Timur Soykan hakkında tutuklama talebi!
Belediye başkanlarına yapılan operasyonu eleştiren sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek dün akşam gözaltına alınan BirGün yazarı Timur Soykan, adliyeye sevk edildi. Soykan'ın 13:40 civarı başlayan savcılık ifadesi yaklaşık yirmi dakika sonra sona erdi. Soykan savcılık ifadesinde, "Tweetlere konu olan operasyonlar yargının siyasi talimatlar neticesinde kullanılmasına ilişkindir. Şayet tutuklanırsam tweetlerimin doğru olduğu aşikar olacaktır" dedi. Soykan, tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edildi.
Sosyal medya paylaşımları gerekçesiyle dün gözaltına alınarak adliyeye sevk edilen BirGün yazarı Timur Soykan, tutuklama istemiyle Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edildi.
Gazeteci Şule Aydın, dün sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Soykan'ın gözaltına alındığını duyurarak, gerekçenin X paylaşımları olduğunu söyledi.
Yazarımız Soykan, sosyal medya hesabında CHP'li 3 belediyeye düzenlenen operasyonları eleştiren paylaşımlar yapmıştı. Soykan, bu paylaşımları nedeniyle "halkı yanıltıcıyı bilgiyi alenen yayma" suçlamasıyla dün gözaltına alındı.
TUTUKLAMA TALEBİ!
Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde dün akşam ifade veren Soykan, Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'ne sevk edildi.
Adliyeye sevk edilen Soykan'ın savcılık ifadesi saat 13:40 civarı başladı. İfadesi yaklaşık 20 dakika sona erdi.
Soykan, savcılık ifadesinin ardından tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edildi.
"ŞAYET TUTUKLANIRSAM TWEETLERİMİN DOĞRU OLDUĞU AŞİKAR OLACAKTIR"
Timur Soykan, savcılık ifadesinde şunları kaydetti: "Ben daha önce emniyette ifade vermiştim. İfademin içeriği doğrudur ve aynen tekrar ederim. Soruşturmaya konu 5 Temmuz’daki paylaşımlar bana aittir. Rejim olarak bahsettiğim Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iktidardır. Tweetlerimde yer alan darbe olarak bahsettiğim ise halkın seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesidir. Tweetlerimin içeriği incelendiğinde bir gazeteci ve yurttaş olarak tespitler yer almaktadır. Anayasal hakkım olan ve basın mensubu olmam sebebiyle bahse konu tweetler ifade özgürlüğü kapsamındadır. Tweetlere konu olan operasyonlar yargının siyasi talimatlar neticesinde kullanılmasına ilişkindir. Şayet tutuklanırsam tweetlerimin doğru olduğu aşikar olacaktır. Ekleyeceğim başka bir husus yoktur. Üzerime atılı suçlamayı kabul etmiyorum. Serbest bırakılmayı talep ediyorum."
GAZETECİLER ADLİYE ÖNÜNDE
Basın meslek örgütleri, gazeteci Soykan’ın sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek gözaltına alınmasına karşı Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi önünde basın açıklaması düzenledi.
Burada konuşan Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu, "Son dönemlerde adliyeler eleştiriye çok duyarlı hale gelmiş, devlet yetkilileri eleştiriyi çekemez olmuştu fakat bugün gelinen noktada en sıradan iktidar eleştirisi bile gazetecilerin bugün hapis tehdidiyle adliyelere çıkarılmasına zemin hazırlıyor. İfade özgürlüğünü kullandığını düşündüğümüz meslektaşımız, dostumuz Timur Soykan’ın bir an önce serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Umuyoruz ki Timur Soykan bu yargı tacizinden kurtulmuş olur" dedi.
DİSK Basın-İş Yönetim Kurulu Üyesi İzel Sezer de şunları söyledi: "Bir sürü belediyede yurttaşın iradesi gasbedildi. Gazeteci dediğimiz kişiler her zaman taraftır; barışın, emeğin tarafıdır. Biz basın meslek örgütleri olarak bir kez daha maalesef buradayız. Şunu biliyoruz ki Timur Soykan her zaman gazetecilik mesleğini hakkıyla yapmaya çalışmış, hakikatin arkasında yürümüş, hakikati savunmuş bir meslektaşımızdır. O yüzden maalesef bir kez daha burada olduğumuz için çok üzgünüz. Umuyoruz ki kendisi hızlıca serbest bırakılacak. Bugün Türkiye basın tarihine kara bir leke olarak geçmesin istiyoruz."
Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şube Başkanı Özgür Denizkaya da Soykan’ın serbest bırakılması için toplandıklarını ifade ederek, "Buradan bir kez daha haykırıyoruz; Timur Soykan serbest bırakılsın ve gazetecilik yapmaya devam etsin. Çünkü gazetecilik sadece haber yapmak değildir, aynı zamanda yorum yapmak, eleştirmektir. Timur Soykan bunu yapmıştır. Bu suç değildir, ifade özgürlüğüdür. İnanıyoruz ki birazdan serbest bırakılacaktır" dedi.
TİMUR SOYKAN NE DEMİŞTİ?
Yazarımız Timur Soykan, dün sabah saatlerinde Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tuttere'nin gözaltına alınması üzerine yaptığı paylaşımda, "Darbe sürüyor. Halkın iradesi gasp ediliyor. Sandığın manası kalmıyor" ifadelerini kullanmıştı.
Yeni gözaltı haberleri üzerine de "‘Seçimde AKP’yi yenmek’ suç olarak yasalara girsin. Böylece halen yargı varmış gibi davranmak külfetinden kurtulurlar." ve "Rejim, toplumu yolsuzluk operasyonlarına ikna etmek gibi bir derdinin kalmadığını ilan ediyor. Halka ‘Benim dışımda bir iktidarı seçemezsin. Esirimsin’ diyor. Halk ya bu baskıya boyun eğerek rejimin kölesi olacak, daha da yoksullaşacak ya da özgürlüğünü, haklarını, ülkesini savunacak" eleştirisini yazmıştı.
***
Gerici katliamlar üzerine kurulan rejim - Birgün / Hatırlatmalar-
LeMan dergisinde yayınlanan bir karikatür bahane edilerek bir kez daha din üzerinden bir kışkırtmaya şahit olduk. Benzerlerini ’60’larda Kanlı Pazar’larda ’70’lerin ikinci yarısında Maraş’lardan Çorum’lara uzanan katliamlarda gördüğümüz, ’93’te Sivas’ta 33 canımızın yakılarak katledilmesine, Bahriye Üçok’lardan Uğur Mumcu’lara aydınlarımızın katledilmesine uzanan, bu karanlık tezgâhlar faşist devlet yapısına bağlı bir kontrgerilla faaliyete olarak süregeldi…
Devrimci, ilerici hareketlerin bastırılması, ülkenin Amerikan güdümlü bir siyasal İslamcılık hâkimiyetine sokulmasında bu tür girişimlerin de önemli bir payı oldu.
12 Mart’lar 12 Eylül’ler bu güçler eliyle yaratılan iç savaşın bir parçası olarak hayata geçirilirken, AKP’nin iktidara getirilmesinde de Sivas katliamı önemli kilometre taşlarından birisi oldu.
***
Bugün de azınlıkta kalan ve tüm baskılara rağmen halk muhalefetinin direncini kıramayan iktidar, dini istismar ederek bir toplumsal teyakkuz yaratmaya, bu yolla tabandaki canlılığını artırmaya çalışıyor…
LeMan’daki karikatür üzerinden koparılmaya çalışılan fırtına da bu çok yönlü saldırının, sokakları kontrol altına almaya yönelik hamlelerinden birisi olarak gerçekleştirildi.
Saray’ın danışmanlarından medyasına uzanan bir kışkırtma sonrası, İBDA-C ve diğer şeriatçı odakların çağrıları eşliğinde gerçekleştirilen bu hareket, polislerin koruması altında LeMan bürosuna saldırılar ve işkence eşliğindeki gözaltıların bizatihi İçişleri Bakanı aracılığıyla sunumuna kadar uzandı…
***
Bu örgütlü çağrıya karşılık, şeriatçı azınlığın toplumda istedikleri etkiyi yaratamadıkları da ortada. İstiklal’den Taksim Cami’ne uzanan iki günlük çağrılar çok sınırlı bir katılımın ötesine geçemedi.
Dahası toplumda istedikleri çatışma ve kutuplaşmayı yaratmakta da yetersiz kaldı. Bu bir yanıyla rejimin meşruiyet ve inandırıcılığın tüm kurum ve yapılarıyla birlikte gerilemiş hatta bir çöküş içinde olmasının bir göstergesi oldu.
Öte yandan iktidarın İsrail’le kurduğu ilişkinin kendi tabanında yarattığı kırılma da burada kendini gösterdi. Hatta belki bu LeMan kışkırtması bir yanıyla da Filistin mücadelesinde kaybedilen, bu şeriatçı dinci hegemonyanın yeniden canlı biçimde kazanılması için de bir fırsat olarak kollandığını ancak sonucun istenildiği gibi olmadığı da söylenebilir.
Bu rejimin toplumsal tabanının zayıfladığının yeni bir göstergesi olduğu kadar, çelik çekirdeğindeki örtük çatlağın da, bu teyakkuza katılmaktaki bir isteksizlik olarak da kendini gösterdiğini de söylemek mümkün.
***
Bununla birlikte yaşadıklarımız sokağa çıkan-çıkmayan güçleriyle, siyasal İslamcılığın ülkenin geleceği için nasıl bir tehlike olduğunun yeni bir işareti oldu.
Polislerin kontrolü altında “Kemalist Köpekler Hesap Verececek” sloganlarıyla, Sivas Katliamı’nın bir gün öncesinde olduğu gibi “öldürelim” çağrıları yükseltildi.
Tek adam rejimi altında bütün tarikat ve cemaatler büyütülürken, Suriye’de cihatçılarla ittifak içinde yürütülen savaşın parçası olarak ülkemiz de bir savaş üssü haline getirildi.
Bu asla küçümsenmemesi gereken bir tehlike. Tek adam rejiminin bir sokak gücü olmasının yanı sıra, devletin tüm kurumlarına yerleşmiş bir devlet gerçeği olarak da karşımızda duruyor.
ABD’nin BOP projesi ekseninde ülkemizin siyasal İslamcı rejime dönüştürülmesi sürecinin de parçası olarak gelişen bu tüm bu karanlık odaklar şimdi de İran’a yönelik ABD-İsrail seferberliğinin bir aparatı olarak işlevlendiriliyor.
Bir yanımız böyle karanlık içindeyken, bunun karşısında toplumun büyük çoğunluğunun buna karşı çıkmaya devam ettiği bir ülke gerçekliği içindeyiz.
Hızla bir kırılma noktasına doğru ilerleyen bu saflaşma ve mücadele içinde tüm direnme dinamiklerinin birleşik mücadelesi kadar, her alanda örgütlenmelerin çoğaltılması da bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor.
Böyle bir hareket muhalefetin de tüm saldırı alanları içinde, toplumun emeklilerden gençlere, öğretmenlerinden köylülere kadar her alanda yükselen talepleri etrafında muhalefetin içeriklendirilmesi ihtiyacını da gösteriyor.
Bu azınlık iktidarı ve onun karanlık güçlerinin tüm devlet imkânlarını arkasına alarak yürüttükleri saldırılara karşı her alanda birlik, mücadele ve dayanışmayı büyüterek bu ablukayı dağıtacağız, başka yolu yok...
***
12 EYLÜL ÖNCESİ MEZHEPÇİ PROVOKASYONLAR
Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yaşanan toplumsal ayağa kalkışın, 12 Mart ile kesintiye uğratılmaya çalışılan devrimci dönüşüm ile birleşerek kitleselleşmesine karşı yürütülen faşist provokasyonlar, ’70’lerin ikinci yarısında yeni bir karakter kazandı. 1 Mayıs 1977 katliamı ile boyut atlayan kontrgerilla saldırılarının yanı sıra, doğrudan ABD’nin devlet içerisinde konuşlandırdığı Özel Harekât Dairesinin teşkilatlandırdığı ülkücü çeteler, ülke çapında üniversite öğrencilerini, işçilere, köylüleri ve aydınları hedef aldıran saldırılarını hızlandırdı. Bu saldırılara karşın, devrimci hareket içerisinde örgütlenen halk kesimlerinin antifaşist direniş komiteleri biçimindeki öz savunması, kontrgerilla saldırılarını da yeni bir biçime zorladı. 1977 sonrasında Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde kışkırtılmak istenen mezhepçi provokasyonlar, Alevi mahallelerinin ve köylerinin hedef alındığı saldırılarla artık yalnızca toplumun örgütlü ve devrimci kesimleri değil, bizatihi bütünlüğü hedef alınmaya başlandı. Bu dönemde, ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğinde görevli Robert Alexander Peck de Çorum, Amasya ve Tokat’ı gezmiş, Çorum’da CHP’li belediye başkanının yanı sıra, vali ve MHP’li il yöneticileriyle görüşmeler gerçekleştirmiştir. Peck’in geçtiği her yerde mezhep çatışması çıkarmaya yönelik provokasyonlar yaşanması, tüm bu düzeneği doğrudan Amerikancı kontrgerillanın planladığını ortaya koymaktadır. Kontrgerilla eliyle örgütlendiği yıllar sonra açıkça itiraf edilen birçok provokasyon, kimi koşullarda devrimcilerin direnişiyle önlenebilirken, Maraş gibi acı örnekleri de toplumsal tarihimize taşıdı. Tüm bu saldırı ve provokasyonlar karşısında düzen siyasetinin tutumunu ise “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”, “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” sözleri özetliyordu. Mezhepçi saiklerle örgütlenen, ülkücülerin İslamcı çetelerle ortaklaşa düzenlediği saldırıların yoğunlaştığı 1978 yılında, ilk hedefte Malatya vardı.
***
NİSAN 1978: MALATYA’DA İRTICAİ AYAKLANMA
’60’lardan beri ülkücü ve İslamcı çetelerin kentteki Alevilere ve devrimci kesimlere yönelik birçok saldırısının gerçekleştiği Malatya’da, 17 Nisan 1978 yılında “Hamido” lakaplı, Bulgurlu aşiretinden Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, gelini ve iki torununun, evine gönderilen bombalı paketle katledilmesi, kentte oluşturulmaya çalışılan gerilimi yeni bir boyuta taşıdı. Son seçimde MHP, MSP ve Adalet Partisinin ortak desteği ile CHP’ye karşı seçimi kazanan Fendoğlu’nu öldüren paketin Ankara’dan gönderildiği, aynı tipten bombaların eşzamanlı olarak Malatya CHP İl Başkanı, Vali Yardımcısı ve Alevi bir dinsel lidere gönderildiği kısa zamanda tespit edildi. Hatta gelecekte AKP’nin de İçişleri Bakanlığını yapacak olan Sünni aşiret mensubu ve dönemin Malatya Vali Yardımcısı Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paketi açan bir postacı da patlama sebebiyle hayatını kaybetti. Araştırmacılar, bombalı paketin Ankara’dan getirildiği tespit etmenin yanı sıra, bu tip bir düzeneğin ancak Nükleer Araştırma Merkezinde üretilebileceğini belirtmesinin ardından, tesiste çalışan eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muharrem Şemsek ve iki diğer çalışan gözaltına alınmış, ancak kısa süre sonra serbest bırakıldı.
Bu karanlık saldırıya dair bulgular bir MHP provokasyonuna işaret etse de Demirel’den Türkeş’e sağcı liderlerin, İslamcı gazetelerin hedef göstermesiyle hızla şehirdeki Alevileri, devrimcileri hedef alan bir linçe dönüştü. Ülkücü Gençlik Dernekleri ve İlim Yayma Derneği ortak bildirisiyle, “İslam İçin Silaha Sarılma” başlıklı bildiriler dağıtıldı. Fendoğlu’nun katledilmesinin ardından şehirde toplanan kalabalık, İslamcı ve ülkücülerin yönlendirmesiyle Alevi mahallelerini, sol gazeteleri, devrimcilerin olduğu bilinen ev ve işyerlerini hedef aldı. Emniyet ve askerin üç gün boyunca müdahale etmediği saldırılarda, saldırganlar tarafından 14-15 yaşlarındaki 3 lise öğrencisi doğrudan hedef alınarak katledildi. Saldırgan kitle içerisinden bir kişinin nereden geldiği belirsiz bir kurşunla hayatını kaybetmesi, sonrasında JİTEM’i kuracak kontrgerilla lideri ve dönemin Jandarma Komando Birliği Komutanı Arif Doğan’ın yine sebebi tespit edilmeyen bir biçimde yaralanması, saldırıları yoğunlaştırdı. Silahlı ve maskeli saldırganların yer aldığı linç girişimlerinde tüm şehir İslamcı ve ülkücü çetelerin savaş alanına dönüştü, Malatya CHP İl Başkanlığının yanı sıra TÖB-DER, TÜM-DER ve Tütüncüler Derneği gibi emek örgütleri de hedef alındı. 3 gün boyunca tüm şehre yayılan saldırıların şiddetini artırabilmek için İslamcılar, Alevi ve solcuların kentin suyuna zehir kattığını dahi iddia etti.
Toplamda 8 kişinin yaşamını kaybettiği, 100’den fazlasının yaralandığı, sonraki gözlemlere göre ise 1000 kadar işyeri ve evin tahrip edildiği saldırılar, başından itibaren Demirel ve Türkeş’in provokasyonları ile gerçekleşti. Fendoğlu’nun öldürülmesine yönelik olarak Demirel "Hadiselerin altında komünizm, yıkıcılık ve bölücülüğün bulunduğunu henüz hükûmet hiç dillerine almıyor. Türkiye'yi rahatsız eden gerçek sebep budur... Bu olayların gerçek sebebini anlamaktan âciz bulunan hükûmetin gaflet uykusundan uyanması için daha kaç vatandaşımız can verecektir? Bu hükûmet gaflet uykusundadır…” ifadeleriyle doğrudan Alevi ve devrimci kesimleri hedef aldı
Malatya’da yaşanan ve 3 gün boyunca kontrol altına alınmayan saldırı ve linç girişimleri, kentteki Alevi nüfusun mecburi göçüyle sonuçlandı. Ancak Malatya’da yaşananlar son değil, karanlık bir dönemin başlangıcı oldu.
***
3 EYLÜL SİVAS PROVOKASYONU
1978 yılında başlatılan mezhepçi provokasyon ve saldırıların hedefindeki şehirlerden biri de Sivas’tı. Ramazan bayramı arifesi olan 3 Eylül tarihinde Alevilerin yoğunlukta yaşadığı Alibaba köyünde, bir yaşlı ve çocuğa iki ülkücü komandonun saldırısı sonrası mahalle halkı tarafından kovulmaları, kentin Sünni yoğunluklu kesimlerinde önce “Alevi-Sünni çocukların kavgası”, ardından “Aleviler camilere saldırılıyor” iftiralarıyla hızla bir provokasyona dönüştürüldü. Olaydan sonraki gün aynı saldırganlar yeniden köye girerek pazar tezgâhlarına saldırıp, iki savunmasız kadını katlederek başlattığı çatışmada, kentin birçok yerinde Sünni yoğunluklu yaşayan köy ve mahallelerden kitleler, ülkücü-İslamcı çetelerin yönlendirmesiyle Alevi ve devrimcilerin yoğunlukta olduğu bölgelere saldırıya geçti. Ev ve işyerlerine otomatik tüfeklerle ve benzinle saldırılar düzenlenmiş, olayların sonucunda 11 kişi yaşamını kaybederken, 93 kişi yaralanmış, 97 konut ve 350 işyeri saldırıya uğramıştı. Güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı iddiasıyla çevre illerden destek kuvvetler istenmiş, saldırılar kesin olarak ancak 11 Eylül günü sonlanabilmiştir. O yılın Ramazan bayramına denk gelen aynı tarihlerde Maraş ve Elazığ’da toplam 15 kişinin ülkücü-İslamcı çeteler tarafından katledilmesi, saldırıların organize karakterini gözler önüne sermekteydi.
***
MARAŞ KATLİAMI
19 Aralık 1978 günü Sovyetler karşıtı Güneş Ne Zaman Doğacak filminin gösterildiği Çiçek sinemasına Ökkeş Kenger tarafından dinamit atılarak solcuların yaptığı görüntüsü verilmeye çalışıldı. Dinamitin patlamasıyla birlikte arka sırada oturan 20-25 kişilik bir grup “Müslüman Türkiye” ve “Kanımız Aksa’da Zafer İslam’ın” sloganları atmaya başladı. Sinemadan çıkan 200-300 kişilik grup yakındaki CHP il merkezi ve PTT binasını taşladılar. 20 Aralık günü Alevi şahıslar tarafından işletilen Akın Kıraathanesi bombalandı.
21 Aralık günü TÖB-DER’li Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu sokakta vuruldu. 22 Aralık günü vurulan öğretmenlerin cenaze törenine MHP ve Ülkü Ocaklarının yönlendirdiği gruplar tarafından “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” sloganları atarak taş ve sopalarla saldırdılar. Kolluk kuvvetleri saldırganlara müdahale etmezken solcu ve Alevi yurttaşlara ait işyerlerine saldırdılar. Olaylarda 3 kişi ölürken çok daha fazla kişi de yaralandı. 23-24 Aralık tarihlerinde silahlı baltalı saldırganlar solcuların, Alevilerin evlerini yaktılar, ellerine geçirdiklerini kadın-çocuk demeden öldürdüler.
Özellikle Alevilerin yoğun olduğu mahalleri uzun menzilli silahlarla taradılar. Bununla da yetinmeyerek devlet hastanesine gelen yaralılara ateş açtılar. Bütün bunlar olurken kolluk kuvvetleri ve Ankara katliama seyirci kaldı. Demirel, katliamın ardından, ülkücülerin vahşi saldırıları tüm vahşetiyle basına yansımasına rağmen; “Bana ‘sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” diyecekti. Dönemin önde gelen sağcı gazetelerinden Tercüman’da ise hamile kadınların çocuklarıyla birlikte öldürülüşünün belgelendiği katliamlar “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı” olarak nitelenecekti. Olayın ardından 17 Ocak 1979 yılında hazırlanan MİT raporunda da ülkücülerin örgütlediği açıkça belirtiliyordu; Olaylar, ülkücülerin olaylardan 2-3 hafta önce MHP Kahramanmaraş il örgütünde MHP K. Maraş yöneticileri ile Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) mensuplarının katılması ile yapılan bir toplantıda planlanmıştır. Toplantıya ÜGD Genel Merkezi’nden bir yetkili de katılmıştır. (Büyük ihtimalle Sefa Şevkat Çetin) Toplantıda K. Maraş’taki Aleviler’in ve bunları destekleyen sol grubun son zamanlarda ülkücü ve Sünniler üzerindeki baskılarını artırdıkları gerekçesiyle, bunlara bir ders vermenin zamanı geldiği belirtilerek, ilk önce sol gruba mensup Alevilerin meskûn bulunduğu mahallelerde, ileri gelenlerin adresleri tespit edilmiş daha sonra tespit edilen adreslere eylem yapacak şahıslar belirlenmiştir. Daha önce Malatya ve Sivas’ta sahneye konularak provası yapılmış, tecrübe kazanılmış bu katliamda mahkeme tutanaklarında görüldüğü şekliyle katliamdan önce saldırılacak evlerin MHP’liler tarafından işaretlenmesi, hangi evde ne kadar silah olduğunun araştırılması, katliam için çevre illerden, ilçelerden insan getirilmesi örgütlü bir hazırlığın göstergesi. Keza saldırıdan günler önce 26 saldırganın, Piyango Bayi görünümü ile şehre getirildiği ortaya çıkmıştı.
Kontrgerilla kitaplarında yazıldığı biçimiyle o günkü Türkiye’de MHP’li faşistler eliyle yaratmak istedikleri ortama hizmet ettiğinin kanıtı, katliamın siyaseti nasıl dönüştürdüğü oldu. CHP’nin tek parti iktidarına geldiği 1978 yılında başlatılan tüm bu olaylar, askerin iktidara ortak olduğu sıkıyönetimle sonuçlandı ve egemen sınıfların istediği askerî darbeye gidin sürecin önemli bir halkası oldu.
***
DEVRİMCİLERİN ÖNLEDİĞİ KATLİAM: ÇORUM
1979 yılının sonuna gelindiğinde Türkiye’de Amerika’nın, CİA ve Kont-gerilla örgütlerinin yaratmak istediği ortam yaratılmıştı. Bu ortamı yaratmak için uzun süre faşist terör cinayet ve katliamlarla uygulanmış iş savaş politikaları toplumu istenen psikolojik koşullara sürüklemişti.
Çorum katliamı bu anlamda resmî-sivil faşist güçlerin devlet eliyle yukarıdan organize edildiği en çarpıcı örneklerden biridir. 1980 yılının başlarında Çorum’da sırasıyla emniyet müdürü, Milli Eğitim müdürü ve vali ya doğrudan MHP’li ya da AP’ye ve MHP’ye yakın isimlerle değiştirilmiş, şehirde görev yapan ve ülkücü çetelerle ilişkisi bulunmayan kırka yakın emniyet mensubu başka şehirlere tayin edilmiştir. Katliamın ne kadar kapsamlı planlandığının en önemli örneklerinden biri, kanlı provokasyondan henüz aylar önce devlet bürokrasisinde, bu türden bir saldırıya yön verecek ve destekleyecek kadroların bu şekilde atanmasıdır.
1980 Mayıs ayında, 19 Mayıs gösterilerinde görev alan kız öğrencilerin giyimi üzerinden bir provokasyon denenmiş, İslamcı Gençlik imzası ile halka dağıtılan bildiride cihat çağrısı yapılmıştı.
Ne var ki Maraş’ta “Süngüyle ana karnında çocuk çıkaran” ülkücü katiller, bu provokasyondan istediklerini alamamıştı. Ancak, yalnızca on gün sonra, hükümetteki MHP’li bakan Gün Sazak’ın ölümü bahane edilerek, Çorum’daki provokasyonlar yeni bir motivasyon kazandı.
Sazak’ın öldürülmesinden henüz bir gün sonra, 28 Mayıs 1980’de kalabalık bir faşist grup “Kana kan İntikam”, “Zafer İslam’ın” sloganlarıyla kent merkezinde Alevilere ait işyerlerini yakmaya girişti. Askerin etkisiz müdahalesi, saldırıları durdurmayınca, çevre illerden faşistler desteğe geldi, yolları kapatarak Çorum’da Alevilere ve devrimcilere saldırılara devam etti. Devrimciler, örgütlü oldukları mahallelerde barikatlar kurarak direnişe geçince, Çorum’un yeni valisi sokağa çıkma yasağı ilan ederek, askerden barikatları kaldırmasını ister. Ancak faşistlerin saldırılarına karşın kurulan barikatları, halk kaldırmamakta direnir. Nitekim bir mahallede barikatı aşan faşistler arabayla daldıkları bütün bir sokağı tararlar.
“BARİKATLARI YIKARSANIZ BU İŞ BİTER”
Devrimcilerin örgütlediği mahalle komitelerinin bir ürünü olan barikatlar, Çorum’daki faşist saldırıların Maraş’a benzer bir katliama dönüşmemiş olmasının yegâne sebebidir. Nitekim, kentte güvenliği sağlamakla görevlendirilen ve nispeten tarafsız bir tutum izleyen tugay komutanı Şahabettin Esengün, yıllar sonra Nokta dergisine yaptığı bir açıklamada, “Bir sağ partiye mensup milletvekili bana barikatları yararsınız, bertaraf edersiniz, bu iş de burada biter” diyerek devrimcilerin kurduğu barikatları yarması için baskı yaptıklarını açıklamıştır.
Devrimcilerin halkla birlikte kurduğu mahalle komitelerinin aktif direnişi, Mayıs-Haziran aylarında kontrgerillanın planladığı gibi bir katliama izin vermediği gibi, giderek de hükümet tarafında rahatsızlık yaratmaya başlamıştı. İçişleri Bakan Vekili Orhan Eren ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun Çorum’a geldiklerinde, barikatların kaldırılması için tanklarla Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü mahallesine girilmesini teklif etmiş, CHP’li milletvekillerinin araya girilmesi ile konuyu diyalogla çözmeye gidilmişti.
Sonuçta, bir komite oluşturularak Milönü’nde barikat kuran halkla görüşülmüş, can güvenlikleri için güvence verilmesi sonucu barikatlar kaldırılmıştır. Ancak verilen sözler 1 ay bile tutulmamıştır.
Barikatların kaldırılmasının ardından MHP’liler yeniden saldırı hazırlığına girişirler. AP ve CHP’li Çorum İl Başkanları Vali ile görüşerek MHP’lilerin saldırı hazırlıklarına karşı uyarıda bulunur.
Nitekim 1 Temmuz günü faşistler yeniden saldırıya geçer. Silahlı ülkücülerin, CHP’li ve sol görüşlü yurttaşların evlerine yaptıkları saldırılar sonucu 4 yurttaş hayatını kaybeder, çatışmalar yeniden kent geneline yayılır.
Mayıs ayındaki provokasyon ve saldırılardan hazırlıklı olan halk, yeniden barikatları kurar. 2-3 Temmuz günleri saldırmaya devam eden faşistler, 50’den fazla işyerini tahrip eder ve 8 kişiyi yaralar. Vali sokağa çıkma yasağı ilan eder. Ancak yasak tek taraflı uygulanır, uymayan devrimciler gözaltına alınırken, faşistler serbestçe saldırılarına devam eder. Devlet desteğinin bu kez çok daha açık olduğu saldırıların ilk üç gününde direncin kırılamaması ve bir katliama dönüşememesi sonucunda ise 4 Temmuz’da bilindik provokasyona başvurulacaktı:
“Aleviler cami bombaladı.”
4 Temmuz Cuma günü valilik, tüm uyarılara karşın sokağa çıkma yasağını kaldırır. Maraş’ta da olayların cuma namazı üzerine alevlendiğinin bilincindeki belediye başkanı Kılıçoğlu, şehre giren MHP’lilerdeki artıştan ve aralarındaki “Cumayı bekleyin” şifreli konuşmalarını valiye aktarır. Ancak vali bildiğini okur ve adeta katliamın önünde engel kalmaması için sokağa çıkma yasağını kaldırır. Bunun üzerine ülkücüler, Cuma namazı çıkışlarına giderek “Aleviler Alaaddin Camiini bombaladı” yalanıyla halkı galeyana getirmeye çalışır. Böylece önceki günlerden daha büyük bir kalabalık toplayarak halkın direncini kırmak isteyen faşistler ise isteklerine ulaşamaz. Camiye yaklaştıkça herhangi bir yangının olmadığını görüp provokasyonun farkına varan yurttaşlar kalabalıktan dağılır. Ancak mayıs ayındaki saldırılardan beri çevre illerden de gelen desteklerle şehirde örgütlü oldukları bölgelerde uzun süredir hazırlıktadır. 4 Temmuz günü
Çorum’da olan gazeteci Saygı Öztürk; o gün silahlı ülkücü çetelerin katliam hazırlığına dair tanıklığını şu şekilde hatırlıyor: “Çorum Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesi belli bir grubun üssü olarak kullanılıyor. Silahlar buraya sokuluyor, bodrum katında işkenceler yapılıyor.”
Faşistler, barikatları aşamasa da tuttukları sokaklarda buldukları Alevi yurttaşları kaçırarak işkence yapıyor ve öldürüyordu. Apartman çatılarında mevzilenen uzun namlulu silahlarla ev ve işyerlerine ateş açıyorlardı. Tüm bunlar olurken, polis ise faşistlerle birlikte halka saldırıyor, Alevi yurttaşların evlerini kurşunluyordu.
4 Temmuz günü yaşanan saldırıların ardından valilik yeniden sokağa çıkma yasağı ilan ederken, İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı helikopterle şehre geldi. Sokağa çıkma yasağının ardından asker hem barikatları hem de faşistlerin tuttukları mevzileri dağıtma yoluna girdi.
Ülkücü çetelerin, polisin panzerlerle verdiği desteğe rağmen halkın direnişini kıramayışı sonucu istenen başarılamamış, ancak yine de olayların sonucunda 57 yurttaş hayatını kaybetmişti. Çorum’da istediğini alamayan ülkücüler, tüm ülke çapında kan kusturmaya başlar; Ankara, Manisa, Eskişehir, Bursa, Adana, Sakarya, İzmir, Çorum, Merzifon, Artvin, Kars, Diyarbakır, Kütahya, Trabzon, Sivas, Kırşehir Ordu, Samsun’ da öldürme, bombalama olayları gerçekleşir. 1978 yılından 1980’e kadar tüm Türkiye genelinde başta mezhepçi katliamlar, aydınlara yönelik saldırılarla birlikte, kontrgerillanın darbe için gerekli koşulları kanla hazırladığı karanlık bir evreye girilir.
***
’90’LARDAN BUGÜNE PROVOKASYON VE KATLİAMLAR
12 Eylül koşullarını hazırlayan dinci-gerici provokasyon ve katliamlar, darbe koşullarının zayıfladığı, devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin yeniden filizlenmeye başladığı ’90’larda yeniden devreye sokuldu. 12 Eylül sonrasındaki tüm katliam, işkence, yasak ve yapısal dönüşümlere rağmen, ’80’ler sonunda referandumla siyaset yasaklarının kaldırılması, SHP’nin zaferi, yeniden yükselen öğrenci hareketleri ve ’89 İşçi Baharı, başka bir ülke mücadelesinin silinemeyeceğinin kanıtı oldu. Tam da bu sebeple, başta ’70’lerin ülkücü çeteleri gibi kontrgerilla aygıtlarıyla yeni bir karanlık dönemin önü açıldı. Neoliberal sistemle, emperyalizmle çelişkili sol, Kemalist aydınlar katliamların hedefi oldu, Madımak’ta 35 insanımız, Maraş ve Çorum’daki aynı taktik ve provokasyonlarla, ülkücü-İslamcı çeteler eliyle katledildi.
7 Mart 1990’da gazeteci Çetin Emeç, arabasında kurşunlanarak katledildi. Saldırıyı Türk-İslam Tugayları isimli örgüt üstlendi. 4 Eylül 1990’da İslam’ın kökenine dair araştırmaları sebebiyle hedef alınan yazar Turan Dursun, evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını kaybetti. Bu saldırıyı da İslami Hareket Örgütü üstlendi. 6 Ekim 1990’da İslamcı örgütlenmelerin hedef gösterdiği Bahriye Üçok, evine gönderilen bombalı paketle katledildi. İslami Hareket Örgütü, “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” Üçok’u “cezalandırdıklarını” açıkladı.
Sayısız aydının, gazetecinin, Alevi ve devrimci kesimlerin hedef aldığı bu karanlığın sonucu, toplumun muhafazakâr-laik kesişiminde bölünmesi, İslamcı çetelerin siyasal meşruiyet kazanması, sistem muhalifi sol aydınların tasfiyesi, nihayetinde de ’80’ler sonunda başlayan toplumsal muhalefetin sokaktan çekilmesi oldu. Tüm bu müdahaleler, sonucunda bugün içinde yaşadığımız karanlığa zemin oluşturdu. Geçtiğimiz 23 yılda da aynı mezhepçi saldırganlık farklı biçimlerde kendisini göstermeye devam ediyor. Yapılması gereken, bu toplumun Alevi-Sünni, Türk-Kürt tüm kesimleriyle birleşen, bütüncül bir halk muhalefetini yaratabilmek.
***
Başaramazsınız
CHP’li belediyelere yönelik son operasyonlar rejimin “seçimsiz ve muhalefetsiz Türkiye” hedefinde yeni bir basamak oldu. Saray’ın yargı sopasıyla giriştiği hamleyi milyonların iradesi savuracak.
Seçimsiz, sandıksız, muhalefetsiz bir rejim inşa etmeye çalışan iktidar yol temizliğine devam ediyor.
19 Mart darbesinden bu yana baskıyı her geçen gün artıran, muhalif kanallara ceza yağdıran, gazetecileri cezaevine tıkan, belediye başkanlarını tutuklayan, muhalefeti yargı sopasıyla susturmaya çalışan rejimin son olarak CHP’li Antalya, Adana ve Adıyaman belediye başkanlarını hedef alması kurmak istediği rejim yolunda bir basamak.
Bir elinde çözüm süreci tartışmalarıyla havuç, diğer elinde ise yargı sopası tutan iktidar ancak baskıyı artırarak iktidarda kalabileceğini düşünüyor. CHP’yi baş düşman kategorisine oturtan rejim, sandıkta kaybettiğini operasyonlarla çökerek geri kazanmayı hedefliyor.

Son operasyonlar, Saray yönetiminin iktidarda kalmak için ülkeyi ateşe atmaktan bir adım bile geri durmayacağını gösteriyor. 19 Mart darbesiyle hızlanan rejim inşasının karşısındaki en büyük engel ise ayağa kalkan toplumsal muhalefet oldu. Saraçhane Maltepe’ye, Yozgat’tan Konya’ya, Bayburt’tan Amasya’ya ülkenin dört bir yanında geçekleşen mitingler, 19 Mart günü barikatı aşarak ülkeyi ayağa kaldıran üniversiteliler, öğretmenlerine sahip çıkan liseliler, geçinemiyoruz diyerek sokakları dolduran emekçiler, emekliler ve işsizler rejime karşı ortak bir mücadele imkanı yakaladı.
İktidarın zayıf karnını gören muhalefet güçleri seslerini daha yüksek çıkardıkça rejim devletin tüm imkanlarıyla daha hücum etti. Saray yönetiminin tüm baskılarına rağmen üzerinden ölü toprağını atan iktidarın kurumsal bir rejim inşa etmesine izin vermeyecek.
***
BU DÜZENE ASLA BOYUN EĞMEYİZ
CHP, bu hafta Amasya’daki “millet iradesine sahip çıkıyor” mitingini iptal etmezken muhalefetten yapılan açıklamalarda da "Millet iradesine darbe vuran bu kirli düzene asla boyun eğmeyeceğiz" denildi.
Saray yönetiminin operasyonuna gelen tepkiler şöyle:
SOL Parti: Zorbalıklarınız Sökmeyecek Göreceksiniz! Baskı ve yasaklar, zorbalık ve yalanlar, sokağa salınan yobazlar… Azınlıkta kalan ve çökmeye mahkum tek adam rejimi ayakta kalabilmek için her yolu deniyor. Bu yolla ülkemiz muhalefetsiz ve seçimsiz bir totaliterizme sürüklenmek isteniyor. Başaramayacaklar! Bu zorbalıklara karşı her alanda dayanışma ve birliğimizi büyüteceğiz!
EMEP: Ssaray rejiminin durdurulması, birleşik bir gücün ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Gün küçük hesaplarla hareket etme günü değil, güçleri birleştirme, bağımsız, demokratik, laik, hakların eşit koşullarda bir arada yaşayacağı bir ülkeyi hep birlikte kurma günüdür.
TKH: Belediye başkanlarının gözaltına alınması, mevcut rejimin neden istibdat rejimi olduğunu yeterince açıklamaktadır. Ana muhalefet partisine yönelik yürütülen bu operasyonlar, hukuk kılıfı altında siyasi birer operasyondan başka bir şey değildir.
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz: “Sandıkta kaybedileni demokrasi dışı yollarla gasp etmeye çalışmak, halkın seçtiği belediye başkanlarını hedef almak, muhalefetsiz, seçimsiz bir rejim yaratmaya çalışmak ülkemiz demokrasisi adına utanç vericidir.”
Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer: "Oyunu aldığı halkına hizmet eden; her biri şehirlerine ve ülkesine hizmet aşkıyla hareket eden Belediye Başkanımız gözaltına alındı. Operasyonlar yalnızca CHP’li belediyelere yöneliyorsa ortada hukuk değil, siyasi hesap vardır.”
DEM Parti: DEM Parti Merkez Yürütme Kurulu’ndan yapılan açıklamada, CHP’li 3 belediye başkanının gözaltına alınmasına ‘çözüm süreci’ne vurgu yapılarak tepki gösterildi. "Bir kez daha belirtiyoruz ki, hukuksuzlukları derinleştirerek en büyük zarar toplumsal barış umuduna verilmektedir" denildi.
İYİ Parti Lideri Müsavat Dervişoğlu: "Siyasi yoruma gerek yok; patron çıldırdı" diye konuştu. İYİ Parti Grup Başkanvekili Buğra Kavuncu ise "Karşımızda kontrolden çıkmış bir iktidar yönetimi var" dedi.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş: “Hukukun siyasete göre eğilip büküldüğü, adaletin bir kesim için uygulanıp bir kesim için görmezden gelindiği bir düzende kimse bizden hukuk devletine güvenmemizi beklemesin. Hukuk ya herkes için vardır ya da hiç kimse için yoktur!
Türkiye Barolar Birliği: AYM’nin seçilmiş kişilere yönelik gözaltı ve tutuklama gibi özgürlüğü sınırlayan tedbirlerin yalnızca zorunlu ve istisnai durumlarda uygulanabileceğini vurguladığını aktararak, “hukuk devleti ve demokratik rekabet ilkeleri açısından ciddi sorunlar doğurmaktadır” açıklamasını yaptı.
***
Muhalefet ne yapmalı?-İlhan Cihaner-
Erdoğan ve medyasının “yapan kendileri, şikâyet eden kendileri!” iddiasını ise raflarda bekletilen Sayıştay raporları, CHP’li belediyelerin ve milletvekillerinin yüzlerce suç duyurularına karşı soruşturma bile açılmaması, soruşturmalara iktidarca izin verilmemesi boşa çıkarıyor.
İktidarın ucube baskı rejimini süreklileştirme ve Erdoğan sonrasını garantiye almak için “seçimsizleştirmeden” sonra, muhalefeti yönetmez ve “kirli” gösterme hamleleri yargı eliyle vahşi bir şekilde devam ediyor. HDP’li Belediyelere dönük kayyım uygulamaları ve Haziran 2015 genel seçimlerinin tanınmamasıyla başlayan sürecin buraya evrilmesi kaçınılmazdı. Başlangıçta güçlü bir direnç ve tepki oluşturul(a)madığı için, her konumdaki muhalifin adeta gözaltı sırasını beklediği günler yaşanır hale gelindi.
Öncelikle artık gündemi tamamen ele geçiren belediye operasyonlarının son zamanlarda iktidar aparatı gazetecilerin telaffuz etmeye başladıkları gibi, “kamu zararını engellemeye dönük topyekûn bir temiz toplum arayışı” olmadığı çok açık. Bu tespiti basitçe “niye AKP’li belediyelere operasyon yapılmıyor?” sorusu üzerinden yapmıyorum. Geçiş garantili otoyollar, yap-işlet-devret karadelikleri, Sayıştayın AKP’li Belediyelere dönük milyarlarca liralık yolsuzluk tespitleri, iktidara ilişik vakıflara akıtılan milyarlar, davet usulü devasa ballı ihaleler, vahşi madencilik projeleri gibi somut “hırsızlıklar” üzerinden söylüyorum. Erdoğan ve medyasının “yapan kendileri, şikâyet eden kendileri!” iddiasını ise raflarda bekletilen Sayıştay raporları, CHP’li belediyelerin ve milletvekillerinin yüzlerce suç duyurularına karşı soruşturma bile açılmaması, soruşturmalara iktidarca izin verilmemesi boşa çıkarıyor. Özetle Belediyelere dönük yaşananların ana motivasyonu temiz toplum arayışı değildir. Amaç; halkla buluşma işaretleri veren muhalefeti yönetemez, kirli göstermek ve belediye gündemi ile meşgul olup siyaset yapamaz hale getirmek. Yaşananların CHP içerisinde yaratacağı tartışma ise işin “bonusu”!
İktidar en zayıf olduğu ve eskisi gibi rıza üretemez hale geldiği dönemde 3-5 hâkim/savcı ve itirafçı eliyle muhtemelen en “konforlu” günlerini yaşıyor!
Peki, ne yapmalı? Öncelikle iktidarın başlangıçtan beri en zayıf yönü kamu zararına, yolsuzluklara yol açan pratiklerini bıkmadan usanmadan anlatıp, topyekûn bir temiz toplum talebini halka mal etmeye çalışmak gerekir. Bu talep yükselirse bir aşamada yargı da harekete geçmek zorunda kalacaktır.
AKP ile başlayan Belediyelerin neoliberalleşmesi ve yağmaya açık hale getirilmesi karşısında tüm CHP’li belediyelerin şirketler aracılığı ile iş görmesi pratiğinin karşısına yeni halkçı ve kamusal işlerin doğrudan belediyeler aracılığı ile görüleceği bir model oluşturulmalı.
Liyakat ya da eşit davranıyoruz adı altında geçmişten gelen kirli kadroların ve kirli müteahhitlerin belediyelere musallat olmasının önüne geçilmesi için önlemler alınmalı.
İç denetim etkin ve sürekli hale getirilerek hataların önüne geçilecek bir model oluşturulmalı.
Belediyelerin yaptığı halkçı ve kamucu pratiklerin geniş kesimlere anlatılmasına daha fazla gayret gösterilmeli. Soruşturmalardaki hukuksuzlukların düzenli olarak ve en etkin şekilde halka ulaştırılmasının yolları bulunmalı.
Devasa bütçelerin söz konusu olduğu belediyelerimizde hukuksuzluklara bulaşanların olabileceği, sistemin bunu üretmeye alan açtığı düşünülerek böyle kadroların tasfiyesi konusunda çekingen davranılmamalı.
En önemlisi de iktidarın yapmak istediğinin bu operasyonlar eliyle ülkede siyaseti yasaklamak ve seçimi kıymet-i harbiyeden düşürmek, başta CHP olmak üzere iç gerilimleri kaşımak olduğunu gözeterek temel meselelere ilişkin siyaset yapmaktan vazgeçmemek. Yaşananların açık bir darbe pratiği olduğunu görüp radikal adımlar atmaktan geri durmamak gerek. Parti içi yoldaşlık hukukunu inşa edecek adımlar atılmalıdır.
/././
Demokrasiye inanç zayıflıyor!-Gözde Bedeloğlu-
İktidar otoriterleşiyor mu yoksa demokrasinin ileri versiyonunda mıyız? Yıllar, bu soruyla geçti. 2013’te, toplumsal muhalefet güçlü bir şekilde cevabını verdi. Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine topçu kışlası ve alışveriş merkezi yapılmasına karşı itiraz, otoriterleşmeye yönelik bir ‘hayır’ ile birleşti. Bunun ülke ekonomisini hedef alan ve seçilmiş hükümeti devirmeye yönelik bir ‘kalkışma’ olduğunu savunan AKP, bugün halkı açlığa sürükleyen ekonomik kararların ateşi harlanmasın diye, ana muhalefet partisi CHP’nin seçilmiş eski ve yeni belediye başkanlarına hafta sonu tarifesi uyguluyor. Önden mutlaka ‘bağımsız’ olduğunu vurgulamak zorunda kaldıkları yargı kararlarıyla ve halkı ikna etmek gibi bir çabaya da ihtiyaç duyulmadan, gözaltılar yapılıyor.
***
Türkiye ile ilgili ‘Otoriterleşiyor mu’ içerikli haber ve yorumların yayınlandığı AB medyası ise bugünlerde üye ülkelerdeki otoriterleşmeyi tartışmakla meşgul. Evrensel’den Yücel Özdemir’in haberine göre, Brüksel’de gerçekleştirilen liderler zirvesinde AB ülkeleri İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısına tam destek verirken, İsrail’in Gazze’de Filistin halkına yönelik işlediği soykırım konusunda yine açık, ortak bir tutum alamadı. İspanya, İrlanda, Belçika ve Portekiz gibi ülkeler İsrail’in uluslararası hukuku ihlal eden suçlar işlediği gerekçesiyle işbirliği anlaşamalarının iptalini istedi ancak öneri Avusturya ve Almanya tarafından veto edildi. Diğer yandan savaşla kaynayan hemen hemen her coğrafyada kepçesi olan AB ülkeleri, aşırı sağcı Giorgia Meloni öncülüğünde mülteci politikalarında daha da sertleşilmesi gerektiğini tartışıyor.
***
Londra merkezli Economist Intelligence Unit’in 167 ülke ve bölgedeki siyasi durumu değerlendirdiği 2024 Demokrasi Endeksi raporuna göre demokratik değerlere yönelik desteğin yüksek kalmasına rağmen, küresel çapta demokrasinin pratikteki işleyişine dair memnuniyetsizliğin arttığı belirtiliyor. Kusurlu demokrasiler arasında ABD var. Başkan Donald Trump, NewYork belediye seçimlerini kazanacağı öngörülen Demokrat Parti adayı Zohran Mamdani’yi, göçmenlere yönelik uygulamaları engellemesi halinde ‘sınır dışı edeceğini’ söyledi. Kusurlu demokrasilerden biri de İtalya. Lider Meloni, göçmenlerin gelişini engellemek için denizden abluka öneriyor.
***
Türkiye ise ‘hibrit rejim’ olarak kategorize ediliyor. Hibrit rejimler, düzenli seçim hileleri yapılan, adil yönetilmeyen ve özgür olmaları engellenen ulusların maruz kaldıkları rejimler olarak tarif ediliyor. Muhalefet üzerinde baskı uygulanıyor, yaygın yolsuzluk görülüyor, medyaya ağır sansür uygulanıyor, yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılıyor. Türkiye geçen yıla kadar hem seçimlerin yapıldığı hem de siyasi baskının el yükseltilerek devam ettiği ‘hibrit rejim’ kategorisindeydi. 2025 yılının mart ayında, Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görülen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan süreç bugün diğer CHP’li belediye ve başkanlarına yöneldi. Türkiye bunu HDP ve DEM partili belediyelerde çokça deneyimlemişti. Ama o zaman ‘düşman’ ana muhalefete uzaktı. Yakınlaşmasında, toplumsal muhalefetin bir araya gelememiş olmasının katkısı büyük.
***
2025 yılı, Türkiye’nin hibrit rejimden otoriterliğe geçiş yılı olarak ilan edilecek mi göreceğiz. Ancak 19 Mart sonrası, sokakta sesini yükselten toplumsal muhalefet AB ülkelerinin de ilgisini çekmiş ve dünyayı tehdit eden otoriterleşmeye karşı yükselecek yeni dalganın Türkiye’den çıkıp çıkmayacağı konuşulmaya başlanmıştı. Konunun, Türkiye otoriterleşiyor mu sorusundan, Türkiye demokrasi için umut olabilir mi tartışmasına evrilmesi, önce sokakta ses yükselten toplumsal muhalefet ve bu itiraza öncülük eden siyasi muhalefetle mümkün oldu. Bugün ‘tam demokrasiler’ listesindeki Almanya, İsrail’e karşı tek kaşını bile kaldıramıyor.
***
diken.com.tr'nin yer verdiği The Guardian’ın araştırma haberine göre Avrupalı gençlerin çoğu demokrasiye inancını kaybediyor. Gençlerin yüzde 48’i ülkelerindeki demokratik sistemin yitmekte olduğundan endişeli. Beş gençten biri, yani yüzde 21’i belirli koşullar altında otoriter yönetimi savunabileceğini söylüyor. “Böyle bir şey olabilir mi ya” diye diye uykuda geçirilen sürede evet böyle şeyler oldu ve sadece Türkiye’de değil, ‘beşiği’ sayılan batıda da demokrasi tık nefes kalmış debeleniyor. Belki de dünyanın yeni mücadelesi, ‘demokrasiymiş’ gibi görünenle oyalanmaktan vazgeçip artık gerçek bir demokrasinin inşası için olmalıdır.
/././
Yöndeşme…-Attila Aşut-
1980 öncesindeki Türk Dil Kurumu’nun iyi çalışan bilimsel yarkurulları vardı. O kurullarda görev alan dilbilimciler, yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulur; çeşitli uğraş alanları ve meslekler için terim sözlükleri hazırlarlardı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra özerk yapısı kaldırılan TDK sıradan bir devlet dairesine dönüştürülünce ortada ne dil özleşmesi ne terim çalışması kaldı. Darbe öncesinde yayımlanan terim sözlüklerinin güncellenmiş yeni basımları da yapılmadı. Resmi TDK’ye seçenek olarak 1987 yılında kurulan Dil Derneği de bu konuda önemli bir varlık gösteremedi. Türkçemiz o yüzden yıllardır yetkin ve etkin bir kurumun gözetim ve koruyuculuğundan yoksun olarak yol almaya çalışıyor…
* * *
Geçenlerde okuduğum bir makalede “yöndeşme” sözcüğü geçiyordu. İlk kez karşılaşıyordum bu sözcükle. Anlamını yaklaşık olarak kestirebilsem de tam ve doğru tanımını öğrenmek için TDK’nin bilgisunardaki Güncel Türkçe Sözlük’üne baktım. Orada yer verilmemişti bu sözcüğe. Öz Türkçe sözcüklere sıcak bakmadığını bildiğim bir kurumun sözlüğüne “yöndeşme”nin girmemiş olmasına çok da şaşırmadım. Daha sonra büyük bir umutla Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’üne göz attım. Aa, orada da yokmuş! Akademik ortamda kullanılan bir sözcüğün, Dil Derneği’nin sözlüğünde olmamasını doğrusu yadırgadım.
Demek ki bu kurumlar, değişik çevrelerdeki dilsel gelişmeleri izlemiyorlar. Öyle olmasaydı, bu güzel sözcüğü çoktan katmışlardı güncel sözlüklerine…
* * *
“Yön” sözcüğünden türetilen “yöndeşme”, eş yönde, aynı yönde karşılıklı ilerleme durumunu anlatıyor. Daha çok iletişim alanında kullanılan bir kavram. İletişim teknolojilerine ilişkin altyapıların bir araya gelmesi, medya içeriklerinin birbirine yakınlaşması ve sektörler arası geçişgenliğin kolaylaşması sürecini tanımlıyor. Ayrı konumlarda olmalarına karşın aynı amaca hizmet eden ya da aynı yöntemleri kullanan çok işlevli yapılardan söz ediyoruz. Belirli üretim araçlarına sahip firmaların aynı araçlarla başka sektörlerde de hizmet verebilmesi bu kavramla açıklanıyor. Sözgelimi temel işlevi ses iletmek olan cep telefonunun; işletim sistemi, kamera ve veri bağlantısı özelliklerine sahip olarak o sistemin özelliğini kendi yapısıyla bütünleştirmesi, “yöndeşme” sürecini oluşturuyor. Bunun gibi, gazete ve televizyon kanallarının işlevleri farklı olmasına karşın her ikisi de haberleşmeyi sağladığı için aralarında “yöndeşme” ilişkisi bulunuyor. Daha da somutlarsak şöyle diyebiliriz: Eskiden telefon yalnızca uzaktan konuşma aracı iken iletişim teknolojisinin olağanüstü gelişmesi sonucunda bugün aynı aygıtla birçok işi bir arada yapabiliyoruz. İşte “yöndeşme” dediğimiz teknolojik olay budur…
Bütün bu açıklamalardan sonra “yöndeşme”nin, Türkçe Sözlük’te hak ettiği yeri almasını bekliyoruz.
* * *
NEDEN “TRİYAJ ODASI”?
Yukarıdaki fotoğraf, İnegöl Devlet Hastanesi’nin Acil Servisi’nden. Levhadaki “Triyaj” sözcüğü bir okurumuzun dikkatini çekmiş. Biraz da öfkeli olarak soruyor:
“Bu levha neden Türkçe değil? Hastaneye her kesimden, her eğitim düzeyinden insan gidiyor. Herkesin anlayabilmesi için bu sözcüğün Türkçe karşılığı yazılsa daha iyi olmaz mı?”
“Triyaj”, Fransızca kökenli bir sözcük. “Seçme, ayırma, ayrıştırma, sıraya koyma, sınıflandırama, öncelik belirleme” gibi anlamları var. Ama nedense Türkçe Sözlük’te yer almamış. Oysa özellikle tıp literatüründe çok sık kullanılıyor. Sağlık kuruluşlarına giden okurlarımız hemen her hastanede görmüştür bu levhayı. Türkçe Sözlük’e girmediği için sözcüğün yazımında da birlik sağlanabilmiş değil. Kimi yerde “triaj” yazıyor, kimi yerde “triyaj”. Fransızca özgün yazılışı “triage” olduğuna göre Türkçe okunuşunun “triyaj” olması gerekir.
Vikipedi’ye göre “triyaj”, savaşta ve acil servislerde tıbbî müdahale önceliklerini belirleme sistemi anlamına geliyor. Bu öncelikler, hastanın yaşama şansı ve sağlık durumunun ivediliği dikkate alınarak belirlenir. Bu birimlerde çalışanlar, yoğun bakım üniteleri gibi sıkıntı çekilen yerlere öncelikle kimin yerleştirileceğine karar verir.
Sanıyorum çokanlamlı bir sözcük olduğu için sağlık kurumlarında Türkçe karşılıklarından biri yerine “triyaj” kavramı yeğleniyor. Ama tıp dilinde öyle çok yabancı sözcük var ki her birini Türkçeleştirmeye ömür yetmez!
* * *
Bu arada değinmeden geçmeyeyim: Bizim mesleğimizin de yabancısı olmadığı bir sözcüktür “triyaj”. Çünkü özellikle gazetelerin yazı işleri masalarında çok kullanılan bir jargondur. Ajanslardan sürekli akan haberleri konularına göre ayırıp sıraya koyma işine bu ad verildiğini bilir gazeteci arkadaşlarımız…
Yani sağlık kurumlarındaki “triyaj odası”nın işlevini görür gazetelerdeki “triyaj masası”…
/././
İhtiyaçtan satılık nükleer santral -Özgür Gürbüz-
Rusya, yapımı geciken Akkuyu Nükleer Santralı’ndaki hisselerinin yüzde 49’unu yeniden satışa çıkardı. Rusya’nın hisse devriyle ilgili ilk haberleri yanlış hatırlamıyorsam 2016 yılında okumuştuk. 2018’de Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat’tan oluşan üçlü bir konsorsiyumun adı gündeme gelmiş ancak satış işlemi gerçekleşmemişti. Meblağ o zaman da büyüktü şimdi daha da büyük. Satış fikri ise bu defa yazımın sonunda dikkat çektiğim olasılıktan dolayı daha riskli.Haberlerde 4800 MW büyüklüğündeki Akkuyu’nun değeri 25 milyar dolar olarak belirtiliyor, yarısına yakınını almak isteyenlerin bu durumda 12 milyar doları gözden çıkarması gerek. Rus şirketin eski açıklamalarına dayanan bu tahminlerin yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Amerikan Enerji Bilgi Dairesi’nin verileriyle, bugünkü fiyatlardan hesaplarsak, Akkuyu ölçeğinde bir nükleer santralın yapım maliyeti 37 milyar doları bulabilir. Rusya kaça satar, finansal sıkıntısı ne kadar büyük; bilmiyoruz.
Neden sadece yüzde 49? Uluslararası anlaşma gereği çoğunluk hissenin Rusya’nın elinde kalma şartı var, o yüzden Rusya daha fazla hisse satamaz. Bu yüzden de işin stratejik boyutu değişmez. Akkuyu kapatılana kadar hep Rusya’nın elinde kalacak. Zaten Rusya çekilse, başka bir firmanın onların ürettiği reaktöre uygun yakıt üretmesi yıllar sürebilir. Bağımlılık hisse devri olsa da baki.
Akkuyu’nun ilk ünitesinin elektrik üretiminin 2026 yılına kaldığını da bu haberle birlikte Akkuyu Nükleer A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Başkanı Anton Dedusenko’dan öğrendik. Ne gariptir ki iki ay önce AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan aksini söylemiş, yıl sonunda elektrik üretimi vadetmişti. Dedusenko ise “yıl sonuna kadar şebekeye elektrik vermeye gerekli sistemlerin hazır olacağına eminim” diyor. İşin garibi, Bloomberg.com’daki haberden 6,5 saat sonra Anadolu Ajansı’nın geçtiği haberde ise Dedusenko’nun, “her şey takvime göre ilerliyor” açıklamasıyla adeta ortalık yatıştırılmaya çalışılmış. Gecikmeden bahsedilmemiş.
Gecikme neden önemli? Elektrik üretimi başlarsa Rusya’ya verilen alım garantisi de devreye girecek ve Akkuyu Nükleer bugünkü piyasa fiyatının iki katına elektrik satacak. Santral daha da gecikirse, hisseleri satın alan şirketlerin kasasına para girmesi de gecikecek ve işler sarpa saracak. Daha da gecikirse diyorum çünkü ilk reaktör yaklaşık 7,5 yıl önce yapılmaya başlandı ve aslında 2023 yılında devreye alınmalıydı.
Gelelim asıl soruya. Rusya işin meyvesini yemeye bu kadar yakınken neden hisse devrine gitmek istiyor? İlk neden Rusya’nın finansal krizi. Ukrayna savaşı ve ambargolar ülkenin gelirlerini azalttı, son bir yılda petrol ve gaz gelirleri yüzde 35 oranında azaldı. Bazı önemli parçaların santrala gelmesi engellendi. ABD ambargosu nedeniyle Rusya’nın Türkiye’ye para transferi de zorlaştı. Türkiye’ye gönderilen para transferleri engellenince gaz karşılığı ödeme seçenekleri bile devreye girdi.
İkinci neden ise uluslararası anlaşmayla ilgili belirsizlik. 8 Mayıs’taki “Rusya’nın süresi doldu” başlıklı yazımda detaylı bir açıklama yapmıştım, Rusya, söz verdiği sürede elektrik üretimine başlayamadığı için alım garantisi anlaşmasının yeniden masaya yatırılmasının yolu açıldı. Şeytanın avukatlığını yapıp, o olasılığı yazalım.
Yukarıda adları geçen malum üç şirkete veya daha fazlasına hisse devri yapıldıktan sonra Türkiye gecikmeyi neden göstererek alım garantisi anlaşmasını pazarlığa açıp, kilovatsaat başına verdiği 12,35 dolar sentlik fiyatı yükseltmeye kalkabilir. Böylece hem yeni hissedarlar hem de Rusya kısa zamanda daha fazla gelire kavuşabilir. Yıllardır santrala milyarlarca dolar para harcayan, finansla kriz yüzünden sıkışan ama cebine tek kuruş koyamayan Rusya rahatlar. Hükümet bu güzel kârın sadece Rus devlet şirketlerine gitmemesi için hisse devrini şart koşmuş, biraz da tanıdıklar kazansın demiş olabilir mi? Nükleer santraldan gelecek pahalı elektriğin, elektrik faturalarına zam olarak geleceğini ve halkının zaten yoksullukla sefalet arasında bir noktada olduğunu bildiği için herhalde böyle bir değişikliğe gitmez. Gitmez değil mi?
Komplo teorisi sevmem ve yazmam ama bu olasılık mümkün ve uyarmak zorundayım.
/././
Antalya Arkeoloji Müzesi’ne yıkım kararı
Antalya Arkeoloji Müzesi’nin yıkım kararına karşı kamuoyunda tepkiler büyüyor. Müze Çalışma Grubu’nun çağrısıyla Antalya Arkeoloji Müzesi önünde bir araya gelen yurttaşlar açıklama yaparak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yıkım kararının derhal geri çekilmesi ve müzenin restore edilerek korunması talep etti.
RESTORE EDİLMELİ
Müze Çalışma Grubu üyesi Prof. Dr. Gül Işın, “Antalya Arkeoloji Müzesi yalnızca bir bina değil; Türkiye’nin ulusal mimari yarışması sonucu inşa edilen ilk müzesi, aynı zamanda özgün mimari kimliğiyle ulusal kültürel mirasımızdır. Müzeye ‘Yılın Müzesi’ ödülü verilmişti. Yapının yıkılmasının değil, kültürel işlevlerini koruyacak şekilde restore edilmesini istiyoruz” diye konuştu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 20 Mart 2025’te aldığı yıkım kararının ardından, 5 Haziran’da taşıma ve yıkım ihalesi yapıldığı hatırlatan Işın, “Henüz itiraz süreci tamamlanmamışken müze 8 Temmuz Pazartesi günü ziyarete kapatılacak. Yıkım kararının derhal ertelenmesi ve tüm uzmanların katılımıyla, yapının geleceğinin tartışılacağı bir çalıştay düzenlenmelidir” ifadelerini kullandı.
***
Öğrenci yok akademisyen çok -Berkay Sağol-
Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’ne son 3 yılda yalnızca 8 öğrenci kaydolurken bölüme 3 farklı doçent alımı için ilan açıldı. Açılan 3 kadronun 2’sinin kişiye özel şartlarla verildiği ortaya çıktı.
Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi, 4 Temmuz’da yayımladığı ilanda Makine Mühendisliği Bölümü için 3 farklı doçent alacağını duyururken bölüme son 3 yılda yalnızca 8 öğrencinin kayıt olduğu ortaya çıktı.
Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Atlas’ta yer alan verilere göre, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği bölümünün lisans programına 2022 yılında 31 kontenjan açıldı ancak yalnızca 2 öğrenci yerleşti.
2023 yılında da bölüme kayıt olan öğrencilerin sayısında bir değişiklik olmadı. YÖK Atlas’ın verilerine göre bir önceki yılla aynı şekilde 31 kontenjanın açıldığı bölüme sadece 3 öğrenci kaydoldu. 2024 yılında ise 16 kişilik kontenjana sadece 3 kişi yerleşti. YÖK Atlas2ın bu verilerine göre bölümün lisans programına son 3 yılda yalnızca 8 öğrenci kayıt yaptırdı.
KİŞİYE ÖZEL İLAN
Üniversitenin sözkonusu bölümünde 4 profesör, 2 doçent, 12 doktor öğretim üyesi ve 1 araştırma görevlisi olmak üzere toplam 19 akademisyen görev yapıyor. Tüm bu sayılara rağmen üniversite yönetimi, Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü için 3 farklı doçent kadrosu daha açtı.
Bu 3 kadronun 2’si ise kişiye özel şartlarla bölümde görev yapan akademisyenler için açılmış durumda. Makine Mühendisliği Bölümü Enerji anabilim dalı için açılan doçent kadrosunda, “Enerji Sistemleri Mühendisliği Bilim alanında doçent unvanı almış olmak. Toryum Yakıtlı Nükleer Reaktörler konusunda çalışma yapmış olmak” şartı arandı. Şartları karşılayan S.U.’nun “Toryum yakıtlı VVER-1000 reaktöründe farklı nano soğutucu akışkanların nötronik ve termal analizi” başlıklı çalışması bulunuyor.
Makine Mühendisliği Bölümü Termodinamik anabilim dalı açılan kadro için “Makine Mühendisliği Bilim alanında doçent unvanı almış olmak. Bataryaların Termal Yönetimi ve Optimizasyonu konusunda çalışmalar yapmış olmak” şartı arandı. Şartları karşılayan O.K.’nin, “Elektrikli araç bataryalarının farklı metodlarla soğutulmasının deneysel ve sayısal analizi” başlıklı çalışması yer alıyor.
***
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder