Hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi: Kolera İsyanları - Kavel Alpaslan / duvaR.

Osmanlı'yı yenen Rus Çarlığı'nda zaferin 'hediyesi' kolera olur... Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri... Yani 'ayrıcalıklılar'dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır.


1828-1829 Osmanlı-Rus savaşı, Edirne Antlaşması’yla ve Rusya’nın zaferiyle sonuçlanır. Fakat muzaffer Rus askerleri memleketlerine dönerken cephe hikayeleriyle birlikte kolerayı da yanlarında götürür… Kısa süre içinde yayılan hastalık, Çar I. Nikolay’ın kardeşi Prens Konstantin de dahil yüzbinlerce insanın yaşamına mâl olmuştur. Karantinaya alınan evler, mahalleler ve kentler kâr etmez… Yoksulluk yüzünden salgının asıl çilesini çeken kitleler ayaklanır. Dedikodular sonucunda doktorlar; yoksulluk yetmezmiş gibi baskı yapan toprak sahipleri ve hükümet yetkilileri öldürülür… Hastaneler de dahil olmak üzere yağmalar başlar. Sokaklara egemen olan artık sadece kolera değil, aynı zamanda korku ve öfkenin doğurduğu kaos ve belirsizliktir.

Çar en sonunda halkının karşısına çıkar ve kitleleri ‘sakinleştirir’. Başkent meydanlarında halka yaptığı konuşma, tablolara, heykellere konu olur. Gel gelelim sarayına dönen ‘fedakar’ imparator, ilk iş üzerindeki tüm kıyafetleri ateşe verip uzun sürecek bir banyo yapmayı da ihmal etmez. Oysa Çar’a yardımcı olan sadece hitabet gücü ve sözleri değil, aynı zamanda topları ve tüfekleridir…
Maksim Gorki
Glasgow Üniversitesi’nden Samuel Kline Cohn Jr, koleranın 1830’larda dünyada nasıl bir iz bıraktığını anlatırken Rusya’da yaşananlar hakkında ‘hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi’ tanımını yapıyor. Sahiden kontrolsüzce hareket edilen bu isyanda ‘hoş’ bulunacak bir yan yok. Rus ve dünya edebiyatının en güçlü isimlerinden Maksim Gorki de 1905 yılında kaleme aldığı ‘Güneşin Çocukları’ adlı oyununda ‘Kolera İsyanları’na farklı bir gözle bakıyor ve aydınların kitlelerle kurduğu ilişkilere değiniyor. Ancak kolera onun için sıradan bir konu değil. Gorki henüz çok küçük bir yaştayken bu hastalığa yakalanır. Bir süre sonra sağlığına kavuşur. Ancak babası, oğlundan kaptığı koleraya yenik düşer ve hayatını kaybeder. Gorki, anılarında anlattığı üzere babasının gömüldüğü gün, yaşı gereği sadece mezarın dibinde gördüğü kurbağaların orada kalıp kalamayacağını düşünse de kolerayı ileride daha farklı bir şekilde değerlendirecektir. Kişisel tecrübeleriyle birlikte 1905 yılında Rusya’da başlayan devrimci süreç, Gorki’nin bu oyunu yazmasında etkili olmuştur.
Ancak biz önce biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak için tekrar 19. yüzyıldaki Kolera İsyanları’na gidelim. Güneyden ve doğudan gelen salgın, yavaş yavaş başkent St. Petersburg’u da pençesine almıştır. Bunun üzerine hükümet çok sayıda bölgeyi karantinaya alır. Başkentte 1831 yılında hastalık zirveyi bulduğu zaman günde yaklaşık 600 kişi hayatını kaybetmektedir. Okullar, tiyatrolar, iş yerleri, hükümet binaları… Hepsi kapatılır. Karantina dolayısıyla sokaklarda polisiye tedbirler artarken dedikodular da mahallelerde yayılmaya başlar.
                                         Çar I. Nikolay’ın, halkın arasında konuşurken gösteren bir resim…
Gerçekle yalan kontrolsüz bir şekilde birleşince ortaya korkunç bir manzara çıkar. Kuyuların zehirlendiği fısıltıları yayılırken, doktorlar ve hemşireler ilk kurbanlardan olur. Öyle ki insanların sirkeyle ellerini sık sık yıkamaları önerileri bile ‘doktorların komplosu’ olarak değerlendirilir. Hatta kentte içerisinde kolera hastalarının bulundu bir hastane ateşe verilir, pek çok sağlık çalışanı da korkunç bir şekilde galeyana gelen kitle tarafından katledilir. Sennaya Meydanı’ndan kraliyet güçleriyle çatışmalar devam ederken sert, baskıcı ve tutucu tavırlarıyla bilinen Çar’ın askeri konuşması gerçekleşir…
 Gel gelelim ülkedeki bu kontrolsüz isyan dalgası hemen sönecek gibi değildir. Novgorod bölgesindeki Staraya Russa’da salgından korunmak için alınan önemlerin yetersiz olduğundan şikayetçi olanlar ayaklanır. Hükümetin hastalığı bilerek yaydığından şüphelenenlerin sayısı da hiç az değildir. Burada da pek çok sağlık çalışanı canından olur. Fakat birikmiş öfkenin hedefinde sadece doktorlar yoktur. Hükümet yetkilileri ve toprak sahipleri gibi kesimler de isyancılar tarafından tutuklanır, öldürülür. Ayaklanma bastırıldığında sadece Staraya Russa’da 3 bini aşkın isyancı asker ve köylü, Çarlık güçleri tarafından ya idam edilir ya da sürgüne gönderilir…
Peki tüm bu yaşananları bugün nasıl okumak gerekiyor? Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri… Yani ‘ayrıcalıklılar’dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır. New Mexico Üniversitesi’nden Yury V. Bosin de ayaklanmanın sınıfsal boyutuna dikkat çekiyor: Hükümetin karantina ve kontrol uygulamaları, umutsuzluk, korku, tedirginlik ve kızgınlık halkı sokaklara sürüklemiş, en yoksulların hastalıktan en fazla etkileniyor oluşuysa hem üst sınıflara karşı kini hem de doktorlara karşı dedikoduları alevlendirmiştir. Dolayısıyla yaşananları sadece ‘dedikodu’ ya da sadece ‘salgın korkusuyla’ açıklayamayız. At izinin it izine karıştığı bu başıboş ayaklanmanın ardında, ülkedeki yoksulluk ve savaş yorgunluğunun hastalık yaralarını sarmada yetersiz kalması da gözardı edilemez.
Şimdi Gorki’ye geri dönelim… Güneşin Çocukları oyununda ayrıcalıklı aydınların kapılarının dışındaki dünyadan habersiz bir şekilde kurduğu düşleri eleştirir. Dışarıda kapıya dayanmış kolera salgını vardır. Eser, siyasetle ilgili bir aydının burjuva toplumunda bağımsız bilimsel çalışma yapma savının geçersizliği kanıtlanmaktadır. Aynı oyunda, halkın taşıdığı potansiyel güç de duyurulmaktadır. Çalışmalarını bu güçle birleştirmeyen aydın, yenilgiye yazgılıdır.(1)
“Evvelzaman içinde, güneşin ışığıyla yaşantıya baş veren o şekilsiz, bir damlacık albümin nasıl ilkin suyosunu, derken aslan, derken insana dönüştüyse; bir gün gelecek, insanlar, bütün insanlar birleşip görkemli, uyumlu bir örgen kuracaklar. Yani insanlığı kuracağız dostlarım!… Bu örgenin hücreleri insan zekasının geçmişteki şanlı zaferleriyle işte bugünkü çalışmalarımızdan oluşacak. Gün, pir aşkına, gönüllüce savaşma günü!… Adım adım yaklaşıyor, seziyorum, görüyorum, yaklaşıyor o mutlu gelecek. İnsanoğlu durmadan gelişiyor, olgunlaşıyor. Yaşantı bu işte, yaşantının bütün anlamı bu! (…)
Ölüm korkusu var ya… İnsanların yiğit, güzel ve özgür olmalarını engelleyen hep o!… Ölüm korkusu koskocaman, kara bir bulut gibi çökmüş üzerlerine, gölgesiyle kaplamış yeryüzünü, heyulâlar salıyor ortalığa. İnsanları özgürlüğe giden yoldan, ‘bilim’ denen ana yoldan saptırıyor. Yaşantının anlamını şaşırtan derme-çatma, saçma kuşkulara sürüklüyor onları, gerileterek yanılgılara düşürüyor zekayı. Ama biz, bizler, insanlar, yaşantının ışıklı kaynağı güneşin çocukları… biz ki, güneş tarafından yaratılmışız… o kara ölüm korkusunu er geç yeneceğiz! Biz ki, o bilinmezin karanlıklarını yarıp aydınlatan mağrur ve coşkun düşüncelerin yaratıcısı, o enerji, güzellik ve sevinç ummanı, o ruhların diriltici ruhu, kanımızın o ışıklı kaynağı güneşin çocuklarıyız!”(2)
Sevdiğiniz filmleri tekrar tekrar izlerken, en acıklı sahne ekrana gelir. Aslında hikayenin kötü bitecek finalini bal gibi biliyorsunuzdur. Ama insan çoğu zaman kaçınılmaz sonu bile bile, son ana kadar farklı bir senaryonun ihtimaliyle heyecanlanabilir. Rusya’da yaşanan Kolera İsyanları da felaketten doğan başıboş öfkeden medet umulamayacağını gösterir. Fakat acı da olsa kitlelerin neler yapabileceğini de kanıtlar. Gorki ise korku ve tedirginlik dolu bir atmosferde kapalı bir kutuda yaşayan aydınların belli bir yüzyılın meselesi olmadığını, eserini 1905 yılında yazarak gösteriyor…
Kavel Alpaslan / duvaR.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler
(1) Oyun Yazarı Olarak Marksim Gorki – Ataol Behramoğlu (Türk Tiyatrosu – Sayı: 423, Yıl: 1977)
(2) Maksim Gorki – Güneşin Çocukları (Can Yücel)
Yury V. Bosin – Cholear Riots of 1830-1831
Samuel Kline Cohn Jr – A class struggle we may not like
https://www.rbth.com/history/331853-why-russians-rioted-against-quarantines

Korona virüsünden sonraki dünya* - Yuval Noah Harari / duvaR.

Her şeyden önce, virüsü yenmek için bilgiyi küresel olarak paylaşmamız gerekiyor. İnsanların virüslere karşı en büyük avantajı budur. Çin'deki bir korona virüsüyle ABD'deki bir korona virüsü insanlara nasıl bulaşacakları konusunda bilgi alışverişi yapamaz. Ancak Çin, ABD'ye korona virüsü ve bununla nasıl başa çıkılacağı hakkında birçok değerli ders verebilir.


Bu fırtına geçecek. Ama bu süreçte yapacağımız seçimler hayatlarımızı önümüzdeki yıllar boyunca etkileyecek.
İnsanlık şu anda küresel bir krizle boğuşuyor. Belki de bizim neslimizin karşılaştığı en büyük kriz bu. Önümüzdeki birkaç hafta bireylerin ve devletlerin alacakları kararlar önümüzdeki yıllarda dünyanın nasıl olacağını şekillendirecek. Bu kararlar sadece sağlık sistemlerimizi değil ekonomimizi, siyaseti ve kültürümüzü de şekillendirecek. Hızlı ve kararlı davranmamız gerek. Eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarını da dikkate almalıyız. Alternatifler arasında tercih yaparken, kendimize sadece bu kapımızdaki tehditle nasıl başa çıkacağımızı değil, bu fırtınalı günler geçtikten sonra bizleri ne tür bir dünyanın beklediğini de sormamız gerek. Evet fırtına geçecek insan ırkı hayatta kalacaktır, çoğumuz hayatta kalacağız ama işgal ettiğimiz dünya artık daha farklı olacak.
Pek çok kısa vadeli acil önlemler hayatı sabitleyecektir. Acil durumların doğasında bu var, tarihi süreçleri hızla ileri sararlar. Normal zamanda yıllarca sürecek karar verme süreçleri saatler içinde tamamlanır. Olgunlaşmamış hatta tehlikeli teknolojiler hayata geçirilir, zira hiçbir şey yapmamanın riskleri daha büyüktür. Koskoca ülkeler büyük ölçekli sosyal deneylerdeki kobay farelerine dönüşür. Herkes evden çalışsa ve sadece uzaktan iletişim kursa nasıl olurdu? Bütün okullar, üniversiteler internet üzerinden eğitim verse nasıl olurdu? Gibi deneyler. Normal zamanlarda hükümetler, işletmeler ve eğitim kurulları asla böyle deneyler yürütmeyi kabul etmezlerdi. Ama normal bir zamanda değiliz.
Kriz zamanlarında özellikle iki önemli tercih konusuyla karşı karşıya kalırız. İlki, totaliter denetim/gözetim ve vatandaşların yetkilendirilmesi arasındaki tercihtir. İkincisi ise ulusçu, milliyetçi izolasyon ile küresel dayanışma arasında yapılacak olan tercih.
Salgını durdurmak için, tüm toplumların belirli kurallara uyması gerekir. Bunu başarmanın iki yolu vardır. Bir yöntem, hükümetin insanları izlemesi ve kuralları ihlal edenleri cezalandırmasıdır. Bugün, insanlık tarihinde ilk kez, teknoloji herkesi, her daim izlemeyi mümkün kılıyor. Elli yıl önce, KGB günde 24 saat, 240 milyon Sovyet vatandaşını takip edemezdi ve toplanan tüm bilgileri etkili bir şekilde işlemeyi hayal bile edemezdi. KGB, ajanlarına ve analistlere güveniyordu ama her vatandaşı takip edecek bir ajan bulamazdı. Ama şimdi hükümetler kanlı canlı, insan ajanlar yerine her yerde bulunan sensörlere ve güçlü algoritmalara güvenebilirler.
Korona virüsü salgınına karşı yaptıkları savaşta birçok hükümet yeni gözetleme araçlarını çoktan konuşlandırdı. En dikkat çeken durum Çin’de görülüyor. İnsanların akıllı telefonlarını yakından izleyerek, yüz milyonlarca yüz tanıma kamerası kullanarak ve insanların vücut ısılarının ve tıbbi durumlarının kontrol edilmesini ve raporlanmasını zorunlu hale getirerek, Çin yetkilileri sadece şüpheli korona virüsü taşıyıcılarını hızlı bir şekilde tanımlamakla kalmayıp aynı zamanda hareketlerini ve temasa geçtikleri kişileri belirliyor. Bir dizi mobil uygulama, vatandaşları enfekte hastalarla temasa geçtiklerinde uyarıyor.
ACİL DURUM BAHANESİ 
Gözetim konusunda hangi noktada olduğumuz konusunda karşılaştığımız sorunlardan biri, hiçbirimizin nasıl gözetim altında tutulduğumuzu ve gelecek yılların neler getirebileceğini tam olarak bilmememizdir. Gözetim teknolojisi son derece hızlı gelişiyor ve 10 yıl önce bilim kurgu gibi görünen şey bugün artık haber değeri bile taşımıyor. Bir düşünce deneyi olarak, her vatandaşın günde 24 saat vücut ısısını ve kalp atış hızını izleyen biyometrik bir bilezik takmasını talep eden varsayımsal bir hükümeti düşünün. Elde edilen veriler devlet algoritmaları tarafından istiflenir ve analiz edilir. Algoritmalar, daha siz bilmeden önce bile sizin hasta olduğunuzu bilecek ve aynı zamanda nerede olduğunuzu ve kiminle tanıştığınızı da bileceklerdir. Enfeksiyon zincirleri büyük ölçüde kısalır ve hatta tamamen kesilebilir. Böyle bir sistem, günler içinde salgını durdurabilir. Kulağa ne güzel geldi, değil mi?
Bunun kötü yanı ise, yeni denetim sistemlerinin bu şekilde önünün açılabilecek olmasıdır. Örneğin diyelim ki CNN haberin bağlantısına değil de Fox Haberin bağlantısına tıkladım. Bu size benim siyasi görüşüm veya karakterimle ilgili bile verebilir, değil mi? Ancak diyelim ki ben bir video izlerken benim kan basıncımı, vücut ısımı ve nabzımı ölçtünüz. Buradan beni nelerin güldürdüğünü, neye kızdığımı, çok çok kızdığımı da öğrenebilirsiniz. Bunlar gibi veriler tıpkı kaç derece ateşimiz olduğu bilgisi gibi biyolojik fenomenlerdir. Öksürüğünüzü tespit eden teknoloji kahkahanızı da tespit eder. Hükümetler ve şirketler kitleler halinde biyometrik verilerimizi hasat etmeye başlarsa, bizim kendimizi tanıdığımızdan daha fazla bizleri tanıyacaklardır. Bunun da anlamı, sadece hislerimizi öngörmekle kalmayıp bunları yönlendirebilecekleri – bir ürüne veya bir siyasiye doğru, istedikleri biçimde. Biyometrik gözetim ve denetim, Cambridge Analytica’nın olaylı veri hackleme hikayesini tarihe gömer; Kuzey Kore’de yaşayıp biyometrik denetim bilekliği taktığınızı ve Büyük Lider konuşurken sinirlendiğinizi sinyallerle bu bileklikten belli ettiğinizi düşünün: geçmiş olsun!
Korona virüsü vaka sayısı sıfıra indiğinde dahi bazı veriye aç devletler biyometrik denetimi sürdürmek istediklerini “çünkü ikinci bir korona dalgasından endişe ettiklerini” söyleyebilirler. Ne demek istediğimi sanırım anladınız. Son yıllarda zaten özel hayatımızla ilgili tartışmalar giderek büyüyordu. Korona virüsü krizi bu savaşta bir dönüm noktası oldu. İnsanlara sağlık mı özel hayatın gizliliği mi derseniz çoğunlukla sağlığı seçerler.
POLİS MEMURU ‘SABUN’ 
İnsanlara sağlık mı gizlilik mi diye sormak aslında sorunun temeli. Çünkü bu insanları yanıltmaktır. Hem sağlıklı hem özel hayatımız gizli yaşayabiliriz.
Merkezi izleme ve sert cezalar, insanları faydalı yönergelere uygun hale getirmenin tek yolu değildir. İnsanlara bilimsel gerçekler söylendiğinde ve insanlar bu gerçekleri anlattığına inandıkları kamu otoritelerine güvendiklerinde, vatandaşlar biri onları gizli gizli izlemeden bile doğru şeyi yapabilir. Kendini motive eden ve iyi bilgilendirilmiş bir toplum genellikle polisle kontrol edilen ama cahil bir toplumdan çok daha güçlü ve etkilidir.
Örneğin, ellerinizi sabunla yıkadığınız zamanı düşünün. Bu, insanların hijyenindeki en büyük gelişmelerden biri olmuştur. Bu basit eylem her yıl milyonlarca can kurtarıyor. Bize daha eskiymiş gibi geliyor ama bilim insanları ellerin sabunla yıkanmasının önemini daha 19. Yüzyılda keşfettiler. Daha önce, doktorlar ve hemşireler bile ellerini yıkamadan bir ameliyattan diğerine geçiyorlardı. Bugün her gün milyarlarca insan “sabun polisinden” korktukları için değil, gerçekleri anladıkları için ellerini yıkıyor. Ellerimi sabunla yıkarım çünkü virüs ve bakterileri duydum, bu küçük organizmaların hastalıklara neden olduğunu anlıyorum ve sabunun bunları ortadan kaldırabileceğini biliyorum.
Ancak böyle bir uyumluluk ve işbirliği seviyesine ulaşmak için güvene ihtiyacınız var. İnsanların bilime güvenmesi, kamu yetkililerine güvenmesi ve medyaya güvenmesi gerekir. Son birkaç yıldır sorumsuz politikacılar bilime, kamu otoritelerine ve medyaya olan güveni kasıtlı olarak baltaladılar. Şimdi aynı sorumsuz politikacılar, halkın doğru şeyi yaptığına öylece güvenemeyeceğinizi savunarak, otoriter rejime giden yolu açmanın cazibesine kapılıyorlar.
Normalde, yıllarca aşınmış olan güven bir gecede yeniden oluşturulamaz. Ama bunlar normal zamanlar değil. Kriz anında, zihinler de hızla değişebilir. Kardeşlerinizle yıllarca acı tartışmalar yaşayabilirsiniz, ancak bazı acil durumlar ortaya çıktığında aniden gizli bir güven ve dostluk kaynağı keşfedersiniz ve birbirinize canla başla yardım edersiniz. Bir gözetim rejimi inşa etmek yerine, insanların bilime, kamu otoritelerine ve medyaya olan güvenini yeniden oluşturmak için çok geç kalınmadı. Yeni teknolojileri de kesinlikle kullanmalıyız, ancak bu teknolojiler vatandaşları güçlendirmelidir. Vücut sıcaklığımı ve tansiyonumu izlemekten yanayım, ancak bu veriler tüm gücü elinde tutan bir hükümet oluşturmak için kullanılmamalıdır. Aksine, bu veriler daha bilinçli kişisel seçimler yapmamı ve hükümeti kararlarından sorumlu tutmamı sağlamalı.
KÜRESEL BİR PLANA İHTİYACIMIZ VAR 
Yapmak zorunda kalacağımız ikinci önemli tercih de ulusalcı tecrit ile küresel dayanışmadan hangisini seçeceğimizdir. Hem salgının kendisi hem de ortaya çıkan ekonomik kriz küresel sorunlardır. Sadece küresel işbirliği ile etkin bir şekilde çözülebilirler.
Her şeyden önce, virüsü yenmek için bilgiyi küresel olarak paylaşmamız gerekiyor. İnsanların virüslere karşı en büyük avantajı budur. Çin’deki bir korona virüsüyle ABD’deki bir korona virüsü insanlara nasıl bulaşacakları konusunda bilgi alışverişi yapamaz. Ancak Çin, ABD’ye korona virüsü ve bununla nasıl başa çıkılacağı hakkında birçok değerli ders verebilir. İtalyan bir doktorun sabahın erken saatlerinde Milano’da keşfettiği şey, akşam saatlerinde Tahran’da hayat kurtarabilir. İngiltere hükümeti çeşitli politikalar arasında tereddüt ettiğinde, bir ay önce benzer bir ikilemle karşı karşıya olan Korelilerden tavsiye alabilir. Ancak bunun gerçekleşmesi için küresel bir işbirliği ve güven ruhuna ihtiyacımız var.
2008 mali krizi ve 2014 Ebola salgını gibi önceki küresel krizlerde ABD küresel lider rolünü üstlendi. Ancak mevcut ABD yönetimi liderlik rolünü bıraktı. Amerika’nın “büyüklüğünü” ve selametini, insanlığın geleceğinden çok daha fazla önemsediğini çok açık bir şekilde ortaya koydu.
Bu yönetim en yakın müttefiklerini bile terk etti. AB’den tüm seyahatleri yasakladığında, zahmet edip Birliğe uygun bir zaman önceden haber vermedi ve böylesi ciddi bir önlemin sonuçlarıyla uğraşması AB’ye kaldı. Yeni bir Covid-19 aşısına tekel hakkı satın almak için bir Alman ilaç şirketine 1 milyar dolar teklif ettiği iddiasıyla Almanya’yı skandalla sarstı. Mevcut yönetim nihayetinde taktik değiştirse ve küresel bir eylem planı ortaya çıkarsa bile, asla sorumluluk almayan, asla hata kabul etmeyen ve tüm suçu başkalarına bırakırken övgüleri hep kendisi toplamaya çalışan bir lideri çok az kişi takip edecektir.
ABD’nin bıraktığı boşluk diğer ülkeler tarafından doldurulmazsa, hem mevcut salgını durdurmak zor olacak, hem de ondan geriye kalanlar da gelecek yıllarda uluslararası ilişkileri zehirlemeye devam edecektir. Yine de her kriz bir fırsattır. Mevcut salgının insanlığın küresel bölünmüşlüğün, uyuşmazlığın yarattığı akut tehlikeyi fark etmesine yardımcı olacağını ummalıyız.
İnsanlığın bir seçim yapması gerekiyor. Uyuşmazlığı mı seçeceğiz yoksa küresel dayanışma yolunu mu benimseyeceğiz? Uyuşmazlığı seçersek, bu sadece krizi uzatmakla kalmayacak, aynı zamanda gelecekte daha da kötü felaketlere yol açacaktır. Küresel dayanışmayı seçersek, bu sadece korona virüsüne karşı değil, 21. yüzyılda insanlığa saldırabilecek tüm gelecek salgınlara ve krizlere karşı bir zafer olacaktır.
 Yuval Noah Harari
Yazının orijinali Financial Times’ta yayınlanmıştır. (Çeviren ve derleyen: Şebnem Kınacı)
*Bu çeviri ilk olarak koronagunlerindeceviri.blogspot.com‘da yayınlanmıştır. 

Körlerin yürüyüşü - ORHAN GÖKDEMİR

Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan körler yürüyor. Körlerin en önde gideni bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse görünmemekte. Ortalıkta bir kilise… Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Feriseler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında çukura yuvarlanmak üzere ardı ardına dizilecekler...

***

İşte içinden geçtiğimiz dönemi özetleyen o tek karenin hikayesi böyle... O karenin yaratıcısı Pieter Brueghel. Bruegel veya Brueghel, kendi gibi ressam olan oğulları ve torunlarından ayrılmak için “Köylü Bruegel” lakabıyla anılmış.

Körün Kıssası ya da Körlerin Yürüyüşü, Hollandalı ressam Pieter Brueghel tarafından 1568'de yaratılmış. Avrupa’da süren din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Ortaçağın cilalayıp azizleştirdiği üst sınıf insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve her birinin yüzüne bir köylü sureti yerleştirmiş.


Onun için “köylü”ye çıkmış adı. Gerçekten köylü mü, bilen yok ama tarihin üzerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğu kesin. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış:"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi, sandıklarınızı, kumbaralarınızı... altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları.."

Brueghel 1569 yılında öldü. Körler’i ölümünden bir yıl önce tamamladı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'de yer alan “Ferisiler” hakkındaki bir sözdü. Matta İncili'nde İsa, Ferisiler hakkında şöyle diyordu: "Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer."

Ferisiler Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki yaygın tarikatlardan biriydi. Teoloji konusunda çok bilgiliydiler, kutsal kitabı ezbere biliyorlardı. Bu bağnaz Yahudiler, din ile çıkar arasındaki mesafeyi de oldukça kısaltmışlardı. İsa, Ferisileri şu sözlerle azarlamıştı: “Kutsal Yazıları araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarda sonsuz yaşama sahip olduğunuzu sanıyorsunuz” Din ile kişisel çıkarı birbirine karıştıran Ferisiler kör olmuşlardı ve çıkarcı körlerin kılavuzluğuna soyunmuşlardı.

Din çoğaldıkça ahlak azalır… İnsanlığın çukurudur bu. Brueghel, işte o çukuru resmetmekteydi.

***

Hollandalıdır Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindedir. Halbuki her şey hala derinlemesine dinsel görünmektedir. Çünkü insan inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştür ve bir çıkış yolu da gözükmemektedir. Yani, uçuruma doğru giden o üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır…
Belki de trajedi, insanlığın her defasında kendi karanlık mağarasını yaratıp kör olmayı seçmesi ve kendini her defasında çukurun başında bulmasındadır. Görmek istemeyenin göze ihtiyacı yoktur.

O yüzden gülünçtür ilk bakışta körler ama yüzlerine dikkatle baktığınız zaman görüp görebileceğiniz tüyler ürpertici dramlardır sadece. Brueghel’in devrimci görüşüdür bu. Onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır, meleklerin yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Sanki Türkiye’nin son yirmi yılını tuvale not düşmektedir. Kendi karanlık mağarasında kör olmayı seçmişler ülkesidir resmedilen.

***

Körler’den altı yıl önce yaratmış “Ölümün Zaferi”ni. Tabloda görülen tam bir yıkımdır. Dindar ve ahlaksız bir toplumun resmidir bu da. Cesetlerle doludur ortalık, çünkü sağduyu yitirilmiş ve zulüm olağanlaşmıştır. Bu çürümenin sonucudur kara ölüm. Veba hiçbir zaman bir salgın olarak algılanmamıştır zaten. Bu korkunç hastalık tanrının insanların ahlaksızlığına karşı biçtiği ağır bedeldir.

Ölümün Zaferi’nde gördüğümüz panoramik bir ölüm peyzajıdır. Gökyüzü yanan şehirlerin dumanıyla kararmıştır. Altındaki denize gemi enkazları dağılmış, kıyıda bir ölüm ordusu toplanmıştır. Her yana ölümün ve yıkımın kokusu sinmiştir. Ölüm, tabut kapaklarından yapılma kalkanlar taşıyan iskeletlerden oluşmuş ordusuyla ilerlemektedir. Bu ordunun önüne kattığı insanlar, elindeki tırpanla insanları öldüren atlı bir iskelet tarafından, üzerinde haç bulunan büyük bir kutunun içine doğru sürülmektedir. İnsanlar çaresizce kaçıp kurtulmaya çalışmaktadır. Ama nafile; ölüm yaşayanı yakalar!

Gelin görün ki vebanın saldığı ölüm korkusu insanları eskisinden daha ahlaksız ve daha dindar yapmıştır. Zulümden vazgeçmek yerine hastalığı kendilerinden uzak tutacağını umarak önce evsizleri ve dilencileri, sonra Yahudi ve Müslümanları öldürdüler. Hastaları ve hasta olduklarından şüphelendiklerini yaktılar. Ancak zulüm salgının ayrımsız herkesi telef etmesinin önüne geçemedi. Körseniz düşerseniz, korkaksanız ölürsünüz…

***

Brüeghel’in hikayesi yıllar önce yayınlanan benim “Körler Düşerken” kitabınının da ilham kaynakları arasındaydı. “Ölüm eşitler hepimizi” deniyordu bir yerinde, salgın vesilesiyle hatırlattım. Baskısı ne yazık ki yok, söz verdim “pedefesini” bulursam okuyucuları ile paylaşacağım.

Döndük başa. Salgın ve kapitalizm ile yüzleşiyoruz yeniden. Tuhaf bir biçimde dindar ama ahlaksız bir dönemin içinden geçiyoruz yine. Salgını tanrının gazabı olarak algılayanlar çoğunlukta. Çinlilere, yaşlılara, öksürenlere, tıksıranlara saldırıyorlar hışımla. Ama ölüm kimsenin kuruntularına aldırmaksızın ilerliyor. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Birbirine tutunan körlerin büyük bir çukura düşüşüne tanıklık ediyoruz hep birlikte. Tanrının değilse tarihin gazabıdır.

Sanatın yüceliği işte burada. Salgın, azizlerin aslında sıradan faniler olduğunu ortaya çıkarır. Ölüm korkusu yüze takılmış maskeleri parçalar, herkesi aslına döndürür. Dönüp tekrar bakın varsılların, muktedirlerin suratlarına. Gerçekte hepsi birer kör keşiştir. Bugünlerden geriye kalacak tek şey de onların suratında beliren insanlık dramlarıdır belki, kim bilebilir?

“Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer." Din çoğalıyor, ahlak azalıyorsa düşüşteyiz demektir.
"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi
sandıklarınızı, kumbaralarınızı...
altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları.."

Birbirine tutunmuş körler çukura doğru ilerliyor. Yakında düşecekler. "Para çantalarıyla kasaların savaşı"nın hazin sonudur. Demek ki ışığa yaklaşıyoruz...

Orhan Gökdemir / SOL

Rant salgını durmuyor - İSMAİL ŞAHİN

İktidarın ‘çılgın projesi’ Kanal İstanbul güzergahında gayrimenkul hareketliliği arttı. Bölgede arazi ve konut fiyatları tavan yaptı. Bazı parseller, son sekiz yıl içerisinde 11 kez el değiştirdi.


İlk ihalesi önceki gün yapılan Kanal İstanbul Projesi'nde, gözler güzergah üzerindeki arazi mülkiyetlerine çevrildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuyla ilgili son olarak “2011 yılında ilk kez milletimizle paylaştığımız bu projeyle ilgili olarak her türlü etüt çalışmasını yaptırdık.
Birileri istemese de kamu, özel sektör, vatandaş iş birliğiyle Boğaz'ın yükünü hafifletecek, şehrimizin marka değerini artıracak Kanal İstanbul'u ülkemize kazandırmakta kararlıyız” dedi. Kanal İstanbul'un yapımına ilişkin açıklamalar gözleri yeniden projenin yapılacağı bölgeye çevirdi.
Marmara Denizi'ni Küçükçekmece Gölü'nden ayıran noktadan başlayarak, Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam eden, Sazlıbosna Köyü'nü geçerek Dursunköy'ün doğusuna ulaşıp Baklalı Köyü'nü geçtikten sonra Terkos Gölü'nün doğusunda Karadeniz'e ulaşan Kanal İstanbul güzergahındaki tapu hareketliliğini mercek altına aldık.
YABANCILAR DA VAR
Erdoğan'ın 2011 yılında ‘çılgın proje' olarak lanse ettiği Kanal İstanbul'un güzergahında, o tarihten bu yana gayrimenkul ticaretindeki hareketlilik arttı. Çoğu tarım arazisi olan bölgede 8 yıl içerisinde 11 kez el değiştiren parseller yer alıyor.
SÖZCÜ'nün Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü verilerinden yaptığı derlemeye göre, Baklalı – Boyalık, Dursunköy, Çilingir ve Tayakadın 2011 – 2018 yılları arasında mülk alışverişinin en fazla yapıldığı bölgeler oldu.
Bu nedenle, geniş arazilerin yer aldığı söz konusu lokasyonlarda, arsaların metrekare fiyatları 2010 yılında 10 – 250 lira arasında değişirken, 2019 yılında 200 – 1600 lira seviyesine yükseldi.
45 kilometrelik kanalla Marmara Denizi ile Karadeniz'in birleştirilmesini amaçlayan projenin yapılacağı bölgelerde yerli ve yabancı birçok yatırımcı gayrimenkul alıp satarken, çok sayıda büyük grup da arazi topladı.

ARAZİLERİN 5908'İ ÖZEL MÜLKİYETE AİT

Kanal İstanbul güzergahında 8 bin 300 parsel var. Bu parsellerin 5 bin 908'inin yani yüzde 71'inin özel mülkiyet olduğu tespit edilirken yüzde 7'sinde ise diğer kamu kuruluşlarıyla ortak olan şirketlere ait paylar bulunuyor.
Kanal İstanbul'un geçeceği güzergah toplam 152 milyon metrekarelik bir alanı kapsıyor. Bu alanın 37.5 milyon metrekaresi su yolu için kullanılacak. 25.5 milyon metrekaresi ise kamusal alan ihtiyacını karşılayacak.
Kanal İstanbul Projesi'ni de içine alan 350 milyon metrekarelik alan 2014 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla rezerv yapı alanı ilan edildi.
Kanal İstanbul'u çevreleyen bu alanın yarısının imarı bulunmuyor. Diğer yarısında ise yerleşim alanları, sit alanları ve İstanbul Yeni Havalimanı yer alıyor.

KANAL İSTANBUL GÜZERGAHINDAKİ ARAZİLER KAPIŞ KAPIŞ GİDİYOR


FİYATLAR UÇTU

TSKB Gayrimenkul Değerleme'nin araştırmasına göre kanal güzergahında arazi fiyatları proje gündeme geldikten sonra 2 – 3 kat arttı.
Arnavutköy'de 2010'da 700 lira ile 1000 TL arasında olan konut metrekare fiyatı, 2018'de 2600 TL'ye geldi.
Küçükçekmece'de ise 800 TL ile 2400 TL arasında olan metrekare fiyatı aynı dönemde 2400 TL ile 5 bin TL'ye çıktı.
İSMAİL ŞAHİN / SÖZCÜ

BİR ÇOCUK KÜTÜPHANESİ OLARAK KANBER BAKKAL(Söyleşi) - Anıl Olcan / 1+1 FORUM

BİR ÇOCUK KÜTÜPHANESİ OLARAK KANBER BAKKAL

Koronavirüs ve ekonomiler - KORKUT BORATAV

Kapitalizm koronavirüs ile baş edebilecek mi? 

Ya Türkiye? 

Nasıl? 

Ekonomik, siyasal, toplumsal sonuçları?

Şimdiden yanıtlayamıyoruz. Tek tespit, salgının zincirleme ekonomik krizlere yol açmakta olmasıdır. 

Yakın geçmişin finansal krizleriyle karşılaştırmak yanıltıcıdır. Bu kez insanlar çalışamıyor; üretim bu nedenle duruyor; ücretler ödenemiyor; talep çöküyor. 
Salgın ve emekçilerin çaresizliği, ekonomik krizi toplumsal bir bunalıma  dönüştürmek üzeredir. Tek öncelik olmalı: Salgını durdurmak, hastaları sağaltmak; üretimden kopan her emekçiye doğrudan gelir aktarımı yapmak… Neoliberal kriz yönetimi işe yarayamaz.
  
Bugünün çürük kapitalizmi dahi bu “aykırı” seçeneği kabul etmek zorundadır. İpuçları ortaya çıkmıştır. Bu ipuçlarına, salgın sonrasındaki ekonomik tepkilere hızla göz atalım.

Çare, merkez bankalarında değil; merkezî devlette… 
Finans kapitalin önde gelen bir sözcüsü, Financial Times dahi bu krizde neoliberal reçeteleri yetersiz bulmaktadır. Örnek, bu gazetenin iktisat editörü Martin Wolf’tur. 
Wolf da, gazetesi gibi, 2008-2009 krizine karşı finans kapitali kurtarmaya öncelik veren yöntemleri sonuna kadar desteklemişti. Koronavirüs ortamını değerlendiren 17 Mart tarihli yazısında bu görüşü revizyondan geçiriyor; Batı merkez bankalarının aynı doğrultudaki ilk tepkilerini yetersiz buluyor. 

Mart’ta başlatılan geleneksel (neoliberal) tepkiler nelerdi? 
FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın başlattığı trilyonlarca (binlerce milyar) dolara ulaşan likidite genişlemesi… 23 Mart’ta FED, “sonsuz likidite” (“infinite QE”) adımını da attı. Ne var ki “bazuka” diye nitelendirilen bu hamleler Wall Street ve Avrupa borsalarında sert çöküşleri önleyemedi. 

Wolf da “görev, bundan sonra devlete düşmektedir” tespitini yapıyor. 
Nasıl? 
En son alıcı devlet olmalı; yok olan talebi tamamen telafi etmelidir ki, her işveren, eskisi gibi işçilerine ödemelerini sürdürebilsin.

Bu öneride, Hazine (merkezî bütçe) devreye girecek; talep gerilemelerini tümüyle telafi etmek için harcama yapacak; devlet bütçesinin açık ve borçlanma sınırları ortadan kalkacaktır. 

Nitekim, borsaların çöküşü FED’in “sonsuz likidite” kararı ile değil; iki gün sonra ABD Senatosu trilyon dolarlık ek harcamayı kabul edince son buldu. Böylece Wall Street dahi Martin Wolf’a katılmış oldu: Çare, merkez bankalarında (likidite genişlemesinde) değil; devlette, kamu harcamalarında…

Helikopterle insanlara para dağıtmak
Geçen yüzyılda Keynes, depresyonlarda “devlet harcamaları ile çukur açıp-kapama” yöntemini de önermişti. Bu yöntemin bir biçimi koronavirüs ortamında tekrar gündemdedir: Helikopterlerle insanlara para dağıtmak… 

Önemli olan, finansal sisteme (bankalara, yatırımcılara) değil) doğrudan doğruya insanlara, tüketicilere para dağıtılmasıdır.

Sonuçları göze alan bir siyasal iktidarın (Hazine ve Merkez Bankası’nın) ulusal para ile harcama yapma sınırı olamaz. Makro-ekonomik sonuçları, ekonominin yapısal özellikleri, işsizliğin ve âtıl kapasitenin boyutları belirler.

Merkez bankalarının yurttaşlara aktarım yapma; mal ve hizmet alımı yapma yetkileri, becerileri yoktur. Bütçede tahsisatı olmayan kamu harcamalarının (bütçe açığının) doğrudan doğruya para basarak finansmanı, örneğin Merkez Bankası’nın Hazine’ye avans vermesi yoluyla sağlanır. Bu seçenek, sadece neoliberal malî disiplin anlayışını değil, geleneksel “bütçe hakkı” ilkesini de çiğner. 

İşin tuhafı, “kamu açıklarının merkez bankalarınca finansmanı” bugünlerde sadece “aykırı” iktisatçılar tarafından değil Batı finans sisteminin geçmişte kaptanlığını üstlenmiş iki kişi tarafından dahi savunulmaktadır: Britanya Finansal Hizmetler Kurulu’nun eski başkanı Adair Turner ve FED’in iki önceki başkanı Ben Bernanke (Financial Times, 21  Mart)… 

Para dağıtan sağcı iktidarlar 
Anglo-Sakson dünyasının iki sağcı iktidarı “yurttaşlara açıktan para dağıtma” önerisini benimsedi. 

Koronavirüs krizine karşı Trump, “her Amerikalıya 1000 dolarlık çek dağıtmayı” önermişti. ABD Senatosu 25 Mart’ta bu öneriyi bir “teşvik paketi” içinde kabul etti. 

Yılda 75.000-150.000 dolar arasında gelir beyan eden her vergi mükellefine ayda 1200 dolar ödenecek. (Vergi mükellefi olmayan yoksullar dikkate alınmamıştır.) İşsizlik sigorta ödeneklerinin süresi de dört ay (her ay için 2400 dolar) uzatılacaktır.

Elbette devletin sınıfsal niteliği ağır basmıştır. Ek harcamaların yarısı krizin etkilediği şirketlere ayrılmıştır.  Bu toplamın aslan payı da dev şirketlere düşmektedir. Bu aktarımların yönetici primlerine ve borsaya (şirketlerin kendi hisselerine) yönelmesi önlenemeyecektir. 

Boris Johnson, Trump’tan daha “cömert” çıktı. Parlamentoya koronavirüs krizi nedeniyle getirilen yasal düzenlemeye göre “salgın nedeniyle işini kaybeden her işçiye son ücretin yüzde 80’i” süresiz ödenecektir.

Neoliberal makro-ekonomik politikaların ana dayanağı olan “malî disiplin” anlayışı, 2008 krizinde sadece şirket kurtarma operasyonları için çiğnenmişti. Bugün Trump ve Johnson, emekçilere para dağıtarak bütçe açıklarını artırıyor. Anlaşılan kapitalizmin koronavirüs salgınını yönetemeyeceğinden, çok sert bir toplumsal bunalımı tetikleyeceğinden ürküyorlar. Üstelik, sistem-karşıtı güçlü, örgütlü bir sol muhalefetin yokluğuna rağmen…

Türkiye’de “şirketleri kurtarma” paketi
Türkiye’ye gelelim. 
Cumhurbaşkanı, koronavirüse karşı on dokuz maddelik bir ekonomik paket açıkladı. Sıralanan önlemlerin büyük çoğunluğu doğrudan doğruya şirketlere, işverenlere hitap ediyor. Salgın ortamında güçlüğe sürüklenen şirketlerin ek sorunlarını hafifletmeye dönük öneriler... Yükümlülük bankalarda; ek finansman Hazine’de…

Pakette, doğrudan doğruya emekçileri, yoksulları gözeten maddelerin sayısı sadece üç: Emeklilerin en düşük aylığı 1500 TL’ye çıkarılacak ve bayram ikramiyesi Nisan’a çekilecek; ihtiyaç sahibi ailelere yapılan yardımlara ek kaynak ayrılacak; 80 yaşı aşkın yalnız kişiler için bir “takip programı” devreye alınacak… 

Doğrudan emekçileri gözeten bu kalemlerin ek maliyeti sadece ilk iki öğede yer alıyor; toplam paketin yüzde 3-4’ünü aşamaz. Gerisi şirketlere, işverenlere dönüktür.

ABD ve Britanya’daki koronavirüs paketlerinde gözetilen emekçiler Türkiye’de niçin yok? 
Bu soruyu pek sevdikleri “paydaşlar” söylemi ile geçiştiremezler: “Şirket” olgusu, işçi, işveren, tüketici ve devletten oluşan “paydaşların” bütünü imiş…
Boş çaba. İşçi sınıfı ve işsizlik olgularını böyle yok edemez; unutturamazsınız. 

Türkiye seçeneklerini tartışırken…
Oğuz Oyan, 24 Mart tarihinde Sol Portal’de yayımlanan “Palyatif Önlemlerden Çözüm Çıkmaz” başlıklı yazısında önemli bir tespit yapıyor: Koronavirüs salgını, kırk yıldan bu yana egemen olan neoliberal reçetelere dayalı “eski tür sermaye birikim tarzının sürdürülmesini [imkânsız kılacak]; korumacı-devletçi yapılanma eğilimleri güç kazanacaktır.” 
Ardından da uyarıyor: Bu genel eğilim, Türkiye’deki iktidar tarafından faşizme geçişi güçlendirecek bir fırsat olarak kullanılabilir. 

Arkadaşımız uyarısında haklıdır. Örneğin salgın, yeni bir OHAL için vesile olarak kullanılabilir. Halk sağlığı uygulamaları bakımından iktidarın elindeki yetkiler geniştir; baskıcı yöntemleri daha da genişletmenin anlamı yoktur. 65+ yaştaki insanlara “sokağa çıkma yasağı” OHAL’siz uygulanmadı mı? 

Bu nedenle bir OHAL tasarımı, salgına karşı mücadele için değil, iktidarın siyasî önceliklerine dönük olacaktır. Bu nedenle kesinlikle karşı çıkılmalıdır. 

Bir başka ikilem de söz konusudur. Bu kriz, neoliberal reçetelerden sapılmasını da kaçınılmaz kılacaktır. Batı’daki ipuçlarına değindim. “Saray’ın paketi” bu eğilimi içermiyor; ama er-geç gündeme gelecektir.

İktidar, bu doğrultuda adımlar attığında “ödenek nerede; borçlanma sınırı aşıldı mı?” soruları bize düşmez. “Nereye?” sorusu gündemdedir. Ek kaynaklar, kredi teşviklerine, şirket kurtarmalarına değil, sadece sağlık harcamalarına ve emekçilere dönük nakit aktarımlarına ayrılmalıdır

Bu çerçevedeki ek harcamalar merkezî bütçe sınırları aşılarak; bütçe-dışı kaynaklar sonuna kadar kullanılarak; para basılarak yapılmalıdır. Bugünün gündemi, insanları yaşatmak; emekçi gelirlerini, toplam talebi sürdürmektir. İç talebin bu derecede çöktüğü bir ortamda “enflasyon kâbusu” safsatadır. 

Ayrıca hatırlatalım ki çeyrek yüzyıl önce koalisyon hükümetleri, enflasyona karşı emekçileri koruyacak yöntemleri bulmuş, uygulamıştır. Hatırlanır; yeniden uygulanır; geliştirilir. Sermayeye, finans kapitale teslim olmamak koşuluyla… 

Not: Önem ve değer verdiğim bir ödül jürisinde görevliyim. Katılan çalışmaları incelemek için Mayıs başına kadar yazılarıma ara vereceğim. Sağlığım yerinde; ama usulen ekleyelim: Ölmez, sağ kalırsak… 

Korkut Boratav / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21 Nisan 2025 -

KKTC’de devlet skandalı da Hakan Fidan’a nasip oldu -Namık Tan- Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada rezaletlere alıştırdı, haklarını v...