BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -6 Temmuz 2025-

Gerici katliamlar üzerine kurulan rejim - Birgün / Hatırlatmalar-

LeMan dergisinde yayınlanan bir karikatür bahane edilerek bir kez daha din üzerinden bir kışkırtmaya şahit olduk. Benzerlerini ’60’larda Kanlı Pazar’larda ’70’lerin ikinci yarısında Maraş’lardan Çorum’lara uzanan katliamlarda gördüğümüz, ’93’te Sivas’ta 33 canımızın yakılarak katledilmesine, Bahriye Üçok’lardan Uğur Mumcu’lara aydınlarımızın katledilmesine uzanan, bu karanlık tezgâhlar faşist devlet yapısına bağlı bir kontrgerilla faaliyete olarak süregeldi…

Devrimci, ilerici hareketlerin bastırılması, ülkenin Amerikan güdümlü bir siyasal İslamcılık hâkimiyetine sokulmasında bu tür girişimlerin de önemli bir payı oldu.

12 Mart’lar 12 Eylül’ler bu güçler eliyle yaratılan iç savaşın bir parçası olarak hayata geçirilirken, AKP’nin iktidara getirilmesinde de Sivas katliamı önemli kilometre taşlarından birisi oldu.

***

Bugün de azınlıkta kalan ve tüm baskılara rağmen halk muhalefetinin direncini kıramayan iktidar, dini istismar ederek bir toplumsal teyakkuz yaratmaya, bu yolla tabandaki canlılığını artırmaya çalışıyor…

LeMan’daki karikatür üzerinden koparılmaya çalışılan fırtına da bu çok yönlü saldırının, sokakları kontrol altına almaya yönelik hamlelerinden birisi olarak gerçekleştirildi.

Saray’ın danışmanlarından medyasına uzanan bir kışkırtma sonrası, İBDA-C ve diğer şeriatçı odakların çağrıları eşliğinde gerçekleştirilen bu hareket, polislerin koruması altında LeMan bürosuna saldırılar ve işkence eşliğindeki gözaltıların bizatihi İçişleri Bakanı aracılığıyla sunumuna kadar uzandı…

***

Bu örgütlü çağrıya karşılık, şeriatçı azınlığın toplumda istedikleri etkiyi yaratamadıkları da ortada. İstiklal’den Taksim Cami’ne uzanan iki günlük çağrılar çok sınırlı bir katılımın ötesine geçemedi.

Dahası toplumda istedikleri çatışma ve kutuplaşmayı yaratmakta da yetersiz kaldı. Bu bir yanıyla rejimin meşruiyet ve inandırıcılığın tüm kurum ve yapılarıyla birlikte gerilemiş hatta bir çöküş içinde olmasının bir göstergesi oldu.

Öte yandan iktidarın İsrail’le kurduğu ilişkinin kendi tabanında yarattığı kırılma da burada kendini gösterdi. Hatta belki bu LeMan kışkırtması bir yanıyla da Filistin mücadelesinde kaybedilen, bu şeriatçı dinci hegemonyanın yeniden canlı biçimde kazanılması için de bir fırsat olarak kollandığını ancak sonucun istenildiği gibi olmadığı da söylenebilir.

Bu rejimin toplumsal tabanının zayıfladığının yeni bir göstergesi olduğu kadar, çelik çekirdeğindeki örtük çatlağın da, bu teyakkuza katılmaktaki bir isteksizlik olarak da kendini gösterdiğini de söylemek mümkün.

***

Bununla birlikte yaşadıklarımız sokağa çıkan-çıkmayan güçleriyle, siyasal İslamcılığın ülkenin geleceği için nasıl bir tehlike olduğunun yeni bir işareti oldu.

Polislerin kontrolü altında “Kemalist Köpekler Hesap Verececek” sloganlarıyla, Sivas Katliamı’nın bir gün öncesinde olduğu gibi “öldürelim” çağrıları yükseltildi.

Tek adam rejimi altında bütün tarikat ve cemaatler büyütülürken, Suriye’de cihatçılarla ittifak içinde yürütülen savaşın parçası olarak ülkemiz de bir savaş üssü haline getirildi.

Bu asla küçümsenmemesi gereken bir tehlike. Tek adam rejiminin bir sokak gücü olmasının yanı sıra, devletin tüm kurumlarına yerleşmiş bir devlet gerçeği olarak da karşımızda duruyor.

ABD’nin BOP projesi ekseninde ülkemizin siyasal İslamcı rejime dönüştürülmesi sürecinin de parçası olarak gelişen bu tüm bu karanlık odaklar şimdi de İran’a yönelik ABD-İsrail seferberliğinin bir aparatı olarak işlevlendiriliyor.

Bir yanımız böyle karanlık içindeyken, bunun karşısında toplumun büyük çoğunluğunun buna karşı çıkmaya devam ettiği bir ülke gerçekliği içindeyiz.

Hızla bir kırılma noktasına doğru ilerleyen bu saflaşma ve mücadele içinde tüm direnme dinamiklerinin birleşik mücadelesi kadar, her alanda örgütlenmelerin çoğaltılması da bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor.

Böyle bir hareket muhalefetin de tüm saldırı alanları içinde, toplumun emeklilerden gençlere, öğretmenlerinden köylülere kadar her alanda yükselen talepleri etrafında muhalefetin içeriklendirilmesi ihtiyacını da gösteriyor.

Bu azınlık iktidarı ve onun karanlık güçlerinin tüm devlet imkânlarını arkasına alarak yürüttükleri saldırılara karşı her alanda birlik, mücadele ve dayanışmayı büyüterek bu ablukayı dağıtacağız, başka yolu yok...

***

12 EYLÜL ÖNCESİ MEZHEPÇİ PROVOKASYONLAR

Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yaşanan toplumsal ayağa kalkışın, 12 Mart ile kesintiye uğratılmaya çalışılan devrimci dönüşüm ile birleşerek kitleselleşmesine karşı yürütülen faşist provokasyonlar, ’70’lerin ikinci yarısında yeni bir karakter kazandı. 1 Mayıs 1977 katliamı ile boyut atlayan kontrgerilla saldırılarının yanı sıra, doğrudan ABD’nin devlet içerisinde konuşlandırdığı Özel Harekât Dairesinin teşkilatlandırdığı ülkücü çeteler, ülke çapında üniversite öğrencilerini, işçilere, köylüleri ve aydınları hedef aldıran saldırılarını hızlandırdı. Bu saldırılara karşın, devrimci hareket içerisinde örgütlenen halk kesimlerinin antifaşist direniş komiteleri biçimindeki öz savunması, kontrgerilla saldırılarını da yeni bir biçime zorladı. 1977 sonrasında Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde kışkırtılmak istenen mezhepçi provokasyonlar, Alevi mahallelerinin ve köylerinin hedef alındığı saldırılarla artık yalnızca toplumun örgütlü ve devrimci kesimleri değil, bizatihi bütünlüğü hedef alınmaya başlandı. Bu dönemde, ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğinde görevli Robert Alexander Peck de Çorum, Amasya ve Tokat’ı gezmiş, Çorum’da CHP’li belediye başkanının yanı sıra, vali ve MHP’li il yöneticileriyle görüşmeler gerçekleştirmiştir. Peck’in geçtiği her yerde mezhep çatışması çıkarmaya yönelik provokasyonlar yaşanması, tüm bu düzeneği doğrudan Amerikancı kontrgerillanın planladığını ortaya koymaktadır. Kontrgerilla eliyle örgütlendiği yıllar sonra açıkça itiraf edilen birçok provokasyon, kimi koşullarda devrimcilerin direnişiyle önlenebilirken, Maraş gibi acı örnekleri de toplumsal tarihimize taşıdı. Tüm bu saldırı ve provokasyonlar karşısında düzen siyasetinin tutumunu ise “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”, “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” sözleri özetliyordu. Mezhepçi saiklerle örgütlenen, ülkücülerin İslamcı çetelerle ortaklaşa düzenlediği saldırıların yoğunlaştığı 1978 yılında, ilk hedefte Malatya vardı.

***

NİSAN 1978: MALATYA’DA İRTICAİ AYAKLANMA

’60’lardan beri ülkücü ve İslamcı çetelerin kentteki Alevilere ve devrimci kesimlere yönelik birçok saldırısının gerçekleştiği Malatya’da, 17 Nisan 1978 yılında “Hamido” lakaplı, Bulgurlu aşiretinden Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, gelini ve iki torununun, evine gönderilen bombalı paketle katledilmesi, kentte oluşturulmaya çalışılan gerilimi yeni bir boyuta taşıdı. Son seçimde MHP, MSP ve Adalet Partisinin ortak desteği ile CHP’ye karşı seçimi kazanan Fendoğlu’nu öldüren paketin Ankara’dan gönderildiği, aynı tipten bombaların eşzamanlı olarak Malatya CHP İl Başkanı, Vali Yardımcısı ve Alevi bir dinsel lidere gönderildiği kısa zamanda tespit edildi. Hatta gelecekte AKP’nin de İçişleri Bakanlığını yapacak olan Sünni aşiret mensubu ve dönemin Malatya Vali Yardımcısı Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paketi açan bir postacı da patlama sebebiyle hayatını kaybetti. Araştırmacılar, bombalı paketin Ankara’dan getirildiği tespit etmenin yanı sıra, bu tip bir düzeneğin ancak Nükleer Araştırma Merkezinde üretilebileceğini belirtmesinin ardından, tesiste çalışan eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muharrem Şemsek ve iki diğer çalışan gözaltına alınmış, ancak kısa süre sonra serbest bırakıldı.

Bu karanlık saldırıya dair bulgular bir MHP provokasyonuna işaret etse de Demirel’den Türkeş’e sağcı liderlerin, İslamcı gazetelerin hedef göstermesiyle hızla şehirdeki Alevileri, devrimcileri hedef alan bir linçe dönüştü. Ülkücü Gençlik Dernekleri ve İlim Yayma Derneği ortak bildirisiyle, “İslam İçin Silaha Sarılma” başlıklı bildiriler dağıtıldı. Fendoğlu’nun katledilmesinin ardından şehirde toplanan kalabalık, İslamcı ve ülkücülerin yönlendirmesiyle Alevi mahallelerini, sol gazeteleri, devrimcilerin olduğu bilinen ev ve işyerlerini hedef aldı. Emniyet ve askerin üç gün boyunca müdahale etmediği saldırılarda, saldırganlar tarafından 14-15 yaşlarındaki 3 lise öğrencisi doğrudan hedef alınarak katledildi. Saldırgan kitle içerisinden bir kişinin nereden geldiği belirsiz bir kurşunla hayatını kaybetmesi, sonrasında JİTEM’i kuracak kontrgerilla lideri ve dönemin Jandarma Komando Birliği Komutanı Arif Doğan’ın yine sebebi tespit edilmeyen bir biçimde yaralanması, saldırıları yoğunlaştırdı. Silahlı ve maskeli saldırganların yer aldığı linç girişimlerinde tüm şehir İslamcı ve ülkücü çetelerin savaş alanına dönüştü, Malatya CHP İl Başkanlığının yanı sıra TÖB-DER, TÜM-DER ve Tütüncüler Derneği gibi emek örgütleri de hedef alındı. 3 gün boyunca tüm şehre yayılan saldırıların şiddetini artırabilmek için İslamcılar, Alevi ve solcuların kentin suyuna zehir kattığını dahi iddia etti.

Toplamda 8 kişinin yaşamını kaybettiği, 100’den fazlasının yaralandığı, sonraki gözlemlere göre ise 1000 kadar işyeri ve evin tahrip edildiği saldırılar, başından itibaren Demirel ve Türkeş’in provokasyonları ile gerçekleşti. Fendoğlu’nun öldürülmesine yönelik olarak Demirel "Hadiselerin altında komünizm, yıkıcılık ve bölücülüğün bulunduğunu henüz hükûmet hiç dillerine almıyor. Türkiye'yi rahatsız eden gerçek sebep budur... Bu olayların gerçek sebebini anlamaktan âciz bulunan hükûmetin gaflet uykusundan uyanması için daha kaç vatandaşımız can verecektir? Bu hükûmet gaflet uykusundadır…” ifadeleriyle doğrudan Alevi ve devrimci kesimleri hedef aldı

Malatya’da yaşanan ve 3 gün boyunca kontrol altına alınmayan saldırı ve linç girişimleri, kentteki Alevi nüfusun mecburi göçüyle sonuçlandı. Ancak Malatya’da yaşananlar son değil, karanlık bir dönemin başlangıcı oldu.

***

3 EYLÜL SİVAS PROVOKASYONU

1978 yılında başlatılan mezhepçi provokasyon ve saldırıların hedefindeki şehirlerden biri de Sivas’tı. Ramazan bayramı arifesi olan 3 Eylül tarihinde Alevilerin yoğunlukta yaşadığı Alibaba köyünde, bir yaşlı ve çocuğa iki ülkücü komandonun saldırısı sonrası mahalle halkı tarafından kovulmaları, kentin Sünni yoğunluklu kesimlerinde önce “Alevi-Sünni çocukların kavgası”, ardından “Aleviler camilere saldırılıyor” iftiralarıyla hızla bir provokasyona dönüştürüldü. Olaydan sonraki gün aynı saldırganlar yeniden köye girerek pazar tezgâhlarına saldırıp, iki savunmasız kadını katlederek başlattığı çatışmada, kentin birçok yerinde Sünni yoğunluklu yaşayan köy ve mahallelerden kitleler, ülkücü-İslamcı çetelerin yönlendirmesiyle Alevi ve devrimcilerin yoğunlukta olduğu bölgelere saldırıya geçti. Ev ve işyerlerine otomatik tüfeklerle ve benzinle saldırılar düzenlenmiş, olayların sonucunda 11 kişi yaşamını kaybederken, 93 kişi yaralanmış, 97 konut ve 350 işyeri saldırıya uğramıştı. Güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı iddiasıyla çevre illerden destek kuvvetler istenmiş, saldırılar kesin olarak ancak 11 Eylül günü sonlanabilmiştir. O yılın Ramazan bayramına denk gelen aynı tarihlerde Maraş ve Elazığ’da toplam 15 kişinin ülkücü-İslamcı çeteler tarafından katledilmesi, saldırıların organize karakterini gözler önüne sermekteydi.

***

MARAŞ KATLİAMI

19 Aralık 1978 günü Sovyetler karşıtı Güneş Ne Zaman Doğacak filminin gösterildiği Çiçek sinemasına Ökkeş Kenger tarafından dinamit atılarak solcuların yaptığı görüntüsü verilmeye çalışıldı. Dinamitin patlamasıyla birlikte arka sırada oturan 20-25 kişilik bir grup “Müslüman Türkiye” ve “Kanımız Aksa’da Zafer İslam’ın” sloganları atmaya başladı. Sinemadan çıkan 200-300 kişilik grup yakındaki CHP il merkezi ve PTT binasını taşladılar. 20 Aralık günü Alevi şahıslar tarafından işletilen Akın Kıraathanesi bombalandı.

21 Aralık günü TÖB-DER’li Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu sokakta vuruldu. 22 Aralık günü vurulan öğretmenlerin cenaze törenine MHP ve Ülkü Ocaklarının yönlendirdiği gruplar tarafından “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” sloganları atarak taş ve sopalarla saldırdılar. Kolluk kuvvetleri saldırganlara müdahale etmezken solcu ve Alevi yurttaşlara ait işyerlerine saldırdılar. Olaylarda 3 kişi ölürken çok daha fazla kişi de yaralandı. 23-24 Aralık tarihlerinde silahlı baltalı saldırganlar solcuların, Alevilerin evlerini yaktılar, ellerine geçirdiklerini kadın-çocuk demeden öldürdüler.

Özellikle Alevilerin yoğun olduğu mahalleri uzun menzilli silahlarla taradılar. Bununla da yetinmeyerek devlet hastanesine gelen yaralılara ateş açtılar. Bütün bunlar olurken kolluk kuvvetleri ve Ankara katliama seyirci kaldı. Demirel, katliamın ardından, ülkücülerin vahşi saldırıları tüm vahşetiyle basına yansımasına rağmen; “Bana ‘sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” diyecekti. Dönemin önde gelen sağcı gazetelerinden Tercüman’da ise hamile kadınların çocuklarıyla birlikte öldürülüşünün belgelendiği katliamlar “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı” olarak nitelenecekti. Olayın ardından 17 Ocak 1979 yılında hazırlanan MİT raporunda da ülkücülerin örgütlediği açıkça belirtiliyordu; Olaylar, ülkücülerin olaylardan 2-3 hafta önce MHP Kahramanmaraş il örgütünde MHP K. Maraş yöneticileri ile Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) mensuplarının katılması ile yapılan bir toplantıda planlanmıştır. Toplantıya ÜGD Genel Merkezi’nden bir yetkili de katılmıştır. (Büyük ihtimalle Sefa Şevkat Çetin) Toplantıda K. Maraş’taki Aleviler’in ve bunları destekleyen sol grubun son zamanlarda ülkücü ve Sünniler üzerindeki baskılarını artırdıkları gerekçesiyle, bunlara bir ders vermenin zamanı geldiği belirtilerek, ilk önce sol gruba mensup Alevilerin meskûn bulunduğu mahallelerde, ileri gelenlerin adresleri tespit edilmiş daha sonra tespit edilen adreslere eylem yapacak şahıslar belirlenmiştir. Daha önce Malatya ve Sivas’ta sahneye konularak provası yapılmış, tecrübe kazanılmış bu katliamda mahkeme tutanaklarında görüldüğü şekliyle katliamdan önce saldırılacak evlerin MHP’liler tarafından işaretlenmesi, hangi evde ne kadar silah olduğunun araştırılması, katliam için çevre illerden, ilçelerden insan getirilmesi örgütlü bir hazırlığın göstergesi. Keza saldırıdan günler önce 26 saldırganın, Piyango Bayi görünümü ile şehre getirildiği ortaya çıkmıştı.

Kontrgerilla kitaplarında yazıldığı biçimiyle o günkü Türkiye’de MHP’li faşistler eliyle yaratmak istedikleri ortama hizmet ettiğinin kanıtı, katliamın siyaseti nasıl dönüştürdüğü oldu. CHP’nin tek parti iktidarına geldiği 1978 yılında başlatılan tüm bu olaylar, askerin iktidara ortak olduğu sıkıyönetimle sonuçlandı ve egemen sınıfların istediği askerî darbeye gidin sürecin önemli bir halkası oldu.

***

DEVRİMCİLERİN ÖNLEDİĞİ KATLİAM: ÇORUM

1979 yılının sonuna gelindiğinde Türkiye’de Amerika’nın, CİA ve Kont-gerilla örgütlerinin yaratmak istediği ortam yaratılmıştı. Bu ortamı yaratmak için uzun süre faşist terör cinayet ve katliamlarla uygulanmış iş savaş politikaları toplumu istenen psikolojik koşullara sürüklemişti.

Çorum katliamı bu anlamda resmî-sivil faşist güçlerin devlet eliyle yukarıdan organize edildiği en çarpıcı örneklerden biridir. 1980 yılının başlarında Çorum’da sırasıyla emniyet müdürü, Milli Eğitim müdürü ve vali ya doğrudan MHP’li ya da AP’ye ve MHP’ye yakın isimlerle değiştirilmiş, şehirde görev yapan ve ülkücü çetelerle ilişkisi bulunmayan kırka yakın emniyet mensubu başka şehirlere tayin edilmiştir. Katliamın ne kadar kapsamlı planlandığının en önemli örneklerinden biri, kanlı provokasyondan henüz aylar önce devlet bürokrasisinde, bu türden bir saldırıya yön verecek ve destekleyecek kadroların bu şekilde atanmasıdır.

1980 Mayıs ayında, 19 Mayıs gösterilerinde görev alan kız öğrencilerin giyimi üzerinden bir provokasyon denenmiş, İslamcı Gençlik imzası ile halka dağıtılan bildiride cihat çağrısı yapılmıştı.

Ne var ki Maraş’ta “Süngüyle ana karnında çocuk çıkaran” ülkücü katiller, bu provokasyondan istediklerini alamamıştı. Ancak, yalnızca on gün sonra, hükümetteki MHP’li bakan Gün Sazak’ın ölümü bahane edilerek, Çorum’daki provokasyonlar yeni bir motivasyon kazandı.

Sazak’ın öldürülmesinden henüz bir gün sonra, 28 Mayıs 1980’de kalabalık bir faşist grup “Kana kan İntikam”, “Zafer İslam’ın” sloganlarıyla kent merkezinde Alevilere ait işyerlerini yakmaya girişti. Askerin etkisiz müdahalesi, saldırıları durdurmayınca, çevre illerden faşistler desteğe geldi, yolları kapatarak Çorum’da Alevilere ve devrimcilere saldırılara devam etti. Devrimciler, örgütlü oldukları mahallelerde barikatlar kurarak direnişe geçince, Çorum’un yeni valisi sokağa çıkma yasağı ilan ederek, askerden barikatları kaldırmasını ister. Ancak faşistlerin saldırılarına karşın kurulan barikatları, halk kaldırmamakta direnir. Nitekim bir mahallede barikatı aşan faşistler arabayla daldıkları bütün bir sokağı tararlar.

“BARİKATLARI YIKARSANIZ BU İŞ BİTER”

Devrimcilerin örgütlediği mahalle komitelerinin bir ürünü olan barikatlar, Çorum’daki faşist saldırıların Maraş’a benzer bir katliama dönüşmemiş olmasının yegâne sebebidir. Nitekim, kentte güvenliği sağlamakla görevlendirilen ve nispeten tarafsız bir tutum izleyen tugay komutanı Şahabettin Esengün, yıllar sonra Nokta dergisine yaptığı bir açıklamada, “Bir sağ partiye mensup milletvekili bana barikatları yararsınız, bertaraf edersiniz, bu iş de burada biter” diyerek devrimcilerin kurduğu barikatları yarması için baskı yaptıklarını açıklamıştır.

Devrimcilerin halkla birlikte kurduğu mahalle komitelerinin aktif direnişi, Mayıs-Haziran aylarında kontrgerillanın planladığı gibi bir katliama izin vermediği gibi, giderek de hükümet tarafında rahatsızlık yaratmaya başlamıştı. İçişleri Bakan Vekili Orhan Eren ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun Çorum’a geldiklerinde, barikatların kaldırılması için tanklarla Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü mahallesine girilmesini teklif etmiş, CHP’li milletvekillerinin araya girilmesi ile konuyu diyalogla çözmeye gidilmişti.

Sonuçta, bir komite oluşturularak Milönü’nde barikat kuran halkla görüşülmüş, can güvenlikleri için güvence verilmesi sonucu barikatlar kaldırılmıştır. Ancak verilen sözler 1 ay bile tutulmamıştır.

Barikatların kaldırılmasının ardından MHP’liler yeniden saldırı hazırlığına girişirler. AP ve CHP’li Çorum İl Başkanları Vali ile görüşerek MHP’lilerin saldırı hazırlıklarına karşı uyarıda bulunur.

Nitekim 1 Temmuz günü faşistler yeniden saldırıya geçer. Silahlı ülkücülerin, CHP’li ve sol görüşlü yurttaşların evlerine yaptıkları saldırılar sonucu 4 yurttaş hayatını kaybeder, çatışmalar yeniden kent geneline yayılır.

Mayıs ayındaki provokasyon ve saldırılardan hazırlıklı olan halk, yeniden barikatları kurar. 2-3 Temmuz günleri saldırmaya devam eden faşistler, 50’den fazla işyerini tahrip eder ve 8 kişiyi yaralar. Vali sokağa çıkma yasağı ilan eder. Ancak yasak tek taraflı uygulanır, uymayan devrimciler gözaltına alınırken, faşistler serbestçe saldırılarına devam eder. Devlet desteğinin bu kez çok daha açık olduğu saldırıların ilk üç gününde direncin kırılamaması ve bir katliama dönüşememesi sonucunda ise 4 Temmuz’da bilindik provokasyona başvurulacaktı:

“Aleviler cami bombaladı.”

4 Temmuz Cuma günü valilik, tüm uyarılara karşın sokağa çıkma yasağını kaldırır. Maraş’ta da olayların cuma namazı üzerine alevlendiğinin bilincindeki belediye başkanı Kılıçoğlu, şehre giren MHP’lilerdeki artıştan ve aralarındaki “Cumayı bekleyin” şifreli konuşmalarını valiye aktarır. Ancak vali bildiğini okur ve adeta katliamın önünde engel kalmaması için sokağa çıkma yasağını kaldırır. Bunun üzerine ülkücüler, Cuma namazı çıkışlarına giderek “Aleviler Alaaddin Camiini bombaladı” yalanıyla halkı galeyana getirmeye çalışır. Böylece önceki günlerden daha büyük bir kalabalık toplayarak halkın direncini kırmak isteyen faşistler ise isteklerine ulaşamaz. Camiye yaklaştıkça herhangi bir yangının olmadığını görüp provokasyonun farkına varan yurttaşlar kalabalıktan dağılır. Ancak mayıs ayındaki saldırılardan beri çevre illerden de gelen desteklerle şehirde örgütlü oldukları bölgelerde uzun süredir hazırlıktadır. 4 Temmuz günü

Çorum’da olan gazeteci Saygı Öztürk; o gün silahlı ülkücü çetelerin katliam hazırlığına dair tanıklığını şu şekilde hatırlıyor: “Çorum Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesi belli bir grubun üssü olarak kullanılıyor. Silahlar buraya sokuluyor, bodrum katında işkenceler yapılıyor.”

Faşistler, barikatları aşamasa da tuttukları sokaklarda buldukları Alevi yurttaşları kaçırarak işkence yapıyor ve öldürüyordu. Apartman çatılarında mevzilenen uzun namlulu silahlarla ev ve işyerlerine ateş açıyorlardı. Tüm bunlar olurken, polis ise faşistlerle birlikte halka saldırıyor, Alevi yurttaşların evlerini kurşunluyordu.

4 Temmuz günü yaşanan saldırıların ardından valilik yeniden sokağa çıkma yasağı ilan ederken, İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı helikopterle şehre geldi. Sokağa çıkma yasağının ardından asker hem barikatları hem de faşistlerin tuttukları mevzileri dağıtma yoluna girdi.

Ülkücü çetelerin, polisin panzerlerle verdiği desteğe rağmen halkın direnişini kıramayışı sonucu istenen başarılamamış, ancak yine de olayların sonucunda 57 yurttaş hayatını kaybetmişti. Çorum’da istediğini alamayan ülkücüler, tüm ülke çapında kan kusturmaya başlar; Ankara, Manisa, Eskişehir, Bursa, Adana, Sakarya, İzmir, Çorum, Merzifon, Artvin, Kars, Diyarbakır, Kütahya, Trabzon, Sivas, Kırşehir Ordu, Samsun’ da öldürme, bombalama olayları gerçekleşir. 1978 yılından 1980’e kadar tüm Türkiye genelinde başta mezhepçi katliamlar, aydınlara yönelik saldırılarla birlikte, kontrgerillanın darbe için gerekli koşulları kanla hazırladığı karanlık bir evreye girilir.

***

’90’LARDAN BUGÜNE PROVOKASYON VE KATLİAMLAR

12 Eylül koşullarını hazırlayan dinci-gerici provokasyon ve katliamlar, darbe koşullarının zayıfladığı, devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin yeniden filizlenmeye başladığı ’90’larda yeniden devreye sokuldu. 12 Eylül sonrasındaki tüm katliam, işkence, yasak ve yapısal dönüşümlere rağmen, ’80’ler sonunda referandumla siyaset yasaklarının kaldırılması, SHP’nin zaferi, yeniden yükselen öğrenci hareketleri ve ’89 İşçi Baharı, başka bir ülke mücadelesinin silinemeyeceğinin kanıtı oldu. Tam da bu sebeple, başta ’70’lerin ülkücü çeteleri gibi kontrgerilla aygıtlarıyla yeni bir karanlık dönemin önü açıldı. Neoliberal sistemle, emperyalizmle çelişkili sol, Kemalist aydınlar katliamların hedefi oldu, Madımak’ta 35 insanımız, Maraş ve Çorum’daki aynı taktik ve provokasyonlarla, ülkücü-İslamcı çeteler eliyle katledildi.

7 Mart 1990’da gazeteci Çetin Emeç, arabasında kurşunlanarak katledildi. Saldırıyı Türk-İslam Tugayları isimli örgüt üstlendi. 4 Eylül 1990’da İslam’ın kökenine dair araştırmaları sebebiyle hedef alınan yazar Turan Dursun, evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını kaybetti. Bu saldırıyı da İslami Hareket Örgütü üstlendi. 6 Ekim 1990’da İslamcı örgütlenmelerin hedef gösterdiği Bahriye Üçok, evine gönderilen bombalı paketle katledildi. İslami Hareket Örgütü, “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” Üçok’u “cezalandırdıklarını” açıkladı.

Sayısız aydının, gazetecinin, Alevi ve devrimci kesimlerin hedef aldığı bu karanlığın sonucu, toplumun muhafazakâr-laik kesişiminde bölünmesi, İslamcı çetelerin siyasal meşruiyet kazanması, sistem muhalifi sol aydınların tasfiyesi, nihayetinde de ’80’ler sonunda başlayan toplumsal muhalefetin sokaktan çekilmesi oldu. Tüm bu müdahaleler, sonucunda bugün içinde yaşadığımız karanlığa zemin oluşturdu. Geçtiğimiz 23 yılda da aynı mezhepçi saldırganlık farklı biçimlerde kendisini göstermeye devam ediyor. Yapılması gereken, bu toplumun Alevi-Sünni, Türk-Kürt tüm kesimleriyle birleşen, bütüncül bir halk muhalefetini yaratabilmek.

                                                            ***

Başaramazsınız

CHP’li belediyelere yönelik son operasyonlar rejimin “seçimsiz ve muhalefetsiz Türkiye” hedefinde yeni bir basamak oldu. Saray’ın yargı sopasıyla giriştiği hamleyi milyonların iradesi savuracak.

Seçimsiz, sandıksız, muhalefetsiz bir rejim inşa etmeye çalışan iktidar yol temizliğine devam ediyor.

19 Mart darbesinden bu yana baskıyı her geçen gün artıran, muhalif kanallara ceza yağdıran, gazetecileri cezaevine tıkan, belediye başkanlarını tutuklayan, muhalefeti yargı sopasıyla susturmaya çalışan rejimin son olarak CHP’li Antalya, Adana ve Adıyaman belediye başkanlarını hedef alması kurmak istediği rejim yolunda bir basamak.

Bir elinde çözüm süreci tartışmalarıyla havuç, diğer elinde ise yargı sopası tutan iktidar ancak baskıyı artırarak iktidarda kalabileceğini düşünüyor. CHP’yi baş düşman kategorisine oturtan rejim, sandıkta kaybettiğini operasyonlarla çökerek geri kazanmayı hedefliyor.

Bugünün BirGün'ü

Son operasyonlar, Saray yönetiminin iktidarda kalmak için ülkeyi ateşe atmaktan bir adım bile geri durmayacağını gösteriyor. 19 Mart darbesiyle hızlanan rejim inşasının karşısındaki en büyük engel ise ayağa kalkan toplumsal muhalefet oldu. Saraçhane Maltepe’ye, Yozgat’tan Konya’ya, Bayburt’tan Amasya’ya ülkenin dört bir yanında geçekleşen mitingler, 19 Mart günü barikatı aşarak ülkeyi ayağa kaldıran üniversiteliler, öğretmenlerine sahip çıkan liseliler, geçinemiyoruz diyerek sokakları dolduran emekçiler, emekliler ve işsizler rejime karşı ortak bir mücadele imkanı yakaladı.

İktidarın zayıf karnını gören muhalefet güçleri seslerini daha yüksek çıkardıkça rejim devletin tüm imkanlarıyla daha hücum etti. Saray yönetiminin tüm baskılarına rağmen üzerinden ölü toprağını atan iktidarın kurumsal bir rejim inşa etmesine izin vermeyecek.

***

BU DÜZENE ASLA BOYUN EĞMEYİZ

CHP, bu hafta Amasya’daki “millet iradesine sahip çıkıyor” mitingini iptal etmezken muhalefetten yapılan açıklamalarda da  "Millet iradesine darbe vuran bu kirli düzene asla boyun eğmeyeceğiz" denildi.

Saray yönetiminin operasyonuna gelen tepkiler şöyle:

SOL Parti: Zorbalıklarınız Sökmeyecek Göreceksiniz! Baskı ve yasaklar, zorbalık ve yalanlar, sokağa salınan yobazlar… Azınlıkta kalan ve çökmeye mahkum tek adam rejimi ayakta kalabilmek için her yolu deniyor. Bu yolla ülkemiz muhalefetsiz ve seçimsiz bir totaliterizme sürüklenmek isteniyor. Başaramayacaklar! Bu zorbalıklara karşı her alanda dayanışma ve birliğimizi büyüteceğiz!

EMEP: Ssaray rejiminin durdurulması, birleşik bir gücün ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Gün küçük hesaplarla hareket etme günü değil, güçleri birleştirme, bağımsız, demokratik, laik, hakların eşit koşullarda bir arada yaşayacağı bir ülkeyi hep birlikte kurma günüdür.

TKH: Belediye başkanlarının gözaltına alınması, mevcut rejimin neden istibdat rejimi olduğunu yeterince açıklamaktadır. Ana muhalefet partisine yönelik yürütülen bu operasyonlar, hukuk kılıfı altında siyasi birer operasyondan başka bir şey değildir.

TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz: “Sandıkta kaybedileni demokrasi dışı yollarla gasp etmeye çalışmak, halkın seçtiği belediye başkanlarını hedef almak, muhalefetsiz, seçimsiz bir rejim yaratmaya çalışmak ülkemiz demokrasisi adına utanç vericidir.”

Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer: "Oyunu aldığı halkına hizmet eden; her biri şehirlerine ve ülkesine hizmet aşkıyla hareket eden Belediye Başkanımız gözaltına alındı. Operasyonlar yalnızca CHP’li belediyelere yöneliyorsa ortada hukuk değil, siyasi hesap vardır.”

DEM Parti: DEM Parti Merkez Yürütme Kurulu’ndan yapılan açıklamada, CHP’li 3 belediye başkanının gözaltına alınmasına ‘çözüm süreci’ne vurgu yapılarak tepki gösterildi. "Bir kez daha belirtiyoruz ki, hukuksuzlukları derinleştirerek en büyük zarar toplumsal barış umuduna verilmektedir" denildi.

İYİ Parti Lideri Müsavat Dervişoğlu: "Siyasi yoruma gerek yok; patron çıldırdı" diye konuştu. İYİ Parti Grup Başkanvekili Buğra Kavuncu ise "Karşımızda kontrolden çıkmış bir iktidar yönetimi var" dedi.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş: “Hukukun siyasete göre eğilip büküldüğü, adaletin bir kesim için uygulanıp bir kesim için görmezden gelindiği bir düzende kimse bizden hukuk devletine güvenmemizi beklemesin. Hukuk ya herkes için vardır ya da hiç kimse için yoktur!

Türkiye Barolar Birliği: AYM’nin seçilmiş kişilere yönelik gözaltı ve tutuklama gibi özgürlüğü sınırlayan tedbirlerin yalnızca zorunlu ve istisnai durumlarda uygulanabileceğini vurguladığını aktararak, “hukuk devleti ve demokratik rekabet ilkeleri açısından ciddi sorunlar doğurmaktadır” açıklamasını yaptı.

                                                              ***

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Temmuz 2025-

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Cangül Örnek: “Türkiye uzun erimli bir seçimsizleştirme sürecinde”-Elif Ekin Saltık-

Siyaset Bilimci Cangül Örnek, CHP’li belediyelere yönelik operasyonları gazetemize değerlendirdi: “Türkiye seçimsizleştirme sürecinde. Bu koşulda yapılacak Anayasa 12 Eylül Anayası’ndan farksız olur.”

CHP’li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in gözaltına alınmasına tepkiler sürerken, 19 Mart’tan bu yana CHP’li belediyelere yönelik operasyonları gazetemize değerlendiren Siyaset Bilimci Prof. Dr. Cangül Örnek, Türkiye’nin uzun erimli bir seçimsizleştirme sürecinde olduğuna dikkat çekti. Türkiye’de seçimlerin göstermelik olması, hep Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da onun gösterdiği isimlerin seçilmesi üzerine uzun vadeli bir strateji kurulduğuna dikkat çeken Örnek, “Biz bu stratejinin ayaklarını izliyoruz, ancak tabii ki güncel gelişmeler de etkili oluyor. Uzun vadede strateji işlemekle ve bunun amacının ne olduğu çok açık olmakla beraber bir de daha güncel gelişmeler de bu operasyonlarda etkili oluyor” diye konuştu.

CHP’nin “kurultay” tartışması içerisine çekildiğini hatırlatan Örnek, kurultay kararının ertelenerek, tartışmanın devam etmesinin arzulandığını vurguladı. Muhalefetin çok uzun süredir ilk defa AKP’nin istediği çizgiye gelmekte direniş gösterdiğini söyleyen Örnek sözlerine şöyle devam etti: “Daha önce defalarca bu konuda AKP’nin istediği adımları atan bir CHP’den söz etmek zorundayız. Şu an bir direniş var. Özgür Özel halkın da yarattığı baskıyla bu konuda bir direniş sergiliyor. Şimdi bunu kırmaya dönük hamleler izliyoruz. Bunlardan bir tanesi Özgür Özel’le ilgili bir fezlekenin Meclise getirilmesiydi. Şimdi ise ‘Biz alfabetik sırayla başladık, boyun eğeceğiniz ana kadar bunu sürdüreceğiz’ ile devam ediyor. Muhalefetin nasıl bir tavır takınacağı, bu baskıyı nasıl göğüsleyeceği çok önemli. Burada halkın desteğinin alınması çok önemli. İnsanların operasyonlarla ilgili ayrıntıları takip edebildiğini düşünmüyorum, inandığını da düşünmüyorum. Herkes bu yaşananların siyasi bir operasyon olduğunu biliyor. Bu siyasi operasyon sürdürülüyorsa buna karşı direniş de siyasi olmak zorunda. Muhalefetin yapması gereken de bundan sonra bu direnişi sergilemek.”

“Bu koşullarda yapılacak anayasa 12 Eylül Anayasası’ndan farksız”

Böyle bir koşulda yapılacak Anayasa’nın 12 Eylül Anayası’ndan farksız olacağını belirten Örnek, “Orada da iktidara tek başına el koyan ve neredeyse toplumda hiçbir ses çıkmaması için her türlü baskı koşulunu uygulayan bir otorite yaptırmıştı anayasayı. Onların asker olmasıyla yeni dönemde aynı otoritenin sivil olması arasında nitel bir fark yok. Yine var olan anayasa, anayasal haklar askıya alınmış, meclis işlevsizleştirilmiş, toplumsal muhalefet ve siyasi muhalefet odakları büyük baskı altına alınmış durumda. Yapılan şey 12 Eylül anayasasının yeni bir versiyonu. Buna da Türkiye’nin daha özgür, daha adil bir ülke olması arzusunda olan hiç kimsenin destek verebileceğini düşünmüyorum. 12 Eylülcüler o anayasayı tek başlarına yaptı, ama siz yeni bir 12 Eylül anayasasını buna bir de toplumsal meşruiyet sağlayarak yaparsanız bunun siyasi sonuçları çok ağır olur. Dolayısıyla bu sürecin tamamen terk edilmesi gerekiyor, hiçbir şekilde Meclis işliyormuş gibi bir görüntünün oluşturulmaması gerekiyor.  Şu an yapılan şey AKP’nin uyguladığı baskı koşullarına meşruiyet sağlamaktır. Bunun ötesinde bir anlamı yok” dedi.

“Çözüm süreci Türkiye ilke ilgili yürütülen bir süreç değil”

CHP’li belediyelere yapılan operasyonların daha önce bölge illerinde HDP’li belediyelere yapıldığını, yine 31 Mart 2024 sonrası DEM Parti’li kimi belediyelere kayyım atandığını hatırlattığımız Örnek, “Türkiye’de bir coğrafyada seçim eğer hükümsüzse bu çok rahat başka coğrafyalara da yayılır. Kimin seçildiğinden bağımsız olarak yurttaşların seçme ve seçilme hakkına sahip çıkması her durumda gerekirdi. Bu ne yazık ki Türkiye’de yeterince anlatılamadı, ortak bir tavır sergilenemedi” dedi. Bu operasyonların Kürt sorununun çözümüne dair yürütülen sürece etkilerini de değerlendiren Örnek şunları söyledi: “Çözüm sürecinin açıkçası çok da çok Türkiye ile ilgili yürütülen bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’deki Kürtlerin haklarına dair bir talep de şu an dillendirilmiyor. Anayasa görüşmeleri dışında Türkiye’yi ilgilendiren herhangi bir şey de yok. Bu daha çok Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak geliştirilmiş bir süreç. Her iki tarafın aktörleri de daha çok böyle pozisyon tutuyorlar. Ülkenin daha iyiye gidebileceği beklentisi içerisinde değilim. Tabii ki silahların susması çok olumlu bir şey ama silahlar geçici olarak burada susturulsa bile tüm bölge büyük bir savaş ortamına çekilmiş durumda. Biz bu bölgenin bir parçasıyız. Bütün komşularımızda bunlar olurken bunların bir vadede Türkiye’ye geri dönmeyeceğini hiçbir zaman söyleyemeyiz. Süreci daha bölgesel dinamikler üzerinden değerlendirmek gerekiyor ve tarafların da buna pek bir itirazı yok açıkçası. Kimse de bu evet Türkiye ile ilgili bir süreçtir açıklaması yapmıyor.”

                                                                 ***

‘Serbestii matbuat ya vardır ya yoktur’-Ceren Sözeri-

                                                                             Refik Halit Karay

Yıl 1923, Refik Halid Beyrut kıyısında bir kasabada can sıkıntısından anılarını yazmaya karar verir. Önceleri kendini eğlemek için başladığı bu iş bir yerden sonra acaba yayınlanır da parasızlığına bir nebze çare olur mu diye hayaller kurdurur. Akşam gazetesi sahibi Necmettin Sadak’ın ‘yayınlarız’ demesiyle bitirme hevesi artar. Ancak anılar bir yandan çok ilgi görürken diğer yandan başka gazetelerin, gazetecilerin öfkesini çeker. Refik Halid, düşmanla işbirliği yaptığı iddia edilen 150’likler listesindedir, o nedenle sürgündedir. Tefrikanın gördüğü ilgiden ürken İçişleri Bakanlığı gayrı resmi yollardan anıların yayınlanmasını durdurur. Dahiliye Vekili Ferit Bey, Akşam gazetesine bir telgraf çeker, “Refik Halid Bey meselesinde hareketimiz ne sansür ne de emir tebliği mahiyetindedir” diye başlayarak sonunda ‘İstiklal Mahkemesi’nde gazeteciler bu konuda kendilerini aydınlatmamızı istediler ben de bu hususta dikkatlerini çektim’ anlamında cümlelerle kendisini savunur. Ancak tecrübeli gazetecilerin bir kısmı bunun ne anlama geldiğini gayet iyi bilir.

Akşam gazetesi bu savunmaya “…Yoksa gazeteleri tenvir [aydınlatma] maksadıyla ‘Filan havadisi yazmayınız’, ‘Filanın eserlerini neşretmeyiniz’ tarzında tebligata başlarsa bunun önüne geçilemez. Serbestii matbuat ya vardır ya yoktur” diye cevap verir. Kanunları hatırlatır. Rüzgâr birden Ferit Bey’in aleyhine esmeye başlar. Tanin gazetesinde İsmail Müştak, Refik Halid’i uzun uzun eleştirir lakin yazarın nesinden korkulduğunu anlamadığını ifade eder. ‘Kurduğumuz cumhuriyet bir mucize değil midir? Refik Halid zaten pişman, olmasa bile bu mucize onun anılarıyla mı yıkılacak?​’ demeye getirir. O dönem engellenen ancak bir süre sonra yayınlanan hatta 1948’te ikinci kez yayımlandığında yine çok ilgi gören Minelbab İlelmihrab, bugün de mütareke yıllarını anlamak için iyi bir kaynak.

Cumhuriyet kurulduktan sonra basın hiçbir zaman yeni rejime atfedilen ilkeler çerçevesinde özgür olmaz. Hatta yüzyıl geçmesine rağmen tartışmaların aynıyla vaki olması trajik. Bunları hatırlamaya sebep olan ise basın özgürlüğünün sınırlarını sürekli eğip bükme çabasının vardığı nokta. Hukuksuzluk alıp başını yürümüşken, ülkenin en büyük belediyelerinin başkanları kimseyi inandırmayan iddialarla gözaltına alınıp tutuklanırken Adalet Bakanı’nın iki günde bir kurulu saat gibi ülkenin hukuk devleti olduğunu müjdelemesi gibi, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de radyo ve televizyon yayıncılığını düzenleyen 6112 sayılı Kanun’un yayın ilkelerini içeren 8. Maddesinin her bendini iktidarın ihtiyaçlarına göre yontuyor. Son anda bir değişiklik olmazsa iktidara yandaş olmayan, hatırı sayılır izleyiciye sahip iki kanal Halk TV ve Sözcü TV 10 gün süreyle susturulacak. Sözcü’ye verilen cezanın gerekçesi Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yapılan protestoları yayınlaması.

Mayıs ayının sonunda Ankara 25.İdare Mahkemesi RTÜK’ün bu kararının yürütmesini durdurdu. Ancak Ankara 7. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Halk TV ise programdaki bir konuğun iktidara yönelik eleştirileri nedeniyle ceza aldı. Üstelik bu cezaların tebliği sırasında RTÜK yine Sözcü ve Tele 1’e üst sınırdan ceza kesmeye devam etti. Yayın durdurmaya gerekçe gösterilen, “Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz” diyen (b) bendi kritik, çünkü RTÜK bir yıl içinde aynı bentten bir kez daha ceza verirse lisanslarını da iptal edebilecek. Dün yapılan operasyonlarla Adana, Adıyaman, Antalya büyükşehir belediye başkanlarının ve Büyükçekmece Belediye Başkan Vekilinin gözaltına alınması ile iki kanalın yayınlarının durdurulmasının bu operasyonun hemen ardındaki aynı 10 güne denk gelmesinden tesadüfün ötesinde kokular yayılsa da medya açısından hedefin bu kanalları tamamen kapatmak olduğu gayet açık.

Peki bu gerçekleşirse ne olur? Öncelikli olarak iktidarın artık rıza üretemediği, meşruiyetinin giderek zayıfladığı ve ancak zorla, toplumun sesini kısarak varlığını sürdürebildiği ortaya çıkar ki bu hiç hafife alınacak bir şey değildir. Kimi zaman Ortadoğu’da bazı ülkelerle kıyaslanıyor ancak yukarıdaki örneğe bakıldığında, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında dahi basına yönelik müdahalelere nasıl sert tepki verildiği, bu baskılara icabında nasıl geri adım attırıldığı görülür. Böylesi bir ‘zor siyaseti’ hiçbir iktidara yaramaz, halk yine haber alır ancak bu sefer bire bin katılır. Hayal etmek için Demokrat Parti’nin son döneminde kulaktan kulağa yayılan korkunç hikayelere bakmak bile yeterli. Kısacası Ebubekir Şahin ve onun her dediğini onaylayan RTÜK üyelerinin hayalindeki medya ortamı, hele bu devirde, mümkün değil. Her eleştiriyi, itirazı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” torbasına atmanın sonu halkın gözünde iktidarın meşruiyetini daha fazla kaybetmesinden başka bir yere çıkmaz. Ki bu meşruiyet kaybı yalnızca içeride değil, eninde sonunda dışarıda da ayağına dolanır.

                                                                  /././

Ödemişteki orman yangınında yaralanan orman işçisi Ragıp Şahin hastanede yaşamını yitirdi.

İzmir Ödemiş’teki orman yangınında ağır yaralanan orman işçisi Ragıp Şahin, hastanede hayatını kaybetti. Ödemiş'teki yangında hayatını kaybedenlerin sayısı böylelikle 3'e yükseldi.

İzmir’in Ödemiş ilçesindeki orman yangınında ağır yaralanan Beydağ Orman İşletme Şefliği personeli şoför Ragıp Şahin, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Şahin'in vefatıyla, Ödemiş yangınında hayatını kaybedenlerin sayısı 3'e yükseldi. 

Ödemiş’in Tosunlar Mahallesi’nde, 2 Temmuz’da başlayan ve rüzgarın etkisiyle geniş bir alana yayılan orman yangını, yaklaşık 48 saatlik müdahalenin ardından kontrol altına alınabildi. 

Yangında Tosunlar, Suçıktı, Yeniköy, Karadoğan, Işık, Köseler ve Üzümlü mahalleleri tahliye edilmiş; birçok ev, bağ ve bahçe alevlerden zarar görmüştü.

Yangının etkilediği Suçıktı Mahallesi’nde, bir evde mahsur kalan 81 yaşındaki yatalak hasta İbrahim Erkan ve Köseler Mahallesi civarında yangına müdahale eden Konya Orman Bölge Müdürlüğü’nde görevli dozer operatörü İbrahim Demir hayatını kaybetmişti.

Yangına müdahale ederken Köseler Mahallesi civarında kullandığı pikap içerisinde ağır yaralanan Beydağ Orman İşletme Şefliği personeli şoför Ragıp Şahin ise hastaneye kaldırılmıştı. 

45 yaşındaki 4 çocuk babası Şahin'in, hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak, yaşamını yitirdiği öğrenildi.

                                                            *** 

Türkiye kapitalizminin ‘monark’ arayışı: Yüksek kârlar için daha çok baskı -Kansu Yıldırım-

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi adlı eserlerinde egemen sınıfların her yerde başlarında bir ‘monark’ (tek hükümdar) bulunmak üzere örgütlendiğini, dönemin şartları göz önüne alındığında ticaretin ve sanayinin mekansal örgütlenmesi açısından bunun bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını belirtirler. Zorunluluğun temel nedeni, özel mülkiyet yapısının, nüfusun ve üretim ölçeğinin gelişmesiyle birlikte siyasal egemenlik biçiminin yeni duruma uyum sağlamasıdır.

Kapitalizmin farklı dönemlerinde, farklı siyasal biçimlerde görülen ‘tekçi’ yapının iki özelliği vardır. Üretimle ve sermaye birikimiyle ilgili ekonomik boyutta, mülkiyetin daha az kişide toplandığı tekelci yapı gelişir ve ulusal sınırları aşarak yaygınlaşır. Sermayenin yoğunlaşmasına paralel ekonomik güç üretim alanıyla sınırlı kalmaz, sermaye sınıfının siyasal egemenliğini sağlayacak çeşitli burjuva temsil ilişkilerinde de somutlaşır.

Çelişkilerin sürekli yeniden üretildiği, krizlere gebe bir parlamenter sistem olabileceği gibi, sermaye sınıfının filtresiz ve aracısız temsil edildiği başkanlık tipleri de yürürlüğe konabilir.

Sermaye her dönemde bir ‘monark’ arayışındadır. Lenin “ikili iktidar” üzerine yazarken “Burjuvazi, burjuvanın tek iktidarından yanadır” diye belirtir. Sermaye, modern demokratik devletin kendisine yük ettiğini düşündüğü “temsil karmaşası”, “gereksiz ve hantal bürokrasi”, “çıkar gruplarının itirazı” gibi, birikimi engelleyecek ve geciktirecek her faktöre karşı kesintisiz ve sürtünmesiz bir iktidar arama eğilimindedir.

Dünyanın ve Orta Doğu’nun içinde bulunduğu savaş konjonktürünü, jeopolitik denge durumundaki değişimleri ve Küresel Kuzey ekonomilerindeki durgunluk işaretlerini aynı çerçeveye yerleştirdiğimizde sermaye sınıflarının ‘monark’ arayışının nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Nitekim Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un geçtiğimiz günlerde sarf ettiği “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olmaya ihtiyacı yoktur ama Türkiye’nin bir kez daha Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ihtiyacı vardır” sözlerinde de bu arayış dile getirilir.

Dünya Bankasının küresel ekonomik beklentiler hakkındaki son raporunda yılın başında beklenen küresel gayrisafi yurt içi hasılar (GSYİH) büyüme oranının neredeyse yarım puan düşerek yüzde 2.3’e gerileyeceği, bunun da küresel durgunluklar dışında son 17 yılın en zayıf performansı olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ekonomilerdeki büyüme 30 yıldır üst üste düşüş eğilimindeyken, 2000’lerde ortalama yüzde 5.9’dan 2010’larda yüzde 5.1’e ve 2020’lerde yüzde 3.7’ye gerileme söz konusudur.

Uluslararası kapitalist sisteme kılcal damarlarına kadar bağlı halde bulunan Türkiye kapitalizmi de dışsal faktörlerden doğrudan etkilenmektedir. Çeşitli veri setleri üzerinden gidişatı izleyebiliriz.

İstanbul Sanayi Odasının (İSO) düzenli olarak yayımladığı “satın alma müdürleri endeksi” (PMI) haziran sonuçlarına göre endeks (46.7 puanla) son sekiz ayın en düşük değerini aldı. İmalat sektörünün faaliyet koşulları nisan 2024’ten itibaren kesintisiz bozulma eğiliminde olup, 10 sektörde (tekstil, giyim ve deri, ana metal sanayii, makine ve metal ürünler, elektronik, ağaç ve kağıt, kimya ve plastik) üretim hacmi, 8 sektörde de istihdam daraldı.

Şirket hareketlerine ilişkin diğer bir veri Sanayi Bakanlığının yatırım teşvik bültenlerinde görülebilir. Teşvik istatistiklerine göre 2025 yılının ilk çeyreğinde 2 bin 703 teşvik belgesi düzenlenirken, 2024 yılının ilk çeyreğinde bu rakam 3 bin 201, 2023 yılında 4 bin 49’du. Öngörülen sabit yatırım tutarları da benzer şekilde geriledi. 2023 yılının ilk çeyreğindeki sabit yatırım tutarı 468 milyar 261 milyon TL’den, 2024 yılının ilk çeyreğinde 311 milyar 651 milyon TL’ye, 2025 yılının ilk çeyreğinde 189 milyar 190 milyon TL’ye düştü. Teşvik belgelerinin adet ve sabit yatırım tutarı cinsinden azalışı, Şimşek programının iç talebi dondurma ve parasal sıkılaştırma politikalarının sonucudur. Teşviklerin bölgesel dağılımında birinci bölge ile diğer bölgeler arasındaki farkın her yıl açılması ise Türkiye’deki sosyoekonomik eşitsizliğin her yıl derinleştiğini gösteren başka bir veridir.

Türkiye kapitalizmi açısından diğer bir kritik sorun; sanayi, tarım, hizmetler ve vergilerin ekonomik büyümeye katkısında sanayi sektörünün katma değerinin ivme kaybetmesidir. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının rakamlarına göre 2024 yılının ikinci çeyreğinden itibaren sanayi sektörü küçülerek (yüzde 1.8) büyümeye negatif yönlü katkı sunmaktadır. 2025 yılının ilk çeyreğinde de aynı eğilim kalıcılaşarak sanayi sektörünün katma değeri yüzde 1.8 azalmıştır.

İSO 500 verileri de kâr hacmi ve kâr oranlarının düşüşünü, sermaye birikimindeki gerilemeyi gösteren başka bir tablo ortaya koyuyor. İktisatçı Erhan Bilgin’in Evrensel için yaptığı analize göre, 500 firmanın “net aktifler”i (sabit sermaye, para sermaye, arazi, bina ve gayrimenkul kıymetlerden oluşan varlıklar) 2024 yılında son 20 yılın en düşük seviyesine (yüzde 23 oranında azalarak) inmiştir. Artı değerden en fazla payı alan sanayi sermayesinin kâr oranları 2023’te yüzde 45 ve 2024’te yüzde 24 oranında gerilemiştir.

Küresel konjonktürün etkisiyle dış pazarlarda yaşanan durgunluk, savaşlar ve diplomatik gerilimlerden kaynaklı küresel ticaretteki ve lojistikteki sorunlar, iç pazarda Şimşek programının etkisiyle birikim temposundaki düşüş, sermaye sınıflarını siyasi, ekonomik ve toplumsal “istikrar” arayışına yönelten en önemli faktördür. Liberallerin “otokrasi”, “sultanlık”, “seçimli otoriterlik” gibi akademik isimlendirme oyunlarının aksine, siyasal rejime mevcut karakterini kazandıran etken, devlet biçimindeki değişimdir.

Türkiye büyük burjuvazisinin büyük bir kanadı -küresel hegemonya bunalımının arttığı bir evrede- kâr oranlarındaki düşüş seyrini tersine çevirmek ve dış pazarlara rekabete girerken arkasını daha güçlü bir devlet aygıtına yaslamak için diktatoryal devlet biçimine ihtiyaç duyuyor: Lenin’in en yalın şekilde ifade ettiği üzere “burjuvazinin tek iktidarı” yani “burjuva diktatoryası.” Kısa ve orta vadede yeni bir üretim paradigmasına geçecek siyasi iradenin ve kaynakların bulunmaması büyük burjuvazinin önemli bir bölümünü emek odaklı siyasi tedbirlere yöneltiyor. Dışa bağımlı bir ekonomik yapıdan ötürü gerekli olan sıcak parayı çekmek ve sermaye birikimini garantilemek için emek maliyetlerinin düşürülmesi, ücretlerin baskılanması, çalışma sürelerinin uzatılmasına yönelik planlar devreye sokuluyor.

1- Küresel tedarik zincirlerinde yakın coğrafyada rekabet halinde olduğumuz ülkelerle karşılaştırdığımızda, haftalık çalışma saatleri Mısır’da 43, Tunus ve Bulgaristan’ta 40, Çekya’da 39, Romanya’da 41 saat iken Türkiye’de 47 saattir.

2- İSO 500 listelerinde iş gücü verimliliği 2024 yılında yüzde 16 oranında azalarak 42 yıllık tarihinin en alt seviyesine gerilemiş olsa da, yine küresel tedarik zincirlerindeki rakip ülkelerle kıyasladığımızda en yüksek oran Türkiye’dedir. 2022 verilerine göre Mısır’da 46 bin 401, Tunus’ta 36 bin 139, Bulgaristan’da 53 bin 527, Çekya’da 84 bin 129, Romanya’da 75 bin 895 puan olan iş gücü verimliliği Türkiye’de 90 bin 493 puan olarak hesaplanmıştır.

3- Brüt yıllık kazançlardan kişisel gelir vergileri ve çalışanların sosyal güvenlik katkıları düşüldükten sonra kalan geliri temsil eden net kazançlar üzerinden bakınca Türkiye Avrupa ülkeleri arasında son sıralardadır. İtalya (24 bin 797 avro), İspanya (24 bin 571 avro) ve Yunanistan (18 bin 709 avro) gibi Güney Avrupa ülkeleri ve Romanya (12 bin 655 avro), Bulgaristan (11 bin 74 avro) ve Macaristan (13 bin 883 avro) gibi Doğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye (11 bin 440 avro) en düşük net kazanca sahiptir.

Türkiye kapitalizminin yüksek kâr sıçramasını kısa ve orta vadede emek maliyetlerini düşürerek elde etme çabası son dönemde artan işçi eylemlerine ve grevlere yol açmıştır. Grev yasaklarının, direnişlere yönelik baskıların, grevlerdeki işçileri toplum önünde hedef göstermenin artışındaki temel neden, yüksek kâr sıçramasının maliyetini emekten çıkaran politikaları engelleyecek sınıf iradesini ortadan kaldırmaktır. Liberallerin topluma empoze etmeye çalıştığının aksine burjuvazi “daha iyi bir demokrasi” arayışında değildir.

“Constitutional Dictatorship” Kitabının Yazarı Clinton Rossiter’in belirttiği üzere “Anormal zamanlarda demokrasi olmaz, hukuk kaosa uygulanamaz”. Sermaye açısından krizdeki bir parlamenter demokrasi yerine, düzen ve istikrar arayışına cevap veren bir diktatörlük yeğdir. ‘Monark’ arayışında olma sebepleri de budur.

                                                              /././

Yırtık eldivenin hikâyesi: 64 otomobil, 4.8 milyar TL kâr -Uğur Zengin-

Fransız otomotiv devi Renault, Türkiye’deki Bursa fabrikasında işçilik maliyetini devalüasyonla kırarak 4.8 milyar TL net kâra ulaştı. 2024’te üretimi 325 binden 332 bin adede çıkaran şirket, aynı dönemde işçilere yönelik acımasız tasarruf politikaları uyguladı: Isıtıcılar kapatıldı, yemek porsiyonları küçültüldü, iş eldivenleri karneye bağlandı ve ücretler reel olarak eridi. Peki, üretim artarken maliyetler nasıl bu kadar düştü? Cevap, iktidarın ekonomi politikaları ve Türk lirasının çöküşünde yatıyor.

2023 seçimleri sonrası uygulanan kur politikaları, avro/TL kurunun bir yılda ortalama yüzde 36.65 artmasına neden oldu. Bu durum, Renault’un Türkiye’deki emek maliyetlerini avro bazında dramatik şekilde düşürdü. Şirketin finansal raporlarına göre, TL’deki her yüzde 1’lik değer kaybı, Renault’a 4 milyon avro kazandırdı. Sadece 2024’te yaşanan kur artışı, şirketin maliyetlerini 146 milyon avro azalttı. 2025’in ilk gününden bugüne TL’nin avro karşısındaki değer kaybı da yüzde 25. Dolayısıyla ‘emek maliyeti’ gerilemeye devam etti.

2024 yılına dönelim ve iktidar programının uluslararası sermayenin işini nasıl kolaylaştırdığını izleyelim. Dört kıtaya yayılan birimlerinde tasarım, mühendislik, lojistik faaliyeti yürüten Renault bünyesinde bulunan 100 binden fazla işçi Fransa, Türkiye, İspanya, Romanya, Slovenya, Arjantin, Brezilya, Kolombiya, Cezayir, Fas ve Güney Kore fabrikalarında otomobil üretiyor. Ancak hiçbirinde Renault üretim maliyetini Türkiye’de başardığı gibi kısmayı başaramadı.

Oysa aynı dönemde, Renault’un 5 bin 200 işçiye ödediği toplam brüt ücret (ortalama 923 bin TL/yıl) 4.8 milyar TL (131.4 milyon avro) oldu. Yani, devalüasyonun şirkete sağladığı ‘tasarruf’, işçilere ödenen ücretin üzerinde.

Türkiye İhracatçılar Meclisi verileri bize OYAK Renault’un 2024 yılında 6 milyar TL vergi öncesi kâr elde ettiğini gösterdi. Şirketin ödediği aynı yıl ödediği kurumlar vergisi tutarı 1.1 milyar TL. Bu verilere göre OYAK Renault’un 2024 yılı net kârı 4.8 milyar TL. Bursa’da üşüyen, aç kalan ve yırtık eldivenlerle çalışan işçilerin sırtından 4.8 milyar TL kazanıldı. İşçi başına 900 bin TL net kâr.

Bu işçiler, Türkiye’de açık ara en çok otomobil üretimi yapan işçiler. Renault işçileri 2024 yılında 332 bin 503 otomobil üretti. Ülkede üretilen 100 otomobilin 36’sını Renault işçilerinin elinden çıktı. Bir işçi 1 yılda tek başına 64 adet otomobil üretti. Aylık 5.3 adet otomobil! Ortalama net ücret 45 bin TL. Şirketin Türkiye’de ürettiği en ucuz otomobil Clio’nun en ucuz versiyonu Türkiye’de vergi dahil liste fiyatı 1 milyon 500 bin lira, vergisiz satış fiyatı 575 bin lira. Yıl boyunca aldığını harcamasa, devlet “Senden vergi almayacağım” dese, bir yılda 64 adet ürettiği otomobilden 1 adet bile alamıyor.

***

Renault’un küresel kârının 4.2 milyar avroya ulaştığı bu dönem, emek sömürüsünün siyasi destekle nasıl meşrulaştırıldığını gösteriyor. İşçilerin sindirilmesi, siyasal ve sendikal bürokrasi şirketlerin sömürüyü derinleştirmesini sağlıyor.

Bir Renault işçisinin sözleri sözleşme dönemine birkaç ay kalmışken, olanı ve potansiyeli özetliyor:

“Herkes sindi, sindikçe sustukça daha azına razı ediyorlar. Nasıl güveneceksek güvenelim nasıl olacaksa olsun, benim artık kimseden beklemeye tahammülüm yok.”

Daha azına razı edenler, çok değil birkaç ay önce “Türkiye kârlı bir liman” diyen Erdoğan’ın elinden ödülünü alıyordu. Evet, Türkiye ‘kârlı bir liman’ ama bu limanda geminin güvertesinde şampanya patlatanlarla, alt güvertede yırtık eldivenlerle çalışanlar aynı denizi görmüyor.

                                                               /././

İtirafçı -Yücel Demirer-

1980’lerin ortalarında sıcak yaz aylarında, Türkiye’nin en meşhur işkence merkezlerinden birinde gözaltındaki bir kişi, sürdürülen iki ayrı operasyon nedeniyle gözaltına alınmış devrimcilerin atıldığı hücrelerde günler boyunca dolaştırıldı. Boylu poslu, uzun saçları ve sakalıyla gösterişli, neredeyse heybetli bir görünüme sahip olan genci içeriye itekleyen işkenceci, annelerin merkezinde olduğu cinsiyetçi küfrünü ettikten sonra; “İyi bakın lan, sizin ağababalarınız, şefleriniz çözüldü” diyerek haykırmaktaydı. Aynı kişinin birkaç kez sorgu odalarına götürülüp gösterildiği, direnmenin nafileliği üzerine konuşturulduğu da bazı hücrelerden duyulmuştu.

Söylenenin aksine dolaştırılan kişi ne şef ne de sorumlu biriydi. İtirafçı da olmadı, çünkü itirafçı olabilecek bir konum ve bilgi sahibi değildi. Sadece fena halde çözülmüştü. Darmadağın olmasını fırsat bilen işkenceciler, yaratıcı bir kararla bu “Şef gibi görünen” genci bir mizansen içinde kullanarak sorgudakilerin moralini bozmak istemişlerdi.

O dönemde bu tür tuzaklar kurmak yanında itirafçıları kullanmak da pek revaçtaydı. 12 Eylül cehenneminin uzatma yıllarında itirafçılar şehir şehir dolaştırılıp zulüm gerekçesi üretirlerdi. Hızını alamayanlar, başka örgütlerden de isim verip, katılmadıkları eylemlerin faillerini ihbar ederdi. Görülen bir toplu davada DGM hakimi yarı yaşındaki masum öğrenciler için ifade vermeye gönüllü olan bir itirafçıyı iki-üç dakika dinledikten sonra, Karadeniz şivesiyle “Haydi oradan, haydi” diyerek susturmuş, buna rağmen itirafçının konuşma ısrarı duruşma salonundakileri güldürmüştü.

***

Sahte ya da gönüllü itirafların ceza adaleti sistemi içindeki konumu hem hukuk doktrininde hem de gündelik hayat içinde yoğun bir biçimde tartışılmaya devam ediyor. İtirafların hukuk sistemi içindeki yeriyle kamuoyu algısı arasındaki çelişki ilgi çekmeyi sürdürüyor. Hele de yargının yürütmenin emrinde olduğu ortamlarda, siyasal pozisyon sahibi kişilerin itiraflara dayanan dosyalar üzerinden yargılandığı durumlarda itirafların güvenilirliği tartışmaların merkezine oturuyor.

İtirafların bütünüyle ikna edici olması beklenir. Anlatı çerçevesi, suçu ve suçluyu tarif etmek, kanıt eksikliği durumunda ya da eldeki kanıtların birbiriyle çelişkili olması halinde boşluğu doldurmak üzere kurgulanır. İtirafçı itirafını, kendi bireysel tarihine bitiştirerek inandırıcı, toplumun bilişsel yatkınlığına uyarlayarak kabul edilebilir kılmayı arzu eder. İtiraf ifadesinin başlangıcında, biraz sonra itiraf edeceği “suç”u işlediği ortama nasıl katıldığını, o ortamdaki rolünü, suç ortamının işleyiş mekanizmasını tarif ederken bir yandan hukuk profesyonelini ikna etmeye, diğer yandan kamuoyunun aşina olduğu bir dil kurmaya gayret eder. Toplumun kültürel kodlarına, duyarlılıklarına dokunarak sempati uyandırmak ve tercihini meşrulaştırmak ister. Kendini ifşa ederek bir “tövbekar”a dönüşürken, zor olanı seçtiğini ve kamusal bir görev yaptığını söyleyerek ‘altın vuruş’unu yapar.

İtirafçılık matematiğinde itiraf metni üzerinden yürütülen ve siyaseten kullanışlı anlam inşası yanında, itirafçının karşı tarafa geçerek terk ettiği eski yol arkadaşlarının moralinin bozulması ve grup içi dayanışmanın zayıflatılması da kritik bir öneme sahiptir. İtirafçı anlatısı bu yanıyla sadece dayatılan “yeni gerçek”liği belirginleştirmekle kalmaz, “Vay be, o da mı itirafçı oldu?​” duygusu üzerinden kamuoyu algısını şekillendirmek için de kurgulanır. Özellikle toplu davalarda bu yöntemle üretilen senaryoların nihai hedefi, “Her şey bitti” duygusu yaratmaktır.

***

İtirafçılığın yükselişe geçip, itirafa dayalı beyanların sistem dizaynında önemli rol üstlenişi, siyasal ortamda mücadelenin kızıştığını, egemenlerin sıkıştığını ve olağanüstü araçlara muhtaç duruma düştüğünü gösterir.

İtirafçılığın merkezinde olduğu siyasal saldırıya karşı atılacak sağlıklı adımlar, itiraf metninin son tahlilde bir ‘öyküleme’ olduğunu akıldan çıkarmamaktan geçer. Bu doğrultuda itirafçının anlatı şemasına cevaben sağlam bir karşı anlatı sunmak savunma cephesinin en önemli adımıdır. Savunmanın kronolojik bir olaylar dizisini nedensel bağlantıları ve tematik bütünlüğü olan tutarlı bir sıra içinde anlatması önemlidir.

Hem kamu anlayışını hem de yasal sonuçları şekillendirmede anlatının güçlü rolüne odaklanarak itirafçının kişi olarak eleştiri konusu yapılmaması, sonrasında zayıflığını, pişmanlığını dile getirebilmesi için açık bir yol bırakılması, yapılan müdahalenin siyasal oluşu akıldan çıkarılmadan moral kaybına yol açabilecek duygusallıklardan uzak durulması gerekir.

                                                                /././

EVRENSEL



Belediyelere adım adım kıskaç: 25 belediyeye operasyonla 17 milyon seçmenin oy hakkı iç edildi -Cihan Çelik/EVRENSEL-

 


31 Mart yerel seçimlerinden sonra DEM Parti ile başlayan CHP ile genişleyen kuşatma harekatında 12 belediye başkanı tutuklandı, 25 belediyeye operasyonla 17 milyon seçmenin oy hakkı gasbedildi.

19 Mart'ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne başlatılan operasyonun ardından CHP'li belediyelere yönelik peş peşe operasyon haberleri geliyor. CHP'nin birinci parti olmadığını savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yerel seçimlerin ardından 11 belediye başkanı tutuklanan 2'sine kayyım atanan CHP'ye 'sabredip, beklemeleri..." tavsiyesinde bulunuyor. Ancak Türkiye’deki toplam seçmen sayısı 61 milyon 441 bin 882 ve AKP eliyle yaklaşık 17 milyon seçmenin oy kullandığı yaşadığı muhalefet belediyelerinin kazandığı kentlere darbe yapılmış durumda. Bugün 31 Mart yerel seçimlerinden bu yana toplam 25 büyükşehir, il ve ilçe belediyesinde, Türkiye genelindeki seçmenin neredeyse yüzde 30’unun iradesine yargı eliyle müdahale ediliyor. Ayrıca bu belediyelerin bütçesi de iktidarın iştahını kabartıyor. DEM Parti’den alınarak kayyıma devredilen 10 belediyenin bütçeleri açıklanmazken, kalan 15 belediyenin toplam bütçesi 700 milyar lirayı buluyor.

Manavgat’ın ardından Adana, Adıyaman, Antalya hedefte

Fotoğraf: Ali Gazel/AA

Son olarak 1 Temmuz'da İzmir Büyükşehir Belediyesine düzenlenen operasyonda gözaltına alınan eski CHP'li Belediye Başkanı Tunç Soyer'in tutuklandığı 4 Temmuz günü CHP'li Antalya Manavgat Belediyesi'ne de "yolsuzluk" operasyonu başlatıldı. "Rüşvet, irtikap ve zimmet" iddiasıyla Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara ve belediye başkan yardımcılarının da aralarında bulunduğu 34 kişi gözaltına alındı.

Bugün de Adana, Adıyaman, Antalya ve İstanbul Büyükçekmece Belediyelerine operasyon düzenlendi.

Fotoğraf: Ahmet Cemil Yeşilmen/AA

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek'in yanı sıra tutuklanan İstanbul Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün’ün yerine Belediye Meclisi tarafından seçilen başkanvekili Ahmet Şahin gözaltına alındı.

12 belediye başkanı tutuklu, 4’ü gözaltında

CHP’li belediyelere yönelik Ekim 2024’ten bu yana sürdürülen yargı operasyonlarında şimdiye kadar başta İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere toplam 11 belediye başkanı tutuklanırken, bugün itibariyle 4 belediye başkanı ve 1 belediye başkanvekili gözaltına alındı. 2 CHP’li belediyeye kayyım atandı, 1 belediyeye AKP’li başkanvekili seçildi, 100’ün üstünde belediye çalışanı da cezaevinde. DEM Parti’nin 31 Mart yerel seçimlerinde aldığı Hakkâri, Batman, Mardin, Halfeti, Dersim, Bahçesaray, Akdeniz, Siirt Belediyesi, Van ve Kağızman belediyelerine de kayyım atandı. İlk kayyım ataması Haziran 2024’te Hakkâri ile başladı. Hakkâri Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış görevinden uzaklaştırılıp yerine kayyım atanan ve tutuklanan başkanlar arasında yer alıyor.

Göz konulan dev bütçe: 699 milyar TL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Büyükçekmece, Esenyurt, Beylikdüzü, Beykoz, Beşiktaş, Avcılar, Şişli, Gaziosmanpaşa, Ceyhan, Seyhan, Manavgat, Antalya, Adıyaman, Adana belediyelerinin toplam bütçesi 699,8 milyar TL. Hakkari, Batman, Mardin, Halfeti, Dersim, Bahçesaray, Akdeniz, Siirt, Van, Kağızman belediyelerinin güncel bütçe verilerine dair net bilgi bulunmazken, kayyım atanan bu kentlerdeki belediye başkanlarının aldığı toplam oy 745 bin 321 oldu.

Harita: Evrensel

Toplam kaç ilde ve ilçede operasyon yapıldı?

CHP’nin 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde aldığı 11 belediyenin (İBB, Avcılar, Beşiktaş Beykoz, Beylikdüzü, Büyükçekmece, Gaziosmanpaşa, Şişli, Esenyurt, Seyhan, Ceyhan) belediye başkanı tutuklu iken, Bunlardan Şişli, Esenyurt belediyelerine kayyım atandı. Gaziosmanpaşa belediyesine AKP’li isim başkanvekili seçildi. Belediye Başkanları tutuklanan Seyhan ve Ceyhan Belediyelerine ise CHP’li isimler seçildi. DEM Parti’nin aldığı Hakkâri, Batman, Mardin, Halfeti, Dersim, Bahçesaray, Akdeniz, Siirt Belediyesi, Van ve Kağızman belediyelerine kayyım atandı. İlk kayyım ataması Haziran 2024’te Hakkâri ile başladı. Hakkâri Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış görevinden uzaklaştırılıp yerine kayyım atanırken, Akış’a 19 yıl 6 ay hapis cezası verilerek tutuklandı.

Operasyonlar hız kesmeden sürüyor

Dün ve bugün düzenlenen operasyonlarda Adana, Adıyaman, Antalya ve Manavgat belediye başkanları gözaltına alındı.

Öte yandan eski CHP’li belediye başkanları da hedefte. Eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve eski Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç de farklı soruşturmalar kapsamında tutuklu bulunuyor.


Süreç nasıl başladı?

Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel

DEM Parti'ye yönelik kayyım gasbının ardından CHP’ye yönelik yargı kıskacı sürecinde dünden bugüne neler yaşandı? Operasyonların detaylarına bakalım...

CHP Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in 30 Ekim 2024’te “PKK/KCK silahlı terör örgütüne üye olmak” iddiasıyla tutuklanmasıyla başlayan süreç, İBB ve CHP’li ilçe belediyelerine yönelik geniş çaplı dalga dalga yayılan bir yargı operasyonuna dönüştü.

Operasyonlarda “terör” suçlamalarının yanı sıra “Yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma ve suç işlemek amacıyla örgüte üye olma” gibi mali suç iddialarında bulunuluyor. Operasyonlarda çok sayıda belediye çalışanı, yönetici ve özel sektör temsilcisi gözaltına alındı ve tutuklandı. 

Operasyonlar Ahmet Özer’le başlatılıyor

Fotoğraf: @profdrahmetozer/X

CHP Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer hakkında hazırlanan iddianamede, Özer hakkında 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası talep edildi. Özer görevden uzaklaştırılarak yerine İstanbul Vali Yardımcısı Can Aksoy kayyım olarak atandı. Suçlamaları reddeden Özer’in ilk duruşması 23 Mayıs’ta Silivri’de görüldü. Özer’in tutukluluğunun devamına karar verildi ve dava 14 Temmuz’a ertelendi.

Bu arada Özer, 21 Ocak’ta da Aziz İhsan Aktaş’ın elebaşılığını yaptığı öne sürülen suç örgütünün, belediye başkanları ile belediyelerin üst düzey yöneticilerine rüşvet vererek ihaleleri organize ettiği iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında “İhaleye fesat karıştırma” suçundan da ayrıca tutuklandı.​

Beşiktaş ve Beykoz Belediyelerine soruşturma

Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat, 13 Ocak’ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı ihale yolsuzluğu soruşturması kapsamında Balıkesir’in Edremit ilçesinde gözaltına alındı. Akpolat dahil 23 kişi, 16 Ocak günü “Suç örgütü kurmak ve yönetmek, suç örgütüne üye olmak, rüşvet verme, ihaleye fesat karıştırma ve mal varlığı değerlerini aklama” iddialarıyla tutuklandı.

Fotoğraf: Beşiktaş Belediyesi

Öte yandan 27 Şubat’ta da CHP’li Beykoz Belediye Başkanı Alaattin Köseler sabah 04.00 sularında evinden gözaltına alındı. Köseler ile birlikte 13 kişi tutuklandı.

19 Mart’ta İmamoğlu gözaltına alınıyor; İBB’ye birinci dalga


Operasyonların boyutu mart ayı ortalarında İmamoğlu’na ve İstanbul Büyükşehir Belediyesine yönelmesi ile farklı bir evreye geçti ve daha da büyüdü. Ekrem İmamoğlu 18 Mart’ta İstanbul Üniversitesinden aldığı diplomanın iptal edilmesinden bir gün sonra gözaltına alındı, 23 Mart’ta ise yolsuzluk soruşturmasından tutuklandı. İmamoğlu ile birlikte “Yolsuzluk, rüşvet, suç işlemek amacıyla örgüte üye olma” gibi farklı iddialarla İBB’den 94 üst düzey yönetici gözaltına alındı. Gözaltına alınan 94 kişiden 54’ü tutuklandı. Tutuklandığı gün İmamoğlu toplanan 15 milyona yakın oyla CHP’nin cumhurbaşkanı adayı ilan edildi. İmamoğlu İçişleri Bakanlığı kararıyla İBB Başkanlığı görevinden uzaklaştırıldı.

İBB’ye ikinci dalga operasyon

İBB’ye yönelik bir diğer soruşturma dalgası 26 Nisan’da geldi. Yolsuzluk, rüşvet, suç işlemek amacıyla örgüte üye olma, ihaleye fesat karıştırma, nitelikli dolandırıcılık ve İBB iştiraklerinde (İSTAÇ, KİPTAŞ, İSKİ) usulsüzlük iddiaları üzerine operasyon düzenlendi. Bu operasyonda 52 kişi gözaltına alınırken 18 kişi tutuklandı. Tutuklananlar arasında Ekrem İmamoğlu’nun eşi Dilek Kaya İmamoğlu’nun ağabeyi Cevat Kaya, İBB Boğaziçi İmar Müdürü Elçin Karaoğlu, İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa ve İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay yer aldı.

İBB’ye üçüncü ve dördüncü dalgalar

20 Mayıs’ta İBB’ye yönelik yeni bir soruşturma dalgası daha geldi. İhaleye fesat karıştırma, rüşvet, suç işlemek amacıyla örgüte üye olma, İBB’ye bağlı Medya AŞ, Kültür AŞ ve Peyzaj AŞ gibi iştiraklerde usulsüzlük iddiaları ile ilgili yürütülen soruşturmada 22 kişi gözaltına alındı; bunlardan 13’ü tutuklandı.

Tutuklananlar arasında İBB Halkla İlişkiler Daire Başkanı Taner Çetin, İBB Halkla İlişkiler Müdür Yardımcısı Mustafa Karaoğlu ve Çeşme Belediye Başkan Yardımcısı Onur Gülin yer aldı. 23 Mayıs’ta İstanbul, İzmir, Trabzon, Antalya, Tunceli ve Kocaeli’de eş zamanlı düzenlenen operasyonlarda 46 kişi gözaltına alınırken, aralarında İmamoğlu’nun Koruma Müdürü Mustafa Akın ve Özel Kalem Müdürü Kadriye Kasapoğlu’nun da bulunduğu 25’i tutuklandı.

Beşinci dalga: İBB ve Adana ilçe belediyelerine operasyon

Fotoğraf: Volkan Pekal/Evrensel 

31 Mayıs’ta düzenlenen İBB odaklı yeni dalgada 38 kişi gözaltına alındı, bu kişilerden 22’si tutuklandı. Bu operasyon dalgası İstanbul’dan Adana’nın iki ilçesine de uzadı. Tutuklananlar arasında eski CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu dahil olmak üzere üçü İstanbul, ikisi Adana’dan beş ilçe belediye başkanı da yer aldı. Bu dalga ile İstanbul’da gözaltına alınan CHP’li belediye başkanları ve belediye çalışanlarının sağlık kontrolüne sevk edildikleri sırada çekilen görüntülerin paylaşılması ise kamuoyunda büyük tepki çekti.

İstanbul’dan Büyükçekmece, Gaziosmanpaşa, Avcılar belediye başkanlarının yanı sıra Adana’dan Ceyhan ve Seyhan belediye başkanları da tutuklandı. Bu son tutuklamalarla CHP’nin toplam 11 belediye başkanı tutuklanmış oldu.

Gaziosmanpaşa Belediyesi CHP’den AKP’ye geçti

Fotoğraf: DHA

Gaziosmanpaşa Belediye Meclisinde, tutuklanan Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe'nin görevden uzaklaştırılmasının ardından yapılan seçimde, belediye AKP'ye geçti. Seçimde başkanvekilliği görevine AKP'nin adayı Eray Karadeniz seçildi.

Yine Haziran ayında Seyhan ve Ceyhan belediye başkanlarının tutuklanmasının ardından ise belediye meclisinde yapılan başkan vekili seçimini, CHP'nin adayları kazandı.

5 Temmuz 2024: 3 belediyeye daha operasyon

Fotoğraf: Ahmet Şahin, Zeydan Karalar, Abdurrahman Tutdere, Muhittin Böcek (Soldan sağa)

Üç CHP’li belediye başkanı daha 5 Temmuz Cumartesi sabahı gözaltına alındı. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek'in yanı sıra tutuklanan İstanbul Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün’ün yerine Belediye Meclisi tarafından seçilen başkanvekili Ahmet Şahin de yer alıyor.

Karalar, Böcek ve Tutdere’nin Aziz İhsan Aktaş’ın "etkin pişmanlıktan" yararlanarak verdiği itirafa dayandırılıyor. Aktaş, 19 Mart’ta gözaltına alınan İmamoğlu’ndan öce, 17 Ocak’ta Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’la birlikte tutuklanmıştı, sonra etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyerek yeni ifade vermiş, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca tahliye edilmişti.

Eski CHP'li belediye başkanları da hedefte

Eski İzBB Başkanı Tunç Soyer

Öte yandan CHP'li eski belediye başkanları da hedefte. Son olarak 4 Temmuz’da İzmir’in önceki CHP'li eski Belediye Başkanı Tunç Soyer ile CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu 'ihaleye fesat karıştırma', 'Edimin ifasına fesat karıştırma' ve 'Nitelikli dolandırıcılık' iddiasıyla tutuklandı.

Öncesinde "terör örgütüne belediyelerden finans sağlandığı" iddiasıyla aralarında eski Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç'in de olduğu 12 kişi tutuklanmıştı.

Eski CHP Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç ile eski Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi hakkında da hapis cezası istemiyle iddianameler hazırlanmıştı.

7 DEM Parti'li belediyeye kayyım atandı

İkitdarın 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden bu yana CHP’li belediyeler dışında DEM Parti’li belediyeleri de kayyım eliyle gasbetti. Son yerel seçimden bu yana DEM Parti'nin kazandığı kayyım atanan 10 belediye şöyle: 

  1. 4 Haziran 2024 Hakkâri Belediyesi (Yüzde 48.91 oy oranı)
  2. 4 Kasım 2024 Batman Belediyesi (Yüzde 64.52 oy oranı)
  3. 4 Kasım 2024 Mardin Büyükşehir Belediyesi (Yüzde 57.4 oy oranı)
  4. 4 Kasım 2024 Halfeti (Yüzde 39.45 oy oranı)
  5. 22 Kasım 2024 Dersim (Yüzde 40.21 oy oranı)
  6. 29 Kasım 2024 Bahçesaray (Yüzde 21.33 oy oranı)
  7. 13 Ocak 2025 Akdeniz Belediyesi (Yüzde 36.92 oy oranı)
  8. 29 Ocak 2025 Siirt Belediyesi (Yüzde 49.63 oy oranı)
  9. 15 Şubat 2025 Van Büyükşehir Belediyesi (Yüzde 55.48 oy oranı)
  10. 24 Şubat 2025 Kağızman (Yüzde 32.68 oy oranı)

Cihan Çelik/EVRENSEL

Vali açıklamıştı! Yangın çıkaran şirkete 140 bin dönüm zeytinlik hediye-Bahadır Özgür /halkTV-


Dört bir yandaki cehennem ateşi orman varlığını, su kaynaklarını, milli parkları, meraları daha fazla korumamız gerektiğinin acı bir dersi oluyor. Peki iktidar dersini alıyor mu?

Safiyane bir soru elbette. Memleket kavrulurken iktidar yine en iyi bildiği şeyi yapıyor. Daha fazla felaketin tohumunu nasıl atarım diye çabalıyor adeta. Verimli toprakları ve orman varlığını mahvedecek bir yasayı geçirmek için canla başla çalışıyor.

Başta zeytinlik alanlar olmak üzere koruma altındaki bölgeleri, verimli tarım arazilerini, meraları, köyleri şirketlere açacak yasa tasarısı Meclis’te jet hızıyla onaylanıyor şu sıralar.

Kamuoyunda ‘süper talan yasası’ olarak adlandırılan düzenlemenin en fazla tartışılan ve gündem olan maddesi de zeytinliklerle ilgili.

Önce tasarıdaki özel madde ne getiriyor, bir hatırlayalım. Ardından o maddenin kimler için çıktığına, nerelerin peşkeş çekildiğine, kimin canının yanacağına bakalım…

ÖZEL MADDEDEKİ HARİTA

Teklifin 11. Maddesi, Maden Kanunu’na geçici madde ile ekli haritalar ile listeler eklenmesini öngörüyor. Buna göre, maddenin yürürlüğe girdiği tarihte ruhsat sahibi veya rödovansçı olan gerçek veya tüzel kişilerce ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı veya fiili olarak üzerinde zeytinlik bulunan, ekli harita ve koordinat listesi sınırları içindeki alanlara denk gelmesi durumunda, zeytin ağaçları maden sahalarının bulunduğu ilçe ve il sınırlarına öncelik vermek suretiyle taşınabilecek. Bu sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine ‘kamu yararı dikkate alınarak’ bakanlıkça izin verilebilecek.

Tasarıdaki teknik açıklama böyle. Peki o harita ve koordinatlar bize nereleri işaret ediyor?

Bahsedilen bölgeler Milas ve Yatağan sınırları içerisinde. Yatağan’daki 31 köy/mahalle, Milas’ta ise 29 köy/mahalle maden ruhsat alanı içinde kalıyor. Geçtiğimiz 40 senede bölgede kömür madenleri yüzünden 8 köy tamamen, 4 köyün büyük bir bölümü, 11 köy ise kısmen yok oldu. Yasa tasarısı şimdi yeni alanları acilen maden şirketlerine vermeyi ön görüyor.

Tasarıya eklenen koordinatlara göre Yatağan ve Milas’ta şirketlere verilecek alanlar şunlar:

whatsapp-image-2025-07-05-at-08-52-59.jpeg

whatsapp-image-2025-07-05-at-08-52-58-2.jpeg

İlk etapta maden şirketlerine “buyurun sizindir. Kazıp kömürü çıkarın” denilecek bölgedeki tam 48 köy doğrudan etkilenecek. ‘Oralarda yaşayan insanlar tarlaları, ağaçları yok olduğu için taşınmak zorunda kalacaklar. Ot yemeyeceklerse eğer maalesef yaşamak için başka çareleri kalmıyor. Tüm maden ruhsatı alanlarını dikkate aldığımızda, dile kolay, 30 bine yakın insandan bahsediyoruz. Yani Muğla’nın nüfusunun yaklaşık yüzde 2.5-3’ünü gelecekte bir ‘maden tehciri’ bekliyor!

Şimdi gelelim bunların kim için yapıldığına…

HANGİ ŞİRKETE, NERESİ VERİLİYOR?

İlk şirket Limak-İC İçtaş’ın ortaklığında kurulan ve Yeniköy-Kemerköy Santralini işleten YK Enerji. Akbelen ormanına ne yaptığına yakından tanık olmuştuk. Yetmedi, daha fazlasını istedi.whatsapp-image-2025-07-05-at-08-52-58.jpeg

Bodrum için de hayati derecede su kaynaklarına sahip, henüz imar fırtınasından nasibini tam almamış Milas’a doğru yayılmak istiyor YK Enerji. İktidar da işte Meclis’teki tasarıya konulan özel madde ile 240 bin dönüm zeytinlik alanı ona veriyor.

Yaklaşık 33 bin 800 futbol sahası büyüklüğünde bir alan burası. Zaten yasadaki zeytinlik maddesi YK Enerji’nin ilgili bakanlığa yazdığı “Protokol yaptık. Zeytinlikleri verecektiniz. Yoksa elektrik üretimi durur” içerikli bir mektup göndermesi üzerine tasarıya eklendi.

İkinci şirket ise şu sıralarda yangınlar dolayısıyla dikkatleri üzerine çeken Aydem Enerji. Aydın, Denizli, Muğla, Manisa, İzmir’e elektrik dağıtan Gediz ve GDZ şirketlerinin sahibi. İzmir Valiliği dört bölgedeki yangının çıkış sebebinin elektrik hatlarından kaynaklandığını açıklamıştı. Nitekim Aydem’in bakım yapmadığına dair şikayetler hayli fazla. Ayrıca 2021’den beri kurumlar vergisi levhasında da ‘matrahsız’ yazıyor.whatsapp-image-2025-07-05-at-08-52-58.jpegBu şirket Yatağan Termik Santrali’ni 2014 yılındaki özelleştirme ihalesinde almıştı. Santral kömür sahalarını da kapsıyor. Tasarı ile Aydem’e, Yatağan’da bulunan 120 bin dönüm zeytinlik veriliyor. Bu da 20 bin futbol sahası demek.

***

Alın size ‘üstün kamu yararı’nın ne demek olduğunu fotoğrafı. Bir tarafta Türkiye’nin en verimli tarım arazileri, zeytin ağaçları, nesillerdir orada yaşayan köylüler var; diğer tarafta özelleştirme sayesinde elektrik üretim ve dağıtımını almış, aldıkları günden beri de vatandaşın sırtında ağır bir yüke dönüşmüş şirketlerin çıkarı…

Bu olay sadece Muğla’da yaşayanları etkilemeyecek. Ne olacağını merak eden varsa her ay yüzde 66’sı bu şirketlere giden elektrik faturasına, çarşı-pazardaki gıda fiyatlarına baksın. İktidarın anladığı ‘kamu yararından’ kendi payına düşeni görecektir.

Bahadır Özgür /halkTV


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı + Gündem" -23 Ekim 2025-

Mas-Kom-Ya -Ayşenur Arslan- Galiba Erdoğan futbolda olduğu gibi tiyatroda da başarısız olunca başımıza bunlar geldi. Futbolculuğunu bilmeyen...