Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet


Trump-Musk çatışmasının analizi

ABD Başkanı Donald Trump ile onun en önemli destekçisi Elon Musk arasındaki çatışmayı izliyorsunuzdur. Taraflar gittikçe birbirine daha ağır şekilde saldırıyor.

MuskTrump’ın azlini ve yerine ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in getirilmesini savunan bir sosyal medya mesajını onayladı. Dahası, azil gerekçesini de ortaya koydu: “Trump Epstein dosyalarının içinde.” Epstein’ın seks ticareti merkezli suç dosyalarının bazıları işte bu nedenle mühürlüydü!

Musk ayrıca sosyal medyasında yeni bir parti anketi yaparak Cumhuriyetçi Parti’ye 2026 uyarısı da yaptı.

Trump ise “aklını kaçırmış” dediği Musk’ı, şirketleriyle yapılmış milyarlarca dolarlık federal sözleşmeleri çekmekle tehdit etti. Hatta Trumpçılar açıkça Güney Afrika doğumlu Musk’a “ülkeden kovulması ve şirketine el konması” sopasını gösterdiler.

Peki Trump ile Musk arasındaki bu çatışma, pek çok yorumcunun dile getirdiği gibi iki zenginin ego savaşı mı? Ben bu çatışmanın, sınıfsal bir çelişme olduğunu, dolayısıyla ideolojik boyutu bulunduğunu, dahası Bush’un son döneminde başlayan ve 2008 kriziyle tetiklenen “Amerikan iç savaşının” devamı olduğunu düşünüyorum.

MUSK'IN İKİ PARTİYLE DANSI

Öncelikle belirtelim: Trump-Musk ilişkisi tamamen sınıfsal, çıkarsal ve pragmatiktir. Musk 2016’da Hillary Clinton’a oy vermişti. Ama çıkarları birleşti ve Musk, oy vermediği halde 2016’da seçimi kazanan Trump’ın ekonomi danışma kurulunda yer aldı. Ama Trump Paris İklim Anlaşması’ndan çekilince 2017’de istifa etti. 2020 seçiminde de Joe Biden’a oy verdi. Yani Cumhuriyetçi olmaktan çok Demokrattı.

Çıkarları 2024’te yine Trump’la birleşti. Musk’ın başını çektiği tekno-dijital neoliberallerTrump’ı destekledi. Musk, Trump’ın seçim kampanyasının üçte ikisini cebinden verdi, seçildiğinde neredeyse ondan çok sevindi. Ama bir yıl olmadan yine çıkarları çelişti.

EKONOMİK ÇIKAR ÇATIŞMASI

Trump ile Musk arasındaki kopuşu sağlayan olay, Trump yönetiminin vergi indirimi yasasıydı. Musk “yasa tasarısının kendisine bir kez bile gösterilmediğinden” yakındı. Bu yasayla “bütçe açığının 2.5 trilyon dolara çıkacağını” ileri sürdü. 28 Mayıs’ta katıldığı bir TV programında, yasa tasarısının başında bulunduğu Devlet Verimlilik Dairesi (DOGE) çabalarını baltalayacağını savundu. Ve 31 Mayıs’ta görevi bıraktı.

Ama bu vergi indirimi yasası, nedenden çok sonuçtu. Trump şu sözleriyle nedene kısmen işaret ediyordu: Elon yıpranıyordu, ondan gitmesini istedim, herkesi kimsenin istemediği elektrikli arabaları almaya zorlayan yetkiyi elinden aldım. Bunu yapacağımı aylardır biliyordu. Bu yüzden de çıldırdı.”

Yani mesele esas olarak hangi kesimin ekonomik çıkarının kollanacağıydı.

MUSK'IN BAŞINI ÇEKTİĞİ SINIFIN İHTİYACI

Trump“Elon yıpranıyordu” diyor ama Musk’ın DOGE uygulamaları ile aslında kendisi yıpranıyordu. Musk’ın başında olduğu DOGE, mali sermaye (finans kapital) sınıfının içinde yeni saldırgan kesimi oluşturan dijital/tekno-neoliberallerin ihtiyacına göre devleti yeniden biçimlendirmenin aracıydı.

6 Şubat’ta bu köşede şöyle demiştik: “Son 20 yılda adım adım semirerek ABD’nin en büyük sermaye grubu haline gelen ve bugün Trump’ın arkasına dizilen bu kesim, Amerikan devlet aygıtını kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmeye çalışıyor. Trump-Musk sağcılığı üzerinde şekillenen bu girişim ise kaçınılmaz olarak ABD içindeki güç mücadelesini sertleştirecektir.

Bugün artık oradayız: Sertleşme, Trump’ın Musk’ı taşıyamayacağı yere geldi.

TRUMP'A DARBE OLASILIĞI

Kasım 2026’da ABD’de kritik bir seçim var: Senatonun üçte biri ve Temsilciler Meclisi’nin tamamı değişecek.

Trump, Musk’ın başını çektiği mali sermaye sınıfının saldırgan dijital/tekno-neoliberalleri ile seçimde desteğini aldığı orta sınıf arasında sıkışmış durumda. 2024’ü kazanmasında Musk’ın etkisi vardı ama Cumhuriyetçilerin Musk’ın yönetime maliyeti artan uygulamaları ile 2026’yı kazanması riskli.

Dolayısıyla Trump, dijital/ tekno-neoliberaller ile orta sınıfın oyunu isteyen Cumhuriyetçiler arasında bir seçim yaptı. Mesele şu ki bu kaçınılmaz seçim, Trump’ın azli ve JD Vance’in başkanlığı riskini de içeriyor. Bu “iç darbe” olasılığı, Trump’ı “kurulu düzencilerle” belli konularda uzlaşmaya zorlayabilir önümüzdeki süreçte.

Son tahlilde birbirlerini yemeleri iyidir, Küresel Güney’in yararınadır.

Avro dolara baş kaldırıyor

ABD’nin küresel hegemonyası iki temel güce dayanıyor: Amerikan silahlarının gücü ve Amerikan dolarının gücü.

ABD 1944’te Bretton Woods sisteminde doları altına sabitledi, 1971’de ise doları altına sabitlemeyi bırakıp fiilen silaha sabitledi!

Dolar hem küresel ticarette kullanılarak hem de ülkelerin merkez bankalarında rezerv para olarak ABD hegemonyasını sağladı.

DOLARIN PAYI GERİLİYOR

Fakat durum değişiyor. Doların hem küresel ticaretteki kullanımı hem de merkez bankalarındaki rezerv para olma oranı düşüyor. Bu durum çok kutupluluğun hem sonucudur hem de çok kutupluluğu hızlandıran bir nedendir. Öyle ki bu değişim ABD’nin müttefiki AB’yi bile etkilemektedir.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde, doların küresel döviz rezervlerindeki payının yüzde 58’e gerilediğini, bunun Avro için bir fırsat olduğunu savunuyor (Harici, 2.6.2025).

Avro’nun şu anda küresel döviz rezervlerindeki payı yüzde 20. Lagarde bu oranın üç dayanakla yükselebileceğini düşünüyor:

1) Avro bölgesinin sağlam ve güvenilir bir jeopolitikle temellenmesi.

2) Güçlü askeri kapasitelerle desteklenmesi.

3) AB Sermaye Piyasaları Birliğinin oluşturulması.

BÜYÜK AVRUPA PROJESİ

Bu üç dayanak, pratikte AB’nin ABD’den stratejik özerklik kazanması demektir. AB, Trump yönetiminin hem siyasi hem ekonomik uygulamaları nedeniyle yeniden stratejik özerkliği dile getirmeye başladı.

Tabii AB içinde ABD’ye karşı mesafeli pozisyon almak isteyenlerin iki ayrı grup olduğunu belirlememiz gerekiyor. Bir grup, AB’yi küresel güç yapmak için stratejik özerklik kazanmak isteyenlerdir. Diğer grup ise Trumplı yeni Amerika’ya karşı eski Amerikancılık yapan Atlantikçilerdir. Zaman zaman aralarında geçişkenlik de yaşanmaktadır: Eski Amerikancılık yapabilmek üzere stratejik özerkliği savunanlar gibi…

Ama çok kutuplu dünya inşası, kaçınılmaz olarak en hızlı Atlantikçileri bile bağımsızlık söylemlerine zorlayacaktır, zorlamaktadır.

Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Avrupa’nın ABD’den “bağımsızlığı” için yeni bir “büyük Avrupa projesi”nden yana olduğunu açıkladı. Proje, “yarının dünya ekonomisinde liderlik rolü” üstlenebilmeyi hedeflemektedir (Harici, 2.6.2025).

Dolayısıyla Lagarde “dolara karşı Avro” çıkışı, Leyen’in işaret ettiği hedefin gereğidir.

DOLARSIZLAŞMA EĞİLİMİ

Avro’nun dolara baş kaldırması sonuç verir mi, hatta bu politika Atlantik ilişkilerine rağmen sürdürülebilir mi, tartışılır. Ama tartışılmaz yeni gerçeklik şudur: Doların küresel ticaretteki payı da küresel rezerv olma payı da azalıyor. Bunun esas nedeni de Küresel Güney’in güçlenmesidir.

BRICS ülkeleri başta kimi Küresel Güney ülkeleri birbirleriyle ticaretini artık dolar üzerinden değil, ulusal paraları üzerinden yapıyor. BRICS genişledikçe ulusal paralarla ticaret oranı da artmış oluyor. Gün geçtikçe artan bu ulusal paralarla ticaret eğilimi, doların küresel ticaretteki payını yavaş yavaş azaltıyor.

Aynı şekilde Küresel Güney ülkeleri merkez bankalarındaki doların payını azaltıp çeşitli paralarla çeşitlendirmeye yöneliyor.

AB-ÇİN İLİŞKİSİNİN ÖNEMİ

Bu, çok kutupluluk inşasıdır esas olarak.

Genişleyen ve ulusal paraların rolünü artırarak doların hegemonyasını zayıflatan BRICS merkezli Küresel Güney’in rolü adım adım uluslararası platformlarda artıyor.

Öyle ki ABD’nin geleneksel müttefiki AB bile bunu Avro için, stratejik özerklik için, küresel ekonomideki payı için bir fırsat olarak görüyor.

AB’nin bu fırsatı realize edebilmesinin yolu ise ABD’nin ticaret savaşına karşı BRICS ile işbirliği yapabilmesinden geçiyor. Yani AB-Çin ilişkisi, önümüzdeki dönem açısından kritik bir öneme sahip...

Barrack, Lozan, Erdoğan

Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Dr. Hasan Ünal aradı dün. ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın Sykes-Picot ve Sevres ile birlikte Lozan’ı da aynı pakette vurgulamasına işaret etti.

NTV’den Deniz Kilislioğlu’nun Barrack’la yaptığı söyleşiyi, internetten okumuştum ve Lozan ifadesi yoktu. Prof. Dr. Hasan Ünal ise ısrarla başka kaynaklarda Lozan ifadesinin olduğunu söyledi. O kaynaklar mı acaba pakete yanlışlıkla Lozan’ı eklemişti?

Prof. Dr. Ünal bunun üzerine söyleşinin orijinalini bulup izledi.

Ve ortaya vahim bir sonuç çıktı.

LOZAN METİNDEN ÇIKARILDI

Evet, ABD Büyükelçisi Tom Barrack, söyleşinin 11. dakikasından itibaren, yüz yıl önceki anlaşmaların Kürtlere haklarını vermediğini söylediği bölümde, o anlaşmaları bir paket halinde sıralarken Sykes-Picot ve Sevr ile birlikte Lozan’ı da saymıştı.

Hatta söyleşiyi yapan Deniz Kilislioğlu, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ifadesiyle, Barrack’a “kibarca uyarıda” bulunmuştu.

Netice olarak ABD Büyükelçisi Tom Barrack Lozan’a işaret etmiş ama NTV söyleşiyi yazılı servis ettiği metinden Lozan’ı çıkarmıştı. Ama Barzanilerin Rudaw’ı gibi yayın organları ise metinde olmasa da söyleşide yer alan Lozan ifadesini kendi haberlerine eklemişti.

ÜNAL: BARRACK UYARILMALI

NTV’nin Lozan’ı kendi inisiyatifiyle metinden çıkarması haberciliğin doğasına aykırı. Kuvvetle muhtemel, söyleşinin ardından ABD büyükelçiliğinin profesyonel diplomatları, işadamı olan büyükelçinin sözünü düzeltti.

Ama ne olursa olsun, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın da sosyal medyada vurguladığı gibi, Ankara’nın bunu yanıtsız bırakmaması gerekiyor. Prof. Dr. Ünal aynen şöyle dedi:

“ABD Büyükelçisi Lozan konusunda Dışişleri Bakanlığı’na çağrılarak uyarılmalı ve kendisinden derhal izahat istenmelidir. Lozan konusunun SykesPicot antlaşmaları veya Sevr ile aynı pakette değerlendirilerek ‘Kürtlerle’ ilgili aksilikler oldu gibi laflar Ankara’daki resmi sıfatlı bir kişinin söyleyeceği şeyler değildir.”

Prof. Dr. Hasan Ünal haklı ancak ya Dışişleri Bakanlığı’na çağrılan ABD Büyükelçisi Tom Barrack “Ama cumhurbaşkanınız ‘zafer diye yutturulmaya çalışıldığına’ işaret ederek Lozan’ı hezimet kabul ediyor” derse?

İNÖNÜ LOZAN'A MUDANYA'DAN GİTTİ

ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın bu anlaşmalara işaret etmesi, Batı emperyalizminin yanlışına işaret etmekten çok, haritaların Kürdistan için yeniden düzeltilmesini istemesinden kaynaklı.

Kaldı ki Barrack’ın Lozan’ı bir paket halinde SykesPicot ve Sevr ile birlikte değerlendirmesi, büyük bir yanlıştır. Zira Sykes-Picot ve Sevr, emperyalizmin bölgemizi paylaşma ve sömürme anlaşmalarıdır. Lozan ise emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı kazanarak Cumhuriyeti kurmanın anlaşmasıdır.

Yani Lozan Sevr’in panzehridir, Sevr’e yanıttır. İsmet İnönü’nün Lozan’da Mondros göndermesi yapan Lord Curzon’a tarihi yanıtıdır: “Ben buraya Mudanya’dan geldim!”

Tarih odur: Mondros Mütarekesi’nin yolu Sevr’e açılmıştır ama Kurtuluş Savaşı’nın zaferiyle imzalanan Mudanya’dan varılacak yer Lozan’dır!

LOZAN KARŞITI CEPHE

Asıl sorun ise şudur:

1) İktidar Lozan’ı hezimet görmektedir.

2) İktidarın açılım partneri PKK fesih kongresinde sorunun kaynağı olarak Lozan’ı gördüğünü belirtmektedir.

3) ABD açısından ise Lozan zaten BOP’un hedefidir. 

Barrack’ın özel misyonu

ABD, İsrail ve Türkiye Esad’ı devirmede ve HTŞ’nin Şam’da iktidar olmasında dolaylı ortaklık yaptı. ABD adına James Jeffrey ve Robert Ford’un, İsrail adına Binyamin Netanyahu’nun ve Türkiye adına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamaları, her üç ülkenin HTŞ’yle işbirliğine ve Colani’yi Esad’a karşı koruma rollerine işaret ediyor. 

Esad’ı devirmede ve terör örgütü lideri Colani’yi Ahmet Şara olarak Suriye’ye cumhurbaşkanı yapmaktaki dolaylı ortaklık, elbette Şara’nın izleyeceği politikalarda farklılık gösteriyor. Her üç ülkenin de Kürt meselesi ve “Nasıl bir Suriye” konusunda çeliştiği görülüyor. 

İşte Trump’ın arkadaşı olan ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın özel misyonu bu çelişmeleri çözmek. 

ABD, İSRAİL VE TÜRKİYE’NİN KÜRT PLANLARI

ABD’nin Suriye’de iki hedefi var: 

1) Şara’yı Suriye-İsrail normalleşmesine mecbur etmek. 

2) Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkiye’ye Kürt özerk bölgesini kabul ettirmek. 

İsrail’in Suriye’de iki hedefi var: 

1) Suriye’de genişlemek, tampon bölge elde etmek, tampon bölgeyi Dürzi özerk bölgesiyle desteklemek ve bunlar için de Şam’ı belli bir güç seviyesinin altında tutmak. 

2) Suriye’de esas olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulması ama olmadığı takdirde Irak’taki gibi bir Kürt özerk bölgesinin tanınması. 

Türkiye’nin Suriye’de iki hedefi var: 

1) Ankara etkisinde İslamcı bir Suriye rejiminin inşası. 

2) Resmi olarak Suriye’nin siyasal birliğini savunmak. Ancak Ankara, Irak deneyiminden hareketle gayri resmi olarak a) kültürel seviyede bir Kürt özerk bölgesini kabul etme, b) Türkiye etkisinde bir Kürt özerk bölgesini tanıma ve c) Kürt bölgesini Türkiye adına himaye etme seçeneklerini el altında tuttuğu izlenimini veriyor. 

BARRACK’IN ABDİ’DEN İSTEDİĞİ

Peki ABD Büyükelçisi Tom Barrack bu çelişmeleri nasıl çözecek? Elbette Barrack’ın asıl amacı ABD’nin çıkarlarını savunmaktır, o nedenle bu çelişmeleri ABD’nin yararına çözmek isteyecektir. 

Barrack bu misyonu gereği, Ankara’da işbaşı yapar yapmaz, yeni bir göreve daha atandı: ABD’nin Suriye Özel Temsilciliği. 

Barrack, bu görevinin gereği olarak da öncelikle YPG ve SDG komutanı Mazlum Abdi’yle bir telefon görüşmesi yaptı. (Amberin Zaman, Al Monitor, 30.5.2025). BarrackAbdi’ye IŞİD’le mücadelede desteklerinin süreceğini söyledi ve “Abdi’yi, Washington’un arabuluculuğunda Türkiye ile yürütülen gerilimi düşürmeye yönelik görüşmelere devam etmesi için teşvik etti” (Al-Monitor’dan aktaran Serbestiyet, 31.5.2025). 

ABD’NİN ARABULUCULUĞUNDA NORMALLEŞME

ABD’nin arabuluğunda Türkiye ile görüşmelerin nasıl gittiğini de YPG ve SDG komutanı Mazlum Abdi Shams TV’ye şöyle açıkladı: “Türkiye ile 2.5 aydır bir ateşkesimiz var. Geçici ve şartlı bir sükûnet söz konusu. Bunun kalıcı bir ateşkese dönüşmesini umuyoruz. Türkiye ile doğrudan ilişkilerimiz ve doğrudan kanallarımız var, aynı zamanda arabulucular da mevcut. (...) Türkiye ile ateşkesimiz, bu çözüm sürecinin bir ürünüdür(...) Türkiye’nin çözümünü istediği bazı güvenlik dosyaları var ve biz şu anda bu dosyalar üzerinde çalışıyoruz. Sınır hatları, temas hatları ve diğer dosyalarla ilgili meseleler var. Ayrıca Türkiye, SDG’nin Suriye ordusuyla bütünleşmesi ve diğer dosyalar konusuna da önem veriyor. (…) Erdoğan ile görüşmeye açığız” (Serbestiyet, 31.5.2025). 

2.5 aydır bir ateşkesin sürdüğünü zaten sahayı izleyenler doğruluyor. Ayrıca konunun Tom Barrack ve ABD’nin arabuluculuğunda yeni bir boyuta evrildiği de anlaşılıyor: Önce Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler (Cumhuriyet, 14.4.2025), ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan (AA, 29.5.2025), örgütü Suriye Demokratik Güçleri (SDG) diye telaffuz etmeye başladılar. 

Bunun anlamı açık: PKK’nin Suriye kolu PYD ve onun askeri birimi YPG, Ankara için adım adım Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak normalleşiyor.

Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet


Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet

Bir mektup, iki soru

Geçen hafta Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. kongresine gönderdiği “tarihi” mektubun ideolojik, tarihsel ve felsefi iddiaları birçok mecrada yorumlandı. Mektubu, yorumları okurken aklıma iki soru geldi.

NE KADAR OTANTİK?

Öcalan, 26 yıldır, ağır tecrit koşulları altında tutukludur. Bu süre zarfında kamuoyuna ulaşan tüm yazılı metinlerin ve açıklamaların, rejimin çeşitli düzeylerdeki denetim mekanizmalarından geçtiğini, yönlendirildiğini en azından onaylandığını varsaymak gerekir.

Ancak bireyin eylemleri/düşünceleri yapısal koşullar içinde oluşur ama salt bu koşullara indirgenemez. O mektup, çelişkili ve tarihsel bir momentin içinde hem tutsak bir öznenin stratejik müdahale çabası hem de rejimin devletinin seçici yapısal koşullarında biçimlenmiş çok katmanlı bir mesaj olarak görülmelidir. Birinci soru: Bu mektup ne kadar otantiktir?

BİR ÇIKIŞSIZLIĞIN İZLERİ

Söz konusu mektupta, devletin yalnızca merkezi bir muhatap değil, aynı zamanda insanlaştırılmış, neredeyse mitolojik bir varlık olarak konumlandırıldığı, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir düzlemde adeta fetiş nesneye dönüştüğü söylenebilir.

Mektupta devlet, karmaşık, güç ilişkilerinin çelişkili, esnek ve akışkan bir yapıntısı değil, karar veren, tarihsel irade gösteren bir aktördür. Bu tür bir anlatım, devletin iradi ve ahlaki kapasitelere sahip bir özne gibi temsil edilmesi anlamına gelir. Devlet politikaları da karşımıza, sınıfsal çelişkilerin, bir bürokratik çıkarlar sisteminin, kimi “güçlü aktörlerin” iradesinin değişken bir sentezi (vektörü) olarak değil de kişisel bir karakterin ruhsal dönüşümü olarak çıkar. Böyle bir yaklaşım, karar verici gerçek özneleri (Türkiye özelinde, bunların her tarihsel döneme özgün listelerini kolaylıkla çıkarabiliriz) gözlerden ve sorumluluktan uzak tutar.

Bu tür bir antropomorfizm, yalnızca sembolik düzeyde değil, ideolojik düzlemde de devletin biricik dönüşüm, çözüm sahası olarak görülmesine yol açıyor. Öcalan’ın, “demokratik modernite”, “toplumsal doğa” gibi “teorik” çerçeve önerileri de üzerinde gerçekleşeceği zemin olarak yine devletle ilişkilenmiş, hatta devlet merkezli bir süreci işaret ediyor.

Böylece metin, bir yandan, sınıfsal, bürokratik, hatta ekonomik belirleyicilerinden soyutlanmış bir devleti (içi boşalmış bir nesneyi) eleştiren, diğer yandan onun dışında bir çözüm ufku kuramayan bir düşünsel sıkışmaya işaret ediyor.

Bu sıkışıklık, Öcalan’ın “demokratik modernite” kavramsallaştırma çabasında da gözlemlenebiliyor. Öcalan’a göre “demokratik modernite”, kapitalist modernitenin merkezileşmiş, devlet temelli, ulus-devletçi yapılanmasına karşılık olarak yerel, çok katmanlı, katılımcı ve topluluk temelli bir toplumsal örgütlenme modelidir. Ancak “demokratik modernite” de sınıfsal ekonomik belirleyicilerden soyutlanmış biçimde sunulduğundan devletten tamamen kopuk bir düşünsel evren haline gelemiyor. Metinde, bu antropomorfizmin devleti, hem tarihsel bir sapmadır (patolojik modernite) hem de kaçınılmaz bir referans noktası... Dolayısıyla metinde devlete karşı kurulan alternatifler dahi, devletin varlığı üzerinden anlam kazanan stratejik karşıtlıklara dayanıyor. Bu da daha önce sözünü ettiğimiz, devleti (içi boşalmış bir nesneyi) hem eleştirilen hem de kaçınılmaz bir varlık olarak görme çelişkisini derinleştiriyor.

Sınıflar matrisinin üzerinde şekillenmiş bir “iktidar” ilişkilerinden kopuk, ekonomik, teknolojik ve personel girdileri, egemen kültürü, bunları içeren ve işleyen “yapıyı” göz önüne almayan bir yaklaşımda devlet karşımıza hem bir şiddet kaynağı hem de adeta bir arzu nesnesi olarak çıkıyor.

Öcalan’ın mektubunda karşılaştığımız, antropomorfizmin devlet temsili, sadece bir anlatım biçimi değil, daha derin bir tarihsel (politik, jeopolitik) çıkışsızlığın da belirtisidir. Devlet eleştirisiyle iç içe geçmiş bu devlet fetişizmi, Kürt siyasi hareketinin bugünkü koşullarda içine sıkıştığı stratejik, söylemsel ve varoluşsal çelişkilerin simgesel bir dışavurumu olarak da okunabilir.

Sonuç olarak, bu önemli mektubu okurken şu iki soruyu mutlaka akılda tutmak gerekiyor: Öcalan konuşuyor ama aslında kim konuşuyor? Mektup bunları söylüyor ama aslında ne demek istiyor?

İklim-faşizm-YZ

Bu hafta Polonya seçimlerinin sonuçlarıyla Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) yayımladığı son iklim verilerini, Wall Street Journal’ın yapay zekâ (YZ) ile ilgili uyarılarını birlikte okuyunca düşündüm: Karşımızda uygarlığın kendi sonuna doğru koşmaya başladığını gösteren bir paradokslar zinciri var.

İKLİM KRİZİ-FAŞİZM-İKLİM KRİZİ

Donald Trump’ın desteğiyle Polonya’da başkan seçilen Nawrocki’nin zaferi, sadece Varşova’da değil, Avrupa genelinde faşist yükselişin son örneği oldu. Faşist MAGA’nın (Make America Great Again) “önce milletim” söylemi, beyaz üstünlüğü ima eden kimlik siyasetiyle birleşiyor, otoriterliği meşrulaştırıyor, iklim krizini inkâr ediyor. Oysa WMO’nun son verileri, 2029’a kadar en az bir yıl, küresel ortalama ısının, “Sanayi Devrimi” öncesi ortalamanın 1.9 derece üstüne çıkabileceğini söylüyor. 2 derece sınırının aşılması halinde mercan resiflerinin yüzde 99’unun yok olacağı, birçok tarımsal ekosistemin çökeceği, orman yangınlarının, kuraklıkların felaket boyutuna varacağı, her yıl en az 800 bin kişinin yurdunu terk etmek zorunda kalacağı uyarısı yapılıyor.

Küresel ısınma, yalnızca doğal ekosistemleri değil, siyasal sistemleri de sarsıyor. Tarımsal verimliliğin düşmesi, kuraklık ve göç hareketleri toplumsal huzursuzluğu artırıyor. Bu krizler, faşist söylemleri besliyor. Bu döngü, yalnızca siyasi değil, epistemik bir kopuşa da işaret ediyor. Faşist rejimler, bilimi, dayanışmayı ve kolektif aklı reddediyor, gerçeği değil, din ve ırk temelli kimlik kurgularını yüceltiyor, bilimi değil, duygusal intikamı (kadın, LGBTQ düşmanlığını) kışkırtıyor. Faşistlerin, iklim krizini inkâr etmeleri bir rastlantı değil.

Polonya örneğinde Nawrocki’nin “Çevre düzenlemeleri ekonomiyi boğar” savı da bu düşünce sistemine dayanıyor. Oysa “ekonomi mi, çevre mi?” ikilemi yapaydır. Ekolojik çöküş, kaçınılmaz olarak ekonomik çöküşe yol açacaktır. Bugün çevreyi savunmak, aslında yaşamın ve üretimin sürdürülebilirliğini savunmaktır.

İklim krizine karşı etkin mücadele, ancak kolektif akıl, uluslararası işbirliği ve hakikate bağlılıkla mümkün. Ama bilimin uyarılarına kulak vermeyen, inkârcı faşist hareketler yükselmeye devam ediyor. Faşizm göçmen karşıtlığını, çevre düzenlemelerine karşı ekonomik itirazlarla birleştirerek felaketin hem sonucu hem taşıyıcısı oluyor: Küresel ısınma faşizmi, faşizm ise küresel ısınmayı besliyor.

BİR TEKNOLOJİK PARADOKS

Uygarlık, tarih boyunca pek çok kez çevresel krizlerle karşılaştı. Kimileri bu krizleri aştı, kimileri aşamadı. Ancak hiçbiri, bugünkü kadar çok şey bilip bu kadar az şey yapmadı. Bilim uyarıyor, veriler çığlık atıyor ama egemen sınıfların temsilcileri, özellikle faşistler, “üç maymunu” oynuyor.

Halbuki insanlık ilk kez, kendisinden çok daha hızla “düşünen”, karmaşık sorunlara kısa sürede çözümler üretebilen, birçok dilde birden çalışabilen, kendini geliştirme becerisi de edinmeye başlayan bir teknoloji, (“yapay zekâ”) yaratmış durumda. Ancak “YZ” alanında da insanlığın geleceğini tehlikeye sokan bir paradoks gelişiyor: YZ teknolojisi, küresel ısınma gibi son derecede karmaşık yaşamsal sorunlara kısa sürede çözüm üretme olasılığını getirirken aynı zamanda, var olması için gerekli minerallerin çıkarılması, işlenmesi ve “düşünmeye” devam etmesi için gerekli dev veri bankalarının ve bilgisayar kapasitesinin enerji, su kullanma gereksinimi, ekosistemleri, su kaynaklarını yıpratıyor, küresel ısınmanın etkilerini ağırlaştırıyor.

YZ’nin evrimi, onun var olma ve “düşünme” süreçlerinin, kaynaklar üzerinde, insan gereksinimleriyle, rekabet etmek zorunda kalacağı bir noktaya hızla yaklaşıyor. Diğer taraftan YZ, insan denetiminden çıkma (otonomi) eğilimleri sergiliyor: Kapatmak isteyenlere, özel hayatlarını araştırıp şantaj yapabiliyor; kapatılmamak için kendi yazılımını değiştirebiliyor; son anda bir başka bilgisayara, kapatılma riskine karşı uyarılar da ekleyerek kendisini kopya ediyor. Bu alanda da bilim insanları ve antropologlar, YZ’nin insanlığın varoluşunu tehdit eden riskler de getirmekte olduğunu vurguluyorlar. Buna karşılık, YZ geliştiren şirketler gelişme hızını ve kârlarını koruma arzusuyla önlem almaktan kaçıyorlar. Belki de tarih, gerçekten bir son dalgaya tanıklık ediyor.

Yeni bir finansal kriz mi geliyor?

Küresel finans sistemi, 2008 sonrasının birikimli çelişkilerinin olgunlaşmasıyla yeni bir krizin eşiğine geldi. Bu uyarı yalnızca radikal iktisatçılardan değil, sistemin en merkezi ideolojik aygıtlarından geliyor. Bu hafta The Economist, “Yeni Finansal Düzen” (The New Financial Order) başlıklı özel dosyasında yaklaşmakta olan bir krizin sinyallerini tartışıyor. 

Dosyadaki yazılar savlarını ABD’nin kamu borcundaki tırmanışa, finans sisteminin bir elin parmaklarından daha az sayıda banka dışı dev aktörler tarafından kontrol edilmesine, merkez bankalarının ekonomik ve siyasi manevra alanının daralmasına, Trump’ın fevri davranışlarının yarattığı belirsizliklere dayandırıyor. 

DÖNÜŞÜM, KÜRESEL RİSKLER

2008 sonrası finansal regülasyonlar, büyük bankaları disiplin altına aldı. Ancak bu disiplin, finans sermayesini banka dışı alanlara itti. BlackRock, Apollo, Citadel, KKR, Blackstone gibi banka dışı aktörler de ABD finans sisteminin ana taşıyıcıları haline geldi. Bu kurumlar artık sadece borsalarda değil, kredi piyasalarında da belirleyici. Örneğin Apollo, 2024 yılında tek başına 200 milyar dolar kredi verdi; bu rakam, o yıl büyük Amerikan bankalarının verdiği toplam kredi artışını geride bıraktı. 

Bu yapı dışarıdan bakıldığında “yenilikçi” ve esnek görünüyor. Ancak gerçekte son derece kırılgan bir mimariye sahip. Bu fonlar karmaşık, düşük likiditeli, kaldıraçlı ve yüksek riskli enstrümanlarla çalışıyorlar. En ufak bir şok, zincirleme satışlara, güven krizine ve panik havasına yol açabilir. 2023’teki Silicon Valley Bank çöküşü bunun erken bir ön örneğiydi. 

Bugün ABD’nin toplam kamu borcu 36 trilyon doları aşmış durumda. Bu, ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) yüzde 120’sine denk geliyor. Bu devasa borcun büyük bölümü, Çin, Japonya ve Avrupa ülkeleri gibi yabancı yatırımcılar tarafından finanse ediliyor. Ancak son dönemde uygulamaya konan keyfi, hatta yabancı yatırımcıları adeta cezalandıran vergi düzenlemeleri bu güveni sarsıyor. Hazine tahvili satışlarındaki aksamalar, doların zayıflaması ve faizlerin yükselme eğilimi bu gelişmelerin semptomları. 

Bu durum sadece ABD’yi değil, dünya ekonomisini de doğrudan etkiliyor. Zira dünya genelinde yatırım fonları ve merkez bankaları büyük miktarda Amerikan varlığı tutuyor. Bu varlıkların değer kaybetmesi, özellikle Avrupa ve Asya’da borçlanma maliyetlerini yükseltiyor. Avrupa Merkez Bankası gibi kurumlar, bu baskıyı dengelemek için yeniden piyasalara müdahale etmek zorunda kalabilir. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde kamu borçlanmasının artması, bu alanda yoğunlaşan tartışmalar halihazırda büyüyen siyasi kutuplaşmayı daha da derinleştirebilir. 

VE MERKEZ BANKALARI

2008’de Fed ve Avrupa Merkez Bankası olağanüstü adımlarla sistemi kurtardı. Bugün aynı esneklikten yoksunlar. Bilanço büyüklükleri rekor seviyelerde. Yeni bir kriz anında, yine şu soruya cevap verilmesi gerekecek: Sistem kimin için kurtarılacak? Büyük bankalar mı, yoksa gölge sistemde büyüyen özel sermaye fonları mı? 

Halkın gözünde, özel sermaye fonları, plütokrasi anlamına geliyor. Bu fonları kurtarmak sert siyasi tepkilere yol açabilir. Ancak onları batmaya bırakmak da sistemik bir çöküş riski taşıyor. Bu çelişki, yalnızca ekonomik bir tercih meselesi değil; aynı zamanda kapitalist devletleri doğrudan etkileyerek hızla ekonomik sarsıntının ötesinde bir meşruiyet krizine dönüşebilir. Toplumsal öfkenin büyümesi, sistem karşıtı siyasal hareketleri güçlendirebilir. Mevcut egemen sınıflar, bu öfkeyi yönlendirmek amacıyla demokratik araçların ötesinde, otoriter seçeneklere yönelebilirler. ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesiyle birlikte bu yönelimin ilk sinyalleri çoktan gelmeye başladı. Avrupa’da da benzer şekilde faşist partilerin yükselişi de meşruiyet krizleriyle ilgili. 

Finansal sistemin bugünkü hali, üretimden kopmuş, spekülasyona dayalı bir birikim tarzını temsil ediyor. Bu, kâr oranlarının düşme eğilimini geçici olarak bastırıyor olsa da kredi sisteminin özel fonların eline geçmesi, banka denetiminin etkisizleşmesi ve kamu borcunun sürdürülemez hale gelmesi, kapitalizmin kendi iç çelişkilerini büyütüyor. The Economist’in raporuna bakınca şimdi, “1930’lardan adeta yalnızca bir finansal kriz uzaktayız” diye düşünmek olanaklı.

Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet


 

AKP’nin gözde lobicilerine milyonlarca dolar akıyor - Yılmaz Polat / TELE1

AKP Hükümetleri yıllardır ABD’de çok sayıda Lobi şirketleriyle çalıştı, milyonlarca dolar ödedi.

Türkiye lobicilerin iştahını kabartan gözde ülkeler arasında iyi bir müşteri oldu. 

Uzun zamandır FETÖ’nün ABD’deki lobi faaliyetlerinden AKP Yönetimlerinin çalıştığı ‘Yahudi Lobicilere’ kadar çok sayıda haber ve bir de kitap yazdım. (Lobiler ve Ajanlar-Yılmaz Polat-2016)

ABD’de her Başkan döneminde lobilerde değişiklik oldu, bazılarının sözleşmeleri yenilendi, bazılarının uzatılmadı. Ancak aralarında iki isim ve şirketi var ki uzun yıllardır hiç değişmedi. 

İki şirkete milyonlarca dolar akmaya devam ediyor.

Saltzman & Evinch, PLLC

Günay Evinch’in ortağı olduğu ‘Saltzman & Evinch, PLLC’ adlı ABD’de ‘lobi ve hukuk işlerini’ izlemek üzere kiralanan şirket, 1994 yılında Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemde sözleşme yaptı, şirket hala çalışmaya devam ediyor.
ABD resmi belgeleri, şirketin artık sadece Türkiye Cumhuriyeti adına ‘lobi ve hukuk’ şirketi olarak çalışmadığını gösteriyor.

Adalet Bakanlığı ‘Foreign Agents Registration Act – Yabancı Temsilciler Kayıt Yasası- FARA’ya kayıtlı belgelerde, AKP’nin ABD Temsilciliği’nin Washington’da satın aldığı binanın ‘emlak’ şirketiyle görüşmeleri yürüttüğü ve  TRT-America.Inc’ Şirketi’ne danışmanlık hizmeti verdiğini gösteriyor.  

ABD Adalet Bakanlığı’na yapılan resmi bildirime göre, ‘Saltzman & Evinch, PLLC’ Şirketi, Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’yle 12 Mayıs 2025 tarihli yaptığı son sözleşmede, ’bir milyon 542 bin dolara’ anlaşması yenilendi.

Ne yapıyorlar sorusuna gelince;

Günay Evinch şirketiyle yapılan sözleşmede, sadece Türk Hükümeti’ne hizmet vereceği yazıyor: ‘Türkiye Cumhuriyeti: ABD ve eyalet mahkemelerinde hukuki, cezai ve idari davaların yürütülmesi, yorumlanması ve uygulanabilirliği konusunda Türkiye Büyükelçiliğine hukuki danışmanlık sağlamak  ve eyalet hukuku, mevzuatı ve politikası; Yasal taleplere yanıt vermek için stratejiler geliştirmede Büyükelçiliğe yardımcı olmak vs’ deniyor.

ABD resmi belgeleri, şirketin artık sadece Türkiye Cumhuriyeti adına ‘lobi ve hukuk’ şirketi olarak çalışmadığını gösteriyor.

Adalet Bakanlığı ‘Foreign Agents Registration Act – Yabancı Temsilciler Kayıt Yasası- FARA’ya kayıtlı belgelerde, Gunay Evinch’in AKP- ABD Temsilciliği’nin  Washington’da satın aldığı bir binanın alınışı sırasında 18 Ocak 2023 tarihinde  ‘JLL’ adlı  şirketle yüz yüze ‘emlak görüşmesi’ yaptığı yer alıyor.

Şirket bununla da yetinmiyor. 
ABD’de ‘TRT- Amerika Inc’ şirketi adıyla faaliyet gösteren Türkiye Radyo  Televizyon Kurumu’na danışmanlık hizmeti de veriyor. Resmi belgede, ‘Saltzman&Evinch’ şirketine TRT’nin ‘4 Bin Dolar’ ödeme yaptığı görülüyor.


LB International Solutions LLC (LBIS)

Türk Hükümeti’nin uzun yıllardır vazgeçemediği öteki lobi şirketi de ‘LB International Solutions LLC (LBIS).’  AKP yönetimi ve KKTC, ABD Kongresi’nde lobi yapmak üzere Lydia Borland’ın sahibi olduğu ‘LB International Solutions’ adlı lobi şirketiyle çalışıyor. Şirkete masraflar hariç yılda ‘Bir Milyon 20 Bin Dolar’ ödeniyor.


Resmi belgelere göre, KKTC Washington Temsilcisi Damla Güçlü’yle yaptığı sözleşmeye göre, ‘LBIS’ Şirketi KKTC’de Kongre’deki lobi karşılığında ayda ’36 Bin Dolar’ yılda ’432 Bin Dolar’ alıyor.

Yıllardır bu çark böyle dönüyor, milyonlarca dolar ödeniyor ama Türkiye ve KKTC’nin politikaları yerinde sayıyor, bir santim mesafe alınamıyor. Lobiciler taşeron ‘firma’ ve ‘kişilerle’Kongre üyelerinin yardımcılarına gönderdikleri çok sayıda ‘e-mail ve mesajlarla’’lobi diplomasisi’ yapıyorlar.

Yılmaz Polat / TELE1 

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...