ile ikramiye gibi hakları da vardı.

Pancar neden ekilmiyor?

Bölgede artık pancar ekimi yapılmıyor. Çarşamba bölgesindeki pancarda verim fazla olsa da, digesyon oranı (pancarın içindeki şeker oranı) örneğin İç Anadolu'ya göre düşük, 11-12 civarında. İç Anadolu gibi rakımı yüksek yerlerde ise bu oran 15-16.

2014 yılına kadar süren bir uygulamaya göre, çiftçilere, pancar digesyonu 9-10 bile gelse, 14 gelmiş gibi ödeme yapılıyordu. Bu dolaylı teşvik uygulamasının kaldırılmasıyla Çarşamba-Bafra bölgesinde pancar ekimi de bitmiş oldu.

Şu anda Çarşamba'da daha çok fındık, Bafra bölgesindeyse çeltik ekiliyor. Çiftçi sayısı da ülkenin geneliyle benzer şekilde azaldı. Bölgede yaşayanların anlattığına göre Çarşamba'da pek genç çiftçi kalmadı.

                                                            /././

Patron arsızlığının sonu yok: Bu son uyarılarıymış -Ali Ufuk Arikan-

"Patronlar cephesinde her düzeyde büyük bir rekor var ama görüyoruz ki aynı zamanda bu rekora eşlik eden bir de arsızlık var. Açıkça 'ya bize ucuz işgücü cenneti verin ya da biz fabrikayı alıp gidiyoruz' diyorlar."

Türkiye’de ortalama maaş haline gelen asgari ücret açlık sınırının altına düşmüşken milyonlarca emekli 14 bin liraya talim edip, ucuz iş gücü kontenjanından çalışmak zorunda kalırken patron cephesinden dikkat çeken bir açıklama geldi.

Aslında bir açıklama değil, uyarı!

Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği (OİB) Başkanı Baran Çelik, “Artık bardak boşalmaya başlıyor” diyerek kurun sabit kalmasından şikayet ediyor, üretim maliyetlerinin arttığını söylüyor ve bu durumun değişmesi için son bir yıllık bir mühletten söz ediyor kabaca.

Çelik’in bu sözlerinin arkasında yatan şikayetin merkezinde duran konuyu OİB Yönetim Kurulu Üyesi Ertuğrul Tuna Arıncı açıklıyor.

Arıncı’ya göre, Türkiye işçilik ücretlerinde çok pahalı bir ülke konumuna gelmiş durumda. “Bugün mavi ve beyaz yakanın yıllık işçilik ücretleri ortalaması Türkiye’de 30 bin avroya geldi” diyen Arıncı, Fas’ta 6 bin avro, Mısır’da ise 3 bin avro olan işçilik ücretlerinin Türkiye’de bir zamanlar iyi olduğunu, örneğin 2021 Aralık’ta 7 bin avro olduğunu söyleyerek ücret artışlarından şikayet ediyor.

OİB Başkan Yardımcısı Orhan Sabuncu ise patronların ağzındaki baklayı çıkarıyor: “Şimdi herkes işlerini götürebildiği kadar götürmeye çalışıyor. Alternatif olarak Fas ve Romanya gibi ülkelere yatırım konuşuluyor. Özellikle tedarik sanayisinde ciddi şekilde yatırımın taşınması bile söyleniyor. Aksi halde şirketleri yaşatmak da mümkün değil. Türkiye bugüne kadar avantajlıydı. Ama bugünden sonra dezavantajlı olacağız.”

Yani açıkça “ya bize ucuz işgücü cenneti verin ya da biz fabrikayı alıp gidiyoruz” diyorlar.

Peki, otomotiv patronları bu şekilde ağlar ve dertlenirken size sadece 5 gün öncesinden bir haber:

“Otomotiv sektörü, ocak ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8 artışla 3 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirerek tüm zamanların en yüksek ocak ayı ihracat rakamına ulaştı ve yıla rekorla başladı.”

Tablo bundan da ibaret değil otomotiv patronları için. Geçen yıl yüzde 6 büyümeyle 37 milyar dolarlık ihracat gerçekleştiren, son 19 yılın 18'inde Türkiye'nin ihracat rekortmeni olan bir patron grubundan söz ediyoruz.

Patronlar cephesinde her düzeyde büyük bir rekor var ama görüyoruz ki aynı zamanda bu rekora eşlik eden bir de arsızlık var.

Bugün Türkiye’de milyonlarca emekçi ortalama ücret haline gelen açlık sınırının altındaki asgari ücrete mahkum edilirken, milyonlarca emekli 14 bin liralık emekli maaşı dolayısıyla ucuz iş gücü havuzunun parçası olurken, patronların çıkıp “bu ülkede işçi ücretleri arttı, bu maliyetlerin azaldığı bir durum olmazsa Romanya’ya, Fas’a gideriz” demesi olsa olsa en hafif tabiriyle arsızlık olarak tarif edilebilir.

Burada hedef olan sadece otomotiv sektöründe çalışan emekçiler değil. Otomotiv sektöründe çalışan işçilerin yoksulluk sınırı altında kalan ücretleri dahi patronların canını sıkar hale geldiyse, burada işçileri hedef alacak yeni bir saldırı dalgasına hazır olunması gerekiyor.

Peki, bu hazırlığın bağlamı ne olacak?

Bugün Türkiye’de patronların bu kadar rahat bir saldırganlıkla hareket etmesinin tek bir güvencesi var, işçi sınıfın örgütsüzlüğü.

Bunu kırmadan, bu düzene “itirazımız var” diyen işçiler yan yana gelmeden eldeki kısmi kazanımları dahi savunmak mümkün olmayacak. Bu nedenle işçi sınıfının sınıf kimliğiyle siyaset sahnesine örgütlü bir güç olarak çıkması, her düzeyde de bunun güçlendirilmesi mutlak ihtiyaç.

Bu çok zor diye düşünenler, dün yüzlerce maden işçisinin Çayırhan’ı özelleştirmek isteyenlere karşı başlattığı Ankara yürüyüşüne ve onların saflarında, yanlarında yürüyenlere baksın.

Umut da güç de burada, sınıfın örgütlü birliğinde.

Bunu sağlayamadığımız sürece ülke tarihinin en derin yoksullaşma sürecinin yaşandığı günlerde dahi patronlar çıkıp “bu ülkede işçilerin maliyeti çok yüksek, ya bunu düşürecek önlemler alınsın ya da biz fabrikayı başka ülkeye taşıyalım” deme cüretini kendilerinde bulabiliyorlar.

                                                     /././

GÜNDEM -13 Şubat 2025-

 Ankara'da toplu taşımaya zam; işte yeni tarife-T24-

Ankara'da toplu ulaşım ücretlerine zam yapıldı. 16 Şubat Pazar tarihinden geçerli olmak üzere tam bilet 26 TL, öğrenci bileti 13 TL olarak belirlendi.


Ankara Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Merkezi'nden (UKOME)  yapılan açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

"Başkent Ankara’da toplu taşıma giderleri, enflasyon ve yakıt fiyatlarındaki artış nedeniyle yükselmiştir. Özel işletmecilerin sürdürülebilirlik talepleri ve EGO Genel Müdürlüğü’nün maliyet analizleri sonucunda, 16 Şubat 2025’ten itibaren tam bilet 26 TL, öğrenci bileti 13 TL olarak belirlenmiştir. Asgari ücretle geçinen ve belediyemizden destek alan vatandaşlarımız için yeni bir uygulama başlatılmıştır. 'Asgari Ücret Destek Paketi' kapsamında destek alan vatandaşlarımızın otobüs kartlarına aylık 50 biniş yüklenmeye başlanacaktır. Ayrıca, sosyal destek alan ailelerin ortaokul ve lise öğrencilerine aylık 100 binişlik abonman desteği sunulmaya devam edecektir.

Öğrenci dostu tarifemizi koruyarak, aylık sınırsız öğrenci abonman ücreti yalnızca 350 TL olarak belirlenmiştir. Böylece öğrencilerimiz için en avantajlı ulaşım imkanı sunulmaya devam edilecektir. Özel Halk Otobüsü esnafına vereceğimiz destek de devam edecektir. EGO’dan yapılan açıklamaya göre de vatandaşlarımızın ulaşım kartlarına banka ve kredi kartı ile bakiye yüklemelerinde herhangi bir komisyon ücreti alınmayacaktır."                   ***

Alman devi Türkiye'de işten çıkartma kararı verdi-Sözcü-

Almanya merkezli Siemens Enerji, son dönemde zarar eden rüzgâr türbini işletmesi Siemens Gamesa'da maliyetleri düşürmeye yönelik çeşitli önlemler almayı gündemine aldı. Şirket, İspanya ve Türkiye’deki bazı tesislerinde işten çıkarmalar yapacak.
(https://www.sozcu.com.tr/alman-devi-turkiye-de-isten-cikartma-karari-verdi-p138900)                               ***

Cengiz’e izin çıkarsa bu doğa harikası yok olacak -Başak Kaya/Sözcü-

Antalya’daki Gidengelmez Dağları’nda boksit madeni çıkarmak isteyen holding, dünyada yalnızca burada yetişebilen endemik bitkileri, muhteşem dört köyü, yöreye özgü canlıları yok edecek.Çanakkale Kaz Dağları’ndaki maden sahasını 10 katına çıkarıp bir milyonun üzerinde ağaç kesen Cengiz Holding, şimdi de Antalya Akseki’deki Gidengelmez Dağları’nı hedef aldı.

Danıştay’ın, Kaz Dağları Halilağa Bakır Madeni için yapılan ÇED onayının yürütmeyi durdurma başvurusunu önceki gün reddetmesi, Gidengelmez için mücadele veren Akseki halkında hayal kırıklığı yarattı. Doğanın katledileceği bölgede yaban keçileri, boz ayılar, porsuk ve sansarlar yaşıyor. Cennetten bir köşe olan Değirmenlik köyü ile 32’si endemik 253 bitki türü ve tarım alanları da zarar görecek. İkisi kritik derecede tehlike altında ve koruma altındaki üç nadir tür de burada yetişiyor.
(BÖLGE ÖNEMLİ DOĞA ALANI) Antalya’nın Akseki ilçesinde Gidengelmez Dağları’ndaki Akseki ve İbradi Ormanları, “Önemli Doğa Alanı” (ÖDA) içinde yer alıyor. Dünya üzerinde sadece bu bölgede yetişen “Colchicum inundatum, Ornithogalum macrum, Silene isaurica” gibi endemik bitkiler var. Yörede yaban keçileri, yünlü kaya uyuru, gökdoğan, tavşancıl ve küçük kartal gibi hayvanlar da yaşıyor. Genişletilmek istenen maden alanı Değirmenlik ve Salihli Köyü arasında bulunuyor. Bu izin verilirse maden işletmesinin sınırı Değirmenlik Köyü’ne dayanacak ve köyün 300 metre yakınında dinamitler patlatılacak, ağaçlar kesilecek.(GERİ DÖNÜLMEZ ZARAR VERİR) CHP Antalya Milletvekili Cavit Arı, ÇED raporu dahi alınmadan kapasite artışı istendiğini belirterek SÖZCÜ’ye “Cengiz’in 1700 kat kapasite artışı istediği bu proje geri dönülmez zarara neden olacak. Dört köyün ortadan kalkma riski var. Boksit madeni projesi, sadece ekosistemi değil, bölgenin kültürel, ekonomik ve sosyal dokusunu da tehdit ediyor. Hafriyat tozları ve patlamaların neden olduğu sarsıntılar, kiraz, ceviz ve üzüm gibi ürünlerin yetiştiği bölgeyi tehdit edecek. Su kaynakları, turistik değerler, yüzlerce hektar ormanlık alan yok olacak, halkın geçim kaynakları kurutulacak. Doğal denge bozulacak’’ dedi.(Güzelim bölge sanayi olacak) Akseki Belediye Başkanı İlkay Akça SÖZCÜ’ye yaptığı açıklamada “Alüminyum boksit maden ocağı 630 futbol sahası büyüklüğünde bir alanı kapsıyor. Maden delme ve patlatma ile çıkarılacak. Ağaçlar kesilecek, cennet çölleşecek” dedi. Akça şunları söyledi: “Maden şu an işletilmiyor, genişlemeyi bekliyor. 1700 misli alanda ruhsat başvurusu yapıldı. Tarihi düğmeli evleri, medresesi ve şelalesiyle tanınan köylerimiz, turistik cazibe merkezi olmaktan çıkacak, sanayi bölgesine dönüşecek. Bu toprakları gelecek nesillere aktarmak için projeye karşıyız. Ciğerlerimize dokunmayın yoksa giden geri gelmeyecek.”(DÖRT KÖY İÇİN ÖLÜM FERMANI)  Mehmet Cengiz, ÇED raporu ve gerekli izinleri alırsa sahayı 1700 kat genişleterek maden arayacak. Gidengelmez Dağları’ndaki dört köy ve doğal yaşam risk altına girecek. Halen 2 bin 633 metrekare ruhsat alanı bulunan Eti Maden, mevcut  boksit arama alanını 4 milyon 475 bin 300 metrekare daha genişletmek istiyor. Değirmenlik, Salihler, Süleymaniye ve Cevizli mahalle ve köyleri tehlike altında. 

                                                          ***

Diyanet soruşturma başlatmıştı… Halil Konakcı’ya Saray’dan destek geldi!-Cumhuriyet-

Daha önce kadınları ve Atatürkçüleri hedef alan imam Halil Konakcı’ya Diyanet, idari soruşturma başlatmıştı. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral sosyal medya hesabından Konakcı’ya destek verdi. 
(https://twitter.com/i/status/1889798300251070634)

                                                             ***
Vatan hainini ananlar için suç duyurusu -Aytunç Ürkmez/Cumhuriyet-
4 Şubat’ta vatan hainliğinden yargılanan ve idam cezasıyla cezalandırılan İskilipli Atıf anılmıştı. Bu olayın üzerine Av. İsmail Sami Çakmak, suç duyurusunda bulundu. Çorum Belediye Başkanı Halil İbrahim Aşgın, İskilip Belediye Başkanı İsmail Çizikci, HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yılmaz, Diyanet-Sen Genel Başkanı Ali Yıldız, AKP Çorum İl Başkanı Yakup Alar, Yeniden Refah Partisi (YRP) Çorum İl Başkanı Nuri Kuşçu, Akıncılar Derneği Genel Başkanı Mehmet Şahin, Memur-Sen Çorum İl Başkanı Fatih Okumuş, Atıf Derneği Başkanı Mustafa Lek, 4 Şubat’ta vatan hainliğinden yargılanan ve idam cezasıyla cezalandırılan İskilipli Atıf’ı andı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/vatan-hainini-ananlar-icin-suc-duyurusu-2299210)
                                                                  ***
(derleyen: mstfkrc)

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...