Soma Katliamı'nın 11. yılı: 'Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok'
13 Mayıs 2014’te 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma Katliamı'nın üzerinden 11 yıl geçti. Katliam göz göre göre geldi, hukuk işçiler aleyhine işledi, ailelerin acısı ise hâlâ taze.
Türkiye'nin en büyük maden faciası olarak tarihe geçen katliamın üzerinden 11 yıl geçti.
13 Mayıs 2014 tarihinde Soma Holding’e bağlı Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında 301 işçi göz göre göre ölüme gönderildi.
Dönemin AKP'li Başbakanı Erdoğan yaşananları "fıtrat" diye açıklarken, hukuk ise yine işçiler aleyhine işledi. Katliamda yakınlarını kaybeden aileler ise yaşananları şu cümlelerle özetledi:
"Çok komik, bir tiyatro izletir gibi beş celsede karar oldu. Kişi başına 5-6 ay gibi sürelerle hapis cezaları verildi. Bizim çocuklarımızın her birinin değeri 5 ay, 6 ay olmamalıydı."
"Adalet istiyorum, başka hiçbir şey istemiyorum. Adaletin olacağına da inanmıyorum.”
"Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok. Zenginin başına bir iş geldi mi koşturuyorlar, fakirin başına geldi mi ezip geçiveriyor. Fakir olduğumuz için bizi copladılar, hastanelik de olduk. Yine devlet duymadı bizi."

Göz göre göre 301 madenci ölüme yollandı
Manisa'nın Soma ilçesinde bulunan ve Türkiye Kömür İşletmeleri'ne ait olan maden ocağı 2006 yılında Ciner Grubu'na verildi. Ciner Grubu ise 2009 yılında “ileride telafisi mümkün olmayan olayların çıkma ve yangın ihtimaline karşı” ocağı Soma Holding’e bağlı Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.'ye devretti.
2009 yılında 230 bin ton üretim yapılırken, Soma A.Ş. tarafından işletilen ocağın sadece bir yılda üretimi 10 kat arttırıldı ve 2,6 milyon ton kömür çıkartıldı. Soma AŞ patronu Alp Gürkan ise üretim maliyetlerini 140 dolardan 23,8 dolara indirdiklerini anlatarak, “özel sektörün çalışma tarzını" öven açıklamalarda bulundu.
İlerleyen yıllarda Soma'da meydana gelen iş cinayetlerinin artmasıyla birlikte konunun araştırılması amacıyla Meclis'te araştırma komisyonu kurulması için 2014 yılında bir önerge verildi. 29 Nisan'da TBMM gündemine gelen önerge AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.
Önergenin reddedilmesinden sadece 14 gün sonra yani 13 Mayıs 2014'te Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında yangın çıktı.
Yangın çıktığı esnada 787 işçi maden ocağında bulunuyordu. Çıkış kısmına yakın olan işçiler kendi imkanlarıyla hayatlarını kurtarırken, 300'den fazla işçi ise yangın sebebiyle 800 metre derinlikte mahsur kaldı. Günlerce süren çalışmaların ardından 301 madencinin cesedine ulaşıldı.
Erdoğan'ın 'fıtrat' açıklaması ve yerde tekmelenen madenci
Sonrasında ne mi oldu? Dönemin AKP'li Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP'nin iş cinayetlerine bakışını özetleyen şu cümleleri söyledi:
“Bu ocakların bu noktada bu tür kazaları sürekli olan şeyler. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok."
Katliamın ardından Soma'yı ziyarete giden Erdoğan, büyük bir tepkiyle karşılandı. Protestolar polis şiddetiyle ve gözaltılarla bastırılırken, toplumsal hafızadan silinmeyecek bir kare de o gün zihinlere kazındı. Erdoğan'ın müşaviri olan Yusuf Yerkel, Soma Katliamı’nı protesto eden madenci Erdal Kocabıyık’ı yerde tekmelemiş, üstüne Kocabıyık hakkında daha sonra soruşturma başlatılmış ve Başbakanlık’ın ultra lüks koruma araçlarına hasar verdiği iddia edilerek faiziyle birlikte 631 lira para cezasına çarptırılmıştı. Ayrıca Kocabıyık “kamu malına zarar verdiği” iddiasıyla 10 ay hapis cezasıyla yargılanarak mahkûm edilmişti.

Hukuki süreçte neler oldu?
Türkiye'nin en büyük maden faciası olarak tarihe geçen katliamın üzerinden 11 yıl geçti. Peki bunca yıl içinde nasıl bir hukuki süreç işledi?
Madeni işletenlere yönelik açılan Soma davası 2015'te başladı. İlk etapta 5'i tutuklu olmak üzere 51 kişinin yargılandığı dava, yerel mahkeme ile Yargıtay arasında gidip geldi.
2018'in Temmuz ayında sonuçlanan davada 37 kişi beraat etti. 14 sanık, taksirle ölüme ve yaralanmaya sebebiyet vermekten cezalandırıldı. Mahkeme, sanıklardan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan'ı 15 yıl, Genel Müdür Ramazan Doğru'yu 22 yıl 6 ay, İşletme Müdürü Akın Çelik'i 18 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm etti.
Can Gürkan, 18 Nisan 2019'da yurtdışına çıkış yasağıyla tahliye edildi. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 30 Eylül 2020'de kararı bozdu. Can Gürkan'ın da aralarında bulunduğu dört sanığa "olası kastla 301 kez öldürme ve 162 kez yaralama" suçundan ceza verilmesini istedi.
Ancak iki Yargıtay savcısı, sanıklar hakkında "taksirle ölüme neden olmaktan" ceza verilmesini talep ederek, bu kararın düzeltilmesi için 8 Ocak 2021'de başvuruda bulundu. Ardından dosya Yargıtay 12. Ceza Dairesi'ne geri döndü. Yargıtay heyeti önceki kararı bozarak, Can Gürkan'ın da aralarında olduğu dört sanığın bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmaktan yargılanması gerektiğine karar verdi.
Yeniden yapılan yargılamada Can Gürkan'a 20 yıl, maden mühendisleri Adem Ormanoğlu ve Efkan Kurt'a 12 yıl altışar ay hapis cezası verildi, Haluk Evinç ise beraat etti. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, yeniden yargılama sürecinin tamamlanmasının ardından 4 Nisan 2022'de yerel mahkemenin kararını onadı.
Kamu görevlilerinin yargılanmasına ise ancak neredeyse 10 yıl sonra başlandı. Soma Cumhuriyet Başsavcılığı, 25 Aralık 2023 tarihinde 28 kamu görevlisi hakkında kamu davası açıldığını duyurdu. Dava geçtiğimiz haftalarda sonuçlandı ve 28 kamu görevlisinden 10’u beraat etti, 18’ine ise 5 ay ila 6 ay 7 gün arasında hapis cezası verildi. Karara tepki gösteren aileler, istinafa başvuracaklarını ve bütün hukuksal yolları deneyeceklerini açıkladı.

'Çok entrikalar çevirdiler'
Hayatını kaybeden işçilerin yakınları facianın yıl dönümünde acılarının ilk günkü gibi taze olduğunu, adaletin ise sağlanamadığını belirtiyor.
İşçilerin aileleri katliamın 11. yıl dönümünde ANKA'ya konuştu.
Madende oğlunu kaybeden Soma 301 Madenciler Derneği Başkanı İsmail Çolak, “Cumhuriyet tarihimizin ve dünyanın son yüzyılların en büyük işçi katliamının olduğu bir şehirde 11 yıl kolay geçmedi. Nasıl anlatılır? Yaşamadıktan sonra bu anlatılmaz. Çünkü evlat, eş kaybetmişsin. 11 yıl kolay geçmiyor; canından, kanından bir parçayı, evladını kaybetmiş; torunlarının babasını kaybetmiş. Sen evladına doyamamışsın, o çocuğuna doyamamış. Bu insanı yitirmişsin. 11 yıl gibi bir süre geçmiş. Çok iyi geçtiği söylenemez" diye konuştu.
Adalet arayışlarının karşılıksız kaldığını belirten Çolak, "İçimizdeki acımız ilk günkü gibi tazeliğini koruyor" dedi. Yargılama sürecinin adil olmadığını belirten Çolak, olaya ilişkin 100 sanıklı davada cezaevinde kimsenin bulunmadığına işaret etti. Çolak, şöyle konuştu:
"Adil bir yargılama olmadı. Akhisar Ağır Ceza Mahkemelerinde çok entrikalar çevirdiler. Mahkeme heyetlerini değiştirdiler. Aytaç Ballı gibi çok değerli bir yargıcı istedikleri kararı vermeyeceklerinden görevden aldılar. 2011 yılında Elbistan’da meydana gelen toprak kaymasında 11 kişinin hayatını kaybettiği ve 9 kişinin hala milyonlarca ton metreküp toprağın altında cesetlerinin çıkarılmadığı bir davanın hakimini, yargıcını bilerek bu dosyaya atadılar. Çünkü atadıkları hakimin verdiği çelişkili kararlar vardı. Verdiği hapislik cezaları paraya çeviren ve parayı da taksitlere bölen bir yargıcı bizim dosyaya atadılar. Bizim dosyada da ne biz aileleri ne kamuoyunu ne de Türkiye Cumhuriyeti vicdanını rahatlatacak bir karar çıktı. Çıkardıkları, verdikleri kararlarda çocuklarımızın canlarının değerinin beşer gün, altışar gün olduğu ortaya çıktı. Kovid yasasıyla bunları da serbest bıraktılar."
Yargıtay'ın, faciaya ilişkin kamu görevlilerinin yargılanmasının yolunu açtığını belirten Çolak, ancak yargılamanın ağır ceza mahkemesinde değil, asliye ceza mahkemesinde görüldüğünü anlattı. Çolak, "Çok komik, bir tiyatro izletir gibi beş celsede karar oldu. Çıkan kararlar, verilen cezalar çok gülünç. Kişi başına 5-6 ay gibi sürelerle hapis cezaları verildi. Bizim çocuklarımızın her birinin değeri 5 ay, 6 ay olmamalıydı. Adalete olan güvenimizi yitireli çok oldu. 13 Mayıs 2014’te yitirmiştik. Biz adaleti çok aradık. Gerek Akhisar Ağır Ceza Mahkemesinde gerek Bölge İstinaf Mahkemelerinde gerek Yargıtay’da... Maalesef işçiye, emekçiye, yoksula, ezilmişe adalet yok. Adalet zenginin. Ama şunu unutmasınlar ki adalet bir gün herkese lazım olacak" diye konuştu.
İsmail Çolak, faciada kaybettiği oğlunun 26 yaşında ve biri 5 aylık iki çocuk babası olduğunu, yaklaşık üç yıldır madende çalıştığını bildirdi. Kendisinin de facianın meydana geldiği maden ocağından emekli olduğunu belirten Çolak, "Kendi çalıştığım maden ocağında maalesef oğlumu sermayeye kurban verdim" dedi.
Olayın "kader, fıtrat değil; cinayet olduğunu" söyleyen Çolak, "Bu, son yüzyılların ve cumhuriyet tarihimizin en büyük işçi cinayetinin olduğu tarihtir. Çünkü çok basit alınması gereken iş sağlığı güvenliği önlemleri varken, dayıbaşılık sistemleriyle insanları Arap atı gibi yarıştırarak, hiçbir güvenliklerini almadan siyasal iktidar, sarı sendika ve sermaye sahiplerinin çok kazanma hırsı yüzünden maalesef biz 301 evladı burada sermayeye ve siyasal iktidara kurban verdik. Çok basit önlemleri alabilirlerdi. Bu 301 evladımız hala aramızda yaşıyor olabilirdi. Çocuğuyla, ailesiyle olabilirlerdi. Ama maalesef sermayenin aşırı kar hırsı yüzünden çocuklarımızı sermayeye kurban verdik." diye konuştu.

'Adalet istiyorum, adaletin olacağına da inanmıyorum'
Faciada yaşamını yitirdiğinde 29 yaşında olan Bilal Malkoç’un babası Emrem Malkoç ise şunları kaydetti:
“Oğlum vefat ettiğinde 11-12 yıllık madenciydi. Alınmayan önlemler yüzünden biz 301 evladımızı kaybettik. Türkiye’de veya dünyada en ağır iş kolu maden sektörüdür. Bu bir kaza değil; bu bir cinayet, katliam. Bunların sonucu biz çoluğumuzu, çocuğumuzu kaybettik. 11 yıldan beri adalet peşinde koşuyoruz. Türkiye’de adalet sistemi çöktüğünden hiçbir ceza almadan, üçer gün, beşer gün ceza aldıktan sonra hepsi tahliye oldu. Sanki mükafat verdiler, sanki bizim çoluğumuz çocuğumuz suçlu. Neredeyse bizi içeri alacak duruma geldiler. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Adalet istiyorum, başka hiçbir şey istemiyorum. Adaletin olacağına da inanmıyorum.”
'Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok'
Bilal Malkoç’un annesi Fatma Malkoç ise "11 yıldır yarı ölü, yarı ayakta gidiyoruz. İdare ediyoruz, torunların sırtına. Torunlar da olmasa yaşamak istemiyoruz zaten. Torunlar var diye kendimizi sürüklüyoruz. Elimizden gelen başka bir şey yok. Arkamızda duran yok. Arkamızda devlet yok. Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok. Zenginin başına bir iş geldi mi koşturuyorlar, fakirin başına geldi mi ezip geçiveriyor. Ankaralara gittim, adalet yürüyüşlerine. Ankara, İstanbul, Silivri, Tuzla oralarda bizi hep bastırmaya çalıştılar. Cop da yedik, Beşyol’u kapattık. Fakir olduğumuz için bizi copladılar, hastanelik de olduk. Yine devlet duymadı bizi. Böyle idare ediyoruz" diye konuştu.
Soma 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde kamu görevlilerine verilen 5-6 aylık hapis cezalarına tepki gösteren Malkoç, “Bir çocuk bir ekmek çaldı da bir sene hapiste yattı. Bu 301’e karşı 5-6 ay. Bir dilim baklava çaldı diye çocuğu içeri attılar. Bu canlara karşı 5-6 ay ceza. Bu hak mı, adalet mi? Adalet Sarayı olmuş ama içinde adalet yok” dedi.
Malkoç sözlerini şu ifadelerle tamamladı:
“Bundan sonra bir beklentimiz kalmadı. Devlet bizi görmedi. Allah bizden beter etsin, rahat kafalarını yastıklara koyamasın. Aynı evlat acıları onlara da göstersin. O zaman belki kafaları böyle duvara vururlar da 'Biz bu 301’in arkasında durmadık' diye uykular uyuyamazlar. Gece oldu mu uykuları kaçsın hepsinin. Başta büyüklerin hepsinin. Hele bizim çocuklarımızın canını alanlar kör olsunlar da evlerinin yollarını bulamasın da onların çocukları da bizim çocuklar gibi babasız kalsın. 'Bize ne oldu' dediklerinde 'Biz 301’in canını yaktık, aynısını Allah bize gösterdi' desinler.”
***
PKK kendini feshetti: Peki kazanan kim?-Oğuz Oyan-
Bu süreç Cumhuriyet düşmanı akımların emperyalizmin patronajı altındaki işbirliğiyle asla yürütülemez. Buna en başta karşı çıkacak olanlar bu ülkenin cumhuriyetçileri ve anti-emperyalistleri olacaktır.
Bu soruya “herkes kazandı” veya “tüm taraflar kazandı” diye yanıt verecekler çoktur. “Türkiye kazandı” diyecekler de önemsiz olmamalı.
Peki sakın doğru yanıt “Kürt hareketi kazandı” olmasın? Hatta buna ABD ve İsrail başta olmak üzere Batı emperyalizmini de eklersek daha doğru bir yanıt vermiş olunmaz mı?
Zaten PKK 12. Kongresi Divanı’ndan yapılan açıklama da bu yönde: “PKK mücadelesinin halkımız üzerindeki inkâr ve imha siyasetini parçaladığını, Kürt sorununu demokratik siyaset yoluyla çözme noktasına getirdiğini, bu yönüyle PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığını değerlendirdi” ve “… PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdı” denilmektedir.
PKK, son gelinen aşamada artık bir ayakbağından başka bir şey değildi. Aslında epey bir süredir öyleydi. Sahada hükmü pek kalmamıştı. Hareket zayıflamış, kadroları yorgun düşmüştü. Kuzey Irak’taki konumu da -bunun Türkiye’nin Kuzey Irak’a askeri operasyonlarının gerekçesini oluşturması nedeniyle- gerek Kürt yönetimi gerekse Bağdat hükümetinin Türkiye ile ilişkileri bakımından da rahatsız ediciydi. Ayrıca PKK adı birçok ülkenin “terör örgütü” listesinde yer alıyordu ve bu isimden kurtulmak Kürt hareketlerinin genelde destekçisi olan Batı ülkelerinin de işine gelecekti.
Bütün bu sayılanlardan daha önemlisi ise, PKK hareketinin çıkış amacını aşan hedeflere zaten ulaşmış olmasıydı. Suriye’deki PYD-YPG oluşumlarının (ve SDG’nin) yönetim kadroları ve ideolojik/siyasal yapılanmalarının temelinde esas olarak PKK yöneticileri ve PKK programı bulunmaktaydı. Üstelik PYD, Suriye’deki yayılma alanlarını Kürt nüfusunun çoğunlukta olmadığı bölgelere de genişleterek beklentilerinin üzerinde bir alan hakimiyetine ulaşmış bulunuyordu. Gücü de arkasına ABD ve İsrail’i (ve İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa güçlerini) almasından ve büyük bir askeri güce/silahlanma düzeyine ulaşmasından kaynaklanıyordu.
Gücünü aldığı bir başka ülke ve siyaset de Türkiye’de 23 yıla yakındır iktidarda olan siyasal İslamcı yönetim oldu. Çelişkili gibi görünebilir, Türkiye’deki iktidar koalisyonu üzerinden zaman zaman ifade edilen öznel niyetlerle de uyuşmayabilir, ama nesnel gerçekler böyledir. Çünkü PYD-YPG-SDG’nin en büyük açmazı, Suriye’de üniter yapının sürdürülmesini savunan ve ABD-İsrail hegemonyasını reddeden bir Şam hükümetinin yerini koruması ve güçlenmesi olurdu. 2011 sonrasında ise Esad yönetimi yıkmak için tüm emperyalist güçler ve İsrail birlik olmuştu. Bu oyunu bozabilecek tek ülke, Türkiye olabilirdi. Ama bunun tam tersini yaptı ve Esad’ın yıkılması için kendi mezhepçi politikaları ve ABD yönlendirmesi doğrultusunda dünyanın bütün cihatçılarının Suriye’de hamiliğine soyundu. Aslında oyunu bozan, Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ı olmuştu. Ama onların güçleri de giderek zayıflatıldı, Rusya’nın başına Ukrayna sorunu sarılarak geri çekilmesi sağlandı. Böylece alan şer güçlerine kaldı. HTŞ gibi emperyalizmin ve Türkiye’nin koruması altındaki zavallı bir İslami terör örgütünün Suriye gibi kadim bir devletin yönetimini ele geçirmesine izin verildi. Ama Suriye’nin bütünlüğü elbette bile isteye korunmadı.
Artık Türkiye’deki teslimiyetçi/tavizci koalisyona da -Suriye’deki rolünü küçültme pahasına- bir şeyler vermek zamanı gelmişti. Dolayısıyla PKK’nın tasfiyesi bu bakımdan aynı zamanda bir ABD projesidir. Suriye’de 14 yıldır oluşturulan oldu-bittiyi Cumhur ittifakı aracılığıyla Türkiye toplumuna kabul ettirmenin, siyasi iktidara da seçmen nezdinde itibar devşirmenin bir aracı olarak “PKK uzlaşısı” kullanılmak istendi.
PKK Kongre divanı açıklaması “PKK, kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı” ifadesine yer veriyor. Aslında bu tutum yeni değil. Apo’nun 27 Şubat tarihli açıklamalarının izi sürülmüş oluyor. Ama asıl sorun siyasi iktidar düzleminde. AKP’nin 2017 Anayasasını değiştiren kanun tasarısının gerekçesinde de 1924 Anayasasının hedefe konulduğunu görürsünüz. Lozan aleyhine açıklamaları da hiç eksik değildir. Montrö’yü savunan emekli komutanları gözaltına alıp kriminalize etmeye çalışması da cabası.
“İç cepheyi pekiştirmeliyiz” diyerek itirazları yok etmeye ve muhalefeti yanında durmaya mecbur bırakmaya çalışan Cumhur İttifakı aslında tam tersini yaparak Cumhuriyet’in temellerini dinamitlemektedir. Lozan’ı, Cumhuriyet’i ve onun 1924 Anayasasını tartışmaya açmak, ülkenin kuruluş tapusunu ve bütünlüğünü tartışmaya açmak demektir. Kürt hareketi bu talepleri sıralayabilirken, aynı doğrultuda sayısız açıklaması olan siyasi İslamcı hareketten güç ve destek almaktadır. Bu bakımdan “iç cepheyi pekiştirmenin” önündeki en büyük engel, Cumhuriyet düşmanlığında Kürt siyasi hareketi ile yarışan siyasal İslamcı harekettir. Ama CHP’nin de “muhalefetin birliği” rüyalarıyla bu girdaba kapılmasını önlemek de öncelikli görevler arasında olmak zorundadır.
Şunlar da hesaba katılmalıdır:
Türkiye’deki iktidar siyaseten çok zayıflamıştır. Seçim kazanma potansiyelini büyük ölçüde tüketmiştir. Kürt hareketini yanına çekmekten medet ummaktadır ama hem bunu yüzde yüz yapamayacaktır hem de yeterli olmama olasılığı yüksektir.
Türkiye ekonomisi kötü gitmektedir. Ekonominin kötü yönetilmesi, siyasi despotizmin ekonomiyi sürekli sarsması tartışılmaz olgulardır. Ama kalıcı olan mesele, geniş kitlelerin yoksulluk-açlık sınırlarının altında tutulmasıdır. Üstelik sorun, bu kitlelerin sayıca giderek çoğalması, alt-orta ve orta gelir gruplarını da içermeye başlamasıyla giderek büyümektedir. Sermaye yönlü bu sistemde toplumun dinci-despotik yöntemlerle bastırılmasının da sınırlarına gelinmiştir.
Emperyalizm, Türkiye ekonomisinin dış desteksiz mecalsiz kalacağının; Türkiye’deki yolsuzluklara batmış ve yargı-hukuk sistemini iğdiş etmiş bir iktidarın zaaflarının onu çökerteceğinin farkındadır. Mevcut siyasi yönetimin iktidardan gitmemek için Yeni Anayasa peşinde koştuğunun, o olmazsa da genel oy hakkını fiilen gasp etmek niyetleri taşıdığı da kimsenin meçhulü değildir. Dolayısıyla emperyalist odaklar bu kadar güçsüz bir iktidardan istediği tavizleri koparabileceğini de bilmektedir. Ukrayna-Rusya-İran denklemlerinde Türkiye’ye yeni roller biçilmesi, Karadeniz’in NATO’ya açılması için Montrö’nün delinmesi gibi beklentiler, Türkiye’de iktidarın kullanışlı bir aparat olarak kalmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu iktidar yapısıyla devam etmek, emperyalizmin ilk tercihidir. Kuşkusuz yedek planları da her zaman vardır.
Siyasi münavebeyi kabullenmeyen, kriminel dosyaları nedeniyle gitmemek üzere iktidara yapışmak isteyen bir siyaset koalisyonu, Türkiye gibi AB’nin yanı başındaki bir ülkede ancak dış güçlerin desteğiyle bu emellerini yerine getirebilir. Dolayısıyla iktidarın sözde dış denge politikalarını tamamen terk ederek, NATO-ABD-Batı emperyalizmi bloğu içine demir atması onun için yaşamsal bir tercihe dönüşmüştür.
Siyasi İslamcı hareketin lideri, tek başına yürütme organıdır, yönetimin tek seçilmiş üyesidir ve başıdır. Bu bakımdan onun üzerinden ödün koparmak, seçilmişlere dayalı bir hükümetin ve gücü aşındırılmamış bir yasamanın görevde olduğu bir siyasi yapıya kıyasla son derece elverişlidir. Özellikle de emperyalizmin elinde birikmiş başka dosyalar varsa. Bu, Türkiye açısından kritik bir güvenlik zaafıdır.
Tabii şimdilik Cumhur İttifakı da PKK’nın feshetmesi meselesinde kendini “kazanan” tarafta görüyor. İktidarının ömrünü uzatmak için buradan bir moral aşısı aldığını düşünüyor. Gerçi anketler öyle göstermiyor. Kendi saflarında bile onay verenler azınlıkta kalıyor. Ama bu konu daha çok su kaldırır, iktidarın istismarına fazlasıyla açık kalır diyelim. Buradaki kilit mesele, CHP’nin PKK açıklamasının siyasi analizine ve taleplerine ne ölçüde onay vereceği olacaktır. CHP’nin içinden farklı yaklaşımlar çıkma olasılığı da yabana atılmamalıdır.
AKP koalisyonunun Kürt açılımı, Suriye’de olan bitene (ve olabilecek gelişmelere) karşı bir savunma ve mümkünse yeniden oyun kurma pozisyonudur aynı zamanda. Bir defa Suriye’de Kürtlerin ABD ve İsrail himayesinde devletleşmesinin artık kaçınılmaz görülmesi yaklaşımı benimsenmiş gözükmektedir. Bunun üzerinden Suriye’de doğrudan uzantıları olan Türkiye Kürtleriyle ilişkileri “normalleştirip” Suriye’de pozisyon kazanma arayışı sezilmektedir. Olur mu olmaz mı ayrı mesele. Ama bunun Türkiye iç politikasına yansımaları daha büyük mesele. İçerde siyasi rakiplerine karşı inanılmaz bir hışımla ve zorbalıkla saldıran bir siyasi yapının Kürt açılımı üzerinden kendine bir “demokratikleşme” cilalaması yapabilmesi ne derece mümkündür?
Silahların bırakılması elbette önemli bir kazanımdır. Ancak Kürt sorununun çözümü için yeterli değildir. Kürt sorununun çözümü sınıf temelli olmak ve Türk-Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi ekseninde şekillenmek zorundadır. Bu süreç Cumhuriyet düşmanı akımların emperyalizmin patronajı altındaki işbirliğiyle asla yürütülemez. Buna en başta karşı çıkacak olanlar bu ülkenin cumhuriyetçileri ve anti-emperyalistleri olacaktır.
/././
Birlik ve Cumhuriyetçiler…-Aydemir Güler-
Cumhuriyetçilerin birliği olgunlaşmış tarafların aralarında kontrat imzalamasıyla değil, samimi diyalog, yapıcı tartışma ve ortak mücadeleden çıkacaktır.
Birlik kavramının ayıp örtmek için kullanılışına solda çok rastlandı. Üstünde birlik ve başka pozitif çağrışımlı sözcükler yazılan bayraklar açılıp, devrimci programların, partilerin tasfiye edilmesine az tanık olmadık. “Solun birliği” dendiğinde irite olduğumu söylemek durumundayım. Nedeni bu deneyimdir.
Bugün de “en geniş demokrasi güçlerinin birliği” ifadesinin bırakacağı ilk izlenim, bir “baş düşmana karşı” safları sıklaştırmak oluyor. Ancak buna başka bir şey eşlik ediyor; zımnen o saflara sosyalizm seçeneğinin alınmayacağı da kast edilmiş oluyor. “Bunca güncel yakıcı dert varken, kalkıp da sosyalizm hedefinden dem vurmak” bir fantezi sayılıyor...
Peki, ya söz konusu güncel derdin biricik kalıcı çözümünün sosyalizmde gerçekleşeceğini bilenler ne yapacak?
Programlarımızı ve/veya o programda ısrar eden örgütlerimizi önemsizleştirmek, rafa kaldırmak, belki de tasfiye etmek şıklarından birini işaretlemekte özgürüz!
Keşke dertler, devrimciler sosyalizmden geri durduklarında çözülebilseydi… Kuşkusuz ortalamacı bir çare, maksimalist bir formülden daha kolay olurdu. Kolayı varken zoru aramak akıllı işi değildir, elbette!
Ama öyle olmuyor. Kalabalık ortalama lehine gerçek, köklü çözümden vazgeçilince, bir araya gelenlerin toplam gücü, umulanın aksine azalıyor. Sorunların yaratıcısı sömürücü egemenlerse çarklarını döndürmekte rahatlıyorlar. Deneyim çoğunlukla bunu gösterdiği içindir ki, solun birliği güzellemeleri, kural olarak tuzak içerir.
* * *
Ancak bu deneyim, birliğin genel olarak sahip olduğu pozitif anlamı ortadan kaldırmaz. İttifaklar siyasetin zorunlu parçasıdır. Bugün ise Türkiye’de Cumhuriyetçilerin birliğine dönük ihtiyaç yakıcıdır. Hazırlıkları sürmekte olan bir girişim yakın zamanda meyvesini verecek. Cumhuriyetçiler bir çırpıda, akşamdan sabaha birleşmiş olmayacaklar. Ama yola çıkılacak…
Konu solun birliği değil, bunu yukarıda söyledim. Oradan devam edeyim.
Solcu deyince kimin kast edildiği açık zannedilebiliyor. Yanlış; öyle değil.
Örneğin bazı solcular laikliğe burun kıvırmakta, bağımsızlığın modasının geçtiğini düşünmekte, piyasanın demokratik bir toplumun esası olduğunu iddia etmekteler. Somut olarak Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme ve aydınlanma tarihini, halka karşı tepeden inmecilikle suçlayanlar solcu geçinebilmekte. Bunlara göre söz konusu tarih, ülkemizin, bizim emperyalist dediğimiz dünyadan tecrit etmesine neden oldu. Neden bu yolun tercih edildiğini ise aynı çevreler, devletin başta Kürtler olmak üzere “kimliklerin” üstünde tepinme tutkusuyla açıklar. Devletin sınıfsallığına ise hiç girilmez. Özetle solun bir bölümü Cumhuriyeti bir ilerleme değil halka düşmanlık saymaktadır.
Bana sorarsanız, bu iddialar solculuğa giremez. Ama ne çare ki, kamuoyunda sol olarak algılanan bir dizi Cumhuriyet düşmanı etrafta. Bunlara liberal sol diyoruz…
Madem öyle, “Cumhuriyet ekseni” solu çoktan bölmüş bulunuyor. Bu bölünmeyi geriye sarmayı iki karşıt yakada kalan solcular zaten istemiyorlar. Liberal solcular da, biz de… İstemiyoruz. Zaten dünyada, bölgede ve ülkedeki gelişmeler, suların hayli yükseldiğini ve aramızdaki köprüleri önüne katıp götürdüğünü göstermektedir. Durum çoktan beri böyle.
Liberal sol emperyalistler ve şeriatçılardan sonra geleneksel faşist hareketle de ortak paydalar bulurken, Cumhuriyetçilerin önünde yeni bir ufuk açılmıştır. Bir ittifak stratejisinin zemini olarak, bu anlamda bir birlik kanalı olarak Cumhuriyetçilik güçlü bir nesnelliğe oturmaktadır.
Komünist sol, devrimci mirasa sahip çıkmanın ötesinde bir tarih tezine sahip olageldi. Buna göre Cumhuriyetin, kapitalizm yolunda aşındırılan kazanımlarının tutarlı ve güçlü temellere oturtulması sosyalizmle mümkün olacaktı. Sosyalist Türkiye, Cumhuriyet’i “içererek aşacaktı.”
Ancak AKP’nin tamama erdirdiği karşıdevrim, “Cumhuriyetin sorununu” birtakım tutarsızlık ve çelişkilere düşülmesinden, temellerinin sarsılmasından öteye taşımış bulunuyor. Bu kadarı, AKP’nin çok öncesinden beri süregiden durumdu. Şimdi ise mevcut rejimin ana perspektifi ve misyonu Cumhuriyetin tasfiyesidir.
Bu yolda ilk önce Cumhuriyetçiler etkisizleştirilip süpürülmek istendi, kurumların içi boşaltıldı. Sonuç Cumhuriyetçiliğin Kurtuluş ve Kuruluş yıllarından beri hiç olmadığı kadar halkla kaynaşmasıdır. 21.yüzyıl itibariyle Cumhuriyetçilik bütün renkleriyle iktidarda olan ve/veya iktidara tutunmaya gayret eden bir akım olmaktan çıkmış, toplumsal bir hareket halini almıştır. Hakkını arayan bütün toplumsal kesimlerin Cumhuriyet sembollerine sarılması bu durumu resmetmektedir.
Geçmişte sol denince varsayılan kapsam çoktan dağıldı; solun birliği artık Sosyalist Cumhuriyetçiliğin liberal sol tarafından kuşatılmasından başka anlama gelmez. Cumhuriyetçilerin birliği ise hakkını arayan tüm sınıflar, kesimler ve akımlar için acil ihtiyaçtır. Sermaye-emperyalizm-dinciler ittifakının yürüttüğü operasyonun toplum katında da tamamlaması, açığa çıkan direncin kırılması halinde geriye bir enkaz kalacak. Acillik bundan kaynaklanıyor.
* * *
Peki ya Cumhuriyetçiler dendiğinde kastedilenin açık mı?
Kabaca biri kurucu akım, Kemalizm; ikincisi ise ileri gitmek için bu kurucu eylemin, devrimin zeminine ayağını basmanın şart olduğunu kavrayan komünizm, ülkemizin iki cumhuriyetçi geleneğidir diyebiliriz. Bu özet yanlış olmaz, ama netlik sağlamaya da yetmez.
Söz konusu olan, iki öğeden oluşan bir küme değildir. Çok sayıda unsurun buluştuğu ve bunların aralarında sayısız çelişki ve mesafenin şekillendiği, amorf bir yapıdan söz etmek durumundayız.
Cumhuriyetçilerin zaman içinde doğrudan AKP-merkezli cepheye iltihak eden unsurlarını boş verelim. Ayrıca geçmişe de takılıp kalmayalım. Solda liberaller nasıl türemişse, kurucu hareketin içinde de bağımsızlığı, laikliği, kamuculuğu önemsemeyen, hatta bu temel değerlere ihanet eden ayrık otları boy atmıştır… Geçelim bunları…
Ama geleceği nasıl kuracağımızın etrafından dolanmaya asla kalkmayalım.
Karşıdevrimi geri püskürterek ayağa kalkacak olan Cumhuriyet emperyalizme kapıları kapayacak, NATO’dan da AB’den de kopacak mıdır, yoksa bunların “zamanı gelmiş” olmayacak mıdır?
Laikliğin dindarları rencide etmeyecek bir biçiminin peşine mi düşülecek, yoksa geçmiş örnekleri harf devriminde, köy enstitülerinde, okuma yazma seferberliğinde yaratılmış bir “halk aydınlanmasını” nasıl güncelleyeceğimize dair kafa mı yoracağız?
İnsanın insanı sömürmesinin açtığı yoldan yurttaşlığın yadsınması anlamına gelen “ayaklar baş olmaz” ahlaksızlığı çıkıyor. Peki, Cumhuriyetin takatsiz kalmasının temel nedeninin sermaye düzeni olduğu açık seçik saptanabilecek midir?
Cumhuriyetçiliğin birleştirici bir güçle donanması için bu başlıkların aydınlatılması gerekir. Birlik için ciddi olunacaksa, şaka değil bir karşıdevrimi geri püskürtmek için yola çıkacaksak, kolayına kaçılmamalı, mış gibi yapılmamalıdır.
Cumhuriyetçilerin birliği olgunlaşmış tarafların aralarında kontrat imzalamasıyla değil, samimi diyalog, yapıcı tartışma ve ortak mücadeleden çıkacaktır.
/././