Harf Devrimi'nin önemi ve mucizesi -Sami Selçuk-
“Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

Arap Alfabesi'nin, aşağıda değinileceği üzere, Arapça sevdasının hukukta yarattığı düş kırıklıklarını, çarpıklıklarını mesleğim boyunca sürekli yaşamışımdır.
Nitekim Yargıtay aşamasında yaşadığım çok çarpıcı örneklerden biri aşağıdadır.
1926/765 sayılı Eski TCY’nin kamu görevlisinin önünde (huzurunda) ve görevinden dolayı (m. 266) ya da görevi sırasında (m. 267) hakaret eylemleri iki ayrı suç olarak düzenlenmişti.
Her iki suçun ortak ağırlaştırılmış biçimi ise, TCY’nin 269’uncu maddede yer almıştı.
Bu son maddeye ve bu doğrultuda gelişen Yargıtay’ın görüşlerine göre, hakaret, “cebir ve şiddet (yaralama) ve tehdit” kullanılarak işlenmişse verilecek ceza artırılacak, ancak cezayı artırıcı nitelikteki bu maddede “ve” bağlacı kullanıldığı için üç eylemin -yani sövme, şiddet ve tehdit eylemlerinin- bir arada gerçekleşmesi aranacak; kısaca yargılanan sanık, sövecek ve tehdit edecek, bir de şiddet kullanacak, yani bugün kullanılan terime göre kamu görevlisini yaralayacaktı. Bu eylemlerden birini yapmadığı takdirde, söz gelimi, fail sövme ve tehditle yetinirse, ortak artırıcı nedeni düzenleyen yasanın 269’uncu maddesinde “ve” bağlacı kullanıldığı için, hakkında bu madde uygulanamayacak, ancak kamu görevlisine karşı sövme ve tehdit olmak üzere fail, 2 ayrı suçu işlemiş olacaktı.
Bunun sonucu ise şu idi: Ancak 3 eylem birlikte işlendiği takdirde, TC Yasası’nın 266 ya da 267’nci maddelere göre verilen ceza, 269’uncu maddeye göre artırılacaktı.
Bu anlayışın ulaştığı çarpık, düşündürücü ve şaşırtıcı sonuç ise, insanları başkaldırtacak boyutta çok şaşırtıcıydı: Eğer sanık, hakaret ve tehdit gibi 2 ayrı suç işlemişse, kendisine verilen cezaların toplamının, 3 ayrı suç; yani hakaret, tehdit ve yaralama suçları için verilen ağırlaştırılmış tek cezadan daha ağır olması.
Bu akıl almaz, gülünç ve çarpık çelişkiye yol açan olay ise, elbette yasanın 269’uncu maddesinde kullanılan “ve” bağlacıydı.
Oysa kaynak yasada yer alan 269’uncu maddenin karşılığı olan maddede “ve” değil, “ya da” (veya) bağlacına yer verilmişti. Dolayısıyla suç işlemeyi kışkırtan bu çarpık duruma son vermenin yolu, aslında çok kolaydı. Zira bunun için kaynak yasaya ve “düzeltici yorum”a başvurmak, “ve” bağlacının yerine “ya da” bağlacını geçirmek yeterliydi.
Dolayısıyla başkanlığını yürüttüğüm Dördüncü Ceza Dairesi, bu yolda birkaç karar verdi.
Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK), bilinen “yerleşik (müstakar) kararlara göre” gerekçesiyle eski görüşünde uzun süre direndi ve görev yaptığım dairenin düzeltici yorumla ulaştığı görüşe katılmadı.
CGK’nın bu akla ve mantığa aykırı yaklaşımı ve ulaştığı sonuç üzerine Yargıtay’ın kitaplığında var olan 1926/765 sayılı Eski TCY’nin Harf Devrimi öncesi 1926 yılında Resmî Gazete'de Arap Alfabesi'yle yayımlanan ilk metin bulunmuş, Türk dilinin arınmasını ve zenginleşmesini sağlamak için Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nun eski genel yazmanı, ünlü dilcimiz merhum Ömer Asım Aksoy’a gönderilmiş; Aksoy, Arapça alfabede 3 tür “vav” (v harfi) bulunduğunu; eski TCY’nin Arapça Alfabe'yle kaleme alınan 269’uncu maddesinde geçen “vav”ın “ve” değil, “ya da” (veya) olarak anlaşılıp yazıya dökülmesi gerekirken yasa metninin Arap Alfabesi'nden Latin Alfabesi'ne dönüştürülmesi sırasında bunun yanlış olarak “ve” biçiminde yazılmış olduğunu belirlemiş; aynı görüşü edebiyat araştırmalarıyla tanınan yazarlarımızdan merhum Hikmet İlaydın da paylaşmıştı.
İşte toplanan bu bilgilerin ışığında Arap harfleriyle yazılan metne göre Yargıtay CGK, görüşünü değiştirmiş, ancak böylelikle doğru uygulamaya başlanabilmiştir.
Arap harfleriyle yürürlüğe giren bu metni Latin harflerine dönüştürerek kaleme alanlar, elbette Arap alfabesini çok iyi bilen uzman insanlardı. Bu uzmanlıklarına karşın onlar bile Arap alfabesiyle kaleme alınan eski yasayı yeni Latin Alfabesi'ne dönüştürürlerken yanılmaktan kurtulamamışlardır.
Nitekim Osmanlı döneminde ortaokulu (mekteb-i rüşdî) bitiren merhum babam Yusuf Ziya, Arap Alfabesi'nin Arapçaya yatkın olduğunu ve bu yüzden Türkçede bulunmayan pek çok ayrıntıyı barındırdığını, dolayısıyla öğrenmenin ve yazmanın çok güç olduğunu sık sık söyler, bu nedenle yıllarca süren öğretime karşın bu yazıya egemen olamadıklarından yakınır, yeni alfabenin Türk insanını bu tür yüklerden kurtardığını belirtir dururdu.
Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” adlı yapıtında dikkate değer bir çözümlemesi vardır: “Yerliler Hristiyan olmadıkları için değil, Hristiyanlardan daha Hristiyan oldukları için yok edilmelidirler.”
Yasaların hukuka aykırı ve adaletten saptırıcı yasadan daha yasacı sözlerine bağımlılık da, çoğu kez hukuktan sapılmaya yol açmıştır, açabilmektedir. Dolayısıyla bu tuzağa düşülmemelidir.
Yaşanan bu olay, Arap Alfabesi'nin yalnızca yazmada değil, doğru okumada bile çok güçlüklere yol açtığını ve babamın yalnızca haklılığını ortaya koymamakta, çok kolay öğrenilen, buna benzer açmazlara yol açmayan harf devriminin ne denli yerinde olduğunu da ortaya koymaktadır.
İşte bütün bu nedenlerle Atatürk, “Dil Encümeni”nin yeni harflerin 5 ila on yıl içinde okullara ve halka mal edilebileceği yolundaki görüşünü, “Ya 3 ayda ya da hiçbir zaman” diyerek reddetmiş, “Türk Harflerinin Kabulü ve Uygulanması Hakkındaki Yasa,” 1 Kasım 1928 tarihinde benimsenerek yürürlüğe girmiş, Devlet birimleri 1 Aralık 1928, Türk basını ise 1 Ocak 1929 tarihinde yeni alfabeye geçmek zorunda kalmış; böylece Batı uygarlığı ile çok önemli bir kültürel köprünün kurulması da sağlanmıştır.
Gerçekten o harf devrimi, kanımca Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk Medeni Yasası’nın İsviçre’den alınması, Hasan Âli Yücel’in dünya klasiklerini Türkçemize kazandırarak Batı yaşamını Türk insanına aşılama girişimiyle desteklenmiş ve Türk’ün beynini ezberletmeyen, tam tersine sürgit düşündüren ana dilinin özleştirilmesi akımıyla birlikte yapılan köklü 3 büyük kültür devriminden biridir. Çünkü Batı kültürü ile Türk kültürünün buluşması arasında yer alan en önemli engellerden biri bu yasayla aşılmış, böylelikle Batı kültürü ile Türk kültürünün uzlaşması bir ölçüde sağlanmış, önemli engellerden en önemlisi aşılarak, harf devrimin katkılarıyla bir bakıma Türk kültür devriminin ön önemli aşamalarından biri gerçekleştirilmiştir.
Gerçekten harf devrimiyle birlikte başkalıklar ortadan kaldırılmış, kültürler buluşması kolaylaştırılmıştır. Bu yüzden de çok anlamlıdır, çoğu insanı da şaşırtmıştır Türk harf devrimi. Şaşıranlar arasında çağımızın “yapıbozumcu” dev bir düşünürü, Jacques Derrida (1930-2004) bile vardır. Bu nedenle Türkiye’de Arap Alfabesi'nin kaldırılarak Latin harflerinin benimsenmesini, ünlü düşünür, doğal bir evrim olarak görmemiş, “yazılı külliyatın dönüştürülmesi/başkalaştırılması, yazım devrimi” (translitération) olarak nitelendirmiştir.
Görülüyor ki, Göktürk, Uygur, şimdi ise Arap harflerinden Latin harflerine geçiş, bir halk için sıradan bir harf değişimi, aktarımı değildir. Bir halkın ürettiği yazılı metinlerinin, külliyatının da ötesine geçmedir, bunları aşmadır. Dolayısıyla köklü bir değişimdir. Bu yüzden de kültürel etkisi çok büyük ve kalıcı olmuştur. Zira bilindiği üzere, Latince kökenli “trans” ön eki çoğu kez “ötede,” “ötesinde,” “aşma,” “arasında” anlamlarına göre sözcüklere yeni bir anlam katmaktadır. (Grevisse, Maurice, Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 103; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 1816; Dauzat / Dubois / Mitterand, Nouveau dictionnaire étymologique et historique, Paris, 1971, 759; Bailly, René, Dictionnaire des synonymes de la langue française, Paris, 1971, 590-592)
Nitekim Derrida’nın bu ön ekle birlikte harf devrimi için bir terim olarak kullandığı “translitération” sözcüğünü, devrimin yol açacağı köklü kültür değişikliğini vurgulamak amacıyla özellikle seçtiği anlaşılmaktadır. Doğaldır bu. Ancak Fransız Devrimi'ni, Aydınlanma'yı, sanayileşme yüzyılını en acı ve derinden yaşamış bir ülkenin çocuğu, postmodern felsefenin büyük düşünürlerinden biri olan Derrida, 2 önemli noktayı kuşkusuz bilmemekte ya da bilse bile unutmuş görünmektedir. Birincisi, bu külliyat, harf devrimiyle Osmanlı dâhil bütün Türk dünyasındaki birikim yakılıp yok edilmek şöyle dursun, tam tersine bütün bunları yaşatmak için Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarıyla birlikte bilim insanlarının incelemelerine sunulmuş; nitekim Atatürk de bu amacını ve kaygısını 1928’de Ruşen Eşref’e açıklamıştır.
İkincisi de, büyük bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı’da Aydınlanma yüzyılı olan on sekizinci yüzyılda, 1773 yılında bile üçgenin açılarını bilmeme olayındaki gibi, yaşanan bilimsel düzeyi ve ülkemizde Yunus Emre’nin “terzi biçip...” sözlerini “terzi Necip” diye okuyan dil hocalarının bulunduğunu bilseydi ünlü düşünür, kim bilir neler derdi?
Ayraç içinde belirteyim ki, Nazilerin kitaplarını yaktığı Zweig, tarihte budalaca yapılan yanlışlar ile rastlantıların kimileyin insanları mutlu gerçeklere ulaştırdığını belirtir. Söz gelimi, matematikçi Paolo Toscanelli’nin (1397-1482) dünyanın çevresini yanlış hesaplaması dolayısıyla kısa sürede Hindistan’a ulaşılacağı yolundaki yanılgısı, Kristof Kolomb’u (1451-1506) okyanuslara açılmaya sürüklemiş, bu yanılgıya dayanılarak yapılan yolculuk sonucunda Amerika kıtası bulunmuştur. Haritacı Martin Behaim’in (1459-1507) yanlış haritası ise, Ferdinand Macellan’ı (1480-1521) dünyanın çevresini dolanan ilk denizci yapmıştır. (Zweig, Stefan, [Zehra Aksu Yılmazer], Dünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan: Macellan, İstanbul, 202, s. 70, 71)
Tıpkı bunlar gibi “ya da” anlamına gelen bağlacın İtalyan Ceza Yasası’ndan “ve” olarak çevrilmesi de; bir hukuk terimi olmayan “birkaç” ve “birçok” sözcüklerinin Türk hukuk uygulamasında başına gelenler de, bilimsel yapıtlarda, özellikle de alıntı yasalarda çeviri etkinliğinin ne denli önemli olduğunu göstermekte ve uygulamacıya şu uyarıyı yapmaktadır: “Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”
Zira yaşadıklarımdan bilirim. Benim ülkemin insanları, çoğu kez alınyazılarından Tanrı’yı sorumlu tutar, bir bakıma böylelikle kendilerini de teselli edip aklarlar. Söz gelimi, bindiğiniz otobüsün sürücüsü, tekerleklerden birinin patladığını görünce, arabayı harekete geçirmeden önce besmele çekmediği için Tanrı’nın kendisini cezalandırdığını söyleyecektir size. Çünkü o, akıl ve düşünce adamı değil, inanç adamıdır, Aydınlanma Çağı'nı hiç yaşamamıştır.
Unutmayalım ki, Rönesans’tan bilimsel araştırma merakını, doğayı ve kendisini apaçık tanıma düşüncesini ve yöntemini, inanç alanı ile bilim alanını ayırt etme bilincini, akılcılığı alan Aydınlanma çağının bir ürünü olan hukuk, bilimsel ve yargılamaya ilişkin konularda yansız (nötr), boş inançlardan (hurafe) arınmış ve nesnel, yerine göre gerçekçi, somut ya da soyut olmayı, alın yazısını oluşturan hukuku iyi bilen, Auschwitz’lere karşı çıkan, nefretlerinin kurbanı olmayan iyi insanın gözüyle hukukun boşluklarından yararlanmaya kalkışmayan ve fırsatçı olmayan, İncil’i ya da Kur’an’ı kötü insanların ve ikiyüzlülerin gözüyle okumayan, güç odaklarından uzak duran, hukuk ile ahlakı bütünleştirerek adaleti, toplumsal kurumların ilk erdemi ve haktanırlığın (hakşinaslık) ölçütü olarak gören, önceleyen ve bıkıp usanmadan sürekli düşünen bilinçli yargıçlara, daha sonra da Tanrı’ya teslim etmiştir.
/././
Boykotlar ve muhtelif ihtimaller -Mine Söğüt-
Bakarsınız bundan sonra tarihi “Her şey kolektif bir boykot bilinciyle başladı, sonra o bilinç hızla bambaşka bir noktaya fırladı” cümlesiyle göğsümüzü gere gere biz yazarız

Sivil itaatsizliğin en güçlü silahlarından biri olan boykot eylemi gücünü tarih boyunca defalarca deneyimledi. Ama kendisini kaba güç kullanan herhangi bir iktidar karşısında ısrarla “zayıf” hissetmeye devam eden kalabalıklar yüzünden, bu gücü kullanmak bıçak kemiğe dayanana kadar aklımıza gelmiyor. Ancak bardak taşınca, o son damla düşünce hep birlikte celalleniyoruz ve direnişin kodlarını sanki ilk kez deneyimlenen bir şeymiş gibi en baştan çözmeye çalışıyoruz. Kendimizi bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanmaya zorluyoruz. Sonra her şey yine eskisi gibi olmaya devam ettiğinde de şaşırıp kalıyoruz.
Tabii ki bu defalarca böyle oldu diye yine aynısı olacak diyemeyiz.
Küçücük bir ihtimal hep var.
Bugün çoğumuzu heyecanlandıran boykot eylemleri, şiddet içermeyen köklü ve etkili bir direniş biçimi olarak iktidarı hızla yerinden edebilir. Yasalardan daha belirleyici ve yargılardan daha caydırıcı bir işlev üstlenebilir.
Sarsılmaz sanılan bir lideri çok fena sarsabilir. Devrilmez sanılan bir gücü pat diye devirebilir. Değişmez sanılan bir düzeni hop diye değiştirebilir. Tersine dönmez sanılan bir dünyayı tak diye tam tersine döndürebilir.
Olmazı olur kılabilir, yıkılmazı yıkabilir ve mucizeler gerçekleştirebilir.
Bu boykot ve arkasından devam edecek güçlü ve tutarlı bir direniş dalgası iktidarı alaşağı edebilir hatta iktidarla birlikte bizi bile değiştirebilir.
Belki de bundan sonra bugüne kadar hiç yapmadığımız bir şeyi yaparız. İlk kez fikrimizin ve itirazımızın takibine düşeriz. Sadece tek bir gün değil hayatımız boyunca tüketimin ne anlama geldiğini düşünerek hareket ederiz. Sadece kötü günde değil, iyi günlerde de ihtiyaçlarımızı belirlerken reklamların, akımların, modaların ve en önemlisi konforun tuzağına zinhar düşmeyiz. Yap denilen hiçbir şeyi aklımıza yatmadıkça yapmayız. Yapma denilen hiçbir şeyden aklımıza yatmadıkça uzak durmayız.
Ömrünün kısa olduğunu bildiğimiz teknolojik ürünleri satın almayız. Kıyafetlerimizi onara onara yıllarca kullanırız. Takas yoluyla alışverişe alışırız. Değerleri piyasa şartlarına göre değil ihtiyacın önemine göre, elzemdem lükse ters bir piramitte yeniden belirlemeye başlarız.
Sağlıksız olduğunu bildiğimiz hiçbir yiyeceği tüketmeyiz. Meyveyi sebzeyi mevsiminde yiyerek ve uzun ömürlü ambalajlı ürünlere el değdirmeyerek piyasa koşullarını baştan yaratırız.
Pet şişelerden uzak durur, kullanılıp atılan hiçbir şeyi satın almaz, enerjiyi ve suyu tasarruflu kullanır, sosyal medya çöplüğüne mesafeli yaklaşır, teknoloji bağımlısı olmayı bırakır ve politikacıların hiçbir sözüne körü körüne kanmaz oluruz.
Bisiklete bineriz, bol bol yürürüz ve güneşin batışını, doğuşunu, yağmurun karın yağışını, baharın gelişini gidişini, rüzgârın esişini, arının uçuşunu ekrana değil göğe bakarak görmek isteriz.
Kararlarımızı bize dayatılan toplumsal normlara, inançlara, geleneklere, göreneklere göre, elalem ne der kaygısıyla değil çağdaş ve bilimsel verilere göre düşüne taşına almakta inat ederiz.
Nihayetinde bir daha asla devasa alışveriş merkezlerine, zincir mağazalara, marketlere, ilaçtan başka her şeyi satan eczanelere, otele benzeyen hastanelere, öğrencileri müşteri gibi gören okullara adım atmayız ve durakta otobüs bekleyen insanları arabamıza davet etmeden şuradan şuraya yol almayız.
Kanunların iktidarın elinde oyuncak olmasına göz yummaz, medyanın aklımızı karıştırmasına alan açmayız. Tüketimden gelen gücümüze sahip çıkarız ve silahlanmaya, savaşlara, diktatörlüklere korkusuzca kafa tutarız.
Bakarsınız bundan sonra tarihi “Her şey kolektif bir boykot bilinciyle başladı, sonra o bilinç hızla bambaşka bir noktaya fırladı” cümlesiyle göğsümüzü gere gere biz yazarız.
* * *
Tüm bunların kısa sürede olması hepimiz biliyoruz ki… çok küçük… küçücük, minicik neredeyse imkânsız bir ihtimal.
Ama ihtimal!
Kaderi ilahlar değil bizzat tercihlerimiz yazar.
/././
Ekonomide temel senaryo ve siyasi strateji -Ercan Uygur-
Eğer iktidar yükselen şoklarla kendi iktidarı için uygun bir ortam yarattığını, bu ortamda muhalefetin en azından bir bölümünün çekindiğini/korktuğunu düşünürse, ortamı daha fazla gerecektir. Tavuk oyunu olarak da bilinen bu oyunda çekilen taraf kaybeder. Ancak en çok kaybeden ülkedir.
Son bir buçuk yıldır, 18 Mart 2025 tarihine kadar, ekonomide, herkesin olmasa da yaklaşık yüzde 50 karar alıcının kabul ettiği bir temel senaryo vardı. Bu yazıda bir amacım önce bu temel senaryoyu kısaca açıklamaktır.
18-19 Mart 2025’te bu temel senaryoya son aylarda giderek artan sayıda işaretleri alınan bir şok verildi. Bu şokla temel senaryo değişti ve kötümser senaryoya doğru bir yönelme oldu.
(Senaryo incelemelerinde yer alan temel senaryo, kötümser senaryo ve iyimser senaryo kavramlarını aşağıda açıklıyorum.)
Bu şokun ortaya çıkmasına neden olan kararları iktidarın bir kesiminin, cumhurbaşkanının ve/veya çevresindeki bir grubun karar verdiği anlaşılıyor. Tüm iktidarın, özellikle makro istikrara önem veren ekonomi kanadının bu kararlara katılacağını sanmıyorum. Haberleri olmuş mudur acaba?
Temel ekonomi senaryosu bu şokla ne ölçüde değişti ve değişecek? Değişikliğin sonuçları ne olacak? Bu yazının bir amacı da bu sorulara kısa bir yanıt vermektir.
Üçüncü bir soru, iktidarın siyasi stratejisi ile ilgili. 2025 Mart ortasına kadar, iktidarın iktidarını sürdürme stratejisi, her aracı kullanarak muhalafeti bölme ve/veya yanına çekme üzerine kurulu idi.
Örneğin, İYİ Parti, Yeniden Refah Partisi gibi partileri yanına çekme veya bölme yaklaşımları vardı. Ancak anlaşılan bu yaklaşım yeterli görülmedi. Şimdi bir yandan DEM Partiyi ortağı MHP kanalıyla yanına çekmeye ve/veya bölmeye çalışıyor. Diğer yandan da CHP’deki liderlik ve oy potansiyeli yüksek kişileri devre dışı bırakmaya çalışıyor.
Bu siyasi stratejiyi Türkiye toplumu kabul eder mi? Bu da yanıt bekleyen bir başka soru. Bu soruya da kısaca yanıt vermeye çalışıyorum.
Ekonomide temel, kötümser ve iyimser senaryolar
2023 Mayıs ayındaki seçimler sonrasında göreve başlayan yeni hükümetin ekonomi yönetimi, haziran ve temmuz aylarında dövizin enflasyona bir ölçüde uyum (intibak) sağlamasına olanak verdi.
Şekil 1’de görüldüğü gibi, efektif döviz kuru (EFX = yüzde 50 dolar + yüzde 50 euro) bu iki ayda ortalama 20 TL’den ortalama 28,5 TL’ye yükseldi. ABD dolarında ($FX) da benzer bir yükseliş vardı. Dikkat edelim, kur dikey eksende 20-40 TL arasındadır.
Aynı dönemde TCMB’nin faiz oranı (FFAIZ = ortalama fonlama faizi) da hızla yükseldi. Faiz oranındaki yükseliş, yabancı kısa vadeli fonları Türkiye’ye çekebilmek üzere, yavaşlayarak da olsa 2024 ortalarına kadar sürdü. Şekil 1’de fonlama faizi dikey eksende yüzde 8,5 ile yüzde 52,7 arasında değişmektedir.
Kaynak: TCMB
2024 ortalarından başlayarak, cari dengede de düzelme görüldü. Bu düzelme hem yüksek faiz ile, hem düşük büyüme ile sağlanmıştı. Ancak cari dengedeki düzelme 2025 başlarında artık tersine dönmeye başlamıştı.
Böylece 2023 sonları, 2024 başlarından itibaren (i) azalan KKM getirileri, (ii) yükselen TL faizi, (iii) yurt dışından gelen kısa vadeli fon girişleri, (iv) içerideki dövizin kısmen de olsa TL’ye dönmesi ile bir döviz kuru, faiz, cari açık, büyüme geçici dengesi oluşmuştu.
İşte bu geçici denge, belli varsayımlar altında, bir temel senaryo oluşturdu. Bu temel senaryo 2025 sonbaharı veya 2025 sonuna kadar sürecekti. Önemli varsayımlardan birisi 2025 yazına doğru önemli turizm gelirleri ile cari dengenin tekrar düzeleceği idi.
Bir diğer önemli varsayım TL faizinin yüksek kalmaya devam edeceği, ABD ve AB gibi bölgelerin dış faizi de düşecek veya artmayacağıdır. Emtia fiyatlarında da önemli artış olmayacaktır.
Bu temel senaryoyu karar alıcıların yaklaşık yüzde 50’si kabul ediyordu. Finansal yatırım önerilerinde bu temel senaryo sunuluyordu. Konuyu basitleştirmek için bu senaryonun gerçekleşme olasılığını yüzde 50 olarak alabiliriz.
Temel senaryodan kötümser senaryoya
Bu geçici dengeyi kabul etmeyen bir diğer yüzde 50 karar alıcı var elbette. Bu 50’nin yaklaşık 35’i kötümserdir varsayımını yaptım. Geri kalan yaklaşık 15 ise iyimserdir. Kötümser ve iyimser senaryo olasılıklarını sırasıyla yüzde 35 ve 15 alabiliriz.
Kötümserliği nereden anlıyoruz? Bir gösterge enflasyon beklentileridir. Şekil 2’de tüketici ve üretici enflasyon beklentileri yer alıyor. En altta mavi çizgi piyasa katılımcılarının 12 ay sonrası için tüketici enflasyonu beklentilerini gösteriyor. 2025 Mart ayında bunların 12 sonrası için enflasyon beklentisi yüzde 24,6.
En üstte tüketicilerin kendilerinin tüketici enflasyonu beklentisi var. Tüketicilerin 2025 Mart ayında 12 sonrası için enflasyon beklentisi yüzde 59,3. Yani, tüketicilerin enflasyon beklentisi piyasa katılımcılarının beklentisinin iki katından da fazla.
Kaynak: TCMB
Piyasa katılımcılarının iyimserliği için yüzde 15 ağırlık verdim. Çünkü sayıları çok daha azdır, yaklaşık 60’tır, ayrıca öngörüleri genellikle gerçekleşmelere göre düşük kalıyor. Tüketicilerin kötümserliği için yüzde 35 ağırlık verdim. Bunların sayıları çok daha fazladır, 5 bine yakındır ve öngörüleri algılanan enflasyona daha uygundur.
Daha yüksek enflasyon beklentisi kötümser senaryoyu temsil ediyor diyorum. Bu senaryoda enflasyon ile birlikte daha yüksek döviz kuru ve faiz, daha düşük büyüme iması vardır. Dediğim gibi, olasılık yüzde 35’tir.
Haliyle, iyimser enflasyon beklentileri de iyimser senaryoyu temsil ediyor ve burada daha düşük döviz kuru ve faiz, daha yüksek büyüme vardır.
Üreticilerin üretici enflasyonu için 12 ay sonrası beklentisi, iki tüketici enflasyonu beklentisi ortasında yer alıyor.
Ancak tüm enflasyon beklentilerinde son aylarda bir duraklama var, azalma durmuştur. Özellikle tüketicilerin enflasyon beklentisinde son iki ayda artışlar da var. Beklentilerdeki bu duraklamanın, bozulmanın ve yükselmenin nedeni nedir?
Benim açıklamam 2004 yerel seçimleri sonrasında, özellikle aralık ayından bu yana siyasi gerginliklerin iktidar tarafından arttırılıyor olmasıdır. Diğer bir ifade ile siyasi risklerin arttığı algısı yüksek enflasyon beklentisine yansımıştır.
İktidar partilerinden olmayan bazı belediye başkanları yerine kayyım atanması ve bazıları için de soruşturma başlatılması siyasi gerginliklerin yükseleceği konusunda gösterge olarak alınmış ve beklentileri bozmaya başlamıştır.
Nitekim 18-19 Mart 2025’te başlayan ve hâlâ sürmekte olan iktidarın yarattığı hukuk ve adalet tartışmaları giderek sertleşmektedir. Bu sertleşme bir şok yaratmış ve bozulan beklentileri doğrulamıştır.
Kötümser senaryo için bir diğer gösterge dövize ve döviz ile ifade edilen varlıklara yönelmedir. Bu varlıklara ocak ayından bu yana yöneliş vardır.
Bir üçüncü gösterge, özellikle tüketim ithalatına olan talebinin yükselmesidir. Bu talepte artış döviz kurunun yükseleceği beklentisi ile de ilgilidir. Siyasi risk, döviz kuru riski ve enflasyon riski birlikte yükselmiş görünüyorlar.
İktidarın siyasi stratejisi
İktidarın siyasi stratejisi rasyonel ise, temel senaryonun geçerli olduğu bir ortamda seçimlere gitmesi beklenir. Ancak bu strateji, risklerin düşük olmasını gerektirir.
Bu risklerin ne kadar daha artacağı, başka şokların gelip gelmeyeceği, kötümser senaryonun giderek ağırlığının ve olasılığının yükselip yükselmeyeceği, öncelikle iktidarın izleyeceği gerginlik yaratma eğilimine bağlıdır.
Eğer iktidar yükselen şoklarla kendi iktidarı için uygun bir ortam yarattığını, bu ortamda muhalefetin en azından bir bölümünün çekindiğini/korktuğunu düşünürse, ortamı daha fazla gerecektir.
Bu strateji bazen tavuk oyunu olarak da bilinir. Bu oyunda çekilen taraf kaybeder. Ancak en çok kaybeden ülkedir. Dış ortam uygundur diyerek bu oyuna girmek hiç beklenmedik sonuçlar da doğurabilir.
Bu strateji siyasi iktisatta vardır ama çok da risklidir. Bu riskleri arttırmanın bedeli de yüksektir. Gerilimin ve olayların boyutunun büyümesi Türkiye için olduğu kadar iktidarın kendisi için de çok risklidir. Tarafsız gibi görünen dış güçleri de oyuna davet eder.
/././
İnsan haklarında “içerisi” ve “dışarısı”-Rıza Türmen-
Türkiye’de ağır insan hakları ihlalleri meydana gelirken, yargı iktidarın sopası olarak kullanılırken bunları görüp rapor eden yabancı gazetecilerin sınır dışı edilmesi ya da bunları yurt dışında dile getiren muhalefet liderinin “Türkiye’yi dışarıya şikâyet etmekle” suçlanması, ancak hakikatin bilinmesini önlemek kaygısıyla açıklanabilir

İktidar, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’den şikâyetçi. Haksız da sayılmaz. Özgür Özel, AKP iktidara geldiğinden bu yana siyasetin paradigmasını değiştirdi. İlk kez siyaset AKP’nin kurallarıyla, AKP’nin sahasında oynanmıyor. CHP yeni bir direniş alanı açtı. Siyasetin merkezi buraya kaydı. CHP’nin açtığı bu alan halk iradesine dayanıyor. Tek meşruiyet kaynağı, halkın sandığa yansıyan iradesi olan AKP ise halk iradesini tanımayan bir iktidar durumuna düştü. Bir meşruiyet sorunu ortaya çıktı.
Sn. Özgür Özel’e yönelttiği eleştirilerden biri de Türkiye’yi yurtdışında yabancılara şikâyet ettiği, Türkiye’yi kötülediği. Sn. Cumhurbaşkanı bu eleştiriyi yaparken aynı günlerde Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Konseyi Türkiye ile ilgili ivedi bir toplantı yapıyor ve bir bildiri kabul ediyordu. Bildiride, muhalefet partisinin seçilmiş temsilcilerinin tutuklanmasına son verilmesi, İmamoğlu da dahil olmak üzere tutuklananların serbest bırakılması talep ediliyor. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması ve yerlerine kayyum atanması kınanıyor ve bu uygulamaların Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın ihlali olduğu belirtiliyor. İmamoğlu’nun tutuklanması için “demokrasiye saldırı” ifadesi kullanılıyor.
Adalet Bakanı Sn. Yılmaz Tunç bu bildiriyi beğenmemiş olacak ki “iç hukuka müdahale” olarak nitelendirdi.
2. Dünya Savaşı sonrasında insan hakları büyük bir devrim geçirdi. O zamana dek devletle birey arasındaki ilişkiler devletin egemenlik yetkisine tabi, devletin iç işi olarak görülürdü. Uluslararası hukukun özneleri sadece devletlerdi. Bireyin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürmesini öngören ve herkesin insan olduğu için doğuştan sahip bulunduğu haklar, devletin takdirine bırakılınca devletin kendi vatandaşlarına neler yapabileceğini 2. Dünya Savaşı göstermişti. Böyle kitlesel insan hakları ihlalinin yenilenmesini önlemek amacıyla savaş sonrasında insan hakları, B.M. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’yle başlayacak bir dizi uluslararası sözleşmeler ağı ile çevrildi ve korumaya alındı. Devletler insan haklarına ilişkine egemenlik yetkilerini uluslararası kuruluşlarla paylaştılar.
Bunun sonucu insan hakları devletlerin iç işi olmaktan çıktı. Bütün uluslararası toplumun sorunu oldu.
1993 Dünya İnsan Hakları Konferansı’nın Türkiye’nin de kabul ettiği sonuç bildirisi “insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, uluslararası toplumun meşru ilgi alanıdır” der.
Bu nedenle bir devletin temel hak ve özgürlükleri ihlal etmesi karşısında ilgili uluslararası kuruluşların ve devletlerin eleştirmeleri, ihlale son verilmesini istemeleri “iç işlere” ya da “iç hukuka müdahale” değil, uluslararası hukuktan doğan hakkın kullanılması niteliğini taşır.
Savaş sonrasındaki insan hakları devriminin doğurduğu başka bir sonuç da, uluslararası hukuk öznesinin sadece devlet olmaktan çıkarak bireyin de uluslararası hukuk öznesi olması.
Yeni düzende bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunması uluslararası hukukun temel ögesidir. Uluslararası hukuk öznesi olarak birey, temel hak ve özgürlüklerini ihlal eden devleti uluslararası kuruluşlara, uluslararası topluma şikâyet edebilir. Bunun da ötesinde devlet, Türkiye gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmuşsa, kendi devletine karşı dava dahi açabilir.
Yeni uluslararası düzende devletler, insan hakları ihlallerinden dolayı hukuken sorumludurlar. İnsan haklarını ihlal eden devlete karşı bireylerin ve devletlerin şikâyet hakkı vardır. Devleti şikâyet savaş sonrası kurulan uluslararası insan hakları düzeninin temelidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yürürlüğe girdiği yıllarda devletten devlete şikâyet temeline dayanıyordu. Bir uyarı sistemi öngörüyordu. Buna göre Sözleşme’ye taraf bir devlet, kendi ülkesinde ciddi insan hakları ihlallerine yol açarsa, öbür devletler Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurarak bu devleti uyarıyorlardı. Bu sistem sonraki yıllarda bireyin kendi devletini şikâyet etmesi hakkına dönüştü. Bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan davaların yüzde 98’i bireylerin kendi devletlerine açtığı davalardır.
Türkiye, insan haklarını uluslararası sözleşmelerle çevreleyerek koruyan uluslararası sistemin bir parçasıdır. Böylelikle devlet, Türkiye’de yaşayan bireylerin temel hak ve özgürlüklerini ihlal ettiği takdirde uluslararası kuruluşlara şikâyet edilmeyi kabul etmiştir. Bireylerin devlete karşı şikâyetleri için türlü yollar mevcuttur. Bireyler iç hukuk yollarını tükettikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) dava açabilir. AİHM kararlarının uygulanması zorunludur. Türkiye, Anayasası’nın 90. Maddesine eklediği bir cümleyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni kendi yasalarının önüne geçirmiştir. Buna göre, Sözleşme ile ulusal yasa arasında bir çelişki varsa, esas olan Sözleşme’dir.
2004 yılında yani AKP iktidarı döneminde yapılan bu değişiklik, insan haklarının uluslararası korunmasına verilen önemi göstermektedir. Ne yazık ki Anayasa 90. Madde kâğıt üzerinde kaldı.
AİHM’e dava açmak dışında, devleti şikâyet etmesinin başka yöntemleri de mevcuttur. Avrupa Konseyi organlarının toplantılarına katılan temsilciler, ülkelerindeki insan hakkı ihlallerine dikkat çekebilirler. Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin (AKPM) toplantılarına katılan milletvekilleri ya da Yerel Yönetimler toplantılarına katılan yerel yöneticiler bu türlü şikâyetleri dile getirebilirler.
Bunun dışında şikâyetler BM İnsan Hakları Konseyi’ne yapılabilir. Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi gibi belirli konulardaki sözleşmelerde de ayrı şikâyet mekanizmaları mevcuttur.
Hakları ihlal edilen bireyler iç yargı yollarının etkili olmadığı durumlarda uluslararası şikâyet yollarına başvururlar. Türkiye’de yaşayanlar bakımından da bu geçerli. Özellikle baskının arttığı, demokrasinin gerilediği dönemlerde Türk vatandaşlarının da bu yollara başvurduğunu görüyoruz.
Örneğin, 28 Şubat döneminde AKPM’deki toplantılara katılan Türkiye Heyeti’ndeki Refah Partisi milletvekillerinin AKPM toplantılarında hükümeti eleştiren konuşmalar yaptıklarını, ayrıca basın toplantıları düzenleyerek Türkiye’deki baskıları anlattıklarını, o dönemde Avrupa Konseyi’ndeki Büyükelçi olarak tanıklık etmiştim. Türkiye’ye döndüklerinde kimse Refah Partisi milletvekillerini “Türkiye’yi dışarıya şikâyet ediyorsun” diye eleştirmemişti. Refah Partisi milletvekillerinin yaptığı oyunun kurallarına uygundu.
Bütün bu nedenlerle insan hakları bakımından “dışarısı”, “içerisi” diye bir ayrım yapmak yanlış olur. Devletler insan haklarına ilişkin Sözleşmelere, bu Sözleşmelerle kurulan şikâyet mekanizmalarına taraf olarak bunları içselleştirmişler, kendi hukuk sistemlerinin bir parçasına dönüştürmüşlerdir. Bunun en iyi örneği, ulusal yasa ile bir çelişki durumunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin esas alınmasını öngören Anayasa’nın 90. Maddesi.
Günümüzde uluslararası hukuk ile ulusal hukuk birbirlerini tamamlayan tek bir sistem oluşturmakta. Demokrasiyle yönetilen devletler demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi ortak değerler çevresinde toplanarak bu değerleri yaşama geçirecek mekanizmaları kurmuşlar ve tek bir ortak alan yaratmışlar. Bu değerler açısından sınırlar geçerliliğini yitirmiş.
Türkiye’de ağır insan hakları ihlalleri meydana gelirken, yargı iktidarın sopası olarak kullanılırken bunları görüp rapor eden yabancı gazetecilerin sınır dışı edilmesi ya da bunları yurt dışında dile getiren muhalefet liderinin “Türkiye’yi dışarıya şikâyet etmekle” suçlanması, ancak hakikatin bilinmesini önlemek kaygısıyla açıklanabilir.
/././
Ankara ile Tel Aviv’in tırmanan Suriye gerilimi -Akdoğan Özkan-
Suriye’nin ortasındaki T4 ve Şayrat hava üslerine savaş uçakları konuşlandırma gayretindeki Ankara’nın bu hamleyle ülkedeki egemenlik sahasını giderek genişleten İsrail’e bir anlamda “kafa tutar” izlenim vermesi, Tel Aviv’i teyakkuza itmiş görünüyor

Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden sonra yaşanan anti-demokratik uygulamalar ile sokaklardaki polis şiddetinin öne çıktığı gelişmeler, tüm dikkat ve ilgimizi yurt içine çevirmemize sebep olurken, dış politikadaki ilginç hareketlilik geniş kesimlerin dikkatinden kaçtı. Oysa ilk sıraya Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Washington ziyaretini koyabileceğimiz bu gelişmelerin arka planında ve özellikle kapılı kapılar ardında olup bitenler, bölgesel düzeyde çok önemli bir tansiyon yükselmesi yaşandığını gösteriyor. Ankara ile Tel Aviv’in Suriye’deki çelişen çıkarları, iki ülkenin Suriye topraklarında sıcak çatışmayı da içerebilecek bir gerginlik noktasına doğru ilerlemekte oldukları izlenimi de veriyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı geçen hafta ABD'li mevkidaşı Marco Rubio ile Washington'da bir araya getiren toplantıya dair haberleri medyadan takip etmişsinizdir. Toplantıyla ilişkin olarak bu haberlerde, Türkiye-ABD ilişkilerindeki stratejik adımlar ile liderler düzeyindeki olası zirvenin hazırlıklarının ele alındığından başlayarak terörle mücadelede iş birliği, CAATSA yaptırımları ve F-35’lerin akıbetine değin çok sayıda husus yazılıp çizildiyse de, hatta kimi yorumcular toplantı akabinde ikili basın toplantısı düzenlenmeyişini “Anlaşma sağlanamadı” olarak okumuş olsalar da, medyamız genel hatlarıyla görüşmede gündemin en yakıcı hususunu kesinlikle atlamış görünüyor.
Nedir o?
Şu: Denilenlere göre, Hakan Fidan aslında Washington’a cebinde bir teklif ile gitti. Ankara’nın ABD yönetimine değerlendirmesi için sunduğu bu teklif, “Esad’sız Suriye’nin istikrarsızlığa teslim olmaması ve yarınki olası tehditleri bertaraf edebilmesi için hava egemenliğini yeniden tesis etmek ve gerekli eğitimleri Suriye ordusuna vermek üzere bizim Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının ülkenin orta kesimlerindeki T4 (Tiyas) askeri hava üssü ile Humus yakınlarındaki Şayrat hava üssünde konuşlanmasını arzu ediyoruz” şeklinde idi. Middle East Institute’de Terörle Mücadele ve Suriye Programları Direktörü Charles Lister’in altını çizdiği üzere, Ankara, Palmira’nın batısındaki Tiyas üssü ile Humus çölündeki Şayrat üssünde savaş uçakları konuşlandırarak, cihatçıların Şam’a hâkim oldukları tarihten bu yana Suriye’deki egemenlik sahasını giderek genişleten İsrail’e bir anlamda “kafa tutmuş” da oluyordu.
Türkiye, daha önce Suriye’nin kuzeyindeki topraklarda çok sayıda askeri kontrol noktası ve üs kurmuştu. Ancak bu kez durum farklıydı. Türk uçaklarının ülkenin kuzeyinde değil orta kesimlerinde, hem de petrol sahalarına yakın sayılabilecek noktalarda konuşlandırılmasından söz ediliyordu.
Üsleri Ankara’ya yar etmemek
Gözlerden kaçmış olabilir, ancak İsrail’in Ankara’nın bu yöndeki gayretlerinden memnun olmayacağı Hakan Fidan’ın ABD’ye hareketinden 3 gün önce T4 hava üssü ile Humus kırsalının doğusundaki Tedmür (Palmira) Askeri Havalimanlarını bombalamasıyla da anlaşılabilirdi. Gerçi İsrail, Suriye’deki bu hava üslerini ilk kez vurmuyordu; 2018 yılından başlayarak defalarca bombalamıştı. Ancak söz konusu İsrail saldırılarının öncesinde her zaman Suriye’deki İran yanlısı güçlerin Golan Tepelerini bu üslerden fırlatılan roketlerle vurduğu iddiası dile getirilmişti. Bugün ortalıkta bu üslerden Golan’a roket atacak İran yanlısı güçler yok. Ayrıca Suriye’nin İsrail’in saldırılarıyla zaten mefluç hale getirilmiş hava gücünden de eser yok. Ortada, ancak İsrail’in Suriye’ye yönelik bombardımanları karşısında sesini çıkarmayan, itiraz etmeyen hatta Alevilere kıyım uygulayan, Lübnan’ı vurur hale gelen, Lübnan Hizbullah’ına gittiği iddia edilen 18 silah sevkiyatını bu şekilde engelleyerek İsrail’e “kıyak geçmiş” bir Şam yönetimi lideri (Ahmed Şara) var.
Hal böyleyken İsrail, olmayan bir tehdidi neden elimine etmeye çalışsındı! Saldırı akabinde İsrail Savunma Bakanlığı sözcüleri, “bu üslerde kalmış stratejik askeri kabiliyeti” vurmayı hedeflediklerini belirtmekle yetinmişlerdi.
Sadece son 6 hafta içinde Suriye’de 31 hava saldırısı gerçekleştiren İsrail’in bu son saldırılardaki mesajı aslında Türkiye’ye yönelikti. Tel Aviv, bu havalimanlarını geçmişte nasıl İran yanlısı güçlere yar etmemeye çalıştıysa bugün de aynı şeyi yeni hükümetin baş müttefiki sayılabilecek Ankara için yapmakta kararlıydı. Özetle, neredeyse bütün bir Suriye hava sahasını kendi dışındaki ülkeler için “uçuşa yasak bölge” haline getirmiş İsrail’in bu saldırılarla mesajı, “Türkiye'nin Suriye'de hava üsleri kurmasına veya Suriye hava sahası üzerindeki kontrolümüze meydan okumasına izin vermeyeceğiz” şeklinde idi. Tel Aviv, TSK’ya bağlı uçakların eğitim amacıyla bile olsa Suriye’de konuşlanmasını istemiyordu.
Ankara - Tel Aviv “çatışması kaçınılmaz”
İsrail hükümeti, Şam yönetiminin ülkenin orta ve güney kesimindeki askeri üslerini yeniden işler kılmak istemesinden ve bu yolda Ankara’dan destek talep etmesinden rahatsızdı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki Suriye rekabeti öyle boyutlara ulaşmıştı ki, kritik öneme sahip petrol yataklarına da yakın olan Palmira’da bazı bölgelerin Ankara’nın iktisadi ve askeri desteği karşılığında Türkiye’nin denetimine bırakılmasıyla ilgili olarak Suriyeli ve Türk yetkililer arasında yürütülen görüşmeler, Türkiye’nin bölgedeki varlığından rahatsız olan Netanyahu’yu kaygılandırıyordu. Londra merkezli Şarkul Avsat Gazetesi'nin geçen hafta içinde İsrail’deki medya kaynaklarına dayanarak verdiği haberde bildirdiğine göre, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kendi içlerinde güvenlik amaçlı istişarelerde bulunduklarını söylüyor ve Türkiye ile Suriye’de çatışabilecekleri tehdidinde bulunuyordu.
İsrail medya organı Kanal 12’nin Başbakan'ın danışmanlarından aldığı bilgiye bakılırsa, Netanyahu, “Türkiye ile Suriye topraklarında çatışma kaçınılmaz” gibi bir laf da etmişti.
Gazeteye göre, İsrail hükümetince oluşturulan bir çalışma grubu geçtiğimiz ocak ayında Türkiye ile Suriye hükümetleri arasındaki yakınlaşma ve ittifaka dair uyarılar içeren bir rapor hazırlamıştı. Komitenin hazırladığı rapor, Netanyahu'yu Ankara ile Suriye'de olası bir savaşa hazırlanması yönünde uyarıyordu.
Komitenin savunma bütçesi ve güvenlik stratejisi hakkındaki Jerusalem Post gazetesinde yayımlanan habere bakılırsa İsrail, Türkiye ile doğrudan bir çatışmaya hazırlanmalıydı.
Washington’un tutumu
Böyle bir durumda meseleye Washington’un nasıl yaklaştığı ve yaklaşacağı büyük önem taşıyordu. Hakan Fidan’ın Washington ziyareti en çok da bu açıdan kritikti.
Tabii Ankara bir taraftan Washington’da onay arayan bir tutum içinde olurken, bir taraftan da Şam yönetimini bağlamaya çalışıyordu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın davetlisi olarak 4 Şubat’ta Ankara'ya gelmiş olan Suriye Arap Cumhuriyeti Geçiş Dönemi Devlet Başkanı Ahmed Şara’nın (Cevlani) bu amaçla 27 Mart’ta bir kez daha Ankara’ya geldiği bildirildi. Hatta Şara'nın, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde bir araya geldiği Erdoğan ile savunma ve askeri anlaşma imzaladığı ileri sürüldü. Görüşmelerde sınır güvenliği, terörle mücadele, askeri iş birliği ve savunma sanayisi alanlarında iş ortaklığı gibi kritik başlıkların ele alınacağı belirtilmişti ama sonrasında bir açıklama yapılmamıştı. Bu, olası bir mutabakata Washington’un onayı gerektiği, bu konuda da henüz ortada tam manasıyla olgunlaşmış bir el sıkışma olmadığı, Fidan - Rubio görüşmesinden de bu yönde bir gelişme haberi gelmediği için olabilirdi.
Bu aktörler arasındaki görüşme trafiği ilginç bir örüntü takip ediyordu. Daha önce, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 4 Mart’ta Beyaz Saray’da Trump ile görüştüğü saatlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da Suriye lideri Şara ile bir araya gelmişti. Bu kez de -gelen haberler doğruysa- Hakan Fidan’ın Washington’da olduğu saatlerde Erdoğan Şara’yı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde ağırlamıştı.
Ankara’nın Ramazan Bayramı arifesinde kabineyi açıklayacak Şara’dan bir talebi de, bir terör yapılanması olarak gördüğü Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Rojava’nın özerklik isteğine Şam yönetimi nezdinde bir karşılık bulamaması, bu yapının temsilcilerinin hükümet dışında kalması ve silahlı gücünün Suriye ordusu içinde “eritilmesi” idi.
Ankara’nın bu yönde gayretlerinin en önemli meyvesi, SDG’nin ağırlık merkezini teşkil eden Suriye Kürtlerinin Şam yönetimi tarafından duyurulan geçiş hükümetinin kurulmasıyla ilgili istişarelerin ve neticede kabinenin dışında tutulması oldu. Sadece Şam’da yaşayan Afrinli Muhammed Turko, Eğitim Bakanlığı görevine getirilmişti. Ama bu Suriye’deki Kürt siyasi hareketinin hükümette temsil edildiği anlamına gelmiyordu.
Kürt Ulusal Konseyi (KNC), resmi katılım daveti almalarına rağmen hükümetin açılış törenini boykot etme kararını teyit etmişti.
Şarkul Avsat'a konuşan KNC sözcüsü Faysal Yusuf, Şam'daki yeni yönetimin hükümetin kurulması konusunda kendileriyle görüşmediğini ve kabine üyelerini seçerken kendilerine danışmadığını belirtmişti. SDG cenahında gelişmelerden derin bir hoşnutsuzluk duyulduğu ileri sürülüyordu.
Ancak Suriye’nin ortasındaki askeri üslerde Türk savaş uçaklarına konuşlanma onayı anlaşılan henüz çıkmamıştı. Tel Aviv ile Washington arasında bu konudaki bilek güreşi, belki de daha sert bir mücadeleyi tetikleyebileceği için kolay neticelenecek gibi de durmuyordu.
/././
Yargıda ‘gizli tanık’ manzaraları; aranan kişi tehditle nasıl ‘gizli tanık’ yapıldı, o savcılara ne oldu?-Candan Yıldız-
Eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in avukatı Turgut Kazan ile eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer müvekkillerinin yargılanma sürecinde ‘gizli tanık’ pratiklerinin sonuçlarını hatırlattı.

Yıl 2017…
Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Ankara’dan İstanbul’a Adalet Yürüyüşü başlatmıştı.
‘Hak, hukuk, adalet’ sloganıyla yola çıkan yüz binlerce insan, sonuçsuz olarak evlerine döndüklerinde aynı sloganı 8 yıl sonra Saraçhane’de, meydanlarda, üniversite kampüslerinde, caddelerde atacaklarını biliyorlar mıydı bilinmez ama hak, hukuk talebinin ateşinin daha yükseldiği açık. Kimi savcılıkların yazdığı iddianameler, belirli mahkemelerden, sulh ceza hakimliklerinden çıkan kararlar, Türkiye’de sistemin meşruiyeti ve rıza üretiminin altını ciddi ciddi oymaya devam ediyor. Bu ateşi körükleyen uygulamalardan biri de ‘gizli tanıklar’…
Gizli tanık uygulamasının ‘adil yargılama hakkı’nın nasıl gölgelediğine ilişkin kritik davaları hatırlayalım… Ergenekon davası, Kobani davası ve son olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile yakın çalışma ekibi hakkındaki yolsuzluk soruşturması…
İmamoğlu'nun avukatı Mehmet Pehlivan, ki kendisi de geçtiğimiz günlerde gözaltına alınıp adli kontrolle serbest bırakıldı, söz konusu soruşturmada gizli tanıklardan birinin 100’den fazla sabıkasının olduğunu kayda geçirdi. Hukukçulara göre bir tanığın sabıka kaydının olması iddialarının güvenirliliğine gölge düşüren bir durum. ‘Gizli tanık’ uygulamasının geçmişte nasıl sonuçlar ürettiğine ilişkin bir hafıza tazeleme gereği duyan iki hukukçu İstanbul Barosu’nda bir basın toplantısı düzenledi. Eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in avukatı Turgut Kazan ile eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer müvekkillerinin yargılanma sürecinde ‘gizli tanık’ pratiklerinin sonuçlarını hatırlattı.
Avukat Turgut Kazan ve Avukat İlker Sezer
Zira öyle yaşanmışlıklar var ki, bir savcının bile ‘gizli tanık’ olduğu skandalları yaşadı Türkiye…
Oysa AİHM Kostovski/Hollanda kararına göre “Polis, savcı ve kamu görevlileri açık olarak tanıklık yapabilirler.” Soruşturma dosyasını hazırlayan bir savcı, sanık lehine/aleyhine delil toplamakla yükümlü olan hukuk insanı, ‘gizli tanık’ olduğunda o soruşturma adil olabilir mi?
Turgut Kazan bu bağlamda eski Erzincan-İliç Savcısı Bayram Bozkurt vakasını hatırlattı. Bu savcı ‘Efe’ ismiyle Ergenekon soruşturmalarında İlhan Cihaner aleyhine gizli tanıklık yapmıştı. Bozkurt o dönem Erzincan -İliç’te savcıydı. Hani siyanür liçi yöntemiyle altın aranan, 9 madencinin liç yığının yıkılması sonucu toprak altında hayatını kaybettiği İliç’in savcısı… Felaketin yaşandığı madenden rüşvet aldığı iddia edilmişti.
Turgut Kazan’dan dinleyelim gizli tanık ‘Efe’yi yani savcı Bayram Bozkurt’u...
“Bayram Bozkurt o dönem HSYK tarafından başka bir isimle mesleğe alındı. Ben bunu duyuyordum ama böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyordum. Bir devlet görevlisi duyduğunuz doğru deyince duruşmada bunu açıkladım. Yer yerinden oynadı. O günkü adıyla Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu yaptığından utandı, duyulduğu için utandı… Bizi aldatmış diye onu ihraç etti. Sonra Bayram Bozkurt 15 Temmuz’dan sonra yargılandı. Tutuklanmadı ve kaçtı. Bayram Bozkurt’un tutuklanmasını reddeden kadın hakim HSYK tarafından taltif edilmiş. Bozkurt daha sonra İzmir’de saklanırken yakalandı. İzmir’de soruşturmayı yürüten savcı bizden Bozkurt’la ilgili elimizdeki yargısal süreçleri istedi ve verdim. O savcı arkadaş dedi ki Turgut Bey biz çalışıyoruz ama göreceksiniz kurtaracaklar dedi. Asya Bank’a para yatıranlar ceza alırken Fethullah Gülen’in hediye ettiği saati adli emanette duran Bayram Bozkurt tahliye edildi ve kaçtı. Makedonya’da sınırı geçerken sahte pasaporttan yakalandı. Bizimkiler almaya gitti, kaçırdılar. Şimdi Almanya’da yaşıyor. Gizli tanıklık böyle bir şey. Kötü amaçla kullanılıyor. Bunun doğru amaçla kullanılması doğrudur, kaldırılsın demiyorum ama bu titiz uygulanması gerekir. Birilerinin pis arayışları için kullanılması için getirilmiş bir düzenleme değildir. “
Ergenekon soruşturmasının Erzincan ayağını yürüten, dönemin savcısı Osman Şanal’ı da hatırlattı Turgut Kazan.
“Osman Şanal gizli tanıkları icat eden adamdı. Yaptığı işler kanuna aykırıydı. Erzurum otogarında aranan biri jandarma tarafından yakalandı. O aranan kişi ile pazarlık yaptı Osman Şanal. ‘Gizli tanık ol yoksa yanarsın, işte senin yakalama kararın.’ Tabii o zaman bunu sadece Osman Şanal ve gizli tanık biliyor. Biz bilmiyoruz tabi… “
Dosyaya ‘kazandırılmış’ gizli tanığın adı Munzur’du. Gerçek adı Serkan Zirek’ti. Bu ‘gizli tanık’, o dönemde albay rütbesi olan Dursun Çiçek’in Erzincan’da Mazlum Konak Otel’de kaldığını iddia etti ve Çiçek’in dönemin Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’le görüşerek Ergenekon hazırlığına çalışıldığı kurgusunun aparatı haline getirildi. Sonradan ortaya çıktı ki Mazlum Konak Otel’de Dursun Çiçek adında kalan biri vardı ama o Dursun Çiçek bir müteahhitti, vatandaşlık numarası, doğum tarihi bambaşkaydı.
Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer de AİHM, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararlarına rağmen ‘gizli tanık’ dinlemelerinin devam ettiğini söyledi.
Avukat Sezer kendi deneyimini şöyle anlattı:
“Ergenekon davasında bir gizli tanık, hem sanık hem de tanık hem de gizli tanık olarak üç kez dinlendi. Bunlar daha sonra ortaya çıktı. Çünkü isimleri değişikti. Yargıtay bu dosyayı bozdu ve bozma sebebi olarak “Bir kuzudan üç post çıkarılarak delil elde edilmeye çalışılıyor. Bu adil yargılanma hakkının ihlalidir” dedi. Ergenekon davasında 60 civarında gizli tanık vardı. Bunun 40 küsuru mahkemede dinlendi. Bunlardan biri kamuoyunun bildiği Deniz’di… Bu gizli tanığın beyanları sesi değiştirilmiş bir şekilde mahkemede dinlendi. Bu kişi beyanları esnasında dedi ki ben kimliğimi açıklamak istiyorum. Biz kendisi söylediği için o gizli tanığın Şemdik Sakık olduğunu anladık. Bir gizli tanığın ismini açıklamadan Deniz kod adıyla verdiği ifadeyi düşünün bir de Şemdik Sakık ismiyle verdiği ifadeyi düşünün. Yargılananların ağırlığı asker kişiler. Bu ifade arasındaki ağırlık ve değer farkı gizli tanık dinlenirken neden çok dikkat edilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.”
2007’de Tanık Koruma Kanunu ile yargısal süreçlerde uygulanan ‘gizli tanık’ uygulamasının adil yargılama ve savunma hakkını nasıl ihlal ettiği geçmişte yaşananlar gösteriyor. Türkiye siyasetini belirleyecek son soruşturmaların dayanağı olan ‘gizli tanık’ların, Meşelerin, Çınarların kim olduğunu açığa çıkarmak gerçeğe ulaşmak açısından elzem ve hayati… Aksi takdirde gerçeğin değil kurgunun kurbanı olacak bütün bir toplum…
/././
Ekşi Sözlük manipülasyon merkezi haline mi geldi?-Füsun Sarp Nebil-
Stratejiyi bugüne kadar geliştiremesek de, hem X.com'daki, hem Reddit vsdeki arkadaşlara kulak vermek ve ekşi sözlük'ü terk etmek ya da kullanıyorsak bile eleştirel okuma yaparak, manipülatif içerikleri fark etmek önemli.

22,5 yıllık AKP iktidarının en büyük başarısı "Propogandayı çok iyi yönetmesi"dir. Muhtemelen FETÖ dönemindeki Amerikalı danışmanların şekillendirdiği sistem olsa gerek. Çünkü yerel olsaydı, muhalefet (mesela CHP'de) benzer bir propoganda başarısı gösterirdi.
Zaten FETÖ'nün Zaman Gazetesi ve sonraları Taraf gazetesi olayları ile bu konuda bilinçli olduklarını gördük. Arkasından da AKP hedefli bir şekilde ana akım TV ve basılı mecraları ele geçirdi. Yani propogandanın önemini hepimizden fazla biliyor ve anlıyorlar.
Buna karşılık başta CHP olmak üzere muhalefetin aynı incelikle propaganda yürüttüğünü şimdiye kadar görmedik. Tabii ki onlar da bazı konuları dile getirdiler--özellikle yolsuzlukları-- ama son 3-5 yıla kadar, gündemi şöyle ya da böyle belirleyen hep AKP oldu.
Örneğin şöyle olaylar gördük; AKP iktidarı uygulamaya alacağı ama çok tepki toplayacak her türlü konuda, çaktırmadan kamuoyu yoklaması yaptı. Sorun olacağını bildikleri konularda, ya çok sesli koro şeklinde --partinin içinden birileri ya da gazeteci kılığındakiler-- şurasından, burasından bahsettiler ve kamuoyunun tepkisini takip ettiler. Ya da geçen yıl yazmıştık; Şimşek'in vergi olayındaki gibi yapmayı planladıkları şeyleri birisi sızdırmış gibi davranıp, kamuoyu tepkisine baktılar ve ona göre devam ettiler.
Ekşi Sözlük yeni bir test alanı mı, sözlük yönetimi kontrolü elinden kaçırdı mı?
Ama şimdi X.com üzerinde 3 gündür sürekli yazan bir hesabın yazdıklarına ve söylediklerine baktığımızda, sadece ana akım medyayı değil başka kanalları da ele geçirdikleri anlaşılıyor. Bunların başında da maalesef "Ekşi Sözlük" geliyor. Adeta "AKP'nin Kurtarılmış Bölgesi" haline geldiği düşünülüyor. Zaten son bir kaç yıldır, pek çok kişi, platformun tarafsızlığını ve kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriğin ne derece organik olduğunu sorguluyor.
X.com'da Hikmeti Tabiyeci isimli bu hesap, İmamoğlu'nun tutuklanması sonrasında Ekşi Sözlük'ü incelemiş. Özellikle İmamoğlu ile ilgili karşıt görüşlerin öne çıkarıldığını ve tarafsızlığın yok olduğunu anlatıyor. Linke tıklayarak kendisini dinleyebilirsiniz.
Asıl konuyu saptırmak, ilgisiz detayı öne çıkarmak, muhalifmiş gibi yapıp, muhalefete çakmak, dış mihrak söylemi
Amerikan Reddit platformunda da Ekşi Sözlüğün adeta bir manipülasyon merkezi haline geldiği ile ilgili bir analiz bulunuyor. Kısaca özetlersek o hesap şunu diyor;
"Ekşi Sözlük, organize troll faaliyetlerinden etkilenen bir platform haline gelmiş görünüyor. Kullanıcıların bilinçli olması ve platformun daha etkili moderasyon politikaları uygulaması gerekiyor."
Bu analize bakıldığında, hızlı bir analiz olması nedeniyle veri setinin tam olmadığı ama buna rağmen incelenen hesapların davranışlarına bakıldığında, profesyonel olarak bu konu üzerinde çalışan bir trol grubu görüldüğü belirtiliyor. Örneğin şüpheli hesaplar arasındaki eş zamanlı gönderi ilişkilerinin ağ grafiğine bakıldığında, birbirine çizgiyle bağlı hesaplar, aynı dakika içinde aynı başlığa içerik girerek koordineli hareket etmişler. En merkezi konumda görülen "nuhun jetskisi", birden fazla hesapla senkronize paylaşımlar yapması nedeniyle öne çıkmış.
reddit'teki bu analizde, hesapların paylaştıkları, içerik ve biçim, paylaşım yoğunluğu ve frekans, koordinasyon ve aksiyon senkronizasyonu kullanıcı bazlı olarak incelenmiş.
Başlıkta da söylediğimiz üzere, bazı hesapların sanki muhalifmiş gibi davranıp, örneğin; “Etrafımda ben dahil çoğu kişi ona oy verdiğimiz için pişman olduk. Mansur Yavaş aday olsa oy verirdim ancak bu sefer kesinlikle Kekrem’e oy yok...” şeklinde manipülasyon yaptığı anlaşılıyor.
Ya da, “polisi tehdit eden CHP’linin 12 saat sonraki hali”, “polise asit atan chp’linin yakalanması” gibi mesajlarla dikkat başka yöne çekiliyor. Benzer şekilde asıl konunun saptırıldığı ve "Gazze için boykot yapmayan, kansız milletsizler, bugün, Türkiye'nin yerli markalarını boykot ediyor." gibi ifadelerle konunun başka yere saptırıldığı görülüyor.
Ekşi Sözlük organize troll ağları merkezi mi oldu?
AKP'nin trol ordusunu hemen hemen 10 yıldır konuşmaktayız. Aktrol ismi ilk kez 2014’te Cumhurbaşkanının kızı Sümeyye Erdoğan ile günümüzün Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank olduğu iddia edilen kişi arasındaki bir telefon görüşmesi ile gündeme gelmişti. Bu konuşmadaki “trollerimiz” ifadesi dikkati çekmişti.
Daha sonra 2015'de Maslak'ta açılan bir ofisten bahsedildi. Zamanın yöneticisi tarafından verilen bilgiye göre, "Yeni Türkiye Dijital Ofisi" denilen bu merkezde 200 kişi çalışıyordu.
Ancak bu trollerin işi sadece parti dışı muhalefet değil, parti içi muhalefete de yöneliyordu. Çünkü 2017’de Hayati Yazıcı’nın başı çektiği Mustafa Ataş, Adnan Boynukara ve Nurettin Yaşar’ın da içinde bulunduğu 30 kişinin AKP’ye yakın olduğu iddia edilen bu hesaplara dava açma kararı aldığı duyulmuştu.
2023'de Özgür Özel'in Trol raporu ortaya çıktı. Eski bir Aktrol, çalışma yöntemlerini manipülasyon, gündem değiştirme ve propaganda olarak özetledi.
Şimdi bunlara bakarsak, Ak Partinin 10 yılı aşan trol mazisi ile çeşitli propaganda faaliyetleri yaptığını görüyoruz. Ancak bu faaliyetlerini çok uluslu platformlarda sürdüremeyebiliyorlar. Örneğin 2020 yılında X.com, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye'deki binlerce trol hesabı kapattı (gerçi Musk'ın X.com'u tam tersine muhalif hesapları kapattı)
Ama Ekşi Sözlük'ün trol tespitinde çok başarılı olamadığı ya da yurtiçinde olduğundan hayatta kalmak için iktidara -aynen bazı TV kanalları gibi- boyun eğdiği söylenebilir. Sonuca bakarsak şunlar öne sürülüyor;
1-Ekşi Sözlük'te Organize Troll Ağları olduğu ve bazı kullanıcı gruplarının, siyasi veya ideolojik ajandalarını desteklemek için sistematik şekilde entry girdiği iddia ediliyor. İsimleri belirtilen bazı hesaplar, özellikle gündemdeki hassas konularda (siyaset, toplumsal olaylar) manipülasyon yapmakla suçlanıyor.
2-Troll Hesapların Özelliklerine bakıldığında, yeni açılmış veya bot benzeri hesaplar kullanılarak yapay etkileşim sağlandığı ve aynı IP’den çok sayıda hesap ile girilen entry’ler olduğu, bunların belirli bir görüşü öne çıkarmaya çalıştıkları belirtiliyor. Kopyala yapıştır içerikler ve provokatif dil kullanımı dikkat çekiyor.
3-Moderatörlerin Rolüne de işaret ediliyor ve bazı kullanıcıların, moderatörlerin troll hesaplara karşı yetersiz kaldığını veya bazı manipülasyonlara göz yumduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla rapor mekanizmasının etkisizliği, trol faaliyetlerinin önünü açtığı düşünülüyor.
4-Siyasi ve Toplumsal Manipülasyondan bahsediliyor. Bazı siyasi partilerin veya grupların, Ekşi Sözlük’ü bir propaganda aracı olarak kullandığı öne sürülüyor. Gündem saptırma ve karşıt görüşleri bastırma gibi taktiklerin yaygın olduğu belirtiliyor.
Aynı analizde, Ekşi Sözlük yönetimine ve kullanıcılara çözüm önerileri de sunuluyor.
1-Daha sıkı hesap doğrulama sistemleri
2-IP ve çoklu hesap kontrolü gibi önlemlerin artırılması
Strateji geliştirmede neden zayıf kaldık?
Burada şaşırtıcı olan ne biliyor musunuz? Ülkemizde büyük şirketlerin pazarlama faaliyetlerini, kurumsal iletişimini yöneten bunca insan var. 10 yılı aşan trol faaliyetine karşı, neden bir strateji geliştirilemedi?
Ama stratejiyi bugüne kadar geliştiremesek de, hem X.com'daki, hem Reddit vsdeki arkadaşlara kulak vermek ve ekşi sözlük'ü terk etmek ya da kullanıyorsak bile eleştirel okuma yaparak, manipülatif içerikleri fark etmek önemli.
Ekşi Sözlük bu iddialara cevap vermek ya da açıklama yapmak isterse, memnuniyetle yayınlarız.
/././
Sandık demokrasisinde “zor”un “rıza”yla imtihanı -Eray Özer-
Bugünkü toplumsal hareketlilikten anlıyoruz ki, ilk seçimini Osmanlı’da, ta 1877’de yapan toplum sandığın elinden alınmasını kabul etmiyor. “Sen en dişli rakibini siyaset alanının dışına atarsan benim o sandığa gitmemin ne anlamı var ki” diye soruyor. Bu meşru soru karşısında iktidar “zor”u bir kenara bırakıp nasıl bir “rıza” üretecek ya da üretebilecek mi… Göreceğiz
Sınırlı demokrasi.
Orhan Pamuk, dünyanın önde gelen gazeteleriyle birlikte T24’te de yayımlanan yazısında Türkiye’de son on yıldır var olan demokrasi uygulamasını böyle tanımladı.
Bizdeki demokrasiyi “düşünce özgürlüğü olmayan ama istediğin adaya oy verebileceğin bir sandık demokrasisi” olarak tarif ederken, “İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla bunun da sonuna gelindiğini” ifade etti.
Bu sandık demokrasisi kavramını önemli buluyorum.
Şöyle ki, bu rejimin içinde yaşayan, onunla birlikte nefes alan 85 milyon insan olarak bizler meşhur “tenceredeki kurbağa” misali suyun hangi noktada kaynamaya başladığını pek kestiremiyoruz.
Dolayısıyla birinin Türkiye’ye bakıp “Sizin yaşadığınız rejim gerçek anlamda demokrasi değil” demesi üzerine zaman zaman şaşırabiliyoruz.
“Yok yahu. Basbayağı sandığa gidip oy veriyoruz. Hatta en son yerel seçimde neredeyse tüm Türkiye’de muhalefet oylarını neredeyse ikiye katladı” diye ülkemizdeki demokrasiyi savunma refleksi gösterebiliyoruz.
Lakin siyasete yapılan bu son müdahale sonrası şimdi artık “sandık demokrasisi” diye tarif edilen bu alanı savunma imkanı da pek kalmamış gibi görünüyor.
Öyle görünüyor ki, iktidarın yakın gelecekte en büyük handikabı da bu olacak.
Hayır, yurt dışındaki muhataplarını Türkiye’de bir demokrasinin hüküm sürdüğüne inandırma çabasından söz etmiyorum.
AKP ve iktidarın hala bir “sandık demokrasisi” içinde olduğumuz konusunda bizzat bu ülkenin yurttaşlarını ikna etmesi gerekecek.
Zira İmamoğlu’na yapılan son iki hamle, tüm gerekçelerden bağımsız bir biçimde toplumun hemen her kesiminde “rakibini susturma hamlesi” olarak algılandı.
KONDA’nın son araştırmasına göre Türkiye’de yaşayan her dört insandan üçü (yüzde73) İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yapılan eylemleri belirli şartlar altında “haklı” buluyor.
Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Halkın AKP seçmenini de kapsayan büyük bir kısmı önce diploma iptali, hemen akabinde bekletmeden yolsuzluk ve teröre destek operasyonlarıyla gelen tutuklamayı doğrudan “sandığa müdahale” olarak görüyor.
İşte, tüm sokak eylemleri bastırılsa, muhalefet sindirilse, İmamoğlu coşkusu bir biçimde sona erdirilse bile rejimin karşısında dev gibi bir dert duruyor olacak: Ülkede bundan sonra sandık demokrasisinin bile kalmadığına inanan, istediği kişiyi seçebileceğine dair inancını tamamen yitirmiş kocaman bir kitle.
Yani rejime “rızası” kalmamış büyük bir kalabalık.
“Rıza” önemli bir kavram. İtalyan sosyalist Gramsci’ye ait.
Gramsci’ye göre toplumda hegemonya ancak rıza ile kurulur.
Rızanın karşısında bir de “zor” vardır.
İktidar topluma kendinden başka birilerinin “zor” uygulamasına izin vermez.
Kendi de “zor”a ancak çok gereken durumlarda başvurur. “Zor”la toplum yönetilemez, hegemonya kurulamaz.
Özellikle ara rejimlerde “zor”un uzun süre toplum üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıldığını görürüz ama sürdürülebilir bir hegemonya için en kısa sürede “zor”dan “rıza”ya geçilmesi gerekir.
Rızayı oluşturabilmek için devletin bazı araçları vardır.
Mesela entelektüeller. Gramsci Türkçeleştirilirken “aydın” kelimesi tercih edilmiştir.
Devletin rızayı kurabilmesi, toplumun o hegemonyaya razı gelmesi için siyasette, iktisatta, sanat ve bilim alanında kendi duruşunu dillendirecek aydınlara ihtiyacı vardır.
İşte devletin adeta bir uzvu gibi faaliyet gösteren, onun hegemonyasını toplumun içselleştirmesini sağlayan bu aydınlara “organik aydın” der Gramsci.
Bugün bakıyoruz, toplumun “rızası” kalmadığı gibi elinde bu rızayı yeniden inşa etmek için kullanabileceği “organik aydını” bile yok.
Kendine gazeteci, yorumcu, sanatçı diyen bir kalabalık İmamoğlu’nun neden diplomasının geçerli olmadığını, nasıl da yolsuzluk yaptığını ve terör faaliyetlerine destek verdiğini bulabildikleri her kanaldan 7/24 kitlelerin üzerine boca ediyor.
Buna karşın toplum birkaç sebepten ötürü bu söylenenlere inanmamakta ısrar ediyor ve öyle görünüyor ki karşı taraf ne kadar bağırırsa bağırsın bu sesler topluma sirayet etmeyecek.
Yani toplum bu yaşanana razı gelmiyor. Gerekçeler topluma geçmiyor. İktidar zaman içinde türlü biçimlerde aşındırdığı ve İmamoğlu hamlesiyle inceldiği yerden kopardığı toplumsal rızayı yeniden kurmakta güçlük çekiyor ve bundan sonra da çekecek gibi görünüyor.
Dediğim gibi burada organik aydınlar da devreye giremiyor zira elde organik aydın bile yok.
Çünkü organik bile olsa bu insanların bir yanıyla da aydın, yani entelektüel olması gerekiyor.
Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı yapısı gereği tam olarak Gramsci’nin “organik aydın” tarifine oturabilecek bir pozisyonken bugün toplum bu mevkiye baktığında lüks arabalar, adam kayırmalar ve koltuk hırsından başka bir şey görmüyor.
Organik aydının topluma kıyasla ahlaki ve entelektüel bir üstünlüğü bulunması gerekirken bugün bu role soyunanlar toplum tarafından “-mış gibi yapan” yahut son dönemin moda kelimesiyle takiyeci olarak algılanıyor.
Toplum, hegemonyayı entelektüel ve ahlaki açıdan meşru hale getirecek bu insanların aslında kendilerinin de söylediklerine inanmadığını, güçlünün yanında durma refleksiyle altı doldurulmamış ezber cümlelerini durmadan tekrarlayarak sureti haktan görünmeye çalıştığını hissediyor.
Oysa Gramsci’nin “egemenliğin memurları” diye tarif ettiği bu aydın grubunun halkın duygularını iyi anlaması, kitleyle duygusal bir bağ kurması ve en önemlisi halkla arasına bir mesafe koymaması gerekiyor.
Bugün ise organik aydın işlevini görmeye yeltenenlerin bu üç gereklilikten hiçbirini yerine getiremediğini görüyoruz.
Peki, vaktiyle AKP iktidarının da organik aydınları var mıydı?
Şüphesiz vardı.
Sadece kendi mahallelerinde değil karşı mahallede de saygı duyulan, ezberlenmiş cümlelerle değil fikirleriyle kendini ifade eden isimler vardı.
Lakin bu isimlerin bir kısmı süreç içinde dışlandı, bir kısmı kendiliğinden hareketin dışında kalma kararı aldı, bir kısmı da sistemin nimetlerinden faydalanabilmek adına aydın kimliğinden vazgeçti.
Ezcümle, elde toplumu bu son yapılan İmamoğlu tutuklamasının siyasal bir hamle olmadığına “ikna edebilecek” kimse kalmadı.
Dolayısıyla başta da belirttiğim gibi bugün iktidarın önündeki en büyük tehlike bu: Rızayı yeniden inşa edememek.
Sınırlı da olsa, sandık demokrasisi de olsa elde bir demokrasi olduğuna halkı ikna edememek.
Bugünkü toplumsal hareketlilikten anlıyoruz ki, ilk seçimini Osmanlı’da, ta 1877’de yapan toplum sandığın elinden alınmasını kabul etmiyor.
İktidar devlet eliyle propaganda gücünü sonuna dek kullanarak haksız rekabet yaratsa da…
“Post truth” çağında kitleleri manipüle etmek için her türlü numara yapılsa da…
Sadece kendi siyasal alanını değil, muhalefetin siyasal alanını da tanzim etmek üzere türlü Alicengiz oyunları dönse de…
Toplum sandığı ve o sandıkta istediği kişiye oy verme özgürlüğünü talep ediyor.
Bugün yaşananın suçluyu değil toplumu cezalandırma anlamına geldiğini düşünüyor.
Ve “Sen en dişli rakibini siyaset alanının dışına atarsan benim o sandığa gitmemin ne anlamı var ki” diye soruyor.
Bu meşru soru karşısında iktidar nasıl bir yanıt ve rıza üretecek ya da üretebilecek mi…
Göreceğiz.
İyi haftalar.
/././
(T-24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder