BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -13 Mart 2025-

 

Akkuyu’nun atığı nereye atılacak?-Özgür Gürbüz-

Ankara’nın Polatlı ilçesinde yapılması düşünülen nükleer atık depolama sahasına ilişkin sorulara yanıt verilmiyor. ‘Akkuyu’nun nükleer atığı Polatlı’da yapılan tesise mi taşınacak?’ sorusu kritik önemde.

Gaziemir’de eski kurşun fabrikasına bırakılan nükleer atıkların ‘temizlik’ çalışmaları kapsamında, Torbalı’da boş bir alana döküldüğü İzmir Büyükşehir Belediyesi ekiplerince ortaya çıkarıldı. Siyaset dedikodusuyla vakit geçiren medya bu skandalı göz ucuyla gördü. Nükleer santral çalıştırmanın eşiğine gelen Türkiye’de nükleer atık konusunda endişelenmemek mümkün mü? Ben de endişelerimi gidermek ve yok edilmesi mümkün olmayan bu atıkların akıbetini öğrenmek için bilgi edinme hakkımı kullandım. Gelen yanıtları ve akılda kalan soru işaretlerini paylaşıyorum.

SORUMLULUK TENMAK ŞİRKETİNİN

Nükleer Enerji ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü’nün verdiği yanıta göre, “Kullanılmış yakıtlar 7381 sayılı kanuna göre işletme süresi boyunca NGS sahasında depolanacak. Radyoaktif atıklar ise tesis sahasında depolandıktan sonra TENMAK tarafından kurulacak olan yakın yüzey bertaraf tesisine gönderilecek”. Bahsedilen 7381 sayılı Nükleer Düzenleme Kanunu’nun 9. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Nükleer santrallerde ortaya çıkan kullanılmış yakıtlar, işletme ömrü boyunca nükleer santral sahasında depolanır” yazıyor. Santralın işletme süresinin 60 yıl olduğunu biliyoruz. Demek ki içinde plütonyum-239 gibi 244 bin yıl radyoaktif kalabilen çok tehlikeli nükleer atıklar ilk 60 yıl boyunca Akkuyu Nükleer Santralı’nda bekletilecek.

Sorduğum aynı sorulara Nükleer Düzenleme Kurumu’ndan (NDK) gelen yanıt ise daha fazla detay içeriyor. NDK, atıklarla ilgili sorumluluğun proje şirketinde, yani santralın sahibi Rus devlet şirketlerinde olduğunu hatırlatıyor. 60 yıl sonra ne olacak kısmı da aslında aynı kanunda belirtilmiş. Dokuzuncu maddenin bendinde, “Türkiye Cumhuriyeti egemenlik alanında yapılan faaliyetler neticesinde ortaya çıkan radyoaktif atıklar TENMAK tarafından bertaraf edilir” açıklaması var. Ruslar santralı kapatıp gittikten sonra nükleer atıklar Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na (TENMAK) yani Türkiye’ye kalacak.

60 YIL KRİTERİNDEN SÖZ EDİLMEDİ

Akkuyu’daki santralın 2012 yılındaki bilgilendirme toplantısını yerinde izlemiştim. Akkuyu Nükleer A.Ş. orada 28 soruluk bir kitapçık dağıtmış, 25 numaralı, “nükleer santralın atıkları ne olacak” sorusuna da “Akkuyu Nükleer Santrali’nde kullanılmış yakıt Rusya’ya gönderilecektir” yanıtını yazmıştı. Şirket, eski internet sitesine de atıkların Rusya’ya gideceğini (türünü belirtmeden sanki hepsi Rusya’ya götürülecekmiş gibi) yazmış, bir de alay edercesine, atıkları Türkiye satın almak isterse Türkiye’de de kalabilecek” demişti. Demek ki halkı hep yanlış bilgilendirmişler. 60 yıldan ve Türkiye’de kalacak düşük ve orta seviyeli nükleer atıklardan hiç bahsetmediler.

NDK’den gelen yanıtta, barışçıl kullanım ilkesine de özel bir vurgu yapılmış. Türkiye’nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olduğu ve nükleer silah yapmayacağına ilişkin Rusya ile yapılan anlaşmadaki taahhütler hatırlatılmış. Buradan, Rusya’nın Mersin’deki nükleer santralında 60 yıl bekletilecek, plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanabilecek maddelerin alınarak, hiçbir zaman Türkiye’nin kontrolüne geçmeyeceğini anlıyoruz. Nükleer santraldan Türkiye’nin silah üreteceğini düşünenler ve pahalı ve tehlikeli nükleer santralları bir güç kazanımı gibi göstererek pazarlayanları üzecek bir vurgu.

POLATLI’DA 4 BİN DEKAR ALANA NE YAPILACAK?

Tüm sorularıma yanıt aldım mı? Hayır. İki kurum da “Ankara’nın Polatlı ilçesinde yapılması düşünülen nükleer atık depolama sahasının işlevi ve hangi atıkları barındıracağı sorusuna yanıt vermedi. Ya bu planlar net değil ya da bu konuyu gündeme getirmek istemiyorlar. Meralarını korumak isteyen Ankaralıların tepkisinden korkuyor olabilirler. Polatlı İlçe Tarım Müdürlüğü 4 bin dekarlık alana yapılmak istenen bu tesise karşı olumsuz rapor vermişti. Tepkiler nedeniyle AKP İlçe Başkanı da projenin geri çekildiğini açıklamıştı ama AKP döneminde sözler malum suya yazılıyor.

Akkuyu’daki her bir reaktör, kullanılmış yakıt da dediğimiz yüksek seviyeli atıklardan her 1-1,5 yılda 30 ton civarında üretecek. Santralda dört reaktör var. Bir de düşük ve orta seviyeli nükleer atıklar var. İşçilerin elbiseleri, kullanılan aletler ve radyasyon bulaşmış malzemeler gibi. Düşük seviyeli atıkların miktarı yüksek seviyeli atıkların 30 katı kadar. Polatlı’da kurulmak istenen tesis Sinop ve Mersin arasında bu amaca hizmet için planlanmış olabilir. Çünkü TENMAK, 2035’e kadar bu atıkların depolanacağı yakın yüzey bertaraf tesisini kurmakla yükümlü.

                                                                  /././

12 Mart ve ‘ulusalcı sosyalizm’-Şükrü Aslan-

Herhalde bu ülkenin büyük bölümü için 12 Mart, genellikle canına kıyılan gencecik devrimcileri hatırlatır. Sonraki yıllarda her biri, birer lider sembole dönüşmüş Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya isimlerinde temsil edilen nice genç devrimcinin, idam edilerek, kurşunlanarak ya da işkence ile öldürülmeleri, toplumsal hafızada 12 Mart’ı özel bir yere taşımıştır.

12 Mart, Türkiye sosyalist hareketinin düşünsel tarihinde de ciddi kırılmalara işaret eden bir dönem anlamına geliyor. Zira o süreçte sol-sosyalist hareketin iki temel özelliğinden birisi giderek kitleselleşmesi, diğeri de kendisini kuşatan düşünsel siyasal kabuğu kırmaya başlamasıydı. Herhalde bu iki özellik sistemin teyakkuz halini de tetiklemiş olmalıydı.

1960’lı yıllardan başlayarak sosyalist hareketin politik dili net biçimde ‘ulusalcı’ydı ve bu eğilim 1960’lı yıllar boyunca baskın olmaya devam etti. Mesela Türk Solu, 17 Kasım 1967’de, ilk sayısında, ‘her içtenlikle ‘Türküm’ diyenin, el ele omuz omuza güç birliği halinde gerçekleştireceği anti-emperyalist ve anti-feodal demokratik devrim’ hedefini işlemişti. 27 Mayıs darbesi mimarlarından Suphi Karaman derginin başyazarı idi. 1 Aralık 1967 tarihli 3. sayısında ‘Türk ulusunun tarihi görevleri’ gibi yazılar vardı. 8 Aralık tarihli 4. sayısında okuyucularından gelen ‘Türk’ kavramına yönelik sorulara; ‘Bizce ulus teriminin bilimsel açıklamasına sadık kalmak o kadar da önemli değil’ denilerek ‘fonksiyonel bir yaklaşım’ benimsenmişti. Dergide ‘Ulusal Açıdan’ başlıklı bir de köşe vardı. Türk ulusal kimliğine bağlılık her sayıda izlenebiliyordu. Derginin 3 Eylül 1968 tarihli 42. sayısı ‘30 Ağustos’a Layık olmak’ başlığıyla çıkmıştı. 50’nci sayıda Hikmet Kıvılcımlı, Mustafa Kemal’e referansla Cumhuriyeti; anti-feodal, anti-emperyalist ve hatta anti-kapitalist diye tanımlamıştı.

∗∗∗

İşçi Köylü Gazetesi de ulusalcı politik siyasete dair ilgi çekici yazılara yer vermişti. 8 Kasım 1969’da çıkan 8’inci sayısı ‘Ölümünün 31’nci yılında Mustafa Kemal’in bağımsız Türkiye’sinde değil Amerikan boyunduruğu altında yaşıyoruz’ söylemiyle çıkmış ve sıklıkla Atatürk’e referans verilmişti. Gazete manşetinde şu ifadeler vardı: “Temel ilke Türk milletinin şerefli ve onurlu bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanır. Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir.”

İlk sayısı Kasım 1968’de çıkan Aydınlık Sosyalist Dergi de aynı çizgideydi. Derginin ikinci sayısında Mustafa Suphi’nin 1914’de yayınlanmış ‘Türklüğün İstikametleri’ başlıklı yazısı yer almıştı. Her ne kadar Suphi’nin o yıllarda henüz sosyalist olmadığı vurgulansa da, Türklüğü; nüfus, vahdet, servet, dil vb. yönlerden ele alan makalenin yayınlanması, dönemin ulusalcı siyasetiyle ilgiliydi.

Benzer biçimde Proleter Devrimci Aydınlık’ın ilk sayısında da baskın dil ulusalcıydı. Dergide subaylara referansla şu vurgu dikkat çekiyordu: ‘Korksun emperyalistler, korksun işbirlikçiler ve onların zavallı uşakları. Ne rütbe ne nişan peşindeyiz. Erzurum Kongresinde üniformasını bırakan Mustafa Kemal’in sönmez ateşindeyiz.’

∗∗∗

Bu ulusalcı dil içinde Kürtler söz konusu olduğunda başka bir argümana geçiliyor, ‘feodalizm’ vurgusu öne çıkıyordu. Mihri Belli ‘anadil ve kültür derslerinin bugün ağa ve şeyh tahakkümü altındaki doğuda başıboş bırakılması, demokratik gelişmeye aykırı düşen durumlara sebep olabilir. Arapça fetva ile isyana girişen Şeyh Sait’in izinde yürüyen gerici durumun, doğuda laik okul yerine medrese açması pekala mümkündür’ demişti. Belli, Türk-Kürt birliği ve Kürtlerin Ermenilerden farklılığını tuhaf biçimde İnönü’ye referansla açıklamıştı. Ağustos 1969’da yayınlanan 10. sayıda ise Kazım Karabekir’in 1920’de yazdığı bir genelgeye de yer verilmişti.

1970’lere doğru gelirken kitleselleşen sosyalist hareketin ‘ulusalcı sosyalizm’ siyaseti kırılmalar yaşamıştı. Sosyalist gençler, bir yandan ‘ulusalcı’ saymadıkları sisteme karşı şiddeti esas alırken, ‘ulusalcılığı’n kendisini de sorgulamaya yönelmişlerdi. Bu kırılma sosyalist geleneğin bir kısmının sistemin kontrolü dışına çıkması anlamına geliyordu ve bir büyük bedel demekti. 12 Mart o bedeli hatırlatıyor

                                                             /././

Taşlar yerine oturuyor -Berkant Gültekin-

Suriye’nin kıyı bölgelerinde yüzlerce Alevi sivilin katledildiği günlerde, HTŞ ile omurgasını YPG’nin oluşturduğu SDG arasında mutabakat anlaşması imzalandı. HTŞ lideri Colani ile SDG komutanı Mazlum Abdi’nin imzaladığı 8 maddelik mutabakat, SDG’in kontrol ettiği Rojava bölgesindeki sivil ve askeri kurumların, sınır kapılarının, havaalanlarının, petrol ve doğalgaz kaynaklarının devlet yönetimine dahil edilmesi ve aynı zamanda Kürt toplumunun anayasal haklarının garanti altına alınması gibi önemli maddeleri içeriyor.

HTŞ-SDG mutabakatı farklı pencerelerden okunabilir. Zira bir taraf, PKK lideri Öcalan’ın çağrısını destekler şekilde SDG’nin de bu mutabakatla silah bırakmayı kabul ettiğini ve doğal olarak sürecin Türkiye’deki gelişmelerle tam uyumlu olduğunu düşünüyor. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan da dün yaptığı açıklamada mutabakatın Öcalan’ın çağrısına uygun olduğunu söyledi. Diğer yandan ise “Mutabakatın içeriğinin hayata nasıl geçtiğine bakmak lazım diyenler” var. 80-100 bin arasında silahlı gücü olduğu söylenen SDG, bütünüyle Suriye ordusuna dahil mi olacak yoksa onun içinde kendi örgütsel kimliğini koruyarak, bir tür “jandarma” rolüyle mi konumlanacak, şimdi bu gibi sorular akıllarda…

Kürt siyasi hareketinin Suriye kolu bu mutabakatı, içeriğindeki maddelerin de ötesine geçen bir pozitif tavırla karşıladı. PYD lideri Salih Müslim, “Bu anlaşma ile Rojava Devrimi perçinlendi diyebilir miyiz? En azından bölgesel anlamda Rojava statü kazandı diyebilir miyiz?” sorusuna “Evet, perçinlendi diyebiliriz” cevabı verdikten sonra şöyle devam ediyor: “Biz bu kadar savaştık ve bu kadar mücadele ettik, sonuçta artık her şeye ortak oluyoruz. Bu devletin her şeyine ortak oluyoruz. Yönetimine, anayasasına, yaşamına, ekonomisine, her şeyine ortak oluyoruz.”

Her şeyin ötesinde bu anlaşmanın sürpriz olmadığının altını çizmek gerek. Mazlum Abdi, Esad’ın düştüğü 7 Aralık gününden bu yana HTŞ ile görüşebileceklerini, “daha önce HTŞ hiç çatışmadıklarını” vurgulayarak dile getiriyordu. Zira ABD ile İsrail’in yeni Suriye’nin dizaynına ilişkin planı da bunu zorunlu kılıyor. HTŞ-SDG mutabakatının garantörü de ABD. Nitekim SDG Sözcüsü Ferhad Şami de iki yapı arasındaki anlaşmasının ön hazırlık niteliğinde olduğunu ve ABD’nin bu anlaşmanın ana taraflarından biri olduğunu kaydetti. Ayrıca imza töreni öncesinde ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı Komutanı Kurilla’nın Abdi ile görüştüğü, Abdi’nin Humus kırsalındaki bir havaalanından mutabakatın imzalandığı Şam’a, ABD’ye ait bir helikopterle gittiği iddia edildi.

Elbette Türkiye’de Bahçeli’nin sürükleyicisi olduğu süreç, Öcalan’ın PKK’ye yaptığı silah bırakma ve fesih çağrısı da Suriye’deki son gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Her biri bütünün parçası ve atılan adımlar bir noktada kesişiyor. Fakat medyada iddia edildiği gibi bu süreç “barış ve demokrasi” ekseninde yürümüyor. “Kürt sorununda çözüm” gibi bir niyet veya kapsam da yok. Belki tekrara düşeceğiz ama yine vurgulayalım: Bu iktidara göre Türkiye’nin bir Kürt sorunu yok. Bugün kimilerince “demokrasi kahramanı” olarak alkışlanan Bahçeli bile “Kürt sorunu yoktur” noktasından yarım santim ileri gitmiş değil. Kaldı ki bir demokrasi sorunu, demokrasinin en temel kaidelerinin ortadan kalktığı bir iklimde çözülemez.

Mesele tamamen şekillenmekte olan jeopolitik denklem ve ona bağlı olarak içeride rejimin elde edeceği politik avantajlarla ilgili. Bahçeli’nin manevrası ve Öcalan’ın çağrısı, yeni Suriye’nin dizaynında Kürtlere biçilen rolle ilişkilendirerek anlaşılırsa, fotoğraf daha da netleşecektir. Türkiye devleti, yeni bölge gerçekliğine uygun bir paradigma benimseme evresindeyken, içeride bu dinamiği muhalefeti ayrıştıracak ve Kürt hareketini müstakil pozisyona çekecek bir kaldıraca dönüştürmenin yolları aranıyor. Süreci idealize etmek, ona ait olmayan yüceltici sıfatlar yüklemek ya da onu iç politikadaki ihtiyaçlardan ayrı tutmak, büyük bir yanılgı. Seyir olumlu ya da olumsuz olabilir ancak bu gerçek zaman içinde çok daha berrak bir şekilde görünür olacak.

                                                                /././

ABD planı istikrar getirmez

Öcalan’ın mektubundan bu yana geçen sürede tablo netleşiyor. Suriye’de “uzlaşı”, Türkiye’de ise Erdoğan’a bir kez daha başkanlık yolunu açma çabası sürüyor. Bu süreçte içeride demokratikleşme adına bir adım atılmadı. Suriye’deki tarafların “uzlaşısı” ise ABD’nin talebiyle kurulan “kazan kazan” ilişkisinden ibaret.

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 27 Şubat’ta “silah bırakma ve örgütü lağvetme” çağrısından bu yana “çözüm süreci” tartışması Suriye’den Ankara’ya bir dizi gelişmeyi beraberinde getirdi. Öcalan’ın çağrısının ardından silah bırakmanın Suriye’de faaliyet yürüten YPG’yi de kapsayıp kapsamadığı, çağrı metninde yer almasa da Öcalan’ın ilettiği “hukuki zeminin” yaratılıp yaratılmayacağı, içeride demokratik adımların atılıp atılmayacağı gibi pek çok belirsizlik gündemdeki yerini korurken Suriye’deki son gelişmelerle birlikte tablo netleşmeye başladı.

Öcalan’ın yanı sıra DEM Parti Eş Başkanları, MHP Lideri Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kandil ve SDG komutanlarından yapılan açıklamalar sürecin geldiği boyuta ilişkin bazı ipuçları ortaya koydu. Geçtiğimiz 2 haftalık sürecin yansımalarına bakalım.

Sorun çözülmedi: MHP Lideri Bahçeli’nin Öcalan çağrısıyla başlayan süreçte Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik hiçbir adım atılmadı. Bu süreçte kayyum atamaları devam ederken muhalefet yargı sopasıyla kuşatılmaya çalışıldı. İmralı heyeti, iktidarla bir anlaşma olmadığını savundu. Saray’ın Danışmanı Mehmet Uçum, içerideki Kürt sorununun bittiğini öne sürdü. Bahçeli, Kürt hareketinin önde gelen aktörleriyle telefon trafiği yaparken, Kürt hareketinden Bahçeli’ye samimi mesajlar verildi. Neredeyse hiç konuşmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, nihayet dün kendisine soru soran gazetecilere, “İmralı heyetine randevu verebilirim” yanıtını verdi. Geçmişin ‘Yetmez Ama Evet’çi isimleri de devreye girerken ülkede bir bahar havası estirilmeye çalışıldı. Ancak iktidarın kendi çözümünü dayattığı, demokratikleşme adına bir adımın atılmadığı görülmüş oldu.

Bugünün BirGün'ü

Muhalefeti bölme çabası: İktidar, 2018’den bu yana karşısında duran Erdoğan karşıtı cephede gedikler açmanın arayışına girmişti. Çözüm tartışmaları, Suriye’deki gelişmelerle birlikte içeride muhalefeti bölmenin bir aracı olarak öne sürüldü. Kürt hareketini 2010 referandumundaki gibi en azından “tarafsız” bir noktaya çekmeye, bütününü yanına alamasa da bir kısmını muhalefet blokundan koparmaya çalıştığı görüldü. Bunun için en iyi kozun yeni Anayasa tartışması olduğu, kimi göstermelik adımlarla da Kürt hareketini ikna etme çabalarına girişeceği anlaşılıyor. Rejim açısından tüm sürecin en önemli karşılığı da iç politikanın yeniden dizayn edilmesi, muhalefet blokunun bölünmesi ve Erdoğan’a bir kez daha başkanlık koltuğu sunacak formülün hayata geçirilmesi.

Kırılgan anlaşma: İktidar ve Öcalan arasında sürdürülen çözüm tartışmalarının dış politikada yaşanan yeni dizilimle doğrudan ilgisi olduğu görüldü. Şam’ın ve Esad yönetiminin düşmesinin ardından Ortadoğu’da emperyalist yeni bir dizilim oluştu. ABD’nin bölgedeki iki önemli müttefiki olan Türkiye ve Kürt hareketini çatışmasız noktaya çekme çabası Trump’ın açıklamalarında da görülmüştü. Öte yandan HTŞ ile SDG’nin apar topar masaya oturtulması, tüm tarafların “kazanım” sağladığı algısıyla olumlu karşılandı. Anlaşmanın taraflara ne getireceği henüz netleşmese de Bianet’e konuşan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nde ‘belirleyici parti’ konumundaki Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) Dış İlişkiler Sözcüsü Salih Müslim, “Bizim esas uygulamak istediğimiz, radikal demokrasi. Merkeziyetçi olmayan bir sistem içinde, yerel yönetimleri güçlendirmek temel hedefimiz” diyerek durdukları noktayı açıkladı. Yandaş medya ise anlaşmayı iktidar açısından bir “kazanım” olarak sunma yarışına girdi.

Yeni düşman kategorisi: Tüm bu süreçte iktidarın ana hedefi CHP yönetimi, CHP’li belediyeler, belediye başkanları ve Cumhurbaşkanlığı için adaylığını açıklayan Ekrem İmamoğlu oldu. Belediyelere operasyonların ardı arkası kesilmedi. İmamoğlu’na diploma soruşturması açılırken yakın çevresi de kuşatıldı. CHP kurultayından CHP İstanbul İl Başkanı’na yönelik soruşturmalara kadar ana muhalefet partisi hedef tahtasına konuldu. Aynı zamanda Gezi Direnişi’nin bir kez daha yargı sopası olarak muhalefete yönelik operasyonlarda kullanılacağı, muhalif gazete ve televizyonların susturulmak istendiği, sokak röportajına konuşanların bile gözaltına alındığı rejim kendisini tahkim etmeye çalışıyor. Bunu yaparken de dost-düşman ayrımını yeniden şekillendiriyor.

Öte yandan HTŞ ve SDG arasında yapılan antlaşmanın yankıları sürerken Şam’da gazetecilik yapan Sarkis Kassargian ve Emekli Diplomat Engin Solakoğlu süreci değerlendirdi.

ABD BASKISIYLA YAPILDI

Her şeyden önce bu sürecin de antlaşmanın da ABD’nin isteği doğrultusunda olduğunu söyleyen Kassargian, “Yapılan antlaşma zamanlama olarak da ABD’nin baskısıyla hayata geçti” dedi. Kassargian, şöyle konuştu:  “ABD, SDG’yi teröre karşı savaşta ortak olarak niteliyor. Colani’nin de Şam’da radikal unsurlar üzerindeki hâkimiyetinin zayıfladığını düşünen ABD, hem Colani’nin gücünü çevrelemek hem de var olan radikal unsurlara karşı oluşturulacak yeni Suriye Ordusu’nda bir denge gütmek istiyor. SDG’yi El Nusra ve IŞİD ile savaşan güçler olarak görmeleri de bu çerçevede önemli. Üstelik sadece Kürtler değil Arap aşiretleri de bu dengeyi kurmak açısından, ABD açısından önemli faktörler”

KAZAN KAZAN İLİŞKİSİ

Anlaşmanın bu kadar hızlı olmasının da aktörler açısından kazanımlarla ilgili olduğunu vurgulayan Kassargian, ABD’nin isteği karşısında taraflar da kazan kazan ilişkisi içerisindeler” dedi.

Kassargian şu ifadelere yer verdi: “Şam yönetimi açısından tam da dünya kamuoyu üzerindeki baskısı artan Colani, bu anlaşmayla tekrar meşruiyet kazandı. Suriye içerisinde de güç mesajı vererek ülke bütünlüğünün kendilerinden geçebileceğini göstermek istediler. Öte yandan ekonomik sıkıntılar içerisinde petrol ve gaz yataklarına da bu anlaşmayla ulaşma hedefindeler.

Kürt hareketi için ise durum tarihlerinde ilk kez bu kadar resmi bir düzeyde anlaşma yapmaları oldu. Deyim yerindeyse varoluşunu belgelendirdiler diyebiliriz. Colani’nin Suriye’deki tüm gruplarla el altından anlaşma yaparken SGD ile aynı seviyede bir anlaşma yapıldı. Colani’nin imzasının yanı başında yer alan Mazlum Abdi’nin imzası da bunu kanıtlar nitelikte oldu.

∗∗∗

KÜRT PARTİLERDEN FARKLI TEPKİLER

Kürt siyasi partilerden de anlaşmaya farklı tepkiler geldi. Rudaw’da yer alan habere göre o tepkiler şöyle:

• Suriye Kürdistan Cephesi: Anlaşma Kürt halkının taleplerini yerine getirmediği, sadece Şam’daki yeni yönetimin güçlenmesine hizmet ettiği ve Kürt halkının haklarını anayasal olarak güvence altına almadığı gerekçesiyle eleştirildi.

• Suriye Kürt Birliği Partisi:  Kürtlere ait hiçbir şey içerisinde yer almıyor. Kürt bölgelerine de atıfta bulunulmamış

• Suriye Kürdistan Demokrat Partisi: "Suriye ölçeğinde olumlu bir adım”  Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ise konuya ilişkin şimdilik bir yorumda bulunmadı.

∗∗∗

TÜRKİYE TARAF OLDU

Suriye Demokratik Meclisi (MSD) Eş Başkan Yardımcısı ve MSD’nin Şam Temsilciliği Sorumlusu Ali Rahmun, cihatçı HTŞ güçleri ile SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi arasında imzalanan anlaşmada Türkiye’nin de “taraf” olduğunu açıkladı.

Rûdaw’a konuşan Rahmun, Türkiye’nin anlaşmayla ilgili bilgilendirildiğini ve gelecekte Suriye’de barışın sağlanmasında önemli bir rol oynayacağını belirtti.

∗∗∗

5 HTŞ’Lİ TERÖR LİSTESİNDEN ÇIKARILDI

Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği ve Emniyet’in de terör listesinde yer alan cihatçı HTŞ güçlerinin 13 militanından 5’i terör listesinden çıkarıldı.

∗∗∗

METİN SİYASETEN KULLANIMA ELVERİŞLİ

Emekli Diplomat Engin Solakoğlu da gelinen aşamanın şaşırtıcı olmadığını ve içeriğinin çelişkiler barındırdığını ifade etti.

Solakoğlu, “Anlaşmanın uygulanıp uygulanmayacağı ya da ne ölçüde ve ne zaman hayata geçeceği ayrı bir soru işareti. Bir de anlaşma maddelerinin yorumlanması konusunda taraflardan çelişkili açıklamalar geliyor ki aslında bu da bölgemiz usulü diplomasi çerçevesinde olağan karşılanabilir. Her iki taraf da kendi tribünlerine “istediğimizi aldık” mesajı veriyor. Anlaşmayı kendi perspektiflerinden yorumlayan kimi çevreler bile örneğin “anlaşma Alevileri güvenceye alıyor” gibisinden bir şeyler uydurabiliyorlar. Demek ki metin yeterince muğlak ve siyaseten kullanılmaya elverişli. Bunun bir diğer anlamı ise, metnin Suriye’nin ve bölgenin geleceği bakımından hiçbir somut iyileşme sağlama iddiasının bulunmadığıdır” ifadelerini kullandı.

COLANİ’Yİ KURTARMA OPERASYONU

Anlaşmanın kıymetinin içerikten ziyade zamanlamayla ilgili olduğunu belirten Solakoğlu, şöyle konuştu: “Suriye’de yönetim el değiştirdiğinden beri yaşanan en kanlı katliamla neredeyse eşzamanlı olarak kamuoyuna duyurulması bu izlenimi veriyor. Lafı çok da dolandırmayalım. Anlaşma bu haliyle Alevi katliamıyla çarşafa dolanan ve Suriye’yi yönetebilme yeterliliği kendisini iktidara taşıyan geniş koalisyon içinde dahi sorgulanan HTŞ ve Colani’yi kurtarma operasyonudur. Mazlum Abdi’nin, Lazkiye sokaklarındaki kurbanların cesetleri henüz kaldırılmamışken bir ABD helikopterine bindirilip Şam’daki masaya kondurulmasının tesadüf olması mümkün değildir.

ABD’nin bu anlaşmadaki rolünün yolcu taşımacılığının bir hayli ötesinde olduğunu tahmin etmek için uzmanlık gerekmez. SDG’nin attığı herhangi bir siyasi adımın ABD iradesinden bağımsız olamayacağını herhalde bölgeyi izleyen herkes öğrenmiştir. Bu bir ABD projesidir. Haliyle bu anlaşma  İsrail’in ve HTŞ’nin “velisi” konumundaki Türkiye’nin bilgisi dışında gerçekleşmemiştir. HTŞ ile SDG arasındaki ABD patentli yakınlaşmanın Türkiye’de devam eden “süreç”le ilişkili olduğu da açıktır. Burada mesele her iki “yakınlaşma”nın halkları, hangi nihai hedef çerçevesinde, nereye doğru sürüklemeyi amaçladığıdır. Sol adına konuşup ABD patentli bu projeden bölge hakları için iyi bir sonuç çıkar diyebilenler hakkında hükmü tarih verecektir. Ben kendi adıma buradan barış filan değil ancak daha büyük bir savaşın hazırlığı çıkar görüşündeyim.

CİHATÇILARLA BARIŞ GELMEZ

Anlaşma uluslararası meşruiyet kurma çabasındaki HTŞ için olduğu kadar Suriye’de ana omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu SDG için de bir kazanımdır. Uygulanması halinde Suriye Kürtleri için elverişli bir durum yaratacaktır. Bu haliyle Türkiye’deki DEM ana çizgisi tarafından olumlu karşılanması da olağandır. Sonuç olarak etnik milliyetçi bir omurgadan söz ediyoruz. Yalnız içeriği geniş yorumlama çabaları daha çok DEM’in iç çelişkileriyle ilgilidir. Olmayanı icat etmeye gerek yok. Elimizdeki metin Alevi katliamını durduracak bir metin değildir. Cihatçı/mezhepçi kafa yapısını değiştirmesini bekleyenlere ise çok diplomatik bir terim kullanmak gerekirse ancak “iyimser” diyebiliriz. 24 saat önce Alevi katliamları durdurulsun diye gayet haklı olarak sokağa çıkanların, HTŞ’nin elini sıkmak katliama ortak olmaktır diyenlerin, birdenbire bu anlaşmanın savunucusu kesilmeleri, satır aralarında hikmet aramaları ahlaki olmaktan çok en dar ve olumsuz anlamıyla siyasi bir tercihtir.

                                                               ***

Cemaat istedi, CHP’li belediye onayladı: Yurt arazisi tahsis edildi -İlayda SORKU-

Edirne Belediyesi, Nur Cemaati’ne bağlı derneğin ve İlim Yayma Vakfı’nın imar değişikliği taleplerini onayladı. Kararla birlikte derneğe tahsis edilen ve “konut alanı” olarak görünen arsa “özel yurt alanı” olarak değiştirildi. Yurttaş tepkili.

Edirne Belediye Meclisi’nin Şubat ayı toplantısında, daha önce İmar Komisyonu’na havale edilen imar planı değişiklikleri oy birliğiyle kabul edildi. Meclis, Nur Cemaati’nin Yazıcılar Grubu’na bağlı Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği’ne, Milli Emlak Müdürlüğü tarafından 49 yıllığına kiralanan ve “konut alanı” olarak görünen 1055 metrekarelik arsanın “özel yurt alanı” olarak değiştirilmesi talebini onayladı. Aynı oturumda, daha önce geri çekildiği belirtilen gerici İlim Yayma Vakfı’nın imar değişikliği başvurusu da kabul edildi.

KAMU YARARI YOK

Edirne Barosu, Edirne Kent Konseyi ve bölge halkı her iki değişikliğe de itiraz etti. Yapılan plan değişikliklerinin şehircilik ilkelerine, imar mevzuatına ve kamu yararına aykırı olduğunu belirtildi. Demokratik kitle örgütleri ve bölge halkı, Edirne Belediyesi’ne kararların iptali için başvuruda bulundu. İtiraz dilekçelerinde, şu ifadeler yer aldı:“Maliye Hazinesi’ne ait taşınmazların, ilgili özel kurum lehine ticari kazanç sağlama amacıyla kullanıma açılması kamu yararı ilkesi zedelemektedir. Bu taşınmazlardan tüm kamunun faydalanması gerekirken belirli kişilere sunulması Anayasaya aykırıdır. Ayrıca, eğitim hakkının kullanılması, konaklama ihtiyacının karşılanması Anayasamıza göre devletin görevleri arasındadır. Bu nedenle, bu görevin özel kişilere devredilmesi, eğitimde eşitlik ilkesini zedeleyeceğinden kiralayan kişilerin ticari kazanç sağlamalarına yol açmak suretiyle kamu yararını ortadan kaldıracaktır.”

SOL Parti Edirne İl Sözcüsü Nazım Türkoğlu, kararların laikliğe aykırı olduğunu belirtti. Öğrenciler için yurt ihtiyacının bir gerçek ve kamusal bir sorumluluk olduğuna değinen Türkoğlu, “Ancak cemaat ve tarikat bağlantılı yurtlarda yaşanan olumsuzluklar herkesin bilgisi dâhilindedir. Belediyenin bu yapılara destek vermesi, halkçı bir yönetim anlayışıyla bağdaşmaz. Bu özel plan değişiklikleri iptal edilmelidir. Kamusal, laik ve demokratik bir anlayışla öğrencilere güvenli ve erişilebilir yurtlar sağlanmalıdır. Belediye, halkla hareket ederek kente gerçekten kamucu bir yaklaşım kazandırmalıdır” dedi.

Edirne Kent Konseyi Başkanı Özer Demir de “Hukukçuların, mimar ve mühendislerin de yer aldığı grubumuzda bu parsel bazında yapılan değişikliğin imar mevzuatına, planlama esaslarına aykırı olduğu görüşü oluştu. Bunun yanında bu imar değişikliklerinin laiklik karşıtı odaklara ayrıcalık tanıdığı gerçeği de ortaya çıktı” dedi. Öğrencilerin barınma ihtiyacını karşılamanın devletin asli görevi olduğunu vurgulayan Demir, “Maalesef bu alanda yıllardır bilinçli olarak boşluklar oluşturularak çocuklarımızın- gençlerimizin bu yapılara mecbur bırakılmaya çalışılmaktadır” diye konuştu. Kentteki demokratik kitle örgütleri olarak bu kararı alan yereldeki muhataplara konuyu sorduklarında tatmin edici hiçbir yanıt alamadıklarını belirten Demir, şöyle konuştu: “Belediye Meclis kararına itiraz dilekçelerimizi kurumsal ve bireysel olarak Belediye Başkanlığı’na verdik. Olumsuz yanıtlanmasına halinde ise hukuki süreçlerle ilgili hazırlıklarımıza devam ediyoruz. Bu karar derhal düzeltilmeli.”

∗∗∗

UYGUN DEĞİL DENİLMİŞTİ

Nur Cemaati’ne bağlı Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği, TOKİ konutlarının bulunduğu alanda, 1055 metrekarelik arsanın imar planında “özel yurt alanı” olarak değiştirilmesi için Edirne Belediyesi’ne başvurmuştu. Belediye meclisinin toplantısında, İlim Yayma Vakfı adına Serkan Tiryaki’nin yaptığı imar değişikliği başvurusu gündeme alınmış ve komisyona iletilmişti. Ocak’ta İlim Yayma Vakfı’nın talebine ilişkin İmar Komisyonu “uygun değil” raporu vermişti. Belediye Başkanı ise vakfın talebini geri çektiğini duyurmuş ve imar raporunu gündemden çıkarmıştı. Geçen ay yepılan imar komisyonu, daha önce geri çekildiği belirtilen İlim Yayma Vakfı’nın başvurusu ile Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği’nin imar planı değişikliği için “uygundur” raporu vererek kabul etmişti.

                                                                  ***

Yurtdışına 372 kişi gönderildi -Mustafa Bildircin-

Diyanet, 2024 yılında yurtdışında gerçekleştirilen organizasyonlara 372 kişiyi görevlendirdi. Personelin yeme, içme ve konaklama gideri 345 milyon TL olarak tahmin edilirken yurtdışı personel sayısı 576’ya ulaştı.(https://www.birgun.net/haber/yurtdisina-372-kisi-gonderildi-606816)

                                                                   ***

İmam hatip seferberliği: Akademik başarı için 40,4 milyon TL’lik kredi -Mustafa Bildircin-

Din görevlisi yetiştirmek amacıyla kurulan imam hatip liselerinin akademik başarısının geliştirilmesi amacıyla harcanan toplam para belli oldu. İmam hatip okulları öğrenci başarısının artırılmasına yönelik AR-GE çalışmaları için Alman Kalkınma Bankası’ndan alınan 46 milyon TL’lik kredinin 40,4 milyon TL’sinin 2020-2024 döneminde harcandığı belirtildi.(https://www.birgun.net/haber/imam-hatip-seferberligi-akademik-basari-icin-40-4-milyon-tllik-kredi-606825)

                                                              ***

Rexx’ten vazgeçilmez -Tuğçe Çelik-

Kadıköy’deki Rexx Sineması’nda yıkım çalışmaları yapılması yurttaşların tepkisini çekti. Yüksek Mimar Yapıcı, “Bu yapı bir kültür varlığı, rahatlıkla güçlendirme yapılabilir. Yapının içinde bulunduğu alan hem arkeolojik hem de kentsel sit alanı” diye konuştu.

İstanbul’un Kadıköy ilçesindeki Rexx Sinemasıkent belleğinin önemli sembollerinden biri. Tarihi 1873'e dayanan ve sinema olarak 1962'de hizmet vermeye başlayan bu mekan, Covid-19 salgınının etkili olduğu 2020'de kapatılmış ve daha sonra bir daha açılmamıştı. Ağustos 2024'te İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, Rexx Sineması'nın "korunması gerekli kültür varlığı olmadığı" yönünde karar almıştı.

Yapının hem "riskli yapı" olması hem de kurul kararının etkisiyle yıkımının önü açılmış, yurttaşlar yaşananlara tepki göstermişti. Kadıköy Kent Dayanışması ve Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi'nin çağrısıyla karara tepki gösteren Kadıköy halkı ve sanatçılar, 14 Ekim'de bir araya gelmiş ve "Binanın rant için yıkılmasına engel olacağız" açıklaması yapmıştı. Uzmanlar, BirGün’e Rexx Sineması’nın önemini ve yasal süreci anlattı.

Yüksek Mimar Mücella Yapıcı, Rexx Sineması’nın akıbetini belirleyecek olan ikinci bilirkişi raporunun henüz tebliğ edilmediğini söyledi.

"Yapının içinde bulunduğu alan hem 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı hem de Kentsel Sit Alanı. 6306 Sayılı Yasa çıkınca yapı ‘riskli yapı’ ilan edildi ve yıkılacağını öğrendik. Yapının tescili için kurula gittiğimizde ‘Bu yapının tescil edilmesine gerek yok’ kararı alındı. Ayrıca ‘riskli yapı’ kararı da olunca yıkımın önü açıldı. Yıkımı durdurmak için kurulun kararını mahkemeye verdik, ‘Henüz yıkım kararı yok, yürütmeyi durdurun’ dedik. Kurul ikinci bilirkişi raporunun beklenmesine karar verdi. Üç bilirkişiden oluşan heyetle keşfe gittik. Ancak bilirkişi raporu tebliğ edilmedi," dedi.

Yapıcı şöyle konuştu:

"Emek Sineması, Saray Sineması, nereye bakarsanız bakın kimliğini kaybeden bir kent var ortada. Rexx Sineması boyutuyla, mimarisiyle, sinemanın dışarıdan algılanışıyla, sinemanın içinden dışarının algılanışıyla çok özel bir yerdi. Mesele gelip ranta dayanıyor. Pek çok yapıyı ihya ediyorlar, bu binayı mı koruyamayacaklar?"

"HATIRALARIMIZ ELE GEÇİRİLDİ HİÇLEŞTİRİLDİ"

Rexx Sineması’nın köklü geçmişine vurgu yapan Sosyolog Prof. Dr. Tül Akbal Sualp, şunları kaydetti: "Kadıköy’deki Rum cemaatinin arsasında bir tiyatro olarak 1873'te yapılır. Afife Jale'nin 22 Nisan 1920’de sahneye çıktığı Apollon Tiyatrosu, 1930’larda ise Hale Sineması olur. Bu yapı 1960 başında yıkılır, yerine Rexx Sineması gelir. Mimar Maruf Önal tarafından modern ve yalın bir sinema binası olarak tasarlanır. Sonunda Marx, ‘Kapitalizmin zamanı, mekânı temellük eder’ der ya, öyle olur. Bir mekânın taşıdığı tarih, hatıralar, anlamlar, deneyimler, onların hikâyeleri de ele geçirilir, hiçleştirilir. Bu amansız ve eşit olmayan bir mücadele. Bir taraf ele geçirir, hiçleştirir, kendileştirir. Karşısında bu kocaman deneyim ufkunun sadece küçük bir parçası öfkelenir, direnir. Birileri belki buradaki yanlışları bulur."

∗∗∗

KENT HAFIZASINDAN PARÇALAR KAYBOLUYOR

Sakarya Üniversitesi’nden Dr. Doğuşcan Göker, "İstanbul’un kapısı sokağa açılan sinemaları kaybetme furyası Rexx Sineması ile sürüyor," dedi. "Sinemaya gitme hali, bireyin kente karışma ve kentli olma durumunu belirleyen önemli unsurlardan biri," diye konuşan Göker, şöyle devam etti: "Evden çıkıp sinemaya gidilen, sokakta olunan ve kentin gündelik yaşayışına karışılan o hâl, uzun süreler İstanbullu olmanın şartlarından birini oluşturdu. 1908’de ilk yerleşik sinema salonuna kavuşan kent, artık AVM’lerin tepesindeki konforlu ama kent için anlamsız yapılara yerini bıraktı. Sinema, yerinden ayrılıp bir AVM’nin içine sokulduğunda kentle olan ilişkisini kaybediyor; franchise ürünler satan hamburgerci ya da kıyafet dükkânı kadar sıradan bir nesne haline geliyor."

"İstanbul kent kimliğinin yegâne alanları, henüz geçen yüzyılın ortasında bile açık hava ve cadde üstü sinemalarıdır. Türk sinemasının Sultan’ı o sinemalardan birinde doğar. O sinemalarda Kemal Sunallar, Sadri Alışıklar veya Cüneyt Arkınlarla tanışır İstanbullu. Rexx’in köşesinde buluşur Kadıköy’e gelen biri. Filmini izler, caddeleri gezer, biraz deniz havası alır. Belki iskeleden bir feribotla Boğaz’a karışarak ya da otobüs duraklarından bir otobüsle stadın yanından geçerek uzaklaşır. Bu anlatıdan Rexx’i çektiğinizde sadece ‘romantik’ anlam kaybolmaz. Bir araya gelinen o mekânlardan birini, kent hafızasının sembollerinden kıymetli bir parçayı, hatta İstanbul’da olmanın anlamlarından birini kaybedersiniz. Rexx, İstanbul için önemliydi ve vazgeçilmez olmalıydı. Bir değerimizi daha kaybetmenin acısı eminim bütün İstanbulluların içine işlemiştir."

∗∗∗

KARŞI OYLARIMIZ SONUÇSUZ

Kadıköy Belediyesi’nin Rexx Sineması'na dair açıklamasının tamamı şu şekilde:

"İstanbul İli, Kadıköy İlçesi, Caferağa Mahallesi, Sakızgülü Sokak, No: 16-18 (YKN:291050) adresinde ve tapuda 22 pafta, 146 ada, 16 parsel sayılı yerde bulunan yapıya mal sahibi (Kadıköy Rum Ortodoks Cemaati Kilisesi Mektepleri ve Mezarlığı Vakfı) tarafından yapılan riskli yapı tespit başvurusu üzerine Aksaş Lab.Yapı Malz. Araş. Geliştirme Merk. San. ve A. Ş. tarafından 6306 sayılı yasa kapsamında hazırlanan rapor 07.05.2024 tarihinde belediyemize sunulmuş olup, Riskli Bina Tespit Raporu 17.05.2024 tarihinde onaylanmıştır.

Tapu Müdürlüğüne “Risklidir” yazısı ve 6306 sayılı Kanun Kapsamında Riskli Yapı Olarak Tespit Edilen Yapıya İlişkin "Tebligat Tutanağı'' nın bir sureti İdaremiz Zabıta Müdürlüğü tarafından 21.05.2024 tarihinde bina kapısına asılmış, bir sureti de aynı gün içerisinde Caferağa Mahalle Muhtarlığına teslim edilmiştir. Bahsi geçen yere ait tapu kayıtlarındaki tek malik "Kadıköy Rum Ortodoks Cemaati Kilisesi Mektepleri ve Mezarlığı Vakfı" adına itiraz edilmeyeceğine dair sunulan taahhütnameye istinaden, riskli yapı kararı kesinleşmiş ve belediyemiz tarafından “Harçlardan ve Ücretlerden Muafiyet yazısı” (Kesinleşme Yazısı) 24.05.2024 tarihinde yazılmıştır.

26.06.2024 tarihinde yapılan 5 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna yapılan tescil talebi başvurusu üzerine, 29.07.2024 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kadıköy Belediyesi temsilcilerinin karşı oylarına rağmen 5 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu oy çokluğuyla kültür varlığı tesciline gerek olmadığına ve yapının yıkılabileceği kararını vermiştir.

Mal sahibi tarafından yıkım ruhsatı başvurusu yapılmış olup, yıkım ruhsatı başvurusu evrak eksiği ve yıkım esnasında alınması gereken güvenlik tedbirleri tamamlanmadığı için olumlu değerlendirilememiştir. Eksik evraklar ve güvenlik tedbirleri tamamlandıktan sonra yıkım ruhsatı başvurusu tekrar değerlendirilecektir.

Konu yer ile ilgili 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi hakkında Kanun Kapsamında yürütülen işlemler ile ilgili İdaremize gelen herhangi bir yürütmeyi durdurma ya da ihtiyadi tedbir kararı olmadığından işlemler devam etmektedir.

Yapı sahibinin yıkım ruhsatı alması ve tahliye işlemlerini gerçekleştirmesi, tamamen malik veya kiracılarının sorumluluğundadır. Belediyemiz, yalnızca bu süreçlerin kontrolünü sağlar."

                                                                     ***

(BİRGÜN) 




T24 "Köşebaşı + Gündem" -13 Mart 2025-

 

Sayılarla 2024 yılı vergi inceleme sonuçları; İnceleme oranı yüzde 2,06 -Murat Batı-

Özellikle son dönemlerde sosyal medya fenomenlerinin, kara para aklayıcılarının ve bilumum yasa dışı faaliyetlerinin ülkede cirit attığını da düşünürsek vergi denetim kurulunun ivedilikle güçlendirilmesi, nitelikli yine inceleme elemanlarının katılması ve daha da önemlisi var olan vergi müfettişlerini özel sektöre kaptırmaması gerekmekte.

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu m.41 uyarınca hesap verme sorumluluğu çerçevesinde, kamuoyunun bilgilendirilmesi amacıyla kurumlar her yıl faaliyet raporu hazırlar ve yayımlar. Her kurumun kendi web sayfasında bu raporlara ulaşılabilir.

Vergi Denetim Kurulu da 2024 yılına ilişkin faaliyet raporunu 11 Mart 2024 Salı günü  yayımladı.

Söz konusu Raporda Vergi Denetim Kurulu’nun (VDK) 2024 yılında vergi incelemelerine ilişkin faaliyetleri verilerle anlatılmaya çalışıldı. Bu verilerin bir kısmını birlikte analiz etmeye çalışalım.

Vergi müfettişi sayısı

Amacı ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunu araştırmak, tespit etmek ve sağlamak olan vergi incelemesi, mükellefin ödediği verginin; defter, hesap, kayıt ve belgeler ile gerekli olduğu takdirde yapılacak muhasebe dışı envanter ve araştırmalardan sağlanacak emarelere uygunluğunu saptayıp sağlamaktır. Vergi incelemesini ise ekseriyetle Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı (VDK) yapar.

646 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 27990 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanması ile Maliye Teftiş Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, Gelirler Kontrolörleri ve Vergi Denetmenleri kaldırılmış ilgili kurumları tek bir çatıda altında toplamak amacıyla 10 Temmuz 2011’de Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı kurulmuştur.

Bu kapsamda vergi incelemesi genel olarak Vergi Denetim Kurulu bünyesinde görev alan vergi müfettiş ve yardımcıları tarafından yerine getirilir.

Aşağıdaki tabloda Vergi Denetim Kurulu’nun kuruluşunu müteakip yıldan bu yana vergi müfettişi ve vergi müfettiş yardımcılarının sayıları yer almaktadır. Bu sayılar ilgili yıl faaliyet raporlarından alınmıştır.

VDK Faaliyet Raporuna (syf.17) göre 31 Aralık 2024 itibariyle 5.615 erkek ve 1.671 kadın Vergi Müfettişi olmak üzere toplamda 7.286 Vergi Müfettişi bulunmaktadır. Özellikle son dönemde sosyal medya hesaplarında yaptıkları ilanlardan anladığım kadarıyla bu meslekten ayrılan müfettişlerin sayısı da azımsanmayacak kadardır.

VDK Faaliyet Raporuna (syf.17) göre Vergi Denetim Kurulu Başkanlıkta görev yapan Vergi Müfettişlerinin yaklaşık olarak yüzde 4’ü hizmet süresi 0-3 yıl, yüzde 6’sı hizmet süresi 4-10 yıl, yüzde 68’i hizmet süresi 11-15 yıl, yüzde 9’u hizmet süresi 16-20 yıl, yüzde 5’inin hizmet süresi 21-25 yıl, yüzde 8’inin ise hizmet süresi 25 yıl üzeridir.

Vergi Denetim Kuruluna tahsis edilen bütçe tutarı

2024 yılında Vergi Denetim Kurulu Başkanlık bütçesine 9.342.759.600-TL ödenek tahsis edilmiş olup bu ödeneğin 9.153.175.314-TL’si kullanılmıştır. Tahsis edilen ödeneğin kullanım oranı yüzde 97,97 olarak gerçekleşmiştir.

Vergi denetim oranı

Başkanlıkça, 2024 yılında vergi incelemesi, izaha davet ve fiili envanter yoluyla denetime tabi tutulan mükellef sayılarına ilişkin sonuçlar aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Vergi Denetim Kurulu Başkanlığınca 2024 yılında yapılan vergi denetimleri sonucunda toplam mükellef sayısının denetim oranı yüzde 2,91 olarak gerçekleşmiştir.

Aşağıdaki tabloda Türkiye genelindeki mükelleflerin denetim oranlarıdır.

Yapılan vergi denetimleri sonucunda, tarhı önerilen vergi ve kesilmesi istenilen ceza tutarı toplamı 128.002.874.629-TL olarak gerçekleşmiştir. Toplam tarhı önerilen vergi ve kesilmesi istenilen ceza tutarı bir önceki yıla kıyasla yüzde 134 oranında artış göstererek son beş yılın en yüksek rakamlarına ulaşılmıştır.

Vergi İnceleme Sonuçları

Tam inceleme, bir mükellef hakkında, bir ya da birden fazla vergi türü için bir ya da daha fazla vergilendirme dönemine ilişkin her türlü iş ve işlemlerin bütün matrah unsurlarını da kapsayacak şekilde yapılan inceleme türüdür. Sınırlı inceleme ise, tam inceleme haricinde bulunan vergi incelemesidir.

2024 yılında toplamda 261 bin 785 adet inceleme yapılmış bunun 218 bin 197 adedi sınırlı; 43 bin 588 adedi ise tam incelemedir. 2019 yılında yapılan incelemelerin yüzde 26,36’sı, 2020 yılında yapılan incelemelerin yüzde 26,07’si, 2021 yılında yapılan incelemelerin yüzde 21,27’si, 2022 yılında yapılan incelemelerin yüzde 19,36’sı, 2023 yılında yapılan incelemelerin yüzde 17,31’i ve 2024 yılında yapılan incelemelerin yüzde 16,65’i tam incelemelerden oluşmaktadır.

2024 yılında inceleme oranı yüzde 2,06

2024 yılında 78.187 mükellef incelenmiş, incelenen mükellefler için tarhı önerilen toplam vergi tutarı 40.007.460.504 TL, kesilmesi istenilen toplam ceza tutarı 80.403.735.687 TL olmak üzere toplam 120.411.196.191 TL vergi tarhı ve ceza kesilmesi önerilmiştir. 2024 yılında faal gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin yüzde 2,06’sı incelemeye tabi tutulmuş

Rapor Sayısı

2024 yılında Vergi Denetim Kurulu Başkanlığınca yürütülen vergi incelemeleri sonucunda 207.224 adet rapor düzenlenmiştir. Bu raporlardan vergi iade ve kabul raporları dâhil 140.047 adedi Vergi İnceleme Raporu, 27.746 adedi Vergi Tekniği Raporu (sahte ve muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenleme ve/veya kullanma incelemeleri de dâhil olmak üzere), 23.687 adedi Vergi Suçu Raporu, 15.069 adedi Görüş ve Öneri Raporu, 675 adedi ise diğer raporlardan oluşmaktadır.

Aşağıdaki tabloda vergi türlerine göre inceleme verileri görülmektedir.

Ezcümle

Vergi inceleme elemanı sayısının azlığı hem iş yoğunluğunu hem de kişi başına düşen dosya sayısını artırmaktadır. Bundan kaynaklı olarak inceleme oranı da ciddi anlamda düşük kalmaktadır. Bu kapsamda vergi müfettiş ve müfettiş yardımcısı sayısını niteliğe dokunmadan artırmak ve Kurumdan ayrılmalarına neden olan başta özlük haklarıyla alakalı eksikliklerin giderilmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda yukarıda da ifade edildiği üzere, sınırlı denetim ve inceleme gücü nedeniyle inceleme oranları oldukça düşük kalmaktadır. Hal böyle iken denetim ve inceleme elemanın güncel ekonomik sorunlara yönelik piyasa ve sektörler itibarıyla bilgi toplama, tespit yapma gibi denetim ve inceleme görevi dışındaki işlerle görevlendirilmesi neticesinde esas denetim hizmetlerinin aksaması sınırlı denetim ve inceleme gücünü daha da zayıflatmaktadır.

Bu nedenle denetim elemanlarının Yönetmelikle belirlenen esas inceleme görevi dışındaki hususlarda görevlendirilmemesi denetimi gücü ve potansiyelinin artırılması adına önem arz edecektir.

Kariyer mesleklerin parlayan yıldızlarından biri olan vergi müfettişliği mesleğine gerekli önemin verilmesi ülke vergi tahsilatı açısından da oldukça önemlidir.

2024 yılında 7 bin 286 kişi olan vergi müfettiş sayısı hiç de fazla değildir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ivedi şekilde kanayan bu yaraya tampon tutması gerekmektedir. Zira 2024 yılında yapılan inceleme oranı sadece yüzde 2,06’dır.

Hatta yeminli mali müşavirlik ruhsatını alacak olan müfettişleri bu özlük haklarıyla Kurul’da tutmak pek mümkün görünmemektedir. Önümüzdeki yıllarda ruhsata hak kazanacak müfettiş sayısı da düşünüldüğünde ivedilikle önlem alınması gerektiği apaçık ortadadır.

Özellikle son dönemlerde sosyal medya fenomenlerinin, kara para aklayıcılarının ve bilumum yasa dışı faaliyetlerinin ülkede cirit attığını da düşünürsek vergi denetim kurulunun ivedilikle güçlendirilmesi, nitelikli yine inceleme elemanlarının katılması ve daha da önemlisi var olan vergi müfettişlerini özel sektöre kaptırmaması gerekmektedir.

Ezcümle, resmi doğru görüp yerinde analiz yapmak memleket meselesidir…

                                                                  /././

Devlet zayıflıyor mu? Yolsuzluk artıyor mu?-Ercan Uygur-

Türkiye’de devlet zayıflıyor ve kırılgan hale geliyor söylemi doğru mu? Devletin zayıfladığını ifade eden göstergeler var mı?

Son dönemde Türkiye’de devletle ilgili çok tartışma var. Bir yanda “devlet, artık vatandaşların değil, iktidardaki siyasi partinin, hatta bazı kişilerin devleti haline getirildi” görüşü yaygın.

Bu görüşe göre, devletin böylece zayıfladığı, vatandaşlar için görevlerini yeterince yapamadığı söyleniyor. Çünkü devletin giderek iktidar partisi ve o partideki kişiler için ve ancak onlardan talimat alarak görev yaptığı ifade ediliyor.

İktidar partisinin sıkça sözünü ettiği anayasa değişikliği de bu bağlamda ele alınmalıdır. Devlet kapsamı içinde, iktidardaki hükümet yanında, kamu kurumları, yerel yönetimler ve onların yöneticileri yer alıyor.

Diğer tarafta, devletin yerel yönetimler gibi bazı kurumlarını başka siyasi partilerin seçilerek yönettiği gerçeği var. İktidar partisinin, yerel düzeyde bile, iktidarını paylaşmak istemediği, seçilmiş olsalar da, yargı yoluyla diğer partilere engel olduğu görüşü sıkça dile getiriliyor.   

Türkiye’de devlet zayıflıyor ve kırılgan hale geliyor söylemi doğru mu? Devletin zayıfladığını ifade eden göstergeler var mı? Bu yazıda önce devleti, özellikle ulus devleti kısaca tanımladıktan sonra, devletin zayıflığını ve kırılganlığını gösteren ölçütlere bakıyorum.

Devletin zayıflamasına neden olan bir partiye ve/veya bazı kişilere bağlı hale gelmesi başka sonuçlar da doğruyor mu? Örneğin, yolsuzluk, usülsüzlük ve rüşvet giderek artıyor mu? Bu sorunun da yanıtını kısaca araştıryorum.

Ölçütlerin gösterdiği sonucu kısaca belirteyim; Türkiye, hem devletin zayıflayıp kırılgan hale gelmesinde, hem de yolsuzlukta, diğer ülkelere göre, sürekli kötüye gidiyor. Bu durum bir kısır döngüye giriyor. 

Devlet ve ulus devlet

Devlet, en üst düzeyde bir toplumun siyasi örgütlenmesidir; diğer örgütlenmelerden farklıdır. Çünkü devletin, sınırları belli bir alanın tümünde, tüm ülkede diyelim, egemenlik ve yargılama gücü vardır.

Devlet bu alanda, hukuk ve yasalar çerçevesinde ve tarafsız olarak, egemenliğini ve yasalarını uygular. Devlet bu alanda ve tarafsızlık içinde, vatandaşların ve ülkenin düzenini ve güvenliğini sağlamak zorundadır.

Vatandaşlar, bunun karşılığında, devletin egemenliğini ve yasama gücünü genel bir mutabakat içinde kabul ederler. Genel mutabakat yoksa, devletin yasa uygulama ve egemenlik gücü zayıf demektir.

Ulus devlet, kendilerini bir ulus olarak tanımlayan vatandaşların devletidir. “Biz bir ulusuz” diyenler ülkedeki nüfusun genellikle önemli bölümünü oluştururlar ve kendi kaderlerini tayin ederek (self-determination: öz-belirtim (TDK)) devleti kurarlar.

Devleti kuran çekirdek grup için ulus devlet kendilerinindir, egemen oldukları alan anavatanları olur. Bu çekirdek grup, diğer daha küçük gruplardan devleti tanımalarını ve devlete saygı duymalarını bekler, ister. Brubaker (1996, Bölüm 3 ve 4).

Ulus devletlerin çoğunlukla zor koşullarda, genellikle savaşlar ile kurulduğunu görüyoruz. Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu uzun savaşlar sonrası, 17. Yüzyıl ortalarından sonra 200 yıllık bir süreçte olmuştur. Avrupa’da Fransa ilk ulus devlettir. Britanya ve Belçika farklı uluslardan oluşurlar ve ulus devlet değildirler.

Eyaletlerden oluşmasına karşılık ABD de, iç savaş sonrası kurulmuş bir ulus devlettir.

ABD, bir merkezi hükümet etrafında bir ortak dil ve ortak kültür ile ulus olmuştur. Buna karşılık ABD, Orta Doğu gibi bazı bölgelerde ulus devletleri yıkmaya çalışıyor.

Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlettir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılması sonrasında Türklerin çekirdek grubu oluşturmasıyla bir bağımsızlık savaşı ile kurulmuştur.

Haliyle, Türkiye’nin tarihini ve devletin oluşumunu bilen vatandaşlar, devletin yapısıyla çok oynanmasını istemez.

Türkiye’de devleti kırılgan yapan başlıca unsurlar

Şimdi Türkiye’de devletin kırılganlığının son 20 yılda nasıl geliştiğine bakalım.

Bu konuda 180 ülke için ABD’de bir sivil toplum kuruluşu olan Barış İçin Fon (FFP, Fund for Peace) tarafından 2006 yılından bu yana hazırlanıyor.

Kırılganlık endeksinin değeri, 12 maddeye göre belirleniyor. Bu maddeler, siyasi, ekonomik, güvenlik, dış ilişkiler gibi konuları içeriyor ve bu konularda ülkeye notlar veriliyor. Not yükseldikçe kırılganlık artıyor. Örneğin 2024’te en yüksek kırılganlık endeks değerini Somali 120 üzerinden 111 ile alıyor; sıralamada birinci sırada.

Türkiye’nin endeks değeri 2024’te 84 ve 41inci sırada yer alıyor. Kısacası, Türkiye devleti en kırılgan olan 41inci ülke. Türkiye bu endeks içinde en yüksek puanları, yani en kırılgan görünümü, aşağıdaki maddelerden alıyor:

1) Belli ve/veya muhalif gruplara karşı haksızlık, kindarlık; siyasi liderlik tüm toplumu temsil etmiyor; uzlaşma yok, gerginlik var.

2) Yönetici elit gruplar kamplara ayrılmış ve birbirlerine ayrımcılık, partizanlık ve ötekileştirme yapıyorlar.

3) Sığınmacılar ve göç yüksek; sığınmacı yoğunluğu etkin devlet işleyişini ve devletin vatandaşlarına kaynak ayırmasını sınırlıyor, sosyal sorunlar yaratıyor.

4) İnsan hakları ihlali ve adaletsizlik var; bağımsız medya ve demokratik haklar  kısıtlanıyor ve baskılar görülüyor, adalete güven azalmış.

5) Ekonomide gerileme ve belirsizlikler var.

6) Devletin meşruluğu azalıyor; yolsuzluk yaygın, devlet kurumlarına güven azalmış, seçimlerle halkın bazı bölümleri temsil edilmiyor.

Diğer kırılgalık maddeleri daha geri plandadır.

Şekil 1’de Türkiye’nin devlet kırılganlığı sıralaması mavi çizgi ile temsil ediliyor. 2007’de Türkiye kırılganlıkta 180 ülke içinde 91inci ülkedir, ortalarda yer alıyor. Ancak özellikle 2015’ten itibaren devlet kırılganlığı hızla artıyor ve 2024’te devleti en kırılgan 41inci ülke oluyor. Türkiye burada Ekvator Ginesi ve Fildişi Sahili ile yan yana.

Devletin kırılganlığı konusunda en kötü (yüksek) puanları getiren birinci ve ikinci maddelere bakınca, son haftalarda devletin daha da zayıflatıldığını görebiliyoruz. Son dönemdeki yargı baskıları ve diğer uygulamalar ülkeye yalnızca zarar getiriyor.  

Türkiye’de yolsuzluk

Şekil 1’de Türkiye’nin devlette yolsuzluk sıralaması da yer alıyor ve kırmızı çizgi ile temsil ediliyor. 2007’de Türkiye yolsuzlukta 180 ülke içinde 64üncü sırada.

Yolsuzluk endeksini hazırlayan ve ülke sıralamasını belirleyen ise Uluslararası Şeffaflık Kurumu (Transparency International, TI). Dikkat edelim, TI yolsuzluk sıralamasını kırılganlık sıralamasındaki uygulamanın tersine yapıyor; bir ülkede yolsuzluk yükseldikçe, sıralamada yukarı çıkıyor.

Şekilden görüldüğü gibi, Türkiye özellikle 2013 sonrasında yolsuzlukta hep yukarı sıralara çıkıyor. 2007’de Türkiye yolsuzlukta 64üncü sırada, 2024’te ise 107’inci sıraya yükseliyor.

Belirtelim, burada yolsuzluk hükümette/devlette algılanan yolsuzluktur. Yukarıda 6ıncı maddede belirttiğim gibi, yolsuzluk artışı zaten devlette kırılganlık artışını da beraberinde getiriyor.

Yaklaşık üç hafta önce yayınlanan son Yolsuzluk Algılama Raporu 2024’te bir de şu soruya yanıt aranmış; bir ülkedeki yolsuzluk derecesi ile ülkenin siyasi rejimi  arasımda bir ilişki var mı?

Soruya yanıt vermek için ülkeler şu gruplara ayrılmış; (i) tam demokrasiler, (ii) sorunları olan demokrasiler, (iii) hibrit rejimler, (iv) otoriter rejimler. Batı ülkeleri, Japonya, Tayvan gibi ülkeler tam demokrasi ülkeleri içinde. ABD, sorunları olan demokrasiler içinde.

Türkiye, Gürcistan gibi bazı ülkelerle birlikte yarı demokrasi, yarı otoriter sayılan hibrit rejimler içinde. Türkiye bu listede aşağılarda yer alıyor. Otoriter rejimler içinde Kuzey Kore, Rusya, Çin gibi ülkeler var.

Yukarıdaki sorunun yanıtı şu; en az yolsuzluk, tam demokrasilerde var. Sorunlu demokrasilerde daha çok yolsuzluk var. Türkiye gibi hibrit ülkelerde yolsuzluk daha da fazla gözleniyor. En yüksek yolsuzluk ise otoriter rejimlerde.

Elde edilen bulgular beklenen sonuçlardır. Bu durum zaman içinde Türkiye’de de gözleniyor: Otoriterleşme ile birilkte devletin kırılganlığı da yolsuzluk da artıyor. Bu sonuçlar Türkiye’nin parlamenter rejime dönmesi gerektiğini gösteriyor.

Elde edilen bulgulara zaman zaman iktidar şöyle bir tepki verir: “Bu sonuçlar, yabancıların yaptığı değerlendirmeleri gösterir, kabul etmeyiz.” Bir kere bu gibi çalışmalarda ilgili ülkelerin (ve Türkiye’nin) uzmanları da yer alır, tümüyle yabancıların değerlendirmesi olamaz.

Daha da önemlisi, her bakımdan dışa açık olduğunu iddia ettiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Bu değerlendirmeleri kabul etmemek, dışa açıklığı da inkar etmek demektir. 

Kaynaklar

Brubaker, Rogers (1996) Nationalism Reframed: Nationhood and the National Question in the New Europe (1996), Cambridge University Press.

                                                                             /././

Ev… Kadının iş yeri, erkeğin oteli -Mine Söğüt-

Gerçekleri kabul etmediğiniz ve iktidarlar tarafından biçilmiş tüm toplumsal cinsiyet rollerinin alayına isyan etmediğiniz sürece… 8 Mart’lar nafile. Ruhen ya da bedenen öldürülecek daha nice kadın eşliğinde, işten eve evden işe, bin yıl daha iyi yolculuklar size.

Hiç hoşnut olmadığınız ataerkil, feodal bir toplumsal düzende yaşadığınızı biliyorsunuz da bu düzenin nasıl değişebileceğini bir türlü bilemiyorsunuz.

Kadınlar öldürülmesin istiyorsunuz ama gözü dönmüş erkekleri zapt etmenin yolunu bulamıyorsunuz.

Bu konularda kitaplar okuyorsunuz, panellere katılıyorsunuz, dostlarınızla tartışmalar yapıyorsunuz, mesele üzerine uzun uzun düşünüyorsunuz, eylemlere gidiyorsunuz.

Sonra hepiniz evlerinize dönüyorsunuz.

Ev…  

Kadının iş yeri, erkeğin oteli.

Eve dönerken…

Sokağa düşen delirmiş bir kadından gözlerinizi kaçırıyorsunuz.

Çocuklarını içi tıka basa dolu dev bir tekerlekli çöp torbasının üzerine oturtmuş hamile kadının yanından geçiyorsunuz.

Plastik ve teneke kutuları toplayarak geçinmeye çalışan yaşlı kadını görmezden geliyorsunuz.

Paçanıza yapışıp kâğıt mendil satmaya çalışan küçük kız çocuğunu kibarca öteliyorsunuz.

Geceleri sokaklarda, kulüplerde en güvensiz koşullarda çalıştığı besbelli genç kadınların yanından geçerken başınızı başka taraflara çeviriyorsunuz.

Elinizde bir gazete ya da telefon…

Erkekler tarafından öldürülen kadınların, yaşadığı hayatın baskılarına dayanamayıp intihar eden kadınların, cinnet geçirip çocuğunu öldüren kadınların hakkında çıkan haberleri okumaya devam ediyorsunuz.

Ve eve gidiyorsunuz.

Gittiğiniz evde…

Çalışan bir kadın var.

Çamaşırlardan o sorumlu. Yemekten o sorumlu. Ütüyü o yapıyor. Temizliği o yapıyor. Bulaşıkları o yıkıyor. Nevresimleri o değiştiriyor. Çocukları o yediriyor. Çocukları o giydiriyor. Alışverişi o yapıyor. Her şeye yetişebilmek için sabah 6’da uyanıyor.  8’de koşarak evden çıkıp akşam 6’da koşarak eve dönüyor, yatağa girmesi gece yarısını geçiyor.

Gittiğiniz evde…

Çalışan bir erkek var. Faturaları o ödüyor. Kirayı o ödüyor. Sabah 8’de uyanıp, kahvaltısını edip işe gidiyor. Akşam kaçta isterse o saatte eve dönüyor. Yemeğini yiyip, kumanda elinde televizyon izliyor. Uykusu gelince yatağa giriyor.

Gittiğiniz evde…

Yaşlı bir erkek var. Çoktan emekli olmuş. Faturaları ve kirayı o ödüyor. Devamlı söyleniyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor. Etrafında kim varsa azarlıyor. Dizleri acıyor. Sırtı ağrıyor. Bütün gün canı ne isterse onu yapıyor. Uyanınca kalkıyor, uykusu gelince yatıyor.

Gittiğiniz evde yaşlı bir kadın var. Çoktan emekli olmuş. Erkeği devamlı alttan alıyor. O daha fazla hiddetlenmesin diye söylediklerine ses çıkartmıyor. Ömrü onu yatıştırarak geçiyor. Erkek kızacak diye ödü kopuyor. Çünkü erkeğin kalbi var. Çünkü erkeğin sinirleri tepesinde. Çünkü erkeğin tahammülü kıt. Ama onun tahammülü bol. Onun bir kalbi yok. Onun sinirleri alınmış. Onun da dizleri acıyor. Sırtı ağrıyor. Ama çamaşırlardan o sorumlu. Yemekten o sorumlu. Ütü onda. Temizliği o yapıyor. Bulaşıkları o yıkıyor. Nevresimleri o değiştiriyor. Erkeğin ilaçlarını o ayarlıyor. Doktor randevularını o alıyor. Torunlara o bakıyor.  Anca işler bitince yatağa giriyor. Gözüne geceleri uyku girmiyor. Sabah gün doğmadan kalkıp mutfağa giriyor. Dolma yapıyor. Çorba yapıyor. Börek açıyor. Erkek kalkmadan çayı demliyor.

* * *

Yanından geçip gittiğiniz ve görmezden geldiğiniz kadınlarla, içine girip çıktığınız ve içinde görmezden geldiğiniz kadınlıkların hapsedildiği ev arasındaki bağı dürüstçe kurmadığınız sürece ne kadınlara yönelik cinayetleri durdurabilirsiniz ne de sokaklarda tehlikelere açık hayatlara terk edilen kadınları kurtarabilirsiniz.

Sokaklarda gördüğünüz ve görmezden geldiğiniz en sert hikayelerle, evlerde kanıksadığınız ve sorgulamaktan vazgeçtiğiniz hikayeleri toplayıp ikiye böldüğünüzde elinizde kalan hikâye, hem bu dünyada hayatı hep tehlikede olan kadının hem de o tehlikelere şuursuzca çanak tutan sizin gerçek hikayeniz.

Kaderinin değişmesini elzem bulduğunuz kadınlığı, bu gerçeklikle baş edemeyeceğinize ikna olduğunuzdan beri, kadim zaaflarınıza ve aymazlıklarınıza kurban veriyorsunuz.

Gerçekleri kabul etmediğiniz ve iktidarlar tarafından biçilmiş tüm toplumsal cinsiyet rollerinin alayına isyan etmediğiniz sürece… 8 Mart’lar nafile.

Ruhen ya da bedenen öldürülecek daha nice kadın eşliğinde, işten eve evden işe, bin yıl daha iyi yolculuklar size.

                                                                     /././

(T-24)


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...