EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Temmuz 2025-

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Cangül Örnek: “Türkiye uzun erimli bir seçimsizleştirme sürecinde”-Elif Ekin Saltık-

Siyaset Bilimci Cangül Örnek, CHP’li belediyelere yönelik operasyonları gazetemize değerlendirdi: “Türkiye seçimsizleştirme sürecinde. Bu koşulda yapılacak Anayasa 12 Eylül Anayası’ndan farksız olur.”

CHP’li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in gözaltına alınmasına tepkiler sürerken, 19 Mart’tan bu yana CHP’li belediyelere yönelik operasyonları gazetemize değerlendiren Siyaset Bilimci Prof. Dr. Cangül Örnek, Türkiye’nin uzun erimli bir seçimsizleştirme sürecinde olduğuna dikkat çekti. Türkiye’de seçimlerin göstermelik olması, hep Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da onun gösterdiği isimlerin seçilmesi üzerine uzun vadeli bir strateji kurulduğuna dikkat çeken Örnek, “Biz bu stratejinin ayaklarını izliyoruz, ancak tabii ki güncel gelişmeler de etkili oluyor. Uzun vadede strateji işlemekle ve bunun amacının ne olduğu çok açık olmakla beraber bir de daha güncel gelişmeler de bu operasyonlarda etkili oluyor” diye konuştu.

CHP’nin “kurultay” tartışması içerisine çekildiğini hatırlatan Örnek, kurultay kararının ertelenerek, tartışmanın devam etmesinin arzulandığını vurguladı. Muhalefetin çok uzun süredir ilk defa AKP’nin istediği çizgiye gelmekte direniş gösterdiğini söyleyen Örnek sözlerine şöyle devam etti: “Daha önce defalarca bu konuda AKP’nin istediği adımları atan bir CHP’den söz etmek zorundayız. Şu an bir direniş var. Özgür Özel halkın da yarattığı baskıyla bu konuda bir direniş sergiliyor. Şimdi bunu kırmaya dönük hamleler izliyoruz. Bunlardan bir tanesi Özgür Özel’le ilgili bir fezlekenin Meclise getirilmesiydi. Şimdi ise ‘Biz alfabetik sırayla başladık, boyun eğeceğiniz ana kadar bunu sürdüreceğiz’ ile devam ediyor. Muhalefetin nasıl bir tavır takınacağı, bu baskıyı nasıl göğüsleyeceği çok önemli. Burada halkın desteğinin alınması çok önemli. İnsanların operasyonlarla ilgili ayrıntıları takip edebildiğini düşünmüyorum, inandığını da düşünmüyorum. Herkes bu yaşananların siyasi bir operasyon olduğunu biliyor. Bu siyasi operasyon sürdürülüyorsa buna karşı direniş de siyasi olmak zorunda. Muhalefetin yapması gereken de bundan sonra bu direnişi sergilemek.”

“Bu koşullarda yapılacak anayasa 12 Eylül Anayasası’ndan farksız”

Böyle bir koşulda yapılacak Anayasa’nın 12 Eylül Anayası’ndan farksız olacağını belirten Örnek, “Orada da iktidara tek başına el koyan ve neredeyse toplumda hiçbir ses çıkmaması için her türlü baskı koşulunu uygulayan bir otorite yaptırmıştı anayasayı. Onların asker olmasıyla yeni dönemde aynı otoritenin sivil olması arasında nitel bir fark yok. Yine var olan anayasa, anayasal haklar askıya alınmış, meclis işlevsizleştirilmiş, toplumsal muhalefet ve siyasi muhalefet odakları büyük baskı altına alınmış durumda. Yapılan şey 12 Eylül anayasasının yeni bir versiyonu. Buna da Türkiye’nin daha özgür, daha adil bir ülke olması arzusunda olan hiç kimsenin destek verebileceğini düşünmüyorum. 12 Eylülcüler o anayasayı tek başlarına yaptı, ama siz yeni bir 12 Eylül anayasasını buna bir de toplumsal meşruiyet sağlayarak yaparsanız bunun siyasi sonuçları çok ağır olur. Dolayısıyla bu sürecin tamamen terk edilmesi gerekiyor, hiçbir şekilde Meclis işliyormuş gibi bir görüntünün oluşturulmaması gerekiyor.  Şu an yapılan şey AKP’nin uyguladığı baskı koşullarına meşruiyet sağlamaktır. Bunun ötesinde bir anlamı yok” dedi.

“Çözüm süreci Türkiye ilke ilgili yürütülen bir süreç değil”

CHP’li belediyelere yapılan operasyonların daha önce bölge illerinde HDP’li belediyelere yapıldığını, yine 31 Mart 2024 sonrası DEM Parti’li kimi belediyelere kayyım atandığını hatırlattığımız Örnek, “Türkiye’de bir coğrafyada seçim eğer hükümsüzse bu çok rahat başka coğrafyalara da yayılır. Kimin seçildiğinden bağımsız olarak yurttaşların seçme ve seçilme hakkına sahip çıkması her durumda gerekirdi. Bu ne yazık ki Türkiye’de yeterince anlatılamadı, ortak bir tavır sergilenemedi” dedi. Bu operasyonların Kürt sorununun çözümüne dair yürütülen sürece etkilerini de değerlendiren Örnek şunları söyledi: “Çözüm sürecinin açıkçası çok da çok Türkiye ile ilgili yürütülen bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’deki Kürtlerin haklarına dair bir talep de şu an dillendirilmiyor. Anayasa görüşmeleri dışında Türkiye’yi ilgilendiren herhangi bir şey de yok. Bu daha çok Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak geliştirilmiş bir süreç. Her iki tarafın aktörleri de daha çok böyle pozisyon tutuyorlar. Ülkenin daha iyiye gidebileceği beklentisi içerisinde değilim. Tabii ki silahların susması çok olumlu bir şey ama silahlar geçici olarak burada susturulsa bile tüm bölge büyük bir savaş ortamına çekilmiş durumda. Biz bu bölgenin bir parçasıyız. Bütün komşularımızda bunlar olurken bunların bir vadede Türkiye’ye geri dönmeyeceğini hiçbir zaman söyleyemeyiz. Süreci daha bölgesel dinamikler üzerinden değerlendirmek gerekiyor ve tarafların da buna pek bir itirazı yok açıkçası. Kimse de bu evet Türkiye ile ilgili bir süreçtir açıklaması yapmıyor.”

                                                                 ***

‘Serbestii matbuat ya vardır ya yoktur’-Ceren Sözeri-

                                                                             Refik Halit Karay

Yıl 1923, Refik Halid Beyrut kıyısında bir kasabada can sıkıntısından anılarını yazmaya karar verir. Önceleri kendini eğlemek için başladığı bu iş bir yerden sonra acaba yayınlanır da parasızlığına bir nebze çare olur mu diye hayaller kurdurur. Akşam gazetesi sahibi Necmettin Sadak’ın ‘yayınlarız’ demesiyle bitirme hevesi artar. Ancak anılar bir yandan çok ilgi görürken diğer yandan başka gazetelerin, gazetecilerin öfkesini çeker. Refik Halid, düşmanla işbirliği yaptığı iddia edilen 150’likler listesindedir, o nedenle sürgündedir. Tefrikanın gördüğü ilgiden ürken İçişleri Bakanlığı gayrı resmi yollardan anıların yayınlanmasını durdurur. Dahiliye Vekili Ferit Bey, Akşam gazetesine bir telgraf çeker, “Refik Halid Bey meselesinde hareketimiz ne sansür ne de emir tebliği mahiyetindedir” diye başlayarak sonunda ‘İstiklal Mahkemesi’nde gazeteciler bu konuda kendilerini aydınlatmamızı istediler ben de bu hususta dikkatlerini çektim’ anlamında cümlelerle kendisini savunur. Ancak tecrübeli gazetecilerin bir kısmı bunun ne anlama geldiğini gayet iyi bilir.

Akşam gazetesi bu savunmaya “…Yoksa gazeteleri tenvir [aydınlatma] maksadıyla ‘Filan havadisi yazmayınız’, ‘Filanın eserlerini neşretmeyiniz’ tarzında tebligata başlarsa bunun önüne geçilemez. Serbestii matbuat ya vardır ya yoktur” diye cevap verir. Kanunları hatırlatır. Rüzgâr birden Ferit Bey’in aleyhine esmeye başlar. Tanin gazetesinde İsmail Müştak, Refik Halid’i uzun uzun eleştirir lakin yazarın nesinden korkulduğunu anlamadığını ifade eder. ‘Kurduğumuz cumhuriyet bir mucize değil midir? Refik Halid zaten pişman, olmasa bile bu mucize onun anılarıyla mı yıkılacak?​’ demeye getirir. O dönem engellenen ancak bir süre sonra yayınlanan hatta 1948’te ikinci kez yayımlandığında yine çok ilgi gören Minelbab İlelmihrab, bugün de mütareke yıllarını anlamak için iyi bir kaynak.

Cumhuriyet kurulduktan sonra basın hiçbir zaman yeni rejime atfedilen ilkeler çerçevesinde özgür olmaz. Hatta yüzyıl geçmesine rağmen tartışmaların aynıyla vaki olması trajik. Bunları hatırlamaya sebep olan ise basın özgürlüğünün sınırlarını sürekli eğip bükme çabasının vardığı nokta. Hukuksuzluk alıp başını yürümüşken, ülkenin en büyük belediyelerinin başkanları kimseyi inandırmayan iddialarla gözaltına alınıp tutuklanırken Adalet Bakanı’nın iki günde bir kurulu saat gibi ülkenin hukuk devleti olduğunu müjdelemesi gibi, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de radyo ve televizyon yayıncılığını düzenleyen 6112 sayılı Kanun’un yayın ilkelerini içeren 8. Maddesinin her bendini iktidarın ihtiyaçlarına göre yontuyor. Son anda bir değişiklik olmazsa iktidara yandaş olmayan, hatırı sayılır izleyiciye sahip iki kanal Halk TV ve Sözcü TV 10 gün süreyle susturulacak. Sözcü’ye verilen cezanın gerekçesi Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yapılan protestoları yayınlaması.

Mayıs ayının sonunda Ankara 25.İdare Mahkemesi RTÜK’ün bu kararının yürütmesini durdurdu. Ancak Ankara 7. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Halk TV ise programdaki bir konuğun iktidara yönelik eleştirileri nedeniyle ceza aldı. Üstelik bu cezaların tebliği sırasında RTÜK yine Sözcü ve Tele 1’e üst sınırdan ceza kesmeye devam etti. Yayın durdurmaya gerekçe gösterilen, “Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz” diyen (b) bendi kritik, çünkü RTÜK bir yıl içinde aynı bentten bir kez daha ceza verirse lisanslarını da iptal edebilecek. Dün yapılan operasyonlarla Adana, Adıyaman, Antalya büyükşehir belediye başkanlarının ve Büyükçekmece Belediye Başkan Vekilinin gözaltına alınması ile iki kanalın yayınlarının durdurulmasının bu operasyonun hemen ardındaki aynı 10 güne denk gelmesinden tesadüfün ötesinde kokular yayılsa da medya açısından hedefin bu kanalları tamamen kapatmak olduğu gayet açık.

Peki bu gerçekleşirse ne olur? Öncelikli olarak iktidarın artık rıza üretemediği, meşruiyetinin giderek zayıfladığı ve ancak zorla, toplumun sesini kısarak varlığını sürdürebildiği ortaya çıkar ki bu hiç hafife alınacak bir şey değildir. Kimi zaman Ortadoğu’da bazı ülkelerle kıyaslanıyor ancak yukarıdaki örneğe bakıldığında, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında dahi basına yönelik müdahalelere nasıl sert tepki verildiği, bu baskılara icabında nasıl geri adım attırıldığı görülür. Böylesi bir ‘zor siyaseti’ hiçbir iktidara yaramaz, halk yine haber alır ancak bu sefer bire bin katılır. Hayal etmek için Demokrat Parti’nin son döneminde kulaktan kulağa yayılan korkunç hikayelere bakmak bile yeterli. Kısacası Ebubekir Şahin ve onun her dediğini onaylayan RTÜK üyelerinin hayalindeki medya ortamı, hele bu devirde, mümkün değil. Her eleştiriyi, itirazı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” torbasına atmanın sonu halkın gözünde iktidarın meşruiyetini daha fazla kaybetmesinden başka bir yere çıkmaz. Ki bu meşruiyet kaybı yalnızca içeride değil, eninde sonunda dışarıda da ayağına dolanır.

                                                                  /././

Ödemişteki orman yangınında yaralanan orman işçisi Ragıp Şahin hastanede yaşamını yitirdi.

İzmir Ödemiş’teki orman yangınında ağır yaralanan orman işçisi Ragıp Şahin, hastanede hayatını kaybetti. Ödemiş'teki yangında hayatını kaybedenlerin sayısı böylelikle 3'e yükseldi.

İzmir’in Ödemiş ilçesindeki orman yangınında ağır yaralanan Beydağ Orman İşletme Şefliği personeli şoför Ragıp Şahin, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Şahin'in vefatıyla, Ödemiş yangınında hayatını kaybedenlerin sayısı 3'e yükseldi. 

Ödemiş’in Tosunlar Mahallesi’nde, 2 Temmuz’da başlayan ve rüzgarın etkisiyle geniş bir alana yayılan orman yangını, yaklaşık 48 saatlik müdahalenin ardından kontrol altına alınabildi. 

Yangında Tosunlar, Suçıktı, Yeniköy, Karadoğan, Işık, Köseler ve Üzümlü mahalleleri tahliye edilmiş; birçok ev, bağ ve bahçe alevlerden zarar görmüştü.

Yangının etkilediği Suçıktı Mahallesi’nde, bir evde mahsur kalan 81 yaşındaki yatalak hasta İbrahim Erkan ve Köseler Mahallesi civarında yangına müdahale eden Konya Orman Bölge Müdürlüğü’nde görevli dozer operatörü İbrahim Demir hayatını kaybetmişti.

Yangına müdahale ederken Köseler Mahallesi civarında kullandığı pikap içerisinde ağır yaralanan Beydağ Orman İşletme Şefliği personeli şoför Ragıp Şahin ise hastaneye kaldırılmıştı. 

45 yaşındaki 4 çocuk babası Şahin'in, hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak, yaşamını yitirdiği öğrenildi.

                                                            *** 

Türkiye kapitalizminin ‘monark’ arayışı: Yüksek kârlar için daha çok baskı -Kansu Yıldırım-

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi adlı eserlerinde egemen sınıfların her yerde başlarında bir ‘monark’ (tek hükümdar) bulunmak üzere örgütlendiğini, dönemin şartları göz önüne alındığında ticaretin ve sanayinin mekansal örgütlenmesi açısından bunun bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını belirtirler. Zorunluluğun temel nedeni, özel mülkiyet yapısının, nüfusun ve üretim ölçeğinin gelişmesiyle birlikte siyasal egemenlik biçiminin yeni duruma uyum sağlamasıdır.

Kapitalizmin farklı dönemlerinde, farklı siyasal biçimlerde görülen ‘tekçi’ yapının iki özelliği vardır. Üretimle ve sermaye birikimiyle ilgili ekonomik boyutta, mülkiyetin daha az kişide toplandığı tekelci yapı gelişir ve ulusal sınırları aşarak yaygınlaşır. Sermayenin yoğunlaşmasına paralel ekonomik güç üretim alanıyla sınırlı kalmaz, sermaye sınıfının siyasal egemenliğini sağlayacak çeşitli burjuva temsil ilişkilerinde de somutlaşır.

Çelişkilerin sürekli yeniden üretildiği, krizlere gebe bir parlamenter sistem olabileceği gibi, sermaye sınıfının filtresiz ve aracısız temsil edildiği başkanlık tipleri de yürürlüğe konabilir.

Sermaye her dönemde bir ‘monark’ arayışındadır. Lenin “ikili iktidar” üzerine yazarken “Burjuvazi, burjuvanın tek iktidarından yanadır” diye belirtir. Sermaye, modern demokratik devletin kendisine yük ettiğini düşündüğü “temsil karmaşası”, “gereksiz ve hantal bürokrasi”, “çıkar gruplarının itirazı” gibi, birikimi engelleyecek ve geciktirecek her faktöre karşı kesintisiz ve sürtünmesiz bir iktidar arama eğilimindedir.

Dünyanın ve Orta Doğu’nun içinde bulunduğu savaş konjonktürünü, jeopolitik denge durumundaki değişimleri ve Küresel Kuzey ekonomilerindeki durgunluk işaretlerini aynı çerçeveye yerleştirdiğimizde sermaye sınıflarının ‘monark’ arayışının nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Nitekim Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un geçtiğimiz günlerde sarf ettiği “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olmaya ihtiyacı yoktur ama Türkiye’nin bir kez daha Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ihtiyacı vardır” sözlerinde de bu arayış dile getirilir.

Dünya Bankasının küresel ekonomik beklentiler hakkındaki son raporunda yılın başında beklenen küresel gayrisafi yurt içi hasılar (GSYİH) büyüme oranının neredeyse yarım puan düşerek yüzde 2.3’e gerileyeceği, bunun da küresel durgunluklar dışında son 17 yılın en zayıf performansı olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ekonomilerdeki büyüme 30 yıldır üst üste düşüş eğilimindeyken, 2000’lerde ortalama yüzde 5.9’dan 2010’larda yüzde 5.1’e ve 2020’lerde yüzde 3.7’ye gerileme söz konusudur.

Uluslararası kapitalist sisteme kılcal damarlarına kadar bağlı halde bulunan Türkiye kapitalizmi de dışsal faktörlerden doğrudan etkilenmektedir. Çeşitli veri setleri üzerinden gidişatı izleyebiliriz.

İstanbul Sanayi Odasının (İSO) düzenli olarak yayımladığı “satın alma müdürleri endeksi” (PMI) haziran sonuçlarına göre endeks (46.7 puanla) son sekiz ayın en düşük değerini aldı. İmalat sektörünün faaliyet koşulları nisan 2024’ten itibaren kesintisiz bozulma eğiliminde olup, 10 sektörde (tekstil, giyim ve deri, ana metal sanayii, makine ve metal ürünler, elektronik, ağaç ve kağıt, kimya ve plastik) üretim hacmi, 8 sektörde de istihdam daraldı.

Şirket hareketlerine ilişkin diğer bir veri Sanayi Bakanlığının yatırım teşvik bültenlerinde görülebilir. Teşvik istatistiklerine göre 2025 yılının ilk çeyreğinde 2 bin 703 teşvik belgesi düzenlenirken, 2024 yılının ilk çeyreğinde bu rakam 3 bin 201, 2023 yılında 4 bin 49’du. Öngörülen sabit yatırım tutarları da benzer şekilde geriledi. 2023 yılının ilk çeyreğindeki sabit yatırım tutarı 468 milyar 261 milyon TL’den, 2024 yılının ilk çeyreğinde 311 milyar 651 milyon TL’ye, 2025 yılının ilk çeyreğinde 189 milyar 190 milyon TL’ye düştü. Teşvik belgelerinin adet ve sabit yatırım tutarı cinsinden azalışı, Şimşek programının iç talebi dondurma ve parasal sıkılaştırma politikalarının sonucudur. Teşviklerin bölgesel dağılımında birinci bölge ile diğer bölgeler arasındaki farkın her yıl açılması ise Türkiye’deki sosyoekonomik eşitsizliğin her yıl derinleştiğini gösteren başka bir veridir.

Türkiye kapitalizmi açısından diğer bir kritik sorun; sanayi, tarım, hizmetler ve vergilerin ekonomik büyümeye katkısında sanayi sektörünün katma değerinin ivme kaybetmesidir. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının rakamlarına göre 2024 yılının ikinci çeyreğinden itibaren sanayi sektörü küçülerek (yüzde 1.8) büyümeye negatif yönlü katkı sunmaktadır. 2025 yılının ilk çeyreğinde de aynı eğilim kalıcılaşarak sanayi sektörünün katma değeri yüzde 1.8 azalmıştır.

İSO 500 verileri de kâr hacmi ve kâr oranlarının düşüşünü, sermaye birikimindeki gerilemeyi gösteren başka bir tablo ortaya koyuyor. İktisatçı Erhan Bilgin’in Evrensel için yaptığı analize göre, 500 firmanın “net aktifler”i (sabit sermaye, para sermaye, arazi, bina ve gayrimenkul kıymetlerden oluşan varlıklar) 2024 yılında son 20 yılın en düşük seviyesine (yüzde 23 oranında azalarak) inmiştir. Artı değerden en fazla payı alan sanayi sermayesinin kâr oranları 2023’te yüzde 45 ve 2024’te yüzde 24 oranında gerilemiştir.

Küresel konjonktürün etkisiyle dış pazarlarda yaşanan durgunluk, savaşlar ve diplomatik gerilimlerden kaynaklı küresel ticaretteki ve lojistikteki sorunlar, iç pazarda Şimşek programının etkisiyle birikim temposundaki düşüş, sermaye sınıflarını siyasi, ekonomik ve toplumsal “istikrar” arayışına yönelten en önemli faktördür. Liberallerin “otokrasi”, “sultanlık”, “seçimli otoriterlik” gibi akademik isimlendirme oyunlarının aksine, siyasal rejime mevcut karakterini kazandıran etken, devlet biçimindeki değişimdir.

Türkiye büyük burjuvazisinin büyük bir kanadı -küresel hegemonya bunalımının arttığı bir evrede- kâr oranlarındaki düşüş seyrini tersine çevirmek ve dış pazarlara rekabete girerken arkasını daha güçlü bir devlet aygıtına yaslamak için diktatoryal devlet biçimine ihtiyaç duyuyor: Lenin’in en yalın şekilde ifade ettiği üzere “burjuvazinin tek iktidarı” yani “burjuva diktatoryası.” Kısa ve orta vadede yeni bir üretim paradigmasına geçecek siyasi iradenin ve kaynakların bulunmaması büyük burjuvazinin önemli bir bölümünü emek odaklı siyasi tedbirlere yöneltiyor. Dışa bağımlı bir ekonomik yapıdan ötürü gerekli olan sıcak parayı çekmek ve sermaye birikimini garantilemek için emek maliyetlerinin düşürülmesi, ücretlerin baskılanması, çalışma sürelerinin uzatılmasına yönelik planlar devreye sokuluyor.

1- Küresel tedarik zincirlerinde yakın coğrafyada rekabet halinde olduğumuz ülkelerle karşılaştırdığımızda, haftalık çalışma saatleri Mısır’da 43, Tunus ve Bulgaristan’ta 40, Çekya’da 39, Romanya’da 41 saat iken Türkiye’de 47 saattir.

2- İSO 500 listelerinde iş gücü verimliliği 2024 yılında yüzde 16 oranında azalarak 42 yıllık tarihinin en alt seviyesine gerilemiş olsa da, yine küresel tedarik zincirlerindeki rakip ülkelerle kıyasladığımızda en yüksek oran Türkiye’dedir. 2022 verilerine göre Mısır’da 46 bin 401, Tunus’ta 36 bin 139, Bulgaristan’da 53 bin 527, Çekya’da 84 bin 129, Romanya’da 75 bin 895 puan olan iş gücü verimliliği Türkiye’de 90 bin 493 puan olarak hesaplanmıştır.

3- Brüt yıllık kazançlardan kişisel gelir vergileri ve çalışanların sosyal güvenlik katkıları düşüldükten sonra kalan geliri temsil eden net kazançlar üzerinden bakınca Türkiye Avrupa ülkeleri arasında son sıralardadır. İtalya (24 bin 797 avro), İspanya (24 bin 571 avro) ve Yunanistan (18 bin 709 avro) gibi Güney Avrupa ülkeleri ve Romanya (12 bin 655 avro), Bulgaristan (11 bin 74 avro) ve Macaristan (13 bin 883 avro) gibi Doğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye (11 bin 440 avro) en düşük net kazanca sahiptir.

Türkiye kapitalizminin yüksek kâr sıçramasını kısa ve orta vadede emek maliyetlerini düşürerek elde etme çabası son dönemde artan işçi eylemlerine ve grevlere yol açmıştır. Grev yasaklarının, direnişlere yönelik baskıların, grevlerdeki işçileri toplum önünde hedef göstermenin artışındaki temel neden, yüksek kâr sıçramasının maliyetini emekten çıkaran politikaları engelleyecek sınıf iradesini ortadan kaldırmaktır. Liberallerin topluma empoze etmeye çalıştığının aksine burjuvazi “daha iyi bir demokrasi” arayışında değildir.

“Constitutional Dictatorship” Kitabının Yazarı Clinton Rossiter’in belirttiği üzere “Anormal zamanlarda demokrasi olmaz, hukuk kaosa uygulanamaz”. Sermaye açısından krizdeki bir parlamenter demokrasi yerine, düzen ve istikrar arayışına cevap veren bir diktatörlük yeğdir. ‘Monark’ arayışında olma sebepleri de budur.

                                                              /././

Yırtık eldivenin hikâyesi: 64 otomobil, 4.8 milyar TL kâr -Uğur Zengin-

Fransız otomotiv devi Renault, Türkiye’deki Bursa fabrikasında işçilik maliyetini devalüasyonla kırarak 4.8 milyar TL net kâra ulaştı. 2024’te üretimi 325 binden 332 bin adede çıkaran şirket, aynı dönemde işçilere yönelik acımasız tasarruf politikaları uyguladı: Isıtıcılar kapatıldı, yemek porsiyonları küçültüldü, iş eldivenleri karneye bağlandı ve ücretler reel olarak eridi. Peki, üretim artarken maliyetler nasıl bu kadar düştü? Cevap, iktidarın ekonomi politikaları ve Türk lirasının çöküşünde yatıyor.

2023 seçimleri sonrası uygulanan kur politikaları, avro/TL kurunun bir yılda ortalama yüzde 36.65 artmasına neden oldu. Bu durum, Renault’un Türkiye’deki emek maliyetlerini avro bazında dramatik şekilde düşürdü. Şirketin finansal raporlarına göre, TL’deki her yüzde 1’lik değer kaybı, Renault’a 4 milyon avro kazandırdı. Sadece 2024’te yaşanan kur artışı, şirketin maliyetlerini 146 milyon avro azalttı. 2025’in ilk gününden bugüne TL’nin avro karşısındaki değer kaybı da yüzde 25. Dolayısıyla ‘emek maliyeti’ gerilemeye devam etti.

2024 yılına dönelim ve iktidar programının uluslararası sermayenin işini nasıl kolaylaştırdığını izleyelim. Dört kıtaya yayılan birimlerinde tasarım, mühendislik, lojistik faaliyeti yürüten Renault bünyesinde bulunan 100 binden fazla işçi Fransa, Türkiye, İspanya, Romanya, Slovenya, Arjantin, Brezilya, Kolombiya, Cezayir, Fas ve Güney Kore fabrikalarında otomobil üretiyor. Ancak hiçbirinde Renault üretim maliyetini Türkiye’de başardığı gibi kısmayı başaramadı.

Oysa aynı dönemde, Renault’un 5 bin 200 işçiye ödediği toplam brüt ücret (ortalama 923 bin TL/yıl) 4.8 milyar TL (131.4 milyon avro) oldu. Yani, devalüasyonun şirkete sağladığı ‘tasarruf’, işçilere ödenen ücretin üzerinde.

Türkiye İhracatçılar Meclisi verileri bize OYAK Renault’un 2024 yılında 6 milyar TL vergi öncesi kâr elde ettiğini gösterdi. Şirketin ödediği aynı yıl ödediği kurumlar vergisi tutarı 1.1 milyar TL. Bu verilere göre OYAK Renault’un 2024 yılı net kârı 4.8 milyar TL. Bursa’da üşüyen, aç kalan ve yırtık eldivenlerle çalışan işçilerin sırtından 4.8 milyar TL kazanıldı. İşçi başına 900 bin TL net kâr.

Bu işçiler, Türkiye’de açık ara en çok otomobil üretimi yapan işçiler. Renault işçileri 2024 yılında 332 bin 503 otomobil üretti. Ülkede üretilen 100 otomobilin 36’sını Renault işçilerinin elinden çıktı. Bir işçi 1 yılda tek başına 64 adet otomobil üretti. Aylık 5.3 adet otomobil! Ortalama net ücret 45 bin TL. Şirketin Türkiye’de ürettiği en ucuz otomobil Clio’nun en ucuz versiyonu Türkiye’de vergi dahil liste fiyatı 1 milyon 500 bin lira, vergisiz satış fiyatı 575 bin lira. Yıl boyunca aldığını harcamasa, devlet “Senden vergi almayacağım” dese, bir yılda 64 adet ürettiği otomobilden 1 adet bile alamıyor.

***

Renault’un küresel kârının 4.2 milyar avroya ulaştığı bu dönem, emek sömürüsünün siyasi destekle nasıl meşrulaştırıldığını gösteriyor. İşçilerin sindirilmesi, siyasal ve sendikal bürokrasi şirketlerin sömürüyü derinleştirmesini sağlıyor.

Bir Renault işçisinin sözleri sözleşme dönemine birkaç ay kalmışken, olanı ve potansiyeli özetliyor:

“Herkes sindi, sindikçe sustukça daha azına razı ediyorlar. Nasıl güveneceksek güvenelim nasıl olacaksa olsun, benim artık kimseden beklemeye tahammülüm yok.”

Daha azına razı edenler, çok değil birkaç ay önce “Türkiye kârlı bir liman” diyen Erdoğan’ın elinden ödülünü alıyordu. Evet, Türkiye ‘kârlı bir liman’ ama bu limanda geminin güvertesinde şampanya patlatanlarla, alt güvertede yırtık eldivenlerle çalışanlar aynı denizi görmüyor.

                                                               /././

İtirafçı -Yücel Demirer-

1980’lerin ortalarında sıcak yaz aylarında, Türkiye’nin en meşhur işkence merkezlerinden birinde gözaltındaki bir kişi, sürdürülen iki ayrı operasyon nedeniyle gözaltına alınmış devrimcilerin atıldığı hücrelerde günler boyunca dolaştırıldı. Boylu poslu, uzun saçları ve sakalıyla gösterişli, neredeyse heybetli bir görünüme sahip olan genci içeriye itekleyen işkenceci, annelerin merkezinde olduğu cinsiyetçi küfrünü ettikten sonra; “İyi bakın lan, sizin ağababalarınız, şefleriniz çözüldü” diyerek haykırmaktaydı. Aynı kişinin birkaç kez sorgu odalarına götürülüp gösterildiği, direnmenin nafileliği üzerine konuşturulduğu da bazı hücrelerden duyulmuştu.

Söylenenin aksine dolaştırılan kişi ne şef ne de sorumlu biriydi. İtirafçı da olmadı, çünkü itirafçı olabilecek bir konum ve bilgi sahibi değildi. Sadece fena halde çözülmüştü. Darmadağın olmasını fırsat bilen işkenceciler, yaratıcı bir kararla bu “Şef gibi görünen” genci bir mizansen içinde kullanarak sorgudakilerin moralini bozmak istemişlerdi.

O dönemde bu tür tuzaklar kurmak yanında itirafçıları kullanmak da pek revaçtaydı. 12 Eylül cehenneminin uzatma yıllarında itirafçılar şehir şehir dolaştırılıp zulüm gerekçesi üretirlerdi. Hızını alamayanlar, başka örgütlerden de isim verip, katılmadıkları eylemlerin faillerini ihbar ederdi. Görülen bir toplu davada DGM hakimi yarı yaşındaki masum öğrenciler için ifade vermeye gönüllü olan bir itirafçıyı iki-üç dakika dinledikten sonra, Karadeniz şivesiyle “Haydi oradan, haydi” diyerek susturmuş, buna rağmen itirafçının konuşma ısrarı duruşma salonundakileri güldürmüştü.

***

Sahte ya da gönüllü itirafların ceza adaleti sistemi içindeki konumu hem hukuk doktrininde hem de gündelik hayat içinde yoğun bir biçimde tartışılmaya devam ediyor. İtirafların hukuk sistemi içindeki yeriyle kamuoyu algısı arasındaki çelişki ilgi çekmeyi sürdürüyor. Hele de yargının yürütmenin emrinde olduğu ortamlarda, siyasal pozisyon sahibi kişilerin itiraflara dayanan dosyalar üzerinden yargılandığı durumlarda itirafların güvenilirliği tartışmaların merkezine oturuyor.

İtirafların bütünüyle ikna edici olması beklenir. Anlatı çerçevesi, suçu ve suçluyu tarif etmek, kanıt eksikliği durumunda ya da eldeki kanıtların birbiriyle çelişkili olması halinde boşluğu doldurmak üzere kurgulanır. İtirafçı itirafını, kendi bireysel tarihine bitiştirerek inandırıcı, toplumun bilişsel yatkınlığına uyarlayarak kabul edilebilir kılmayı arzu eder. İtiraf ifadesinin başlangıcında, biraz sonra itiraf edeceği “suç”u işlediği ortama nasıl katıldığını, o ortamdaki rolünü, suç ortamının işleyiş mekanizmasını tarif ederken bir yandan hukuk profesyonelini ikna etmeye, diğer yandan kamuoyunun aşina olduğu bir dil kurmaya gayret eder. Toplumun kültürel kodlarına, duyarlılıklarına dokunarak sempati uyandırmak ve tercihini meşrulaştırmak ister. Kendini ifşa ederek bir “tövbekar”a dönüşürken, zor olanı seçtiğini ve kamusal bir görev yaptığını söyleyerek ‘altın vuruş’unu yapar.

İtirafçılık matematiğinde itiraf metni üzerinden yürütülen ve siyaseten kullanışlı anlam inşası yanında, itirafçının karşı tarafa geçerek terk ettiği eski yol arkadaşlarının moralinin bozulması ve grup içi dayanışmanın zayıflatılması da kritik bir öneme sahiptir. İtirafçı anlatısı bu yanıyla sadece dayatılan “yeni gerçek”liği belirginleştirmekle kalmaz, “Vay be, o da mı itirafçı oldu?​” duygusu üzerinden kamuoyu algısını şekillendirmek için de kurgulanır. Özellikle toplu davalarda bu yöntemle üretilen senaryoların nihai hedefi, “Her şey bitti” duygusu yaratmaktır.

***

İtirafçılığın yükselişe geçip, itirafa dayalı beyanların sistem dizaynında önemli rol üstlenişi, siyasal ortamda mücadelenin kızıştığını, egemenlerin sıkıştığını ve olağanüstü araçlara muhtaç duruma düştüğünü gösterir.

İtirafçılığın merkezinde olduğu siyasal saldırıya karşı atılacak sağlıklı adımlar, itiraf metninin son tahlilde bir ‘öyküleme’ olduğunu akıldan çıkarmamaktan geçer. Bu doğrultuda itirafçının anlatı şemasına cevaben sağlam bir karşı anlatı sunmak savunma cephesinin en önemli adımıdır. Savunmanın kronolojik bir olaylar dizisini nedensel bağlantıları ve tematik bütünlüğü olan tutarlı bir sıra içinde anlatması önemlidir.

Hem kamu anlayışını hem de yasal sonuçları şekillendirmede anlatının güçlü rolüne odaklanarak itirafçının kişi olarak eleştiri konusu yapılmaması, sonrasında zayıflığını, pişmanlığını dile getirebilmesi için açık bir yol bırakılması, yapılan müdahalenin siyasal oluşu akıldan çıkarılmadan moral kaybına yol açabilecek duygusallıklardan uzak durulması gerekir.

                                                                /././

EVRENSEL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -6 Temmuz 2025-

Timur Soykan hakkında tutuklama talebi! Belediye başkanlarına yapılan operasyonu eleştiren sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek dü...