103 kişinin ölümündeki suçu sahte belgeyle gizlediler + Zeytinlikleri mahvedecek yasadaki büyük sinsilik! Halka böyle tuzak kurdular -Bahadır Özgür/halkTV-


103 kişinin ölümündeki suçu sahte belgeyle gizlediler

Depremde 50 binden fazla insan yaşamını yitirdi. Ölenlerin yakınlarının beklediği tek şey, tüm sorumluların eksiksiz yargılanması. Ama davalarda öyle şeyler yaşanıyor ki, sormadan edemiyor insan: “Bir devlet vatandaşına bunu nasıl yapar?
Her seferinde “Bu kadar da olmaz” dediğimiz bir olayla karşılaşıyoruz çünkü.
İşte onlardan birisi daha…

*

103 kişinin enkazında yaşamını yitirdiği Antakya’daki Kule Apartmanı olayını, ilk andan beri takip ediyorum. Müteahhidinin 51 imar suçu çıktı. Binadaki usulsüzlükler iki yıl önce şikayet edildi. Dava açıldı. Yetkililer umursamadı bile.

whatsapp-image-2025-07-18-at-09-56-41.jpeg

whatsapp-image-2025-07-18-at-09-56-42.jpeg

Bu işi takip eden Görkem Ulaş ve Av. Ebru Ulaş şimdi ölenlerin hakkını savunmak ve müteahhidin yanında sorumluluğu olan Antakya Belediyesi yönetiminin de cezalandırılması için çabalıyorlar. Ve çabaları öyle bir skandalı ortaya çıkardı ki, akıllara zarar!

Görkem Ulaş müteahhidi ve belediyeyi, 5 Mart 2023 günü CİMER’e şikayet etti. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü yetkilileri Kule Apartmanı’nda inceleme yaptı. 19 Nisan 2021 tarihli bir rapor hazırlandı.
Raporda ruhsata aykırı pek çok kusur bulundu. Şöyle deniliyordu:
Söz konusu yapının yapı müteahhidinin ve şantiye şefinin, yapı denetim ve laboratuvar firmaları olmadan beton döktüğünden ve yapıdaki statik ve mimari değişiklikleri yapı denetime bildirmeden inşa ettiğinden dolayı sorumlu ve kusurlu oldukları kanaatine varılmıştır.

whatsapp-image-2025-07-18-at-09-56-42-1.jpeg

Fakat tespit edilen esas konu çok daha başkaydı:
“Söz konusu yapıda ilgili idaresi tarafından statik projesinde 3 kolon eksik olmasına rağmen yapı kullanma izin belgesinin düzenlenmesi sebebi ile ilgili idarenin kusurlu ve sorumlu olduğu kanaatine varılmıştır.”

Yani binada olması gereken, onu ayakta tutacak statik projede gösterilen 3 kolonu müteahhit hiç inşa etmemiş. İşin doğrusu kolon kesme, kaçak kat çıkma, standart dışı malzeme kullanma gibi suçlarla karşılaşmak neredeyse olağan hale geldi. Lakin projede olan kolonların yapılmadığı nadir görülen bir durum. Çevre Bakanlığı’nın yetkilileri belediyeyi de sorumlu tutuyor.

BELEDİYE NE YAPIYOR?

Raporu saklayıp hiç sorun yokmuş gibi yapı kullanma izni veriyor.
Nihayetinde 103 insan yaşamını yitiriyor. Dava açılıyor. Avukatların ısrarı ile belediyeden binanın statik projesi dahil tüm belgeler talep ediliyor.
Peki bu sefer belediye ne yapıyor dersiniz?

Belediye bir statik proje gönderiyor. Mahkeme de bunun üzerinden Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden teknik açıdan bir inceleme istiyor. Heyetin raporunda şu ifadeler yer alıyor:
“Dosya kapsamında binaya ait mimari proje ve zemin etüt raporu bulunurken, statik proje mevcut değildir… Kule Apartmanı’na ait statik proje bulunmadığı için taşıyıcı elemanların özellikleri hakkında bir inceleme yapılamamıştır. 13.03.2023 tarihli Olay Yeri İnceleme ve Görgü Tespit Tutanağı’nda da taşıyıcı sistemler ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemiştir.”
Akıllara şu soru takılıyor elbette: Belediye statik projeyi göndermiş miydi? Evet gönderdi ancak, akıllara zarar bir sahtekarlıkla. Bakın üniversitenin raporunun 23. sayfasında bu konuda ne deniliyor:
“Soruşturma dosyasındaki statik proje başka bir parsele (Parsel no: 3978) aittir.”
Bu cümlenin anlamını açıklamaya gerek yok aslında. Yine de kayda geçelim. Belediye mahkemeye yıkılan Kule Apartmanı’nın değil, başka bir binanın statik projesini göndermiş!

whatsapp-image-2025-07-18-at-09-56-44.jpeg

Bitmedi... Skandalın son halkası var daha.
Avukatlar bakanlık yetkililerinin depremden önce hazırladığı raporu tesadüfen aynı olayla ilgili başka bir davanın eklerinde buluyor. Ve derhal Kule Apartmanı ile ilgili asıl statik raporun gönderilmesini talep ediyor.
Belediye bu sefer de ne diyor dersiniz?
Yanıtı davanın avukatlarının ağzından aktaralım: “Depremde binalarla beraber evraklar da enkazda kaldı!”
*
Başından sonuna bu olayın sorumsuzlukla, usulsüzlükle açıklanabilir bir hali var mı? Düpedüz 103 cinayetin üzerini kapatmak değil mi? Hala görevde olan yetkilileri yargılayacak, hak ettikleri cezayı verecek, ölen 103 vatandaşının hakkını arayacak bir devlet kaldı mı?

                                                         /././

Zeytinlikleri mahvedecek yasadaki büyük sinsilik! Halka böyle tuzak kurdular

Az sonra okuyacağınız olaylar zinciri, dört dörtlük bir “başkanlık rejimi nedir?” dersi gibi. İktidarın patronlarla el ele verip nasıl halka sinsi tuzaklar kurduğunu gösteriyor çünkü. İçinde her şey var: Sermayenin istekleri, bakanların görevi, rejimin değişmesi, yargının ele geçirilmesi, adrese teslim yasa maddeleri…
Şu anda Meclis’te oylanan ve ilk başta zeytinlikleri, ardından ormanları, meraları mahvedecek torba yasa tam böyle bir tuzağın ürünü işte. Aniden, tesadüfen akıllarına gelmedi. 10 yıl adım adım planlanıp uygulamaya konuldu.
Nasıl mı?
Gelin başkanlık rejiminin temellerinin atıldığı 2015 yılına gidelim şimdi…

2015’TEKİ KRİTİK TOPLANTI

Dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız, Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği’nin (TÜRES) toplantısına katılıyor. Yanında oturan kişi, TÜRES Başkanı Mustafa Serdar Ataseven. Toplantının videosu şurada: https://www.youtube.com/watch?v=K0S0d8MC0IU

Yıldız’ın suratına mahcup gülümsemeler atarak konuşuyor Ataseven. 15’inci dakikadan itibaren de esas meseleye geliyor. Diyor ki, “Sorunumuz spekülatör tepkileri. Buna halk tepkisi demeyeceğim. Rüzgar santrali geçtiği için mülkiyeti acele kamulaştırılan arazi sahipleri, spekülasyon üretiyorlar.”
Yani tarlasına, bahçesine, zeytinliğine zorla el konulmasına karşı çıkan köylüler, çiftçiler bu talancı zümresine göre birer ‘spekülatör!’

Ardından baklayı ağzından çıkarıyor: “Acele kamulaştırmalardan dolayı sıkıntıdayız. Kamulaştırma kararının altında Cumhurbaşkanımızın imzası var. Maalesef mahkemeye gidince yürütmeyi durdurma çıkıyor.”
Talancı başının ima ettiği şey korkunç. “Nasıl olur da cumhurbaşkanımızın imzası varken mahkeme aksi karar alıyor” demeye getiriyor. Anayasa filan umurlarında değil. Tek bir kişinin imzası yetsin istiyorlar.
Hedefleri de çok belli: Danıştay 6. Daire. Neden mi?

Önce bu mahkemenin görevlerini hatırlayalım: İmar Kanunu ile diğer kanunlar ve ilgili mevzuata göre her ölçekteki planların hazırlanması, yürürlüğe konulması, arsa ve arazi düzenlenmesi, imar durumu, ruhsat ve kamulaştırma işlemlerine karşı açılan davalara bakmak. Mühürleme, durdurma, yıkım kararları ile ilgili davalar da sorumluluğunda.

Şikayetin sebebi hemen anlaşılıyor değil mi? Sadece enerji ve maden patronlarının değil, inşaat, turizm patronları için de bir baş belası bir mahkeme. Haliyle “yok edin şunları” diye bağırıyorlar.

TOPÇU KIŞLASI KARARI VE YARGI TASFİYESİ

Çünkü Danıştay 6. Daire’nin başkanlığına özellikle 2011’de Habibe Ünal’ın atanmasından sonra alınan kararlar dikkat çekici. Çoğu acele kamulaştırma, imar planı vs. kararları Anayasa’ya aykırı bulunuyor. Ünal’ı ve 6. Daire’yi başka bir yerden de çok iyi hatırlıyoruz.

Gezi protestolarına sebep olan Topçu Kışlası Projesi’ni, 2014 yılında Ünal’ın başkanlık ettiği 6. Daire iptal ediyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 5 Aralık 2014’te Danıştay’a 33 yeni üye atıyor. Ve 2015 yılında 6. Daire, Topçu Kışlası ile ilgili kararını yeni atanan üyelerin oyuyla kaldırıyor.

Acele kamulaştırmada atamalar sonrası işler de hızla değişiyor. İptal kararları önce 5/5 oy birliği ile alınırken, yıllar içinde 4/5, 3/5’e kadar düşüyor. Nihayet 2015’te enerji patronları ile Bakan Yıldız’ın toplantısından sonra davalar 2/5 kaybedilmeye başlanıyor. Bir tek Ünal kalıyor. O da emekli olunca artık 5/5 halk aleyhine çıkıyor kararlar.

Lakin hikaye burada bitmiyor. Devamı var…

ŞİRKETE ÖZEL MADDE: KAÇAĞA AF

Taner Yıldız’a sevimlilik yaparak taleplerini aktaran Ataseven, Türkiye’de rüzgar enerjisi santrallerinin öncülerinden. Bir enerji simsarı. Türkiye’de altın madenciliğinin önünü açan Bergama projesi neyse, Ataseven’in, Bodrum Yalıkavak’ta kurduğu GERİŞ RES santrali de öyle. Pek çok enerji santrali bulunuyor. Ayrıca inşaatçı.

GERİŞ RES 2017’de faaliyete geçti. Projeye arazileri gasp edilenler başta olmak üzere karşı çıkanlar oldu. Davalar açıldı. Ne var ki, bir şekilde kuruldu. CHP’li Bodrum Belediyesi ise bütün rüzgar ve güneş enerjisi santrallerine örnek olacak bir dava süreci başlattı. Davanın esası, idare binası dahil rüzgar tribünlerinin imar izinlerinin bulunmadığı, kamu arazisi üzerine inşa edilmesinden dolayı da kaçak olduğuydu.

Teknik ve hukuki detaylar bir tarafa, belediye açtığı davaları kazandı, ceza kesti. Şirketin itirazları reddedildi. Bu sefer şirket imar affından yararlandı. Ama belediyenin ona açtığı iptal davasını da mahkeme haklı buldu. Ve Bodrum Belediyesi Encümeni santrali mühürleme kararı aldı. Şirket buna da dava açtı ve yine kaybetti. Ardından belediye yıkım işlemi başlattı.
Özetle Bodrum’daki GERİŞ RES konusundaki yargı süreci ve alınan kararlar bir örnek teşkil ediyor. Yani RES ve GES’ler aslında kaçak!

Peki ne oldu dersiniz?

Meclis’te halen görüşülen maden ve enerji yatırımları ile ilgili torba yasaya bununla ilgili bir madde eklendi. Kaçak olan, hakkında encümen kararı ile para cezası kesilen, yıkım kararı alınan santrallere af getiriliyor. Ayrıca RES ve GES’ler için imar planı ve ruhsat işlerini de Enerji Bakanlığı’na devrediliyor.

Acele kamulaştırma kararına istinaden mahkemece verilecek taşınmaza el koyma kararı da ruhsat alma şartları içinde değerlendiriliyor. Bu şu demek: Cumhurbaşkanı kararı doğrudan tapu yerine geçecek!
Böylece ta 2015’te, dönemin Bakanı Taner Yıldız’dan istenen her şey hayata geçiriliyor.

Başkanlık rejimine niye geçildiğini, şu an ne yapılmak istendiğini, iktidarın patronlar ile el ele vatandaşın malına mülküne, geçim araçlarına el koymak için nasıl tuzaklar kurulduğunu anlatan bir yasa bu.

Bahadır Özgür/halkTV


Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet (21 Temmuz 2025)

Jeopolitik ve emperyalizm

Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...

BOP ÖRNEĞİ

BOP kavramı 1990’ların sonunda doğdu, “11 Eylül” sonrasında, “terörizme karşı savaş” yalanı altında Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan bölgenin toplumlarının yeniden yapılandırılmasına yönelik bir proje olarak tasarlandı. Jeopolitik yorum, ülkelerin rejimlerinin yıkılması, topraklarının parçalanması analizi etrafında şekillendi. Emperyalizm teorileri bağlamında, benim de benimsediğim bir yoruma göre BOP, kapitalizmin yapısal krizi içinde geniş bir coğrafyayı sermaye ihracı, tüketim, ucuz emek, kaynak alanı, olarak yapılandırma projesiydi.

Gerçekten de Bush yönetiminin hazırlayarak “G7 Zirvesi hazırlık komisyonlarına” sunduğu bir “BOP bağlamında yapılması gerekenler” belgesi bu yorumu destekliyordu. Belge, bölge ülkelerinin siyasi yapılarını, eğitim, hukuk sistemlerini, medya-kültür endüstrilerini yeniden yapılandırmaya kadar birçok önlemi içeren bir niyet belgesiydi. Al Hayat gazetesi, belgeyi ele geçirdi, yayımladı (2004/02/13). Fransa Kuzey Afrika bağlamında, Suudiler Körfez ülkeleri, Mısır, kültürel ve siyasi kaygılarla karşı çıktı. BOP bir “kapitalist mekân düzenleme projesi” olarak iflas etti. Halbuki o sırada, BOP ile aynı dönemde, JINSA bünyesinde İsrail için tasarlanmış “Clean Break” projesi devreye giriyordu. “Clean Break”, ABD ve Avrupa’nın “İki devlet” çözümünü reddediyor, bugünkü soykırımın zeminini hazırlayan “Büyük İsrail” nihai çözümüne yöneliyordu. Jeopolitik gözlükle BOP’a odaklananlar, bu yönelimi göremediler.

EMPERYALİZM VE İSRAİL ÖRNEĞİ

Modern emperyalizm, kapitalizmin evrimine, örgütlenme biçimlerine ve egemen sermayenin alan dışına genişleme (kriz eğilimlerini dışlaştırma) pratiğine ilişkindir; öncelikle, askeri siyasi değil, ekonomik ve sistemik bir olgudur. İsrail ekonomisi örneği üzerinden bakarsak bu bağlamda önemli gelişmeler gözlemleyebiliyoruz. BM raportörü, Francesca Albanese’in açıklamalarından ve Financial Times’ta Ruchir Sharma’nın bir yazısından yararlanacağım.

Sharma, İsrail’de borsanın 7 Ekim 2023’ten bu yana performansına, yabancı sermayenin, çokuluslu şirketlerin ilgisine bakarak İsrail, “bölgenin ekonomik süper gücü olduğunu kanıtladı” diyor. Belli ki İsrail’in Filistin topraklarına yönelik işgalci (yerleşimci sömürge) politikaları, Gazze’de-Batı Şeria’da başlattığı soykırım, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye yönelik saldırıları uluslararası sermaye açısından “değerlenme fırsatları” olarak olumlu karşılanıyor, finansal olarak destekleniyor.

Francesca Albanese de geçtiğimiz ay Tel Aviv borsasının yüzde 179 artarak 70 milyar dolar değer kazandığına dikkat çekiyor. Albanese’e göre, İsrail’in işgal ekonomisi artık bir soykırım ekonomisine dönüştü; Filistin halkına yönelik imha politikası yalnızca ideolojik ya da askeri değil, aynı zamanda kâr odaklı, sistematik, küresel bir ekonomik düzen haline geldi. Filistin, uzun yıllardır İsrail için bir “teknolojik laboratuvar” işlevi görüyor. Gözetim sistemleri, yapay zekâ destekli hedefleme algoritmaları, insansız hava araçları, yeni nesil silahlar önce Filistinliler üzerinde deneniyor, sonra tüm dünyaya pazarlanıyor.

Filistinliler zorla yerlerinden edilirken, topraklarına İsrailli yerleşimciler için lüks konutlar, otoyollar, elektrik ve su altyapısı kuruluyor. Filistin’in doğal kaynakları -doğalgaz, su, tarım arazileri- İsrail’in kullanımına açılıyor. Tüm bunlar, doğrudan ya da dolaylı yoldan, küresel şirketlerin işbirliğiyle gerçekleşiyor.

Elbit Systems, Lockheed Martin, Volvo, Caterpillar gibi savunma ve inşaat devlerinin yanı sıra, Airbnb, Booking.com gibi platformlar da bu düzenin parçası; kullanıcılar tek tıkla bu suça ortak oluyor. Bankalar (BNP Paribas, Barclays), yatırım fonları (BlackRock, Vanguard) da bu mekanizmaya hem sermaye hem meşruiyet sağlıyor.

Çağın “finans-kapital” (askeri-sanayi-finans-gözetleme kapitalizmi kompleksinin) emperyalizmi de böyle, sömürgeci, soykırımcı bir yönde şekilleniyor.

‘Cumhuriyet yıkılmalıdır!’

Roma İmparatorluğu’nun cumhuriyet döneminde muhafazakâr senatör, “Yaşlı Cato”, senatoda her konuşmasına “Carthago delenda est” (Kartaca yıkılmalıdır) diye başlarmış. Bugün Türkiye’de birileri “Cumhuriyet yıkılmalıdır” diye dolaşıyorlar.

Cato Cumhuriyetin, kanaatkârlığa, yurttaşlığın erdemine dayanan ideallerini savunan; servetin ve sefahatin artan etkisine karşı çıkan bir cumhuriyetçiydi. Roma, Kartaca’yı yok ederek düşmanını yendi ama bu zaferle birlikte, cumhuriyeti ve sonunda Roma’yı tüketecek bir süreci başlattı.

MİLLET, VİLAYET

Büyükelçi Tom Barrack’ın Osmanlı’nın millet sisteminin Türkiye için en uygun model olduğuna ilişkin sözleri de “Cumhuriyet yıkılmalıdır” saplantısıyla buluşuyor. Pedofil Esptein’in en yakın dostunu başkan yapan, güvenlik sistemini komplocu akıl hastalarına teslim eden bir ülkenin büyükelçisini dikkate almaya değmez diyeceğim ama ülkede meraklılarının olduğu anlaşılıyor.

Osmanlı idari yapısında, yalnızca “millet” kavramı yok “vilayet” kavramı da var. “Millet” kavramı dini topluluklar için, “vilayet” kavramı da (Barkan: Kanunlar) feodal üretim tarzı ve ilişkileri üzerinde yaşayan Kürt nüfusun görece özerk idari yapıları için kullanılıyordu. Barkan “vilayet” kavramıyla Kürt bölgelerinin devletin klasik hukuki-idari sistemi dışında işleyen bir yapıya sahip olduğuna, özel düzenlemelere tabi tutulduğuna işaret ediyordu. “Millet” sistemini öneren kafa, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtlerin konumunun, gayrimüslim “milletlerden” farklı olduğunun ayırdında değildir. Kürtler çoğunlukla Müslümandı ve bu nedenle ayrı bir “millet” olarak tanımlanmazlardı. “Millet” sistemini öneren kafa, çoğunlukla Müslüman olmalarına karşın dini açıdan homojen olmayan, hele bu gün artık özgün bir ulus olduğunu düşünen Kürtlerin varlığını fiilen yadsıyor.

Diğer taraftan, Osmanlı “millet” sistemi, liberallerin sattığı fantezilerin aksine, modern anlamda çok kültürlülük ya da laiklik değildi, daha çok, çok dinli bir imparatorluk düzenine ilişkindi. Birincisi, dini cemaatler arasında eşitlik değil hiyerarşi vardı. Müslüman olmayanlar Müslüman olanlara göre “ikinci sınıftı”. İkincisi, bu “millet” kümelerinde, dini-ekonomik hiyerarşiler, ataerkil düzen, dolayısıyla sömürü ve baskı egemendi, modern anlamda özgürlüklerden söz etmek olanaksızdı. Bu saptamalar, ağa ve şeyh aşiret düzeni, toprak mülkiyeti üzerine kurulu feodal bir sosyal formasyon olaran “Kürt vilayetleri” için de geçerlidir.

SEÇKİNLER SİSTEMİ

Aslında “millet” ve “vilayet” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi içindeki alt kümeler olarak bir seçkinler (egemen sınıf, tabaka vb.) sistemine işaret eder: Kendi kümelerinde bir baskı, sömürü düzeni üzerinde yaşayan seçkinlerin aralarındaki bir hiyerarşik ittifaklar ve paylaşım düzeninden söz ediyoruz.

Bu seçkinler sisteminde her alt küme (“millet”, “vilayet”), ana kümenin (imparatorluk) değil kendi çıkarlarına öncelik verecektir, modern vatandaşlık ruhundan yoksun bir siyasi yapılanmada bu tutum hem haklıdır hem olağandır. Böylece, her bir küme kendi çıkarını kollarken, imparatorluklar arası, uluslararası alandan (“küresel kümeden”) gelen önerilere, vaatlere, o alandaki çatışmaların basınçlarına da açık, en azından dirençsiz olacaktır.

Bu modeli modern, emperyalist kapitalizmin zamanlarına taşırsak, bu alt kümelerin, emperyalizmin jeoekonomik, jeopolitik rekabet ve yeniden paylaşım dönemlerinde dış basınçlar karşısında dirençsiz, manipülasyonlara açık ve böl, savaştır, uzaktan dengele, yönet (sömürgeleştir) politikalarına hedef olacaklardır.

Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi emperyalist küresel küme içindeki paylaşım savaşlarına konu olmaya başlayınca kısa sürede alt kümelerini kaybetmeye başlamış ve dağılmıştır. Bugün, Cumhuriyetle hesaplaşmak, “parantezi kapatarak” diğer bir deyişler moderniteyi, laikliği, eşit vatandaşlık kurumunu silmeyi arzulayanlar, aslında ülkeyi, geriye, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma “anına” doğru sürüklüyorlar.

Barrack’ın, bir sırtlan gibi sırıtarak, Epstein’in en yakın dostu, 32 dolandırıcılık suçundan mahkûm olmuş Trump’ın Türkiye’ye olan ilgisini, aklınca feodal bir sultana dalkavukluk yapar gibi vurgularken gözlerinin parlaması da bundadır. 

Ulus-devlet, iki basınç

Yine emperyalizmin bir “yeniden paylaşım” dönemindeyiz. Bu dönemde, “merkezde” ve “çevrede” ulus-devlet birbirine zıt iki basınç altında dönüşmeye zorlanıyor.

TERCİH DEĞİL YASA

Sermayenin kendi coğrafi merkezinin dışına taşma eğilimi tercih değil, zorunluluktur. Aşırı üretim krizleri, kârı tehdit eden sınıf mücadeleleri ya da yeni teknolojilerin gerektirdiği madenler, enerjiler, veri akışları, sermayeyi yeni alanlara doğru iter. Tarihsel olarak bu, sömürgecilik, emperyalizm olarak gerçekleşti. Bugün de öyle...

2008 sonrası dönemde, ekonomik durgunluk yerleşti, dünya ticareti tıkandı, finansal kırılganlıklar derinleşti. Buna iklim krizini, artan sıcak hava dalgalarını, çöküş yaşayan tarımı ve “Küresel Güney”den merkeze doğru artan göçü eklediğimizde, kapitalizmin yayılma eğilimi, 1930’lardan bu yana hiç olmadığı kadar sert hissediliyor.

Sömürgecilik, emperyalizm yeni biçimler sergiliyor: Küresel tedarik zincirlerinin kontrolü, finansal “şantaj-şiddet”, borç tuzakları, yaptırımlar, dijital gözetim ve vekâlet savaşları. Artık sadece toprak ya da ucuz işgücü değil, lityum, kobalt, yarı iletkenler, “büyük veri”, su gibi stratejik kaynaklar hedefte.

Kapitalizmin, ABD, AB ve Japonya gibi merkezleri, kaynakları güvence altına almak, yeni kaynaklara ulaşmak için ekonomi politikalarını yeniden şekillendiriyor. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ve Afrika’daki etkisi, bu rekabetin yalnızca bir cephesi. Batı’nın askeri üsler, ticaret blokları ve ekonomik yaptırımlar ile verdiği yanıt ise diğer cephesi.

Bu rekabet, “paylaşım alanlarında” bir stratejik sıkışma yaratıyor. Halihazırda vekâlet savaşlarına (Ukrayna, Sudan, Suriye), bölgesel gerilimlere (Tayvan, Kızıldeniz, Sahel) tanık oluyoruz. Bu süreç, birden fazla yerel savaşın birleşerek bir bölgesel, hatta bir “büyük savaş”a yol açma olasılığını besliyor.

ULUS DEVLET-ÇİFTE STANDART

Bu bağlamda, ulus-devlet, stratejik bir önem kazanıyor. Kapitalizmin merkezlerinde ulus-devlet yeniden silahlandırılıyor. Sanayi politikaları geri döndü. Ticaret engelleri, yatırım kontrolleri, baskıcı uygulamalar, milliyetçilik yükseliyor: Kapitalizmin merkezlerimde ulus-devlet sermayenin yeni genişleme evresi için hem içerden hem de dışarı doğru tahkim ediliyor.

Bu sırada, çevre ülkelerdeki ulus-devlet yapıları sistemli olarak zayıflatılıyor. Neoliberalizmin ekonomiyi uluslararası sermayenin sınırsız kullanımına açması, şirketlerin kamusal alanı ele geçirmesi, kimi merkez ülkelerden fonlanan STK’ler, küresel kültür endüstrisinin etkileri, siyasi müdahalelerin basıncı altında çevre ülkelerin ekonomik siyasi dengeleri bozuluyor, toplumsal dokuları çözülmeye, etnik ve dinsel temelde bölünmeye doğru itiliyor. Bu dağılma dinamikleri, emperyalist yeniden paylaşım alanlarında yeni olanaklar getiriyor.

Küresel Güney’in, liberal entelijensiyasının, “Ulus-devlet devri kapandı”“Post-nasyonal yönetişim”, savları, “komünalizm” önerileri de bu sürecin bir parçası. Emperyalizmden söz edenler, liberal fantezileri eleştirenler ulusalcılıkla/ırkçılıkla suçlanıyor. Bu suçlamalar, pratikte emperyal çıkarların ideolojik örtüsü olmaktan, “komünalizm” fantezisi de o dini/etnik grubun seçkinlerine iktidar alanı yaratma, egemen elitlerle eklemlenme, çabalarından öteye gitmiyor; halkların değil sermayenin küresel egemenliği anlamına geliyor.

Emperyal güçler kendi devletlerini yeniden inşa ederken çevredeki toplumların da kendi ulus-devletlerini savunması gerekiyor. Egemen bir ulus-devlet; sermayeyi denetleyebilir, gıda sistemlerini koruyabilir, ekolojik yıkımı tersine çevirebilir, sanayi inşa edebilir ve bölgesel/küresel dayanışma ağları kurabilir, var olanlara katılabilir. Ulusdevlet emperyalizme karşı etkin bir savunma hattı kurabilir. Ancak bu hattın, yaşayabilmesi için etnik milliyetçilikten, dinci cemaatçilikten arındırılması, yurtseverlik, laiklik, dayanışma, eşitlik, adalet, direnç için ve halkın, özellikle de emekçi sınıfların desteğiyle gerçekleşmesi gerekiyor.

Ulus-devlet de her kurum gibi mücadeleye açıktır. 20. yüzyılda anti kolonyal hareketler ulus-devleti kullanarak sömürgecilikten çıktılar, halkın onurunu canlandırdılar. Laik Cumhuriyet de bu mirasın bir parçasıdır. 

Faşizm ve kültür-II

Siyasal İslamın AKP rejimi, siyasi, ekonomik bir iktidardan öte, toplumu yeniden şekillendirmeye dönük kapsamlı bir kültürel mühendislik sürecidir. Bu, eğitimi, medyayı, sanat politikalarını, tarih anlatılarını, mimariyi, hatta gündelik yaşamın ritimlerini dönüştürerek yeni bir insan tipi, yeni bir hafıza, yeni bir ahlak yaratma sürecine karşı direniş, çoğunlukla ekonomik sorunlara odaklı, kültür savaşlarından kaçınan bir hatta kaldı. İşsizlik, yolsuzluk, hayat pahalılığı gibi elbette çok ciddi meseleleri öne çıkaran bu muhalefet dili, ne yazık ki kitlelerin gündelik yaşamında karşılık bulan kültürel anlam evrenlerini ihmal etti, belki de küçümsedi. Oysa kültür, içinde ekonomik taleplerin de anlam kazandığı bir alandı.

KÜLTÜR MADDESELDİR

Kültür, somut pratiklerle, nesnelerle, bedenlerle, mekânlarla, teknolojilerle iç içe geçtiği için maddeseldir. Kültürün maddeselliği, onun yalnızca anlam dünyasında değil, aynı zamanda gündelik yaşamın, nesnelerin, bedenlerin, teknolojilerin ve mekânların içinde kurulduğunu söyler. Raymond Williams’ın ifadesiyle kültür, “Bir yaşam biçimidir”; insanların konuşmalarının, giyinmelerinin, kederlerinin, sevinçlerinin, kutsallarının anlamlarına ilişkindir. Kültür, geçmişin kalıntısı değil, bugün yaşayan bir çatışma alanıdır; yalnızca estetik ya da sembolik bir alan değil, ahlaki anlamların üretildiği yerdir. Ve insanlar sadece aç kaldıkları için değil, adaletsizliğe uğradıklarını düşündüklerinde sokağa çıkarlar.

Diğer bir deyişle, insanlar yalnızca biyolojik varlıklar değil, anlam arayan, kimlik kuran, değerlerle hareket eden varlıklardır. Biyolojik ihtiyaçlarına öncelik veren hayvanlardan farklı olarak insanlar, “doğru”, “yanlış”, “hak”, “adalet”, “onur” gibi kavramlar üzerinden tepki verirler. Geçim derdi, onurla yaşamak, emeğinin karşılığını almak, torpilsiz hak kazanmak gibi ahlaki-siyasal taleplerle iç içedir. Ekonomik bir kriz ancak bu kavramlarla anlamlandığında siyasallaşır.

Primatolog, sinirbilimci, Robert Sapolsky’nin, “Kültür, değerlerin, tarzların, davranışların bir sonraki kuşağa genetik olmayan yollarla aktarımıdır” biçimindeki tanımı da kültürün geleceği belirlediğine, ancak değiştirilebilirliğine, siyasal mücadeleyle şekillendirilebileceğine işaret eder.

KÜLTÜR GELECEĞİ ŞEKİLLENDİRİR

Walter Benjamin’e atfedilen “Her faşist zaferin arkasında bastırılmış bir devrim vardır” sözleri, faşizmin, toplumsal hafızayı silme, tarihi yeniden yazma, kayıp devrimin içindeki gelecek umudunu unutturma çabasının mantığını da açıklar. Faşist rejim, yalnızca zorla değil, kültür savaşlarıyla ayakta kalmanın ötesinde, geleceğini güvenceye almayı amaçlar; bugünü de ona göre biçimlendirir. İşte bu yüzden, kültür savaşları bu kadar önemlidir.

Türkiye’de siyasal İslamcı rejim, işte bu hafıza rejimini ısrarla kurmaktadır: 15 Temmuz anıtları, Osmanlı nostaljisi, Cumhuriyet nefreti, militarist dizi evrenleri, kamusal alandan kadın bedeninin silinmesi, sürekli yinelenen “yerli ve milli değerler” söylemi, hakaret davaları, Diyanet’in bütçesinin, bir ruhban sınıfına eklemlenmiş kadrosunun biteviye büyüme eğilimi bu stratejinin parçalarıdır. Kültür, bu iktidarın en etkili silahıdır.

Bu yüzden muhalefet yalnızca daha iyi ekonomik koşullar vaat etmekle yetinemez; farklı bir kültürel tahayyül inşa etmelidir. Bu tahayyül, yalnızca laiklik savunusuyla sınırlı olmamalı; çoğulculuğu, kadın, LGBTQ+ haklarını, hafızayı, özgürlüğü, emeği koruyacak, adaleti, ortak demokratik bir yaşamı yeniden kuracak bir kültürel “evren” yaratmalıdır. Çünkü bu geleceği tahayyül etmenin de aracıdır. “Kültürsüz” bir siyaset, yönsüz bir teknokratik iddianın ötesine geçemez.

Nitekim, CHP’nin (Özgür Özel’e kadar) ve solun (hâlâ), halkın sıkıntılarını yalnızca geçim derdine indirgerken rejimin kültürel mühendisliğine kayıtsız kalma eğilimi, siyasal İslamın rejim inşa sürecini kolaylaştırmıştır.

Hangi yaşamın yaşanmaya değer sayıldığı, hangi hayatların yasının tutulduğu, kimlerin sesinin meşru kabul edildiği, geleceğin nasıl şekilleneceği kültür içinde belirlenir. Bugün Türkiye’de değişim isteyen her ilerici hareketin, “mükemmel bir ekonomi programı” aramadan önce kültürün maddeselliğini kavraması gerekiyor.

Faşizm ve kültür-I

Kanadalı kültür kuramcısı Prof. Henry A. Giroux, “Culture as a Pedagogical Battlefield in the Fight Against Authoritarianism” başlıklı yazısında kültürü pedagojik bir savaş alanı olarak tanımlıyor, faşizmin günümüzde estetik, medya, yapay zekâ gibi araçlarla nasıl normalleştirildiğini gösteriyor.

Baskı artık yalnızca copla, yasayla, sansürle değil, medya, sosyal ağlar, okul müfredatları, dijital platformlar aracılığıyla da işliyor. Böylece neye öfke duyulacağını, kimden nefret edileceğini, kime sessiz kalınacağını sistematik biçimde öğreten bir “pedagojik rejim” kuruluyor. Faşizm yalnızca bir yönetim tarzı değil, bir düşünme biçimi, bir duygu rejimi, gündelik yaşamın içine sinmiş bir kültür haline geliyor.

Giroux, “kültürel faşizm” olarak adlandırdığı rejimin merkezinde işleyen şeyin bir tür pedagojik şiddet olduğunu vurguluyor: Düşünceyi, empatiyi, hafızayı, alternatif geleceklere dair düşünmeyi bastıran bir kültürel aygıtlar sistemi (“disimajinasyon”) -tahayyül bastırma, makineleri yani televizyon ekranları, sosyal medya, eğitim politikaları, sansür mekanizmaları- toplumsal hayal gücünü felce uğratıyor. Neoliberal kültür endüstrisinin bireyciliği yücelten, toplumsal olanı küçümseyen, dayanışmayı “zayıflık” sayan dilinin içinde faşizm artık yalnızca devleti ele geçirmekle kalmıyor, hafızayı da işgal ediyor.

Bugün Türkiye’deki kültürel atmosfer de bu tanımın içinden okunabilir. Madımak katliamının, suçlularının cezasız kalmasının yanı sıra, sistematik biçimde unutturulmaya çalışılması, Gazze’deki soykırımı konu alan bir LeMan karikatürüne, çarpıtılarak yöneltilen, açık (kahverengi gömlekleri anımsatan) sokak şiddetine yol açan hedef göstermeler, kadın haklarının sistematik olarak tırpanlanması, eğitimin din propagandasına açılması, LGBTQ+ bireylerin, yalnızca var olmak istedikleri için polis şiddetine, linç kültürüne maruz kalmaları; hep aynı pedagojik şiddet sisteminin örnekleridir.

Madımak’ı hatırlamanın “provokasyon”, bir karikatürü çizmenin “tahrik”, bir yürüyüşte gökkuşağı bayrağı taşımanın “sapıklık” olarak kodlanması, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel bir mühendislik sürecine işaret ediyor. Giroux’nun vurguladığı gibi faşizm yalnızca yasalarla değil, alışkanlıklarla, imgelerle, dil oyunlarıyla da işliyor. Günümüzde faşizm bir “hafıza rejimi”dir. Ne hatırlanacağına, neyin unutulacağına, neye ağlanıp neye sevinileceğine dair bir kültürel kılavuz dayatır.

HAFIZAYI SAVUNMAK, GELECEĞİ SAVUNMAKTIR

Giroux için demokratik yaşam biçimi; düşünme cesaretiyle, hakikatin izini sürme ısrarıyla, ortak hafızayı canlı tutan bir yurttaşlık etiğiyle mümkündür. Bu yüzden kültür, siyasetin yalnızca yansıması değil, kurucu zemini, hegemonik aygıtıdır. Kültür üzerinden inşa edilen baskı ancak kültür üzerinden verilecek bir direnişle aşılabilir.

Bugün Madımak’ı anmak, Özgür Özel’in yaptığı gibi LeMan’ın karikatürüne sahip çıkmak aynı zamanda hafızayı, hakikati, eleştirel düşünmeyi savunmaktır. Bu ülkenin gerçek gücü, unutturulanlarda değil, hatırlayanlarda, direnenlerde, sözünü ısrarla söyleyenlerdedir.

Ne var ki 23 yıllık CHP pratiğinin, (özellikle Kılıçdaroğlu döneminde) laiklikten, yasallıktan verdiği ödünler (anayasaya aykırı ama olsun, mühürsüz ama olsun, Ekmeleddin ama olsun), sol akımların, kültürekonomi diyalektiğini yadsıyan, kültür savaşlarından kaçınan tutumu, bu hegemonik çöküşte pay sahibidir.

Kapitalizm aynı zamanda, bir değerler sistemidir. O değerler (rekabet, itaat, unutkanlık, tüketim, sessizlik) bugün kültürel faşizmin en güçlü silahlarıdır. Öyleyse faşizme karşı mücadele yalnızca ekonomik politikalarla değil, aynı zaman da bir kültürel savaşla mümkündür. Sanatın, eleştirinin, hafızanın susturulduğu yerde “demokrasi”, ifade özgürlüğünü bastıran rejimde adalet, yalnızca bir simülasyondan ibarettir.

Hatırlamak bir eylemdir. Unutturmaya karşı direnmek, bir yurttaşlık görevidir. Direniş, kültürle başlar çünkü faşizm artık sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir kültürdür. Muhalefet lideri, ahlak, adalet, cesaret, laiklik temalarını (kültür), açlık, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, güvencesizlik temalarıyla birleştirmeye başladığı için rejim sallanmaya başlamıştır.

Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet 

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...