Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -3 Nisan 2025-

 

Dr. Henry Jekyll ve Bay Edward Hyde -Ergin Yıldızoğlu-

Toplumsal muhalefet, kitleselleşerek hızla yükselir, karşısında devlet şiddeti tırmanırken DEM Partili arkadaşları, “Aman dikkat!” diyerek ve bir roman üzerinden uyarmak istiyorum.

DR. JEKYLL VE BAY HYDE

Robert Louis Stevenson, daha çok çocuklara yönelik ünlü, Define Adası (1883) romanının ardından, 1886’da bu kez daha çok yetişkinlere yönelik, Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi başlıklı romanını yayımladı. O roman da büyük ilgi çekti ve kısa sürede gotik korku edebiyatı klasikleri arasına girdi. Modern psikolojide ve psikanalizde yaşanan gelişmelere karşın bu roman hâlâ ilgi çekmeye, filmlere konu olmaya devam ediyor.

Dr. Henry Jekyll, saygın bir bilim insanı, nazik, yumuşak bir tonda konuşan, güven veren, “adabı muaşeret kurallarını” bilen, her zaman çok şık giyinen, burjuva ahlakını temsil eden bir beyefendidir. Buna karşılık Bay Hyde, bencil, acımasız ve şiddet eğilimli biridir; burjuvazinin gizli ve vahşi doğasını, bastırılmış şiddeti ve arzu ekonomisini yansıtır. İtalyan edebiyat eleştirmeni ve teorisyen Franco Moretti, “The Dialectic of Fear” adlı makalesinde (New Left Review, Kasım-Aralık 1982), Dracula ve Frankenstein’in yanı sıra, Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ı kapitalizmin iç çelişkileri ve burjuvazinin bölünmüş doğası bağlamında ele almıştı.

Bu bölünmüşlük kavramından da anlaşılacağı gibi Dr. Jekyll ve Bay Hyde aslında tek bir kişidir. Ve sonunda, hatta son tahlilde egemen olacak olan Dr. Hyde’dır.

TÜRK: ‘İNSAN ŞOK OLUYOR.’

Robert Louis Stevenson’un o romanı, yıllar sonra aklıma ilk kez, Türkiye siyasetinin şoven milliyetçi kanadını temsil eden MHP ve lideri Devlet Bahçeli’nin aniden, Kürt siyasi hareketinin haklar ve özgürlükler kanadını temsil eden DEM Parti’ye yanaşmaya, askeri kanadı temsil eden Öcalan’a ısınmaya başlamasıyla geldi.

MHP ve lideri, tüm siyasi yaşamlarını anti komünizm, Türk üstünlüğü (ırkçılığı), Kürt düşmanlığı üzerine kurmuştu. Rejim geçen yıl yaşamsal sancılar çekmeye, cumhurbaşkanlığı, anayasa yapma planları tehlikeye girmeye başladığında, yaralarını sarmak için “Kürt sorununu”, (Kürt sorunu yoktur, terör vardır iddialarına karşın), bitirmeye “karar verdi”. Rejim bir U dönüşü ile adeta yeni bir açılım başlattı. İlerleme koşulu olarak da silah bırakma, örgüt yapılarını dağıtma adımlarını dayattı. Ama rejim hiçbir güvenceyi, reformu ya da hukuksal, kurumsal yapılanmayı gündeme almadı.

Bu “yakınlaşma” başladıktan sonra ilk kez el sıkışıp sonra doğrudan görüştüklerinde DEM Parti büyüklerinden Ahmet Türk, deneyimleri acı, hafızası güçlü olduğundan “Sayın Bahçeli’nin tutumunu görünce insan şok oluyor” demiş ve eklemişti “İnsani ilişkileri çok farklı, yakın, candan, düşüncelerini açık ifade eden bir tavrı vardı” demişti. Ekim ayında yaşanan bir yakınlaşma, Şeker Bayramı’nda da bayramlaşma ile devam etti.

Dr. Jekyll, el sıkıyor, yumuşak konuşuyor, “Artık barışalım” diyor. Bay Hyde önce silah bırak, şart koşmadan teslim ol, diyor. Acılarla işkencelerle suikastlarla şiddet eylemleriyle dolu bir tarih, “uzlaşma, konuşma komisyonları” gibi her hangi bir yumuşatıcı araca yer açmadan kapatılmak isteniyor.

Bayram öncesinde, Ekrem İmamoğlu tutuklandıktan sonra başlayan ve hızla yükselen toplumsal muhalefet ve CHP vardı. Özgür Özel’in iradesi karşısında rejim paniklemeye başlayınca Devlet Bahçeli, Türkü, şok eden Dr. Jekyll tavrını terk etti. Şimdi Bay Hyde, yasal ve demokratik haklarını kullananları,  “Demokrasi dışı arayışlara girişenler bedelini ödemeye de hazır olmalıdır!” “Sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek” sorusuyla aslında muhalefeti, sokaklarda şiddetle, kan akıtarak (boğaz kesenler de vardı) bastırmaya hazırız diyerek tehdit ediyor.

DEM Partili arkadaşların, yüzeyde gördüklerine, kanaatlerle değil,  düşünceyle yaklaşması, genel bağlamı içine koyması ve rejimin, MHP’nin habitusunu anımsaması, Dr. Jeykll ile Bay Hyde’ın aslında aynı insan olduğunu, sonunda Bay Hyde’ın egemen olduğunu hiç akıldan çıkarmaması gerekiyor.

Muhteşem cumartesi -Ergin Yıldızoğlu-

Maltepe’deki muhteşem miting, Özgür Özel’in muhalefetin gücünü, kararlılığını yansıtan kapsayıcı konuşması, “Gezi”den bu yana ilk kez, umudu yeşerten yeni olasılıkları gündeme getirdi. 

BİR ‘DURUM’DAN ÖBÜRÜNE

Ankara’nın siyasi kulislerinden alınan bilgilere dayanarak yapılan yorumlara göre rejimin planı, İstanbul ve Ankara belediyelerine, CHP’nin başına kayyum atamak ve böylece gelecek seçimlerden önce iki büyük kent belediyesinin mali kaynaklarını ele geçirmek, muhalefeti yeniden düzenlemekmiş. Mevcut “durumun” içinde bu plan devreye girince ülke çapında bir kitlesel itiraz dalgası, kendilerini biteviye tekrarlayan, adeta kanıksanmış mevcut istikrarsızlıkların istikrarını bozdu. Bu itiraz dalgası, “durumun” verili sınırlarını zorlayamaya başladı. Örneğin ana muhalefet partisi CHP’nin liderliği,  “normalleşme”, fantezilerinden “Faşizmle mücadele ediyoruz” noktasına, gençlik hareketinin önemini kavrama noktasına geldi; kitlesel direnişin tüm olanaklarını kullanmaya, boykot, önseçim gibi yenilerini harekete geçirmeye başladı. Birden bire zamanın “yeknesak akışı” kırıldı, yeni olasılıklar gündeme gelmeye başladı. 

Rejim de bu “kırılmadan” etkilendi aniden kendini haritası çıkarılmamış sularda buldu; baskı ve şiddeti, büyük ön yargı ve maksimum güçle tırmandırmaya başladı. Tutuklananların sayısı 2000’i aşarken işkencenin yeniden yaygınlaşmaya başladığını gösteren veriler gelmeye başladı. Bu koşullarda, düne kadar jeopolitik kaygılarla rejimi destekleyen ABD ve Avrupa ülkeleri baskı ve şiddeti “bir açık diktatörlüğe geçiş” teması içinde konuşmaya başladılar. 

Böylece, bir Çin deyişindeki Durdurulamaz bir güç (hızla kabaran kitlesel muhalefet), yerinden oynatılamaz bir cisimle (siyasal İslamın iktidarı)  karşılaşırsa ne olur” sorusunun tanımladığı paradoks gündeme oturdu. Böylece yeni, sürdürülemez bir durum (aklıma “suni denge kavramı” geliyor) oluştu! 

KANAAT VE DÜŞÜNCE

Bu yeni durumun gündeme getirdiği sorulara “kanaatlerle” değil, “düşünceyle” yaklaşmak gerekir. 

Kanaat”, mevcut düzen içindeki yüzeysel yargılara dayanan, günlük siyaset içinde şekillenen, medya, propaganda, ideoloji ve kişisel deneyimlerle oluşan görüşlerdir. Kanaat şeyleri, gelişmeleri, tarihsel, kültürel bağlamlarına oturtmaya çalışmadan, eleştirel bir sorgulamaya girmeden anlamlandırır. 

Düşünce” bir “hakikat” sürecinin formudur, yalnızca kavramsal bir analiz değil, durumun hakikatinin açığa çıkarılmasına yönelik bir çabadır. “Düşünce”, açığa çıkardığı olasılıklara sadakat talep eder. “Düşünce”, mevcut düzenin ötesine geçer; eleştirel bir sorgulama içerir, sadece yüzeydeki olguları değil, temel yapıları ve ilkeleri anlamaya çalışır. Felsefi, tarihsel ve sistematik bir bağlama sahiptir. Bu bağlama ulaşmanın en sağlam yöntemi, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. 

Kanaat”, rejimin kitlesel muhalefet hareketi, derinleşen ekonomik kriz karşısında gerileyeceğine, İmamoğlu’na kayyum atamaları planına ilişkin tutumunu değiştirilebileceğine, bir erken seçim sürecine sürüklenebileceğine, o seçimlerde de gidebileceğine ilişkin. Bu kanaatler rejimin karakteri üzerinde “düşünmüyor”, karşımızdaki durumu tarihsel ve genel ekonomi politik bağlamı, verili güç ilişkilerinde tarafların şiddet kullanma kapasitelerini, arzularını “ötekine” yönelik zehirli nefretini hesaba katmıyor. 

Düşünce” yaşanmakta olanları, “süreç olarak faşizmin” tarihsel bağlamına siyasal İslamın ekonomipolitiğinin (artık-değere el koymasına olanak veren siyasi, kültürel) özelliklerine, sınıf şekillenmelerine, devlet-iktidar diyalektiğine dayanarak yorumlamayı gerektirir. Bu açıdan bakınca “yeni durumun” geleceğinin iki dinamik arasındaki diyalektiğe bağımlı olduğu görülür. Birinci dinamik, rejimin şiddet uygulama kapasitesine, siyasal İslamın seçkinlerinin, sosyal tabanının nefret ve arzularına ilişkindir. İkinci dinamik de muhalefetin kitlesel ve kurumsal direnişine, CHP ve sol grupların liderlerinin bu direnişe sadakatine, yaratıcılıklarına, direnişin sergilediği gücün rejim saflarında istikrarsızlık, kaygı ve güvensizlik yaratma kapasitesine ilişkindir. 

Muhteşem cumartesi, bize “umut yeşerdi” derken uyarıyor: Momentum esastır!

Katargate -Mehmet Ali Güller-

İsrail’deki Katargate skandalı, aslında Arap ülkelerini ve Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Ama konu İsraillileri rahatsız ettiği kadar ne yazık ki Arapları ve Türkleri rahatsız etmiyor!

Önce bilmeyenler için Katargate skandalını anımsatalım:

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yakın çalışma arkadaşlarının Katar’dan 2012 seçiminde 15 milyon dolar, 2018 seçiminde 50 milyon dolar para aldığı ortaya çıktı. Netanyahu’nun sözcüsü Eliezer Feldstein ile Netanyahu’nun danışmanları Jonathan Urich ve Srulik Einhorn’un aldığı paraların açığa çıkması İsrail’de kriz yarattı. Soruşturma başladı, Netanyahu’nun ekibi sanık sandalyesine oturdu ve tutuklandı. Dahası Başbakan Netanyahu da polise ifade vermek zorunda kaldı.

Netanyahu her ne kadar bunu siyasi rakiplerinin bir oyunu olarak sunsa da ses kayıtları ve itiraflar Katar-Netanyahu hükümeti ilişkisini ortaya koymuş oldu.

ANKARA SESSİZ

İsrailliler, “Netanyahu hükümeti nasıl olur da Katarlı işadamları üzerinden para alır” diye tepki gösterirken Araplar, “Katarlı işadamı üzerinden İsrail’in soykırımcı hükümeti nasıl fonlanır” diye bir rahatsızlık duymuyor!

Filistin meselesinde “söylem düzeyinde” en ileri tutumu alan Türk hükümeti de sessiz. Ankara’dan “Katarlı işadamları üzerinden katil Netanyahu nasıl desteklenir” diye bir tepki gelmedi.

Filistin konusunda başından beri bölge ülkelerinin en azından bir kısmının aslında hiç de net bir tutumu olmadığı gerçeği, bu olayla birlikte bir kez daha görüldü. Filistin’in yenilgi tarihi, aynı zamanda bazı Arap ülkelerinin Filistinlileri satma tarihidir çünkü.

KATAR İSRAİL’LE ORTAK TATBİKATTA

Gelelim konunun bir başka boyutuna.

Yunanistan’da “Iniochos 2025” hava tatbikatı başladı. Ev sahibi Yunanistan dışında, katılımcıları arasında ABD, Fransa, İtalya, İspanya, Polonya, Karadağ ve Slovenya gibi Batı ülkeleri ile Hindistan var. Ve İsrail de var. Ama daha dikkat çekici olanı Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) de bu tatbikatta yer alması! Bahreyn ise Güney Kıbrıs ve Slovakya ile birlikte gözlemci. Katar F-15 uçaklarıyla BAE Mirage 2000 uçaklarıyla İsrail’le ortak tatbikatta.

Gazze’de soykırım bitmedi, sürüyor ama Katar, BAE ve Bahreyn, İsrail’le birlikte tatbikat yapıyor!

Dikkat ederseniz tatbikattaki bu cephenin iki yönü var: Bu ülkeler hem Türkiye karşıtı Doğu Akdeniz’deki enerji işbirliği cephesini oluşturuyor hem de Hindistan-İsrail-Güney Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya uzanan Kuşak ve Yol’a alternatif projenin ortaklarını bir araya getiriyor.

TÜRKİYE’NİN KATARGATE SKANDALI

Türkiye karşıtı bu cephede, AKP hükümetinin en önemli ortağı Katar da var yani.

Dolayısıyla tablo şudur: Türkiye’nin askeri, ekonomik, finans, hizmet, turizm ve medya şirketleri ve arazileri Katar’a “satılıyor”, AKP hükümeti Katar’la çok özel bir ilişki sürdürüyor, Katar Türkiye karşıtı Doğu Akdeniz cephesinde yer alıyor, Katarlı işadamı İsrail seçimlerinde Netanyahu hükümetini fonluyor, Katar İsrail’le ortak tatbikat yapıyor ve AKP hükümeti sessiz!

İşte asıl Katargate skandalı budur ve Türkiye açısından vahimdir!

AKP’NİN KATARCILIĞI

Katar’a 23 yılda nelerin verildiğinin listesi için internette bir arama yaptığınızda, ne yazık ki “Türk” sandığınız, “yerli ve milli” sandığınız pek çok markanın bile yıllar içinde adım adım Katarlaştığını göreceksiniz.

İktidarın uzun süre İsrail’le ticareti kesmekte ayak sürmesinin ve ancak kamuoyu baskısı karşısında ambargo uygulamak zorunda kalmasının nedenlerinden biri de demek ki bu Katarcılığıymış!

Ortadoğu’da ne yazık ki sahne ve arkası böyledir. İktidarların ne söylediği değil, ne yaptığı önemlidir. İktidarlar yaptıklarını örtmek için tersini söylerler. Katargate skandalı işte budur.

Darbenin dış ayağı -Mehmet Ali Güller-

CHP Genel Başkanı Özgür Özel tarihi Maltepe mitinginde, ilk kez 19 Mart darbesinin dış kaynağına işaret etti: “19 Mart günü, yurtdışındaki belli odaklardan icazetli bir darbe planı hayata geçirildi.” (cumhuriyet.com.tr, 29.3.2025) 

Her ne kadar adını koymasa da Özel’in “yurtdışındaki belli odak” ile kastettiğinin ABD Başkanı Trump olduğu anlaşılıyor. Bu durumda icazet de Erdoğan’ın 16 Mart’ta Trump ile yaptığı telefon görüşmesinde alınmış oluyor. 

İmamoğlu’na operasyon ile üç gün öncesindeki o telefon görüşmesinin ilişkisini geçen hafta bu köşede “16 Mart-19 Mart bağı” başlığıyla incelemiştim. 

ABD’NİN KONUYA BAKIŞI

Umarız Özgür Özel’in bu saptaması, dış basına verdiği “ideolojik zaaflı ve sorunlu mesajlara” bir son vermesine neden olur! 

Zira ABD ve Avrupa için önemli olan demokrasi değil, çıkarlarıdır. Çıkarlarını uygulayan iktidarların politik yönelimi, emperyalistler için hiçbir zaman öncelikli değildir. “Liberal demokrasinin” kalesi emperyalist ABD, bu nedenle onlarca yerde seçilmişlere karşı askeri darbe yapmış ama krallarla, emirlerle, diktatörlüklerle demokrasi kaygısı duymadan çalışmıştır. 

Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio kendileri açısından esas olana işaret etti: “Türkiye’de istikrarsızlık görmek istemiyoruz. Trump’ın ilk yönetim döneminde Erdoğan ile çok iyi bir çalışma ilişkisi vardı. Bunu yeniden başlatmak istiyor.” (cumhuriyet.com.tr, 28.3.2025) 

POLİTİK-TOPLUMSAL-GENÇLİK HAREKETLERİ

29 Mart’taki Maltepe mitingi, birkaç nedenle tarihi nitelikteydi. 

1) 2.2 milyon yurttaş, “egemenlik kayıtsız şartsız benimdir” diyerek İmamoğlu’nun hukuku sorununu çoktan aşmış bir temel meselede, kendisini artık politik düzlemde aktör konumuna yükseltmiştir. Alandaki kitlenin dinamizminin temel dayanağı budur. 

2) Toplumsal harekete dönüşmüş bu kitlenin gücü, Maltepe’nin bir final olmasını önlemiş, yeni bir başlangıç olmasını sağlamıştır. Özgür Özel, mitingden sonra sosyal medyadan yaptığı paylaşımda, “her çarşamba İstanbul’da, her haftasonu bir ilde miting yapılacağını” ilan etti. 

3) Sürecin bu aşamasındaki başarı, üç hareketin yan yana gelebilmesinden kaynaklanmış görünüyor. Politik hareket(ler), toplumsal hareket ve gençlik hareketi aynı düzlemde buluşmuş ve birbirini etkileyerek güç toplamaktadır. 

TÜKETİMDEN GELEN GÜCÜN KULLANIMI

4) CHP liderliği, CHP’yi aştığını gördüğü bu büyük halk hareketi dalgasının başarı kazanmasının, “tüketimden gelen gücün” kullanılmasından geçtiğini hesaplıyor. İktidara yakın medya ile bazı markalara yapılan boykot çağrısının nedeni bu. 

Bu, etkili olduğu için iktidar cephesi, boykotun demokrasiye, hukuka, haber alma-verme ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu propaganda ediyor. RTÜK, TV kanallarına yapılacak boykota karşı barikat olmaya çalışıyor. 

Oysa Erdoğan başbakan olduğu 2008 yılında Doğan Medya Grubu’nun televizyon ve gazetelerine karşı boykot çağrısı yapmıştı, “Bu gazeteleri evlerinize sokmayın, almayın” demişti. Dahası yöneticilerine “Kampanyayı başlatıyoruz, almayacağız. Hangi dilden anlıyorsanız o dilden konuşacağız” diye seslenmişti. 

Aslında Türk milletini ayağa kaldıran nedenlerden biri de tam olarak budur: Çifte standart. Kendileri yaparsa hukuki, karşıtları yaparsa hukuk dışı; kendileri için demokratik hak olan karşıtları yaptığında darbe oluyor! 

ÜRETİMDEN GELEN GÜCÜN ÖNEMİ

5) CHP liderliğinin, “tüketimden gelen gücü” politik, toplumsal ve gençlik hareketlerinin daha etkili olabilmesi için bir kaldıraç olarak kullanmak istemesi, elbette önemli bir çarpandır. Ancak asıl çarpan etki, “üreticiden gelen güç”tür. Dolayısıyla CHP liderliğinin, politik, toplumsal ve gençlik hareketlerini “üretimden gelen güç”le buluşturması, yani emek hareketleriyle birleştirmesi gerekir. 

Çünkü... 

Demokrasi dışarıdan gelmez, haklar yukarıdan verilmez. Dünyadaki mevcut demokrasi, burjuvazinin topluma verdiği haklarla değil, emekçilerin mücadelesiyle kazanılmış haklardır. 

Bu nedenle CHP; dışarıdan medet ummadan, sadece Türk milletine dayanarak ve üretimden gelen gücün çarpan etkisiyle erken seçimi hedeflemelidir. 

Uzlaşma arayan, pazarlık eden kaybeder, kitle yeni liderlerle eninde sonunda tarih yazar.

Üçüncü dalga -Mehmet Ali Güller-

24 Ocak’ta, gazetemizin kıdemli yazarlarından Zeynep Oral ile birlikte, Marmaris’te,  Uğur Mumcu’yu anma toplantısındaydım. Konuşmalarımızı yaptıktan sonra, izleyicilerin sorularını yanıtlamaya geçtik. Çeşitli sorulardan sonra, bir izleyici, salonda gençlerin olmamasından şikâyet etti; çoğunluk o şikâyete katılıyordu.

Evet, salonda genç yoktu. Hatta neredeyse salondaki en genç isimler, CHP Muğla Milletvekili Gizem Özcan ile Marmaris Belediye Başkanı Acar Ünlü’ydü.

GENÇLİĞE GÜVEN

Salona, şikâyetlerinin yersiz olduğunu belirterek somut örnek verdim: “20 Mayıs 2013 günü, yine bu salonda toplanmış olsaydık, tablo pek farklı olmayacaktı ve sizler yine gençlerin olmamasından şikâyet edecektiniz. Ama bir hafta sonra ne oldu? O şikâyet ettiğiniz gençler, İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıktılar ve bir ay boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında ayaklandılar.”

Salondakiler hak vermiş görünüyordu. Devam ettim: “Gençlerin doğası böyledir, gençlerden umut kesmeyin, hele bizim gençlerimizden hiç kesmeyin. Çünkü bizim gençlerimiz, dünyanın en dinamik gençleridir, Jön Türk geleneğinin mirasçılarıdır. O miras ansızın yine ortaya çıkar. Biriktirirler, biriktirirler ve günü geldiğinde patlarlar, göreceksiniz.”

GENÇLİK YİNE ÖNCÜ

Bugün yaşadığımız işte budur. Tele1 TV sunucusu Burçin Atılgan’ın ifadesiyle  pijamasını yerden kaldırmayan, bardağını masadan kaldırmayan “Z kuşağı” gençler, Türkiye’yi ayağa kaldırdı.

19 Mart günü, üniversitelerinin diploma iptal etme skandalına itiraz ederek önce Beyazıt’a, sonra Saraçhane’ye akan İstanbul Üniversiteli gençler, tarih yazdı, yazıyor. “Akın var akın, güneşe akın” diyerek Saraçhane’ye akan gençler, CHP’yi de sonunda alanlarda siyaset yapmaya mecbur etti. Öyle ki CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Kimse bizden artık binalarda, salonlarda siyaset beklemesin. Bundan sonra sokaklardayız, meydanlardayız” demek zorunda kaldı.

Öyle ki gençliğin eylemciliği, CHP’nin her finalini yeni bir başlangıç olmaya zorluyor. Salonlarda, binalarda pas tutmuş CHP üst yönetimi ve milletvekilleri, Jön Türklerin devrimci ateşiyle paslarını atıp alanlarda, meydanlarda büyük işler yapıyorlar.

JÖN TÜRK GELENEĞİ

Üçüncü dalgadır bu. Jön Türkler, son 18 yılda, üç kez ayağa kalktı. İlkinde 2007’de “Cumhuriyet mitingleri” ile laik cumhuriyet için mücadele etti, ikincisinde 2013’te Gezi’de haziran ayaklanması ile demokrasi için ayağa kalktı, üçüncüsünde 2025’te Saraçhane Direnişi’nde özgürlüğü savunuyor.

Her üç Jön Türk dalgasını da lekelemek için ellerinden geleni yaptılar; camide içki içmekle, türbanlı bacının üstüne işemekle suçladılar, ekonomiye operasyon diye propaganda ettiler, çapulcu dediler, terörist dediler, turuncu darbeci dediler, dış güçler yönlendiriyor dediler...

Nafile. Jön Türklere Abdülhamit’in propaganda aygıtlarının suçlamaları leke süremedi, neo Abdülhamit’in propaganda aygıtları da süremeyecek.

PAZARLIK

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ilginç bir çıkış yaptı: “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz. Bizim kendi meselemiz var, bu meseleyi de aşan. Biz toplumsal barışı örgütlemeye çalışıyoruz. Bizim bunları aşan ciddi bir yoğunluğumuz var. İmamoğlu ile mücadeleyi bizim üzerimizden yürütmesinler, biz İmamoğlu’nu desteklemedik, kent uzlaşısı başka bir şeydir.”

DEM, Saraçhane tutumunu bu sözlerle açıklıyor. Halbuki Saraçhane’deki kitlenin büyük çoğunluğu CHP’nin eylemci kitlesi değil zaten. Dahası mesele İmamoğlu da değil, mesele İmamoğlu’nun hukuku konusunu aşmış, “egemenlik kayıtsız şartsız milletin midir, değil midir” meselesi olmuştur.

DEM bu gerçeği görmüyor olabilir mi? Yoksa DEM’in Saraçhane’ye kısmi desteği, iktidarla yürüttüğü pazarlıkta elini güçlendirmek amacını mı taşıyor?

DÖNGÜ

Anımsayın: 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “Gezi’de hükümete yapılmak istenen darbeyi gördük, mesafe koyduk” demişti. Sonra MİT devreye girdi, Öcalan talimat verdi: “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın!” Ardından Taksim’e  Öcalan posterleri, PKK bayrakları sokuldu, “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyen Türk bayraklı kitlenin yavaş yavaş Gezi’ye soğuması amaçlandı.

18 yılın, üç dalganın ve üç açılımın döngüsüdür: Jön Türklerin her direnişi, siyasal İslamcıların ağır bir saldırısına karşıydı. Siyasal İslamcıların her ağır saldırısı, PKK ile pazarlık süreçlerine paraleldi.

(Cumhuriyet)


T-24 "Köşebaşı +Gündem" -3 Nisan 2025-

 Harf Devrimi'nin önemi ve mucizesi -Sami Selçuk-

“Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

harf devrimi atatürk

Arap Alfabesi'nin, aşağıda değinileceği üzere, Arapça sevdasının hukukta yarattığı düş kırıklıklarını, çarpıklıklarını mesleğim boyunca sürekli yaşamışımdır.

Nitekim Yargıtay aşamasında yaşadığım çok çarpıcı örneklerden biri aşağıdadır.

1926/765 sayılı Eski TCY’nin kamu görevlisinin önünde (huzurunda)  ve görevinden dolayı (m. 266) ya da görevi sırasında (m. 267) hakaret eylemleri iki ayrı suç olarak düzenlenmişti.

Her iki suçun ortak ağırlaştırılmış biçimi ise, TCY’nin 269’uncu maddede yer almıştı.

Bu son maddeye ve bu doğrultuda gelişen Yargıtay’ın görüşlerine göre, hakaret, “cebir ve şiddet (yaralama) ve tehdit” kullanılarak işlenmişse verilecek ceza artırılacak, ancak cezayı artırıcı nitelikteki bu maddede “ve” bağlacı kullanıldığı için üç eylemin -yani sövme, şiddet ve tehdit eylemlerinin- bir arada gerçekleşmesi aranacak; kısaca yargılanan sanık, sövecek ve tehdit edecek, bir de şiddet kullanacak, yani bugün kullanılan terime göre kamu görevlisini yaralayacaktı. Bu eylemlerden birini yapmadığı takdirde, söz gelimi, fail sövme ve tehditle yetinirse, ortak artırıcı nedeni düzenleyen yasanın 269’uncu maddesinde “ve” bağlacı kullanıldığı için, hakkında bu madde uygulanamayacak, ancak kamu görevlisine karşı sövme ve tehdit olmak üzere fail, 2 ayrı suçu işlemiş olacaktı.

Bunun sonucu ise şu idi: Ancak 3 eylem birlikte işlendiği takdirde, TC Yasası’nın 266 ya da 267’nci maddelere göre verilen ceza, 269’uncu maddeye göre artırılacaktı.

Bu anlayışın ulaştığı çarpık, düşündürücü ve şaşırtıcı sonuç ise, insanları başkaldırtacak boyutta çok şaşırtıcıydı: Eğer sanık, hakaret ve tehdit gibi 2 ayrı suç işlemişse, kendisine verilen cezaların toplamının, 3 ayrı suç; yani hakaret, tehdit ve yaralama suçları için verilen ağırlaştırılmış tek cezadan daha ağır olması.

Bu akıl almaz, gülünç ve çarpık çelişkiye yol açan olay ise, elbette yasanın 269’uncu maddesinde kullanılan “ve” bağlacıydı.

Oysa kaynak yasada yer alan 269’uncu maddenin karşılığı olan maddede “ve” değil, “ya da” (veya) bağlacına yer verilmişti. Dolayısıyla suç işlemeyi kışkırtan bu çarpık duruma son vermenin yolu, aslında çok kolaydı. Zira bunun için kaynak yasaya ve “düzeltici yorum”a başvurmak, “ve” bağlacının yerine “ya da” bağlacını geçirmek yeterliydi.

Dolayısıyla başkanlığını yürüttüğüm Dördüncü Ceza Dairesi, bu yolda birkaç karar verdi.

Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK), bilinen “yerleşik (müstakar) kararlara göre” gerekçesiyle eski görüşünde uzun süre direndi ve görev yaptığım dairenin düzeltici yorumla ulaştığı görüşe katılmadı.

CGK’nın bu akla ve mantığa aykırı yaklaşımı ve ulaştığı sonuç üzerine Yargıtay’ın kitaplığında var olan 1926/765 sayılı Eski TCY’nin Harf Devrimi öncesi 1926 yılında Resmî Gazete'de Arap Alfabesi'yle yayımlanan ilk metin bulunmuş, Türk dilinin arınmasını ve zenginleşmesini sağlamak için Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nun eski genel yazmanı, ünlü dilcimiz merhum Ömer Asım Aksoy’a gönderilmiş; Aksoy, Arapça alfabede 3 tür “vav” (v harfi) bulunduğunu; eski TCY’nin Arapça Alfabe'yle kaleme alınan 269’uncu maddesinde geçen “vav”ın “ve” değil, “ya da” (veya) olarak anlaşılıp yazıya dökülmesi gerekirken yasa metninin Arap Alfabesi'nden Latin Alfabesi'ne dönüştürülmesi sırasında bunun yanlış olarak “ve” biçiminde yazılmış olduğunu belirlemiş; aynı görüşü edebiyat araştırmalarıyla tanınan yazarlarımızdan merhum Hikmet İlaydın da paylaşmıştı.

İşte toplanan bu bilgilerin ışığında Arap harfleriyle yazılan metne göre Yargıtay CGK, görüşünü değiştirmiş, ancak böylelikle doğru uygulamaya başlanabilmiştir.

Arap harfleriyle yürürlüğe giren bu metni Latin harflerine dönüştürerek kaleme alanlar, elbette Arap alfabesini çok iyi bilen uzman insanlardı. Bu uzmanlıklarına karşın onlar bile Arap alfabesiyle kaleme alınan eski yasayı yeni Latin Alfabesi'ne dönüştürürlerken yanılmaktan kurtulamamışlardır.

Nitekim Osmanlı döneminde ortaokulu (mekteb-i rüşdî) bitiren merhum babam Yusuf Ziya, Arap Alfabesi'nin Arapçaya yatkın olduğunu ve bu yüzden Türkçede bulunmayan pek çok ayrıntıyı barındırdığını, dolayısıyla öğrenmenin ve yazmanın çok güç olduğunu sık sık söyler, bu nedenle yıllarca süren öğretime karşın bu yazıya egemen olamadıklarından yakınır, yeni alfabenin Türk insanını bu tür yüklerden kurtardığını belirtir dururdu.

Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” adlı yapıtında dikkate değer bir çözümlemesi vardır: “Yerliler Hristiyan olmadıkları için değil, Hristiyanlardan daha Hristiyan oldukları için yok edilmelidirler.”

Yasaların hukuka aykırı ve adaletten saptırıcı yasadan daha yasacı sözlerine bağımlılık da, çoğu kez hukuktan sapılmaya yol açmıştır, açabilmektedir. Dolayısıyla bu tuzağa düşülmemelidir.

Yaşanan bu olay, Arap Alfabesi'nin yalnızca yazmada değil, doğru okumada bile çok güçlüklere yol açtığını ve babamın yalnızca haklılığını ortaya koymamakta, çok kolay öğrenilen, buna benzer açmazlara yol açmayan harf devriminin ne denli yerinde olduğunu da ortaya koymaktadır.

İşte bütün bu nedenlerle Atatürk, “Dil Encümeni”nin yeni harflerin 5 ila on yıl içinde okullara ve halka mal edilebileceği yolundaki görüşünü, “Ya 3 ayda ya da hiçbir zaman” diyerek reddetmiş, “Türk Harflerinin Kabulü ve Uygulanması Hakkındaki Yasa,” 1 Kasım 1928 tarihinde benimsenerek yürürlüğe girmiş, Devlet birimleri 1 Aralık 1928, Türk basını ise 1 Ocak 1929 tarihinde yeni alfabeye geçmek zorunda kalmış; böylece Batı uygarlığı ile çok önemli bir kültürel köprünün kurulması da sağlanmıştır.

Gerçekten o harf devrimi, kanımca Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk Medeni Yasası’nın İsviçre’den alınması, Hasan Âli Yücel’in dünya klasiklerini Türkçemize kazandırarak Batı yaşamını Türk insanına aşılama girişimiyle desteklenmiş ve Türk’ün beynini ezberletmeyen, tam tersine sürgit düşündüren ana dilinin özleştirilmesi akımıyla birlikte yapılan köklü 3 büyük kültür devriminden biridir. Çünkü Batı kültürü ile Türk kültürünün buluşması arasında yer alan en önemli engellerden biri bu yasayla aşılmış, böylelikle Batı kültürü ile Türk kültürünün uzlaşması bir ölçüde sağlanmış, önemli engellerden en önemlisi aşılarak, harf devrimin katkılarıyla bir bakıma Türk kültür devriminin ön önemli aşamalarından biri gerçekleştirilmiştir.

Gerçekten harf devrimiyle birlikte başkalıklar ortadan kaldırılmış, kültürler buluşması kolaylaştırılmıştır. Bu yüzden de çok anlamlıdır, çoğu insanı da şaşırtmıştır Türk harf devrimi. Şaşıranlar arasında çağımızın “yapıbo­zumcu” dev bir düşünürü, Jacques Derrida (1930-2004) bile vardır. Bu nedenle Türkiye’de Arap Alfabesi'nin kaldırılarak Latin harflerinin benimsenmesini, ünlü düşünür, doğal bir evrim olarak görmemiş, “yazılı külliyatın dönüştürülmesi/başkalaştırılması, yazım devrimi” (translitération) olarak nitelendirmiştir.

Görülüyor ki, Göktürk, Uygur, şimdi ise Arap harflerinden Latin harflerine geçiş, bir halk için sıradan bir harf değişimi, aktarımı değildir. Bir halkın ürettiği yazılı metinlerinin, külliyatının da ötesine geçmedir, bunları aşmadır. Dolayısıyla köklü bir değişimdir. Bu yüzden de kültürel etkisi çok büyük ve kalıcı olmuştur. Zira bilindiği üzere, Latince kökenli “trans” ön eki çoğu kez “ötede,” “ötesinde,” “aşma,” “arasında” anlamlarına göre sözcüklere yeni bir anlam katmaktadır. (Grevisse, Maurice, Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 103; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 1816; Dauzat / Dubois / Mitterand, Nouveau dictionnaire étymologique et historique, Paris, 1971, 759; Bailly, René, Dictionnaire des synonymes de la langue française, Paris, 1971, 590-592)

Nitekim Derrida’nın bu ön ekle birlikte harf devrimi için bir terim olarak kullandığı “translitération” sözcüğünü, devrimin yol açacağı köklü kültür değişikliğini vurgulamak amacıyla özellikle seçtiği anlaşılmaktadır. Doğaldır bu. Ancak Fransız Devrimi'ni, Aydınlanma'yı, sanayileşme yüzyılını en acı ve derinden yaşamış bir ülkenin çocuğu, post­modern felsefenin büyük düşünürlerinden biri olan Derrida, 2 önemli noktayı kuşkusuz bilmemekte ya da bilse bile unutmuş görünmektedir. Birincisi, bu külliyat, harf devrimiyle Osmanlı dâhil bütün Türk dünyasındaki birikim yakılıp yok edilmek şöyle dursun, tam tersine bütün bunları yaşatmak için Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarıyla birlikte bilim insanlarının incelemelerine sunulmuş; nitekim Atatürk de bu amacını ve kaygısını 1928’de Ruşen Eşref’e açıklamıştır.

İkincisi de, büyük bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı’da Aydınlanma yüzyılı olan on sekizinci yüzyılda, 1773 yılında bile üçgenin açılarını bilmeme olayındaki gibi, yaşanan bilimsel düzeyi ve ülkemizde Yunus Emre’nin “terzi biçip...” sözlerini “terzi Necip” diye okuyan dil hocalarının bulunduğunu bilseydi ünlü düşünür, kim bilir neler derdi?

Ayraç içinde belirteyim ki, Nazilerin kitaplarını yaktığı Zweig, tarihte budalaca yapılan yanlışlar ile rastlantıların kimileyin insanları mutlu gerçeklere ulaştırdığını belirtir. Söz gelimi, matematikçi Paolo Toscanelli’nin (1397-1482) dünyanın çevresini yanlış hesaplaması dolayısıyla kısa sürede Hindistan’a ulaşılacağı yolundaki yanılgısı, Kristof Kolomb’u (1451-1506) okyanuslara açılmaya sürüklemiş, bu yanılgıya dayanılarak yapılan yolculuk sonucunda Amerika kıtası bulunmuştur. Haritacı Martin Behaim’in (1459-1507) yanlış haritası ise, Ferdinand Macellan’ı (1480-1521) dünyanın çevresini dolanan ilk denizci yapmıştır. (Zweig, Stefan, [Zehra Aksu Yılmazer], Dünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan: Macellan, İstanbul, 202, s. 70, 71)

Tıpkı bunlar gibi “ya da” anlamına gelen bağlacın İtalyan Ceza Yasası’ndan “ve” olarak çevrilmesi de; bir hukuk terimi olmayan “birkaç” ve “birçok” sözcüklerinin Türk hukuk uygulamasında başına gelenler de, bilimsel yapıtlarda, özellikle de alıntı yasalarda çeviri etkinliğinin ne denli önemli olduğunu göstermekte ve uygulamacıya şu uyarıyı yapmaktadır: “Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

Zira yaşadıklarımdan bilirim. Benim ülkemin insanları, çoğu kez alınyazılarından Tanrı’yı sorumlu tutar, bir bakıma böylelikle kendilerini de teselli edip aklarlar. Söz gelimi, bindiğiniz otobüsün sürücüsü, tekerleklerden birinin patladığını görünce, arabayı harekete geçirmeden önce besmele çekmediği için Tanrı’nın kendisini cezalandırdığını söyleyecektir size. Çünkü o, akıl ve düşünce adamı değil, inanç adamıdır, Aydınlanma Çağı'nı hiç yaşamamıştır.

Unutmayalım ki, Rönesans’tan bilimsel araştırma merakını, doğayı ve kendisini apaçık tanıma düşüncesini ve yöntemini, inanç alanı ile bilim alanını ayırt etme bilincini, akılcılığı alan Aydınlanma çağının bir ürünü olan hukuk, bilimsel ve yargılamaya ilişkin konularda yansız (nötr), boş inançlardan (hurafe) arınmış ve nesnel, yerine göre gerçekçi, somut ya da soyut olmayı, alın yazısını oluşturan hukuku iyi bilen, Auschwitz’lere karşı çıkan, nefretlerinin kurbanı olmayan iyi insanın gözüyle hukukun boşluklarından yararlanmaya kalkışmayan ve fırsatçı olmayan, İncil’i ya da Kur’an’ı kötü insanların ve ikiyüzlülerin gözüyle okumayan, güç odaklarından uzak duran, hukuk ile ahlakı bütünleştirerek adaleti, toplumsal kurumların ilk erdemi ve haktanırlığın (hakşinaslık) ölçütü olarak gören, önceleyen ve bıkıp usanmadan sürekli düşünen bilinçli yargıçlara, daha sonra da Tanrı’ya teslim etmiştir.

                                                           /././

Boykotlar ve muhtelif ihtimaller -Mine Söğüt-

Bakarsınız bundan sonra tarihi “Her şey kolektif bir boykot bilinciyle başladı, sonra o bilinç hızla bambaşka bir noktaya fırladı” cümlesiyle göğsümüzü gere gere biz yazarız

boykot

Sivil itaatsizliğin en güçlü silahlarından biri olan boykot eylemi gücünü tarih boyunca defalarca deneyimledi. Ama kendisini kaba güç kullanan herhangi bir iktidar karşısında ısrarla “zayıf” hissetmeye devam eden kalabalıklar yüzünden, bu gücü kullanmak bıçak kemiğe dayanana kadar aklımıza gelmiyor.  Ancak bardak taşınca, o son damla düşünce hep birlikte celalleniyoruz ve direnişin kodlarını sanki ilk kez deneyimlenen bir şeymiş gibi en baştan çözmeye çalışıyoruz.  Kendimizi bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanmaya zorluyoruz. Sonra her şey yine eskisi gibi olmaya devam ettiğinde de şaşırıp kalıyoruz.

Tabii ki bu defalarca böyle oldu diye yine aynısı olacak diyemeyiz.

Küçücük bir ihtimal hep var.

Bugün çoğumuzu heyecanlandıran boykot eylemleri, şiddet içermeyen köklü ve etkili bir direniş biçimi olarak iktidarı hızla yerinden edebilir. Yasalardan daha belirleyici ve yargılardan daha caydırıcı bir işlev üstlenebilir.

Sarsılmaz sanılan bir lideri çok fena sarsabilir. Devrilmez sanılan bir gücü pat diye devirebilir. Değişmez sanılan bir düzeni hop diye değiştirebilir. Tersine dönmez sanılan bir dünyayı tak diye tam tersine döndürebilir.

Olmazı olur kılabilir, yıkılmazı yıkabilir ve mucizeler gerçekleştirebilir.

Bu boykot ve arkasından devam edecek güçlü ve tutarlı bir direniş dalgası iktidarı alaşağı edebilir hatta iktidarla birlikte bizi bile değiştirebilir.

Belki de bundan sonra bugüne kadar hiç yapmadığımız bir şeyi yaparız. İlk kez fikrimizin ve itirazımızın takibine düşeriz. Sadece tek bir gün değil hayatımız boyunca tüketimin ne anlama geldiğini düşünerek hareket ederiz. Sadece kötü günde değil, iyi günlerde de ihtiyaçlarımızı belirlerken reklamların, akımların, modaların ve en önemlisi konforun tuzağına zinhar düşmeyiz. Yap denilen hiçbir şeyi aklımıza yatmadıkça yapmayız. Yapma denilen hiçbir şeyden aklımıza yatmadıkça uzak durmayız.

Ömrünün kısa olduğunu bildiğimiz teknolojik ürünleri satın almayız. Kıyafetlerimizi onara onara yıllarca kullanırız. Takas yoluyla alışverişe alışırız. Değerleri piyasa şartlarına göre değil ihtiyacın önemine göre, elzemdem lükse ters bir piramitte yeniden belirlemeye başlarız.

Sağlıksız olduğunu bildiğimiz hiçbir yiyeceği tüketmeyiz. Meyveyi sebzeyi mevsiminde yiyerek ve uzun ömürlü ambalajlı ürünlere el değdirmeyerek piyasa koşullarını baştan yaratırız.

Pet şişelerden uzak durur, kullanılıp atılan hiçbir şeyi satın almaz, enerjiyi ve suyu tasarruflu kullanır, sosyal medya çöplüğüne mesafeli yaklaşır, teknoloji bağımlısı olmayı bırakır ve politikacıların hiçbir sözüne körü körüne kanmaz oluruz.

Bisiklete bineriz, bol bol yürürüz ve güneşin batışını, doğuşunu, yağmurun karın yağışını, baharın gelişini gidişini, rüzgârın esişini, arının uçuşunu ekrana değil göğe bakarak görmek isteriz.

Kararlarımızı bize dayatılan toplumsal normlara, inançlara, geleneklere, göreneklere göre, elalem ne der kaygısıyla değil çağdaş ve bilimsel verilere göre düşüne taşına almakta inat ederiz.

Nihayetinde bir daha asla devasa alışveriş merkezlerine, zincir mağazalara, marketlere, ilaçtan başka her şeyi satan eczanelere, otele benzeyen hastanelere, öğrencileri müşteri gibi gören okullara adım atmayız ve durakta otobüs bekleyen insanları arabamıza davet etmeden şuradan şuraya yol almayız.

Kanunların iktidarın elinde oyuncak olmasına göz yummaz, medyanın aklımızı karıştırmasına alan açmayız. Tüketimden gelen gücümüze sahip çıkarız ve silahlanmaya, savaşlara, diktatörlüklere korkusuzca kafa tutarız.  

Bakarsınız bundan sonra tarihi “Her şey kolektif bir boykot bilinciyle başladı, sonra o bilinç hızla bambaşka bir noktaya fırladı” cümlesiyle göğsümüzü gere gere biz yazarız.

* * *

Tüm bunların kısa sürede olması hepimiz biliyoruz ki… çok küçük… küçücük, minicik neredeyse imkânsız bir ihtimal.

Ama ihtimal!

Kaderi ilahlar değil bizzat tercihlerimiz yazar.

                                                              /././

Ekonomide temel senaryo ve siyasi strateji -Ercan Uygur-

Eğer iktidar yükselen şoklarla kendi iktidarı için uygun bir ortam yarattığını, bu ortamda muhalefetin en azından bir bölümünün çekindiğini/korktuğunu düşünürse, ortamı daha fazla gerecektir. Tavuk oyunu olarak da bilinen bu oyunda çekilen taraf kaybeder. Ancak en çok kaybeden ülkedir.

Son bir buçuk yıldır, 18 Mart 2025 tarihine kadar, ekonomide, herkesin olmasa da yaklaşık yüzde 50 karar alıcının kabul ettiği bir temel senaryo vardı. Bu yazıda bir amacım önce bu temel senaryoyu kısaca açıklamaktır.

18-19 Mart 2025’te bu temel senaryoya son aylarda giderek artan sayıda işaretleri alınan bir şok verildi. Bu şokla temel senaryo değişti ve kötümser senaryoya doğru bir yönelme oldu.

(Senaryo incelemelerinde yer alan temel senaryo, kötümser senaryo ve iyimser senaryo kavramlarını aşağıda açıklıyorum.) 

Bu şokun ortaya çıkmasına neden olan kararları iktidarın bir kesiminin, cumhurbaşkanının ve/veya çevresindeki bir grubun karar verdiği anlaşılıyor. Tüm iktidarın, özellikle makro istikrara önem veren ekonomi kanadının bu kararlara katılacağını sanmıyorum. Haberleri olmuş mudur acaba? 

Temel ekonomi senaryosu bu şokla ne ölçüde değişti ve değişecek? Değişikliğin sonuçları ne olacak? Bu yazının bir amacı da bu sorulara kısa bir yanıt vermektir.

Üçüncü bir soru, iktidarın siyasi stratejisi ile ilgili. 2025 Mart ortasına kadar, iktidarın iktidarını sürdürme stratejisi, her aracı kullanarak muhalafeti bölme ve/veya yanına çekme üzerine kurulu idi.

Örneğin, İYİ Parti, Yeniden Refah Partisi gibi partileri yanına çekme veya bölme yaklaşımları vardı. Ancak anlaşılan bu yaklaşım yeterli görülmedi. Şimdi bir yandan DEM Partiyi ortağı MHP kanalıyla yanına çekmeye ve/veya bölmeye çalışıyor. Diğer yandan da CHP’deki liderlik ve oy potansiyeli yüksek kişileri devre dışı bırakmaya çalışıyor.

Bu siyasi stratejiyi Türkiye toplumu kabul eder mi? Bu da yanıt bekleyen bir başka soru. Bu soruya da kısaca yanıt vermeye çalışıyorum. 

Ekonomide temel, kötümser ve iyimser senaryolar

2023 Mayıs ayındaki seçimler sonrasında göreve başlayan yeni hükümetin ekonomi yönetimi, haziran ve temmuz aylarında dövizin enflasyona bir ölçüde uyum (intibak) sağlamasına olanak verdi.

Şekil 1’de görüldüğü gibi, efektif döviz kuru (EFX = yüzde 50 dolar + yüzde 50 euro) bu iki ayda ortalama 20 TL’den ortalama 28,5 TL’ye yükseldi. ABD dolarında ($FX) da benzer bir yükseliş vardı. Dikkat edelim, kur dikey eksende 20-40 TL arasındadır.

Aynı dönemde TCMB’nin faiz oranı (FFAIZ = ortalama fonlama faizi) da hızla yükseldi. Faiz oranındaki yükseliş, yabancı kısa vadeli fonları Türkiye’ye çekebilmek üzere, yavaşlayarak da olsa 2024 ortalarına kadar sürdü. Şekil 1’de fonlama faizi dikey eksende yüzde 8,5 ile yüzde 52,7 arasında değişmektedir.

Kaynak: TCMB

2024 ortalarından başlayarak, cari dengede de düzelme görüldü. Bu düzelme hem yüksek faiz ile, hem düşük büyüme ile sağlanmıştı. Ancak cari dengedeki düzelme 2025 başlarında artık tersine dönmeye başlamıştı.

Böylece 2023 sonları, 2024 başlarından itibaren (i) azalan KKM getirileri, (ii) yükselen TL faizi, (iii) yurt dışından gelen kısa vadeli fon girişleri, (iv) içerideki dövizin kısmen de olsa TL’ye dönmesi ile bir döviz kuru, faiz, cari açık, büyüme geçici dengesi oluşmuştu.

İşte bu geçici denge, belli varsayımlar altında, bir temel senaryo oluşturdu. Bu temel senaryo 2025 sonbaharı veya 2025 sonuna kadar sürecekti. Önemli varsayımlardan birisi 2025 yazına doğru önemli turizm gelirleri ile cari dengenin tekrar düzeleceği idi.

Bir diğer önemli varsayım TL faizinin yüksek kalmaya devam edeceği, ABD ve AB gibi bölgelerin dış faizi de düşecek veya artmayacağıdır. Emtia fiyatlarında da önemli artış olmayacaktır.

Bu temel senaryoyu karar alıcıların yaklaşık yüzde 50’si kabul ediyordu. Finansal yatırım önerilerinde bu temel senaryo sunuluyordu. Konuyu basitleştirmek için bu senaryonun gerçekleşme olasılığını yüzde 50 olarak alabiliriz. 

Temel senaryodan kötümser senaryoya

Bu geçici dengeyi kabul etmeyen bir diğer yüzde 50 karar alıcı var elbette. Bu 50’nin yaklaşık 35’i kötümserdir varsayımını yaptım. Geri kalan yaklaşık 15 ise iyimserdir. Kötümser ve iyimser senaryo olasılıklarını sırasıyla yüzde 35 ve 15 alabiliriz.

Kötümserliği nereden anlıyoruz? Bir gösterge enflasyon beklentileridir. Şekil 2’de tüketici ve üretici enflasyon beklentileri yer alıyor. En altta mavi çizgi piyasa katılımcılarının 12 ay sonrası için tüketici enflasyonu beklentilerini gösteriyor. 2025 Mart ayında bunların 12 sonrası için enflasyon beklentisi yüzde 24,6.

En üstte tüketicilerin kendilerinin tüketici enflasyonu beklentisi var. Tüketicilerin 2025 Mart ayında 12 sonrası için enflasyon beklentisi yüzde 59,3. Yani, tüketicilerin enflasyon beklentisi piyasa katılımcılarının beklentisinin iki katından da fazla.

Kaynak: TCMB

Piyasa katılımcılarının iyimserliği için yüzde 15 ağırlık verdim. Çünkü sayıları çok daha azdır, yaklaşık 60’tır, ayrıca öngörüleri genellikle gerçekleşmelere göre düşük kalıyor. Tüketicilerin kötümserliği için yüzde 35 ağırlık verdim. Bunların sayıları çok daha fazladır, 5 bine yakındır ve öngörüleri algılanan enflasyona daha uygundur.

Daha yüksek enflasyon beklentisi kötümser senaryoyu temsil ediyor diyorum. Bu senaryoda enflasyon ile birlikte daha yüksek döviz kuru ve faiz, daha düşük büyüme iması vardır. Dediğim gibi, olasılık yüzde 35’tir.

Haliyle, iyimser enflasyon beklentileri de iyimser senaryoyu temsil ediyor ve burada daha düşük döviz kuru ve faiz, daha yüksek büyüme vardır.

Üreticilerin üretici enflasyonu için 12 ay sonrası beklentisi, iki tüketici enflasyonu beklentisi ortasında yer alıyor.  

Ancak tüm enflasyon beklentilerinde son aylarda bir duraklama var, azalma durmuştur. Özellikle tüketicilerin enflasyon beklentisinde son iki ayda artışlar da var. Beklentilerdeki bu duraklamanın, bozulmanın ve yükselmenin nedeni nedir?  

Benim açıklamam 2004 yerel seçimleri sonrasında, özellikle aralık ayından bu yana siyasi gerginliklerin iktidar tarafından arttırılıyor olmasıdır. Diğer bir ifade ile siyasi risklerin arttığı algısı yüksek enflasyon beklentisine yansımıştır.

İktidar partilerinden olmayan bazı belediye başkanları yerine kayyım atanması ve bazıları için de soruşturma başlatılması siyasi gerginliklerin yükseleceği konusunda gösterge olarak alınmış ve beklentileri bozmaya başlamıştır.

Nitekim 18-19 Mart 2025’te başlayan ve hâlâ sürmekte olan iktidarın yarattığı hukuk ve adalet tartışmaları giderek sertleşmektedir. Bu sertleşme bir şok yaratmış ve bozulan beklentileri doğrulamıştır.

Kötümser senaryo için bir diğer gösterge dövize ve döviz ile ifade edilen varlıklara yönelmedir. Bu varlıklara ocak ayından bu yana yöneliş vardır.

Bir üçüncü gösterge, özellikle tüketim ithalatına olan talebinin yükselmesidir. Bu talepte artış döviz kurunun yükseleceği beklentisi ile de ilgilidir. Siyasi risk, döviz kuru riski ve enflasyon riski birlikte yükselmiş görünüyorlar.

İktidarın siyasi stratejisi

İktidarın siyasi stratejisi rasyonel ise, temel senaryonun geçerli olduğu bir ortamda seçimlere gitmesi beklenir. Ancak bu strateji, risklerin düşük olmasını gerektirir.  

Bu risklerin ne kadar daha artacağı, başka şokların gelip gelmeyeceği, kötümser senaryonun giderek ağırlığının ve olasılığının yükselip yükselmeyeceği, öncelikle iktidarın izleyeceği gerginlik yaratma eğilimine bağlıdır.

Eğer iktidar yükselen şoklarla kendi iktidarı için uygun bir ortam yarattığını, bu ortamda muhalefetin en azından bir bölümünün çekindiğini/korktuğunu düşünürse, ortamı daha fazla gerecektir.

Bu strateji bazen tavuk oyunu olarak da bilinir. Bu oyunda çekilen taraf kaybeder. Ancak en çok kaybeden ülkedir. Dış ortam uygundur diyerek bu oyuna girmek hiç beklenmedik sonuçlar da doğurabilir.

Bu strateji siyasi iktisatta vardır ama çok da risklidir. Bu riskleri arttırmanın bedeli de yüksektir. Gerilimin ve olayların boyutunun büyümesi Türkiye için olduğu kadar iktidarın kendisi için de çok risklidir. Tarafsız gibi görünen dış güçleri de oyuna davet eder.

                                                        /././

SÖZCÜ "Gündem" -3 Nisan 2025-

Mehmet Şimşek, TÜSİAD yöneticilerini Brüksel'e davet etti, savcılık reddetti

Hazine Bakanı Mehmet Şimşek'in, haklarında 'yurt dışı çıkış yasağı' bulunan TÜSİAD yöneticileri Orhan Turan ve Ömer Aras'ı Brüksel'deki toplantıya davet ettiği ancak savcılığın başvuruları reddettiği iddia edildi.(https://www.sozcu.com.tr/mehmet-simsek-tusiad-yoneticilerini-davet-etti-savcilik-reddetti-p158107)

AKP'li başkandan büyük vurgun -Veli Toprak-

Belediye şirketi üzerinden aldığı kredi kartı ile özel harcamalar yapan Isparta Atabey eski Belediye Başkanı AKP’li Tevfik Atasoy’la ilgili İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı rapora SÖZCÜ ulaştı. 96 bin liralık implant diş masrafını belediyeye ödeten, 3 yıl önce 25 bin liraya güneş gözlüğü alan Atasoy’un, 17 milyon 595 bin lira kamu zararına neden olduğu belirlendi. Zimmet çıkarıldı ve zararı ödemesi istendi. Mevsimlik işçilerin maaşını hesaplarına yatırıp, daha sonra bir bölümünü elden geri aldığı belirlenen  Atasoy, cep telefonu, altın, bilgisayar, takım elbise aldı, otelin ücretleri ile yemek faturalarını da belediyeye ödetti.(https://www.sozcu.com.tr/akp-li-baskandan-buyuk-vurgun-p158114)

Kaza yaptığı arabayla gösterdiği araba başka -Deniz Ayhan-

Çakarlı aracıyla makas atan ve kaza yapan MHP Milletvekili Zuhal Karakoç Dora ile ilgili dikkat çeken yeni bir detay ortaya çıktı.Ankara Polatlı İlçesi’nde çakarlı aracı ile makas atıp kazaya karışan MHP Kahramanmaraş Milletvekili Zühal Karakoç Dora, kendisini ilginç bir yöntemle savundu. Çakarlı araca ‘geçiş izni vermeyerek kaza yapmasına neden olduğu’ gerekçesiyle 2 yıl hapisle yargılanan hakim, Dora’nın, Jaguar marka araçla hatalı sollama yaptığını ve kazaya karıştığını belirtti. 26 Haziran 2024 tarihindeki olaya ilişkin hakim “Sol şeritten yaklaşık 120 km hızla gidiyordu. Hatalı sollama yapacağını anladım. Çakarlı araç makas atarak önüme geçti” demişti.(https://www.sozcu.com.tr/kaza-yaptigi-arabayla-gosterdigi-araba-baska-p158157)

Sahte yazılım için 22 milyon ödenmiş -Deniz Ayhan-

İBB, AKP yönetimindeyken ‘Odoo’ adlı yazılım için güncel kurla 22 milyon lira ödedi. Program sahte çıktı. İçişleri Bakanlığı’nın el koyduğu müfettiş raporu rafa kaldırıldı. İBB’nin CHP’ye geçmesinin ardından belediye müfettişlerinin incelemesinde birçok usulsüzlük saptandı. İşlem yapılması gereken AKP dönemindeki 34 dosyaya İçişleri Bakanlığı müfettişlerince el konuldu. El konulan dosyalardan birisinden ‘sahte yazılım’ çıktı. Kadir Topbaş yönetimindeki İBB’nin, 2017’de aldığı “ODOO” adlı yazılım programı için 2 milyon 45 bin 791 TL ödendi. İmamoğlu döneminde ise bu yazılım programının lisansının orijinal olmadığı tespit edildi. Büyükşehir Belediyesi müfettişleri, Projet Yazılım ve Danışmanlık Şirketi’ne 2017-2020 yılları için 2 milyon 45 bin 791 TL’lik ödemede bulunduğunu rapor etti. Kamu zararı İmamoğlu döneminde tespit edildi ancak müfettişlerin el koyduğu dosyaya işlem yapmadı. Dönemin 2 milyon TL’si dolar kuru o zaman 3,5 TL olduğu için 584 bin dolar tutuyor. Bu da  günümüz rakamlarıyla 22 milyon 192 bin TL ediyor.

Trump yeni gümrük vergilerini açıkladı: Türkiye'yi de kapsıyor-Büşra Kapan-

Son Dakika... ABD Başkanı Donald Trump, tüm dünyanın merakla beklediği gümrük tarifeleri kararlarını açıkladı. Trump Türkiye'nin de içinde olduğu birçok ülkeye yeni vergiler getirildiğini açıkladı. Peki hangi ülkeye ne kadar vergi getirildi? Trump'ın kararı sonrası altında ani hareketlenmeler yaşanırken, ABD borsalarında sert geri çekilmeler yaşandı.

Beyaz Saray'da düzenlenen toplantıda konuşan Trump, ABD'nin tüm ithalatlara yüzde 10 oranında gümrük vergisi uygulayacağını söyledi. Ayrıca Trump, merakla beklenen otomotiv vergisine ilişkin kararını da açıkladı. Trump, yurt dışında üretilen tüm otomobillere yüzde 25 gümrük vergisi getireceklerini duyurdu. Trump'ın konuşmasından öne çıkanlar : Gece yarısından itibaren yabancı araçlara yüzde 25 tarife yürürlüğe girecek. ABD tüm ülkeler için temel tarife oranını yüzde 10 olarak belirleyecek Karşılıklı oran onların tarife oranının yarısı olacak. Tamamen karşılıklı olmayacaklar.  Gümrük vergileri bize büyüme sağlayacak. ABD Japonya'ya 24yüzde  gümrük vergisi uygulayacak. ABD Tayvan'dan yapılan ithalata yüzde 32 gümrük vergisi uygulayacak. ABD, AB'den ithalata yüzde 20 tarife uygulayacak  ABD, Çin'den yapılan ithalata yüzde  34 tarife uygulayacak  TÜRKİYE'YE DE UYGULANACAK: ABD, karşılıklı tarifeler çerçevesinde Türkiye'den ithalata yüzde 10 gümrük vergisi uygulayacak. ABD, Singapur'dan yapılan ithalata yüzde 10 gümrük vergisi uygulayacak Avrupa Birliği, çok çok sertler, çok sert tüccarlar. Avrupa Birliği'nin çok dostane olduğunu düşünüyorsunuz, bizi kazıklıyorlar, bunu görmek çok üzücü, çok acınası ABD, İsrail'den yapılan ithalata yüzde 17 gümrük vergisi uygulayacak ABD, Hindistan'dan yapılan ithalata yüzde 26 gümrük vergisi uygulayacak ABD, Güney Kore'den yapılan ithalata yüzde 25 gümrük vergisi uygulayacak KORKUNÇ VERGİLERLE KARŞILAŞTIK: Trump gelecek dönemler daha iyi gelişeceklerine dikkat çekerek "Çok iyi bir iş çıkarttık. Ve Senato'da çok büyük bir çoğunluk elde ettik. Senatörlerimize teşekkür ediyorum. Önümüzdeki yıllarda ülkemiz gelişmeye devam edecek ve vergi, günlük vergilerimiz şimdiye kadar çok kötü durumdaydı. Yalnızca maddi olarak değil, anlaşmalar olarak çok kötü bir durumdaydı. Ve şu anda maddi olarak yeni anlaşmalar yapıyoruz. Manipüle ettiler bütün anlaşmalarımızı. Ve korkunç vergiler uyguladılar bize. Teknik standartlar olsun, kurallar olsun her zaman kendi lehlerine büktüler bunları." ifadelerini kullandı.

                                                   ***

SÖZCÜ


 

Sanal akaryakıtta 140 milyarlık vurgun + Yıldırım yemeğinin faturasını iBB ödedi -SÖZCÜ

 Sanal akaryakıtta 140 milyarlık vurgun -Erdoğan Süzer-

Gerçekte hiç olmayan 3 milyar litre akaryakıtı piyasa sürmüş gibi gösterip 140.5 milyar liralık akaryakıt vurgunu yapıldığı ortaya çıktı. Vurgun, 15.5 milyon emeklinin bayram ikramiyesini aşıyor.

Akaryakıt üzerindeki aşırı yüksek vergi, akaryakıt kaçakçılarının iştahını kabarttı. Akaryakıt kaçakçılarının sahte fatura düzenleyerek, gerçekte olmayan 3 milyar litre akaryakıtı piyasaya sürmüş gibi gösterip vurgun yaptıkları ortaya çıktı. Vurgunun büyük boyutunun maden ocaklarıyla, büyük inşaat alanları ve çeşitli tesislere yapılan toplu akaryakıt satışlarından elde edildiği belirlendi. Piyasaya sürülmüş gibi gösterilen akaryakıtın güncel değerinin 140.5 milyar lirayı bulduğu hesaplandı.

DENETİMLERDE ORTAYA ÇIKTI

Akaryakıttaki büyük vurgun, Vergi Denetim Kurulu (VDK) Vergi Kaçakçılığı Analiz Şube Müdürlüğünün TBMM Plan ve Bütçe Komisyonuna yaptığı sunumla gün yüzüne çıktı. VDK yetkilileri, kaçakçılıkla ilgili inceleme başlattıkları akaryakıt bayilerinin lisanslarını iptal ettirip incelemelerden kurtulduklarını belirtirken, “Sonra yasa değiştirilip lisans iptal hakkı kaldırılınca her şey değişti. Bir yıl içerisinde, usulsüzlüklerinin en yoğun gözlemlendiği toptan akaryakıt satışlarında düzenlenen fatura miktarında yüzde 36 oranında azalma oldu, bu da 3 milyar litrelik bir akaryakıta karşılık geliyor” dediler.

Son bir yılda faal olan 13 sahteci dağıtım şirketi ile lisansı iptal olan toplamda 25 dağıtım şirketi ile bin 100 bayiyi aynı anda incelediklerini belirten VDK yetkilileri, “İncelenen yerlerde yüzde 90’ın üzerinde vergi suçu raporu düzenlendi. Arz ve talep arasında 2 milyon ton civarı motorin cinsinde bir ürün farkı (kaçak) vardı. Yaklaşık 94 milyar lirayı bulan bu fark incelemelerle ortadan kaldırıldı” bilgisini verdiler.

Gerçek olsa kıtlık olurdu

VDK’nın kaçakla ilgili tespitlerini değerlendiren TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı Mehmet Muş, “İnceleme başlayınca düzenlenen akaryakıt faturası bir anda yüzde 36 azalıyor. Bir ürün yüzde 36 azalsa piyasada kıtlık olur. Ancak burada piyasaya sürülen ürün 3’te 1 oranında azalmasına rağmen herhangi bir kısıntı, akaryakıta ulaşmakta problem yaşanmadı. İşte bu kaçağı gösteriyor. Üstelik o sahte faturanın KDV’si kullanılmış, Kurumlar Vergisi’nde gider gösterilmiş ve satılmış” dedi. Muş, kaçak akaryakıt faturasını kullanan firmalara da denetimin yaygınlaştırılması gerektiğini söyledi.

                                                        ***

Yıldırım yemeğinin faturasını iBB ödedi -Deniz Ayhan-

2019’daki yerel seçim öncesi AKP’nin İBB Başkan adayı Binali Yıldırım için milyonlarca liralık organizasyon yapıldığı ortaya çıktı.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından, geçmiş dönemde yapılan usulsüzlükler de su yüzüne çıkıyor. 2019’daki yerel seçimlerde; AKP’nin İBB Başkan Adayı Binali Yıldırım için milyonlarca TL’lik yemek organizasyonu yapıldığı ortaya çıktı. İBB müfettişlerinin hazırladığı yolsuzluk dosyasında 2019 seçimlerinde Binali Yıldırım için İBB’nin iştirak şirketlerinden bir haftada 35 bin kişiye, 3 milyon 587 bin 500 TL’lik (Yaklaşık 690 bin dolar. Bugünün kuruyla 26 milyon TL) harcama yapıldığı saptandı. 

İmamoğlu döneminde İBB’nin yaptığı teftişlere ilişkin raporlara, İçişleri Bakanlığı’nca el konmuştu. Raporda, Avrasya Gösteri ve Sanat Merkezi, Galata Kulesi, Hıdiv Kasrı, Miniatürk, Çadır Köşk, Malta Köşkü, Beyaz Köşk, Küçük Çamlıca, Gülhane, Paşa Limanı, Sarı Köşk gibi mekanlarda kahvaltı, öğle ve akşam yemeği, kokteyl adı altında organizasyonlar yapıldığı belirtildi. 

KAMU KAYNAKLARI; Etkinliklerin açıklama bölümünde, ‘Vefa buluşma yemeği, Miting, Binali Beyin korumaları” gibi ifadeler yer aldı. Raporda, “Elde olunan ilk bilgi ve belgeler ışığında, kamu kaynaklarının siyasi çalışmalar için kullanılmış olabileceği ve bunun gizlenmesi için içerik itibariyle sahte belge üretildiği kanısı oluşmuştur” denildi

                                                   ***

SÖZCÜ


 

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...