Jeopolitik ve emperyalizm
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...
BOP ÖRNEĞİ
BOP kavramı 1990’ların sonunda doğdu, “11 Eylül” sonrasında, “terörizme karşı savaş” yalanı altında Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan bölgenin toplumlarının yeniden yapılandırılmasına yönelik bir proje olarak tasarlandı. Jeopolitik yorum, ülkelerin rejimlerinin yıkılması, topraklarının parçalanması analizi etrafında şekillendi. Emperyalizm teorileri bağlamında, benim de benimsediğim bir yoruma göre BOP, kapitalizmin yapısal krizi içinde geniş bir coğrafyayı sermaye ihracı, tüketim, ucuz emek, kaynak alanı, olarak yapılandırma projesiydi.
Gerçekten de Bush yönetiminin hazırlayarak “G7 Zirvesi hazırlık komisyonlarına” sunduğu bir “BOP bağlamında yapılması gerekenler” belgesi bu yorumu destekliyordu. Belge, bölge ülkelerinin siyasi yapılarını, eğitim, hukuk sistemlerini, medya-kültür endüstrilerini yeniden yapılandırmaya kadar birçok önlemi içeren bir niyet belgesiydi. Al Hayat gazetesi, belgeyi ele geçirdi, yayımladı (2004/02/13). Fransa Kuzey Afrika bağlamında, Suudiler Körfez ülkeleri, Mısır, kültürel ve siyasi kaygılarla karşı çıktı. BOP bir “kapitalist mekân düzenleme projesi” olarak iflas etti. Halbuki o sırada, BOP ile aynı dönemde, JINSA bünyesinde İsrail için tasarlanmış “Clean Break” projesi devreye giriyordu. “Clean Break”, ABD ve Avrupa’nın “İki devlet” çözümünü reddediyor, bugünkü soykırımın zeminini hazırlayan “Büyük İsrail” nihai çözümüne yöneliyordu. Jeopolitik gözlükle BOP’a odaklananlar, bu yönelimi göremediler.
EMPERYALİZM VE İSRAİL ÖRNEĞİ
Modern emperyalizm, kapitalizmin evrimine, örgütlenme biçimlerine ve egemen sermayenin alan dışına genişleme (kriz eğilimlerini dışlaştırma) pratiğine ilişkindir; öncelikle, askeri siyasi değil, ekonomik ve sistemik bir olgudur. İsrail ekonomisi örneği üzerinden bakarsak bu bağlamda önemli gelişmeler gözlemleyebiliyoruz. BM raportörü, Francesca Albanese’in açıklamalarından ve Financial Times’ta Ruchir Sharma’nın bir yazısından yararlanacağım.
Sharma, İsrail’de borsanın 7 Ekim 2023’ten bu yana performansına, yabancı sermayenin, çokuluslu şirketlerin ilgisine bakarak İsrail, “bölgenin ekonomik süper gücü olduğunu kanıtladı” diyor. Belli ki İsrail’in Filistin topraklarına yönelik işgalci (yerleşimci sömürge) politikaları, Gazze’de-Batı Şeria’da başlattığı soykırım, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye yönelik saldırıları uluslararası sermaye açısından “değerlenme fırsatları” olarak olumlu karşılanıyor, finansal olarak destekleniyor.
Francesca Albanese de geçtiğimiz ay Tel Aviv borsasının yüzde 179 artarak 70 milyar dolar değer kazandığına dikkat çekiyor. Albanese’e göre, İsrail’in işgal ekonomisi artık bir soykırım ekonomisine dönüştü; Filistin halkına yönelik imha politikası yalnızca ideolojik ya da askeri değil, aynı zamanda kâr odaklı, sistematik, küresel bir ekonomik düzen haline geldi. Filistin, uzun yıllardır İsrail için bir “teknolojik laboratuvar” işlevi görüyor. Gözetim sistemleri, yapay zekâ destekli hedefleme algoritmaları, insansız hava araçları, yeni nesil silahlar önce Filistinliler üzerinde deneniyor, sonra tüm dünyaya pazarlanıyor.
Filistinliler zorla yerlerinden edilirken, topraklarına İsrailli yerleşimciler için lüks konutlar, otoyollar, elektrik ve su altyapısı kuruluyor. Filistin’in doğal kaynakları -doğalgaz, su, tarım arazileri- İsrail’in kullanımına açılıyor. Tüm bunlar, doğrudan ya da dolaylı yoldan, küresel şirketlerin işbirliğiyle gerçekleşiyor.
Elbit Systems, Lockheed Martin, Volvo, Caterpillar gibi savunma ve inşaat devlerinin yanı sıra, Airbnb, Booking.com gibi platformlar da bu düzenin parçası; kullanıcılar tek tıkla bu suça ortak oluyor. Bankalar (BNP Paribas, Barclays), yatırım fonları (BlackRock, Vanguard) da bu mekanizmaya hem sermaye hem meşruiyet sağlıyor.
Çağın “finans-kapital” (askeri-sanayi-finans-gözetleme kapitalizmi kompleksinin) emperyalizmi de böyle, sömürgeci, soykırımcı bir yönde şekilleniyor.
‘Cumhuriyet yıkılmalıdır!’
Büyükelçi Tom Barrack’ın Osmanlı’nın millet sisteminin Türkiye için en uygun model olduğuna ilişkin sözleri de “Cumhuriyet yıkılmalıdır” saplantısıyla buluşuyor. Pedofil Esptein’in en yakın dostunu başkan yapan, güvenlik sistemini komplocu akıl hastalarına teslim eden bir ülkenin büyükelçisini dikkate almaya değmez diyeceğim ama ülkede meraklılarının olduğu anlaşılıyor.
Osmanlı idari yapısında, yalnızca “millet” kavramı yok “vilayet” kavramı da var. “Millet” kavramı dini topluluklar için, “vilayet” kavramı da (Barkan: Kanunlar) feodal üretim tarzı ve ilişkileri üzerinde yaşayan Kürt nüfusun görece özerk idari yapıları için kullanılıyordu. Barkan “vilayet” kavramıyla Kürt bölgelerinin devletin klasik hukuki-idari sistemi dışında işleyen bir yapıya sahip olduğuna, özel düzenlemelere tabi tutulduğuna işaret ediyordu. “Millet” sistemini öneren kafa, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtlerin konumunun, gayrimüslim “milletlerden” farklı olduğunun ayırdında değildir. Kürtler çoğunlukla Müslümandı ve bu nedenle ayrı bir “millet” olarak tanımlanmazlardı. “Millet” sistemini öneren kafa, çoğunlukla Müslüman olmalarına karşın dini açıdan homojen olmayan, hele bu gün artık özgün bir ulus olduğunu düşünen Kürtlerin varlığını fiilen yadsıyor.
Diğer taraftan, Osmanlı “millet” sistemi, liberallerin sattığı fantezilerin aksine, modern anlamda çok kültürlülük ya da laiklik değildi, daha çok, çok dinli bir imparatorluk düzenine ilişkindi. Birincisi, dini cemaatler arasında eşitlik değil hiyerarşi vardı. Müslüman olmayanlar Müslüman olanlara göre “ikinci sınıftı”. İkincisi, bu “millet” kümelerinde, dini-ekonomik hiyerarşiler, ataerkil düzen, dolayısıyla sömürü ve baskı egemendi, modern anlamda özgürlüklerden söz etmek olanaksızdı. Bu saptamalar, ağa ve şeyh aşiret düzeni, toprak mülkiyeti üzerine kurulu feodal bir sosyal formasyon olaran “Kürt vilayetleri” için de geçerlidir.
SEÇKİNLER SİSTEMİ
Aslında “millet” ve “vilayet” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi içindeki alt kümeler olarak bir seçkinler (egemen sınıf, tabaka vb.) sistemine işaret eder: Kendi kümelerinde bir baskı, sömürü düzeni üzerinde yaşayan seçkinlerin aralarındaki bir hiyerarşik ittifaklar ve paylaşım düzeninden söz ediyoruz.
Bu seçkinler sisteminde her alt küme (“millet”, “vilayet”), ana kümenin (imparatorluk) değil kendi çıkarlarına öncelik verecektir, modern vatandaşlık ruhundan yoksun bir siyasi yapılanmada bu tutum hem haklıdır hem olağandır. Böylece, her bir küme kendi çıkarını kollarken, imparatorluklar arası, uluslararası alandan (“küresel kümeden”) gelen önerilere, vaatlere, o alandaki çatışmaların basınçlarına da açık, en azından dirençsiz olacaktır.
Bu modeli modern, emperyalist kapitalizmin zamanlarına taşırsak, bu alt kümelerin, emperyalizmin jeoekonomik, jeopolitik rekabet ve yeniden paylaşım dönemlerinde dış basınçlar karşısında dirençsiz, manipülasyonlara açık ve böl, savaştır, uzaktan dengele, yönet (sömürgeleştir) politikalarına hedef olacaklardır.
Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi emperyalist küresel küme içindeki paylaşım savaşlarına konu olmaya başlayınca kısa sürede alt kümelerini kaybetmeye başlamış ve dağılmıştır. Bugün, Cumhuriyetle hesaplaşmak, “parantezi kapatarak” diğer bir deyişler moderniteyi, laikliği, eşit vatandaşlık kurumunu silmeyi arzulayanlar, aslında ülkeyi, geriye, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma “anına” doğru sürüklüyorlar.
Barrack’ın, bir sırtlan gibi sırıtarak, Epstein’in en yakın dostu, 32 dolandırıcılık suçundan mahkûm olmuş Trump’ın Türkiye’ye olan ilgisini, aklınca feodal bir sultana dalkavukluk yapar gibi vurgularken gözlerinin parlaması da bundadır.
Ulus-devlet, iki basınç
Yine emperyalizmin bir “yeniden paylaşım” dönemindeyiz. Bu dönemde, “merkezde” ve “çevrede” ulus-devlet birbirine zıt iki basınç altında dönüşmeye zorlanıyor.
TERCİH DEĞİL YASA
Sermayenin kendi coğrafi merkezinin dışına taşma eğilimi tercih değil, zorunluluktur. Aşırı üretim krizleri, kârı tehdit eden sınıf mücadeleleri ya da yeni teknolojilerin gerektirdiği madenler, enerjiler, veri akışları, sermayeyi yeni alanlara doğru iter. Tarihsel olarak bu, sömürgecilik, emperyalizm olarak gerçekleşti. Bugün de öyle...
2008 sonrası dönemde, ekonomik durgunluk yerleşti, dünya ticareti tıkandı, finansal kırılganlıklar derinleşti. Buna iklim krizini, artan sıcak hava dalgalarını, çöküş yaşayan tarımı ve “Küresel Güney”den merkeze doğru artan göçü eklediğimizde, kapitalizmin yayılma eğilimi, 1930’lardan bu yana hiç olmadığı kadar sert hissediliyor.
Sömürgecilik, emperyalizm yeni biçimler sergiliyor: Küresel tedarik zincirlerinin kontrolü, finansal “şantaj-şiddet”, borç tuzakları, yaptırımlar, dijital gözetim ve vekâlet savaşları. Artık sadece toprak ya da ucuz işgücü değil, lityum, kobalt, yarı iletkenler, “büyük veri”, su gibi stratejik kaynaklar hedefte.
Kapitalizmin, ABD, AB ve Japonya gibi merkezleri, kaynakları güvence altına almak, yeni kaynaklara ulaşmak için ekonomi politikalarını yeniden şekillendiriyor. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ve Afrika’daki etkisi, bu rekabetin yalnızca bir cephesi. Batı’nın askeri üsler, ticaret blokları ve ekonomik yaptırımlar ile verdiği yanıt ise diğer cephesi.
Bu rekabet, “paylaşım alanlarında” bir stratejik sıkışma yaratıyor. Halihazırda vekâlet savaşlarına (Ukrayna, Sudan, Suriye), bölgesel gerilimlere (Tayvan, Kızıldeniz, Sahel) tanık oluyoruz. Bu süreç, birden fazla yerel savaşın birleşerek bir bölgesel, hatta bir “büyük savaş”a yol açma olasılığını besliyor.
ULUS DEVLET-ÇİFTE STANDART
Bu bağlamda, ulus-devlet, stratejik bir önem kazanıyor. Kapitalizmin merkezlerinde ulus-devlet yeniden silahlandırılıyor. Sanayi politikaları geri döndü. Ticaret engelleri, yatırım kontrolleri, baskıcı uygulamalar, milliyetçilik yükseliyor: Kapitalizmin merkezlerimde ulus-devlet sermayenin yeni genişleme evresi için hem içerden hem de dışarı doğru tahkim ediliyor.
Bu sırada, çevre ülkelerdeki ulus-devlet yapıları sistemli olarak zayıflatılıyor. Neoliberalizmin ekonomiyi uluslararası sermayenin sınırsız kullanımına açması, şirketlerin kamusal alanı ele geçirmesi, kimi merkez ülkelerden fonlanan STK’ler, küresel kültür endüstrisinin etkileri, siyasi müdahalelerin basıncı altında çevre ülkelerin ekonomik siyasi dengeleri bozuluyor, toplumsal dokuları çözülmeye, etnik ve dinsel temelde bölünmeye doğru itiliyor. Bu dağılma dinamikleri, emperyalist yeniden paylaşım alanlarında yeni olanaklar getiriyor.
Küresel Güney’in, liberal entelijensiyasının, “Ulus-devlet devri kapandı”, “Post-nasyonal yönetişim”, savları, “komünalizm” önerileri de bu sürecin bir parçası. Emperyalizmden söz edenler, liberal fantezileri eleştirenler ulusalcılıkla/ırkçılıkla suçlanıyor. Bu suçlamalar, pratikte emperyal çıkarların ideolojik örtüsü olmaktan, “komünalizm” fantezisi de o dini/etnik grubun seçkinlerine iktidar alanı yaratma, egemen elitlerle eklemlenme, çabalarından öteye gitmiyor; halkların değil sermayenin küresel egemenliği anlamına geliyor.
Emperyal güçler kendi devletlerini yeniden inşa ederken çevredeki toplumların da kendi ulus-devletlerini savunması gerekiyor. Egemen bir ulus-devlet; sermayeyi denetleyebilir, gıda sistemlerini koruyabilir, ekolojik yıkımı tersine çevirebilir, sanayi inşa edebilir ve bölgesel/küresel dayanışma ağları kurabilir, var olanlara katılabilir. Ulusdevlet emperyalizme karşı etkin bir savunma hattı kurabilir. Ancak bu hattın, yaşayabilmesi için etnik milliyetçilikten, dinci cemaatçilikten arındırılması, yurtseverlik, laiklik, dayanışma, eşitlik, adalet, direnç için ve halkın, özellikle de emekçi sınıfların desteğiyle gerçekleşmesi gerekiyor.
Ulus-devlet de her kurum gibi mücadeleye açıktır. 20. yüzyılda anti kolonyal hareketler ulus-devleti kullanarak sömürgecilikten çıktılar, halkın onurunu canlandırdılar. Laik Cumhuriyet de bu mirasın bir parçasıdır.
Faşizm ve kültür-II
Siyasal İslamın AKP rejimi, siyasi, ekonomik bir iktidardan öte, toplumu yeniden şekillendirmeye dönük kapsamlı bir kültürel mühendislik sürecidir. Bu, eğitimi, medyayı, sanat politikalarını, tarih anlatılarını, mimariyi, hatta gündelik yaşamın ritimlerini dönüştürerek yeni bir insan tipi, yeni bir hafıza, yeni bir ahlak yaratma sürecine karşı direniş, çoğunlukla ekonomik sorunlara odaklı, kültür savaşlarından kaçınan bir hatta kaldı. İşsizlik, yolsuzluk, hayat pahalılığı gibi elbette çok ciddi meseleleri öne çıkaran bu muhalefet dili, ne yazık ki kitlelerin gündelik yaşamında karşılık bulan kültürel anlam evrenlerini ihmal etti, belki de küçümsedi. Oysa kültür, içinde ekonomik taleplerin de anlam kazandığı bir alandı.
KÜLTÜR MADDESELDİR
Kültür, somut pratiklerle, nesnelerle, bedenlerle, mekânlarla, teknolojilerle iç içe geçtiği için maddeseldir. Kültürün maddeselliği, onun yalnızca anlam dünyasında değil, aynı zamanda gündelik yaşamın, nesnelerin, bedenlerin, teknolojilerin ve mekânların içinde kurulduğunu söyler. Raymond Williams’ın ifadesiyle kültür, “Bir yaşam biçimidir”; insanların konuşmalarının, giyinmelerinin, kederlerinin, sevinçlerinin, kutsallarının anlamlarına ilişkindir. Kültür, geçmişin kalıntısı değil, bugün yaşayan bir çatışma alanıdır; yalnızca estetik ya da sembolik bir alan değil, ahlaki anlamların üretildiği yerdir. Ve insanlar sadece aç kaldıkları için değil, adaletsizliğe uğradıklarını düşündüklerinde sokağa çıkarlar.
Diğer bir deyişle, insanlar yalnızca biyolojik varlıklar değil, anlam arayan, kimlik kuran, değerlerle hareket eden varlıklardır. Biyolojik ihtiyaçlarına öncelik veren hayvanlardan farklı olarak insanlar, “doğru”, “yanlış”, “hak”, “adalet”, “onur” gibi kavramlar üzerinden tepki verirler. Geçim derdi, onurla yaşamak, emeğinin karşılığını almak, torpilsiz hak kazanmak gibi ahlaki-siyasal taleplerle iç içedir. Ekonomik bir kriz ancak bu kavramlarla anlamlandığında siyasallaşır.
Primatolog, sinirbilimci, Robert Sapolsky’nin, “Kültür, değerlerin, tarzların, davranışların bir sonraki kuşağa genetik olmayan yollarla aktarımıdır” biçimindeki tanımı da kültürün geleceği belirlediğine, ancak değiştirilebilirliğine, siyasal mücadeleyle şekillendirilebileceğine işaret eder.
KÜLTÜR GELECEĞİ ŞEKİLLENDİRİR
Walter Benjamin’e atfedilen “Her faşist zaferin arkasında bastırılmış bir devrim vardır” sözleri, faşizmin, toplumsal hafızayı silme, tarihi yeniden yazma, kayıp devrimin içindeki gelecek umudunu unutturma çabasının mantığını da açıklar. Faşist rejim, yalnızca zorla değil, kültür savaşlarıyla ayakta kalmanın ötesinde, geleceğini güvenceye almayı amaçlar; bugünü de ona göre biçimlendirir. İşte bu yüzden, kültür savaşları bu kadar önemlidir.
Türkiye’de siyasal İslamcı rejim, işte bu hafıza rejimini ısrarla kurmaktadır: 15 Temmuz anıtları, Osmanlı nostaljisi, Cumhuriyet nefreti, militarist dizi evrenleri, kamusal alandan kadın bedeninin silinmesi, sürekli yinelenen “yerli ve milli değerler” söylemi, hakaret davaları, Diyanet’in bütçesinin, bir ruhban sınıfına eklemlenmiş kadrosunun biteviye büyüme eğilimi bu stratejinin parçalarıdır. Kültür, bu iktidarın en etkili silahıdır.
Bu yüzden muhalefet yalnızca daha iyi ekonomik koşullar vaat etmekle yetinemez; farklı bir kültürel tahayyül inşa etmelidir. Bu tahayyül, yalnızca laiklik savunusuyla sınırlı olmamalı; çoğulculuğu, kadın, LGBTQ+ haklarını, hafızayı, özgürlüğü, emeği koruyacak, adaleti, ortak demokratik bir yaşamı yeniden kuracak bir kültürel “evren” yaratmalıdır. Çünkü bu geleceği tahayyül etmenin de aracıdır. “Kültürsüz” bir siyaset, yönsüz bir teknokratik iddianın ötesine geçemez.
Nitekim, CHP’nin (Özgür Özel’e kadar) ve solun (hâlâ), halkın sıkıntılarını yalnızca geçim derdine indirgerken rejimin kültürel mühendisliğine kayıtsız kalma eğilimi, siyasal İslamın rejim inşa sürecini kolaylaştırmıştır.
Hangi yaşamın yaşanmaya değer sayıldığı, hangi hayatların yasının tutulduğu, kimlerin sesinin meşru kabul edildiği, geleceğin nasıl şekilleneceği kültür içinde belirlenir. Bugün Türkiye’de değişim isteyen her ilerici hareketin, “mükemmel bir ekonomi programı” aramadan önce kültürün maddeselliğini kavraması gerekiyor.
Faşizm ve kültür-I
Kanadalı kültür kuramcısı Prof. Henry A. Giroux, “Culture as a Pedagogical Battlefield in the Fight Against Authoritarianism” başlıklı yazısında kültürü pedagojik bir savaş alanı olarak tanımlıyor, faşizmin günümüzde estetik, medya, yapay zekâ gibi araçlarla nasıl normalleştirildiğini gösteriyor.
Baskı artık yalnızca copla, yasayla, sansürle değil, medya, sosyal ağlar, okul müfredatları, dijital platformlar aracılığıyla da işliyor. Böylece neye öfke duyulacağını, kimden nefret edileceğini, kime sessiz kalınacağını sistematik biçimde öğreten bir “pedagojik rejim” kuruluyor. Faşizm yalnızca bir yönetim tarzı değil, bir düşünme biçimi, bir duygu rejimi, gündelik yaşamın içine sinmiş bir kültür haline geliyor.
Giroux, “kültürel faşizm” olarak adlandırdığı rejimin merkezinde işleyen şeyin bir tür pedagojik şiddet olduğunu vurguluyor: Düşünceyi, empatiyi, hafızayı, alternatif geleceklere dair düşünmeyi bastıran bir kültürel aygıtlar sistemi (“disimajinasyon”) -tahayyül bastırma, makineleri yani televizyon ekranları, sosyal medya, eğitim politikaları, sansür mekanizmaları- toplumsal hayal gücünü felce uğratıyor. Neoliberal kültür endüstrisinin bireyciliği yücelten, toplumsal olanı küçümseyen, dayanışmayı “zayıflık” sayan dilinin içinde faşizm artık yalnızca devleti ele geçirmekle kalmıyor, hafızayı da işgal ediyor.
Bugün Türkiye’deki kültürel atmosfer de bu tanımın içinden okunabilir. Madımak katliamının, suçlularının cezasız kalmasının yanı sıra, sistematik biçimde unutturulmaya çalışılması, Gazze’deki soykırımı konu alan bir LeMan karikatürüne, çarpıtılarak yöneltilen, açık (kahverengi gömlekleri anımsatan) sokak şiddetine yol açan hedef göstermeler, kadın haklarının sistematik olarak tırpanlanması, eğitimin din propagandasına açılması, LGBTQ+ bireylerin, yalnızca var olmak istedikleri için polis şiddetine, linç kültürüne maruz kalmaları; hep aynı pedagojik şiddet sisteminin örnekleridir.
Madımak’ı hatırlamanın “provokasyon”, bir karikatürü çizmenin “tahrik”, bir yürüyüşte gökkuşağı bayrağı taşımanın “sapıklık” olarak kodlanması, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel bir mühendislik sürecine işaret ediyor. Giroux’nun vurguladığı gibi faşizm yalnızca yasalarla değil, alışkanlıklarla, imgelerle, dil oyunlarıyla da işliyor. Günümüzde faşizm bir “hafıza rejimi”dir. Ne hatırlanacağına, neyin unutulacağına, neye ağlanıp neye sevinileceğine dair bir kültürel kılavuz dayatır.
HAFIZAYI SAVUNMAK, GELECEĞİ SAVUNMAKTIR
Giroux için demokratik yaşam biçimi; düşünme cesaretiyle, hakikatin izini sürme ısrarıyla, ortak hafızayı canlı tutan bir yurttaşlık etiğiyle mümkündür. Bu yüzden kültür, siyasetin yalnızca yansıması değil, kurucu zemini, hegemonik aygıtıdır. Kültür üzerinden inşa edilen baskı ancak kültür üzerinden verilecek bir direnişle aşılabilir.
Bugün Madımak’ı anmak, Özgür Özel’in yaptığı gibi LeMan’ın karikatürüne sahip çıkmak aynı zamanda hafızayı, hakikati, eleştirel düşünmeyi savunmaktır. Bu ülkenin gerçek gücü, unutturulanlarda değil, hatırlayanlarda, direnenlerde, sözünü ısrarla söyleyenlerdedir.
Ne var ki 23 yıllık CHP pratiğinin, (özellikle Kılıçdaroğlu döneminde) laiklikten, yasallıktan verdiği ödünler (anayasaya aykırı ama olsun, mühürsüz ama olsun, Ekmeleddin ama olsun), sol akımların, kültürekonomi diyalektiğini yadsıyan, kültür savaşlarından kaçınan tutumu, bu hegemonik çöküşte pay sahibidir.
Kapitalizm aynı zamanda, bir değerler sistemidir. O değerler (rekabet, itaat, unutkanlık, tüketim, sessizlik) bugün kültürel faşizmin en güçlü silahlarıdır. Öyleyse faşizme karşı mücadele yalnızca ekonomik politikalarla değil, aynı zaman da bir kültürel savaşla mümkündür. Sanatın, eleştirinin, hafızanın susturulduğu yerde “demokrasi”, ifade özgürlüğünü bastıran rejimde adalet, yalnızca bir simülasyondan ibarettir.
Hatırlamak bir eylemdir. Unutturmaya karşı direnmek, bir yurttaşlık görevidir. Direniş, kültürle başlar çünkü faşizm artık sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir kültürdür. Muhalefet lideri, ahlak, adalet, cesaret, laiklik temalarını (kültür), açlık, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, güvencesizlik temalarıyla birleştirmeye başladığı için rejim sallanmaya başlamıştır.
Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder