Tarımda üretici olmak zorlaşıyor -Oğuz Oyan-
Çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.
Tarımda çiftçi olarak kalmak giderek zorlaşıyor. Ama bu durum iktidar koalisyonunun ve tarım bakanlarının ne kadar umurunda? Neredeyse hiç umurlarında olmadığı söylenebilir. Türkiye’de 2000 yılında başlayan bir IMF-Dünya Bankası (DB) programı oldu. Bu programın en önemli dönüştürücü düzenlemeleri tarım alanında ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi/tasfiyesi alanında oldu. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) DB’nin damgasını taşıyordu. IMF programı resmen Mayıs 2008’de sona erdi. Resmen sona erdi ama Kasım 2008’de TBMM Genel Kurulunda 2009 yılı Bütçesi görüşülürken tarımsal desteklerin yüzde 10 düşürülmesi kararını son dakikada müdahalesiyle Meclis’e dayatan IMF/DB çevreleri olabiliyordu.
Türkiye’de IMF programının gayri-resmi uygulaması 2015 yılına kadar sürdü. Fakat tarım programının önemli esaslarının uygulanması halen daha yürürlükte bulunuyor. AKP’nin dışa bağımlı bir iktidar türü olduğunu anlamak için yalnızca tarım politikalarına bakmak yeterlidir. Nitekim 2009’da olduğu gibi TBMM Genel Kurul aşamasında bütçe verilerinin değiştirilmesi görülmüş şey değildir, bazı bakanlar bu müdahale üzerine ağlamaklı konuşmalar da yapmıştır, ama teslimiyetçilik yapıya işlemişse bakanlara söz hakkı bile düşmeyecektir.
Zaten tarım bakanlarının AKP-IMF programları altında Hazine ve Maliye Bakanları kadar bile değerleri olmamıştır. 2018 sonrasında ise bakan olarak dahi hükümleri kalmamıştır, yüksek bürokrat/devlet sekreteri olarak görev yapmaktadırlar. Tepelerinde sadece Saray, sadece Cumhurbaşkanlığı’nın Strateji ve Bütçe Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı yoktur, onların da tepesinde IMF programının görünmez eli bulunmaktadır. Buna rağmen hâlâ bakanlardan medet uman, buradaki konumuz itibariyle tarım sektörü veya çiftçi kesimi açısından, sanki tarım bakanları önemli düzeltmeler yapabileceklermiş/yapabilirlermiş gibi onların kapısını çalanları hayretle karşılamamak mümkün değil.
Tarımsal üretici sürekli aldatılıyor
Tarım ve Orman Bakanlarına bırakılan oyun alanı, Tarım Kanunu hükmü sınırları yani GSYH’nın yüzde 1’i içinde dahi değildir. Bu pay yıllardır binde 3’ün altında, son yıllarda da binde 2 düzeylerindedir. Nitekim 2024 yılında tarım desteği için ayrılan ödenek 91,5 milyar TL olup aynı yılın GSYH gerçekleşme tahminini yüzde 0,21’inden ibarettir. 2025 yılı Bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan kaynak 135 milyar TL’dir ve öngörülen GSYH büyüklüğüne oranla yüzde 0,22’dir! Buna ilişkin siyasi eleştirilere iktidarın ve bakanlarının tepkileri ya tam bir duyarsızlık ya da tam bir çarpıtma gösterisi biçiminde olmaktadır.
Çarpıtma iki türlü yapılmaktadır: Birincisi, AKP öncesinde örneğin 2002 yılında tarımsal desteklerin mutlak rakamı alınmakta (bu 1,8 milyar TL’dir) sonra bu sayı enflasyondan arındırılmadan en son tarihli verilerle karşılaştırılmakta ve buradan iktidar lehine bir gelişme tablosu çıkarılmaktadır. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ekim 2019’da “İddialar ve Gerçekler” (“Kamuoyunda Gündeme Gelen Asılsız İddialar ve Gerçekler”) raporu tam da bu çarpıtmanın (2002-2019 desteklerini karşılaştırarak yapılan) yazılı bir kanıtıdır. İkincisi, Tarım Bakanlığının personel ödenekleri de dahil tüm bütçesi alınarak sanki tümü desteklemeyle ilgiliymiş gibi destek/milli gelire oranı şişirilmektedir. Bu da yeterli görülmezse, Ziraat Bankası’nın tarımsal kredilerinde “faiz sübvansiyonu var” denilerek bunlar da hesaba dahil edilmektedir. 2000 yılı IMF programını başlatan Niyet Mektubu’nda başvurulan çarpıtmalardan biri de buydu. (Üstelik Ziraat Bankası üzerinden dallandırılan başka çarpıtma örnekleriyle!).
Tarım ve Orman Bakanlığı, ciddi olmak ve çiftçiyi yanıltmamak istiyorsa, öncelikle tarımsal destek ödeneğini GSYH’ya oranla vererek karşılaştırma yapar. Bu açıdan bakıldığında uzun AKP döneminde tarımsal desteklerin nasıl eridiği ortaya çıkardı. Elbette bunu bilmiyor değiller ve bu nedenle de gerçeklerin ortaya çıkmaması için bunca uğraşı içine giriyorlar. Aslında tarımın ne denli desteksiz bırakıldığını göstermek için bunun da bir adım ötesine geçmek gerekiyor: tarımsal desteklerin göreli önemi, uluslararası karşılaştırmaya da daha uygun bir biçimde gösterilmek istenirse “tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” alınmalıdır. Üstelik bu veriler XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da (bkz. s.104) verilmektedir, yani Tarım Bakanlığı hazırladığı raporlara oradan da katkı alabilir. Kalkınma Planına göre, 2018-2021 döneminde tarımsal desteklerin tarımsal katma değer içindeki payı yıllara göre yüzde 6’larda gezinmektedir; 2022-2023 yıllarında bu pay ortalama yüzde 4,2 düzeyine gerilemiştir. XII. Planın son yılında ise ancak yüzde 5’e çıkması öngörülmektedir. Bu, Türkiye tarımı açısından çok zavallı bir tablodur. Çünkü gelişmiş AB ülkelerinde bu oran yüzde 50’nin altına pek inmemektedir; başka deyişle tarımsal katma değerin yarısı boyutunda tarıma destek verilmektedir!
Üstelik Türkiye’de tarımsal girdi fiyatları çok yüksek seyretmekte çiftçilik yapmak o açıdan da giderek olanaksızlaşmaktadır. Buna rağmen tarım ve gıda fiyatlarındaki yüksekliği çiftçiye fatura eden ve tüketiciyi korumak için çiftçiye görev düştüğünü söyleyenler, sadece sorumluluktan kaçmamakta aynı zamanda çifte haksızlık ve çarpıtma yapmış olmaktadırlar.
Çiftçiye yüklenmeler bunlarla sınırlı değildir. 2005 tarihli ve 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kulllanımı Kanunu”na 23.3.2023’te yapılan eklemeler ve 22.8.2024 tarihinde buna dair çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” çiftçiye yeni tuzaklar kurmaktadır. (Bununla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmemiz 27 Ağustos 2024 tarihli soL Haber yazımızda bulunabilir). TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, bunun yanısıra 14 ve 15 Eylül 2023 tarihlerinde yayımlanan “Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik” ile “Sözleşmeli Üretimin Usül ve Esasları Hakkında Yönetmelik”in de Türkiye’nin tarımsal verileri bilinmeden “bilimsel ve doğru hükümleri içeremeyeceğine” dikkati çekmektedir. (ZMO 49. Dönem I. Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi, 7 Aralık 2024). Gerçekten de, Tarım Bakanlığı en azından bu verileri üretme görevini savsaklamadan yerine getirebilmeliydi. Yasal yükümlülüğe göre Türkiye’de 10 yılda bir yapılması gereken Genel Tarım Sayımları 2001 yılından bu tarafa yapılmamıştır. Şimdi bu sayımın 2025’te tamamlanacağı duyurulmuştur; umarız bu defa görev yerine getirilir.
Tarımsal üretici sahipsizdir
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), kâğıt üzerinde çiftçinin en yaygın örgütüdür ama çiftçinin haklarını korumak adına AKP döneminde (başlangıç yılları dışında) hiçbir eylemlilik içinde olmamıştır. İki nedenle: Bir, yöneticiler koltuklarını koruma derdindedir, bu nedenle kolayca gitmeyeceğini gördükleri AKP’ye yanaşma çabası içinde olmuşlardır; iki, AKP’nin sopası giderek uzamıştır. Kooperatiflerin de gücü kırıldığı için oradan da çiftçiye anlamlı bir fayda gelmemektedir. Siyasi baskı kanallarını da kullanabilen eski güçlü kooperatif birliklerinden eser yoktur artık.
Geriye en etkin kuruluşlar olarak TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ile Türkiye Ziraatçılar Derneği kalmaktadır. Onlar da teknik meslek örgütleri olmanın kısıtlarına rağmen ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. TMMOB ZMO çok daha örgütlü bir yapı olmanın sorumluluğuyla oldukça ön planda bir mücadele yürütmektedir. Ama iktidarın TMMOB ve bağlı odaları üzerindeki baskıları da buna koşut olarak yoğunlaşmaktadır. Dünya çapındaki çiftçi örgütü La Via Campesina ile bağlantılı olan Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) de bu çerçevede etkisini arttırma potansiyeline sahip olabilir.
Çiftçilerin, başta aile işletmesi düzeyinde üretim yapan ve büyük sayılara ulaşan küçük-orta boy çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.
Türkiye’de 10 yıl sonra hâlâ tarımda üretim yapacak çiftçi bulmak isteniyorsa, yükselen taleplere kulak kabartmanın zamanı geçmek üzeredir.
/././
‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…-Nevzat Evrim Önal-
Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.
13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.
Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1
Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2
Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.
***
Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.
Marksist teori bize şunları söylüyor:
1.Kapitalist üretim biçimi olgunlaştıkça, birikmiş toplam sermaye miktarı öylesine büyür ki, bu birikimin toplumun olağan üretim döngüsü tarafından sürdürülmesi giderek zorlaşır ve kâr oranları düşer. Dolayısıyla kapitalizmin tekelleşme eğilimi ile kâr oranlarının düşme eğilimi arasında çok güçlü bir ilişki vardır.
2.Ne var ki tekelleşme, liberallerin iddia ettiğinin aksine rekabeti ortadan kaldırmaz. Rekabet, tarafların elindeki ekonomik ve politik gücün boyutları nedeniyle çok daha yıkıcı olabildikleri bir düzlemde, emperyalistler arası rekabet olarak sürer.
3.Rekabet, kâr oranlarının düşüren temel faktörlerden biridir. Sermayedarlar, dünyadaki bütün pazarların hızla doyduğu bir ortamda ürettikleri metaları rakiplerinden önce satabilmek için kârın bir kısmından vazgeçmek, fiyat kırmak zorunda kalırlar.
4.Bu ortamda, ekonomiye yaptığı müdahalelerle ulusal pazarı düzenleyen, sermayenin yurt içi rekabetini baskılayan ve tüm rekabet gücünü yurt dışına yönelten, uluslararası arenada da onun rekabet aracı olarak hareket eden güçlü bir devlet, bir ülkede yerleşik olan sermayenin kâr oranlarını yükseltici bir etki yaratabilir.
Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.
***
Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3
Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa da emek piyasasını) sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyerek4 ve sermayenin tüm rekabet gücünü dışarıdaki rakiplerine yönlendirerek bir toparlanma ve yüksek kâr oranları sağladı.5
Çin ve Rusya deneyimi hem bir örnek yarattı hem de bu iki ülke, Türkiye ya da Macaristan gibi gelişkin bir kapitalist ekonomiye sahip ama uluslararası rekabet açısından zayıf ülkelerin, Batı ittifakının kendi politik üstünlüğünü korumak için dayattığı “liberal demokrasiyle sınırlandırılmış devlet” zorunluluğu olmadan ekonomik ilişkiler kurabileceği birer alternatif haline geldi. Bu durum, bilhassa Batı emperyalizminin finansal yapısına olan tüm güvenin sarsıldığı 2008 kriziyle birleştiğinde, bu finansal mekanizmaların “veren” tarafında bulunan ülkelerin merkezkaç dinamikleri çok şiddetlendi.
Buna ek olarak bilhassa Çin, sunduğu büyük kâr fırsatlarıyla, dünyanın her yerinden sanayi sermayesinin göç ettiği bir merkeze dönüştü. Bu, sermayeyi getirenin kendi egemenliğini dayattığı bir “sermaye ihracı” olarak görülemeyecek bir süreçti zira Çin devletinin otoritesi, buraya göç eden sermayeye kendi kurallarını dayatabiliyor ve bu kuralların ihlal edilmesi durumunda çok ağır yaptırımlar uygulayabiliyordu.
Bir kez daha, geçerken söylüyorum: Dünyanın her yerinden kapitalistlerin, yatırım yapmak için bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’e akın etmiş ve ediyor olması, liberallerin “sermaye bağımsız yargı ve liberal demokrasi ister” nakaratının kökten yanlışlanmasıdır. Sermaye tek bir şey ister: Kabul edilebilir bir risk karşılığında daha yüksek kâr oranı.
Bu sermaye göçü sonucunda Çin’in dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmesi ve 2008 kriziyle birlikte finansın ağırlığının fazlaca arttığı durumların genel sermaye birikimi açısından barındırdığı risklerin açığa çıkması, ABD sermayesinin giderek büyüyen bir kesimi tarafından ABD devletinin Soğuk Savaş'ın başından bu yana yürüttüğü emperyalist stratejinin sorgulanmasına neden oldu. Bu strateji, ABD'nin egemen emperyalist ülke olarak ittifak matrisinde yer alan ülkelerdeki sermaye çıkarlarını da emperyalist hiyerarşi çerçevesinde kollama görevi üstlenmesi ve bunun için gereken (bilhassa askeri) maliyetlere katlanması manasına geliyordu. Ne var ki 2008 krizinden itibaren şiddetlenen hegemonya bunalımı ABD'nin "büyük birader" statüsünün en yakın müttefikleri tarafından dahi sorgulanmasına neden olmuştu. Bu ortamda Trump'ın bu strateji ve bu stratejiye uygun bir federal devlet aygıtı yerine önerdiği, çoktan dağılmış olan emperyalist dünya sisteminin bekasını sağlamaya değil salt ABD emperyalizminin çıkarlarını ilerletmeye yönelik, eski ittifak matrisine bağlı kalmayan, kolaylıkla ittifak kurup bozabilecek yeni bir strateji ve bu stratejiye uygun devlet aygıtı, ABD sermaye sınıfının büyük bölümü tarafından tercih edildi. Şu anda Trump ve ekibinin ABD’nin federal devlet aygıtını yıkıp yeniden kurarken ellerine motorlu testere falan alıp sergiledikleri “zücaciye dükkanına dalmış fil” şovu kimseyi kandırmasın; yapılmakta olan uzun süredir üzerinde çalışılmış bir modelin hayata geçirilmesidir. Bu modelde ABD devleti Amerikan sermayesinin çıkarlarını rakipler karşısında (ve artık sadece Çin ya da Rusya değil herkes rakiptir) ilerletmek için çok daha "serbest" biçimde, herhangi bir kurala bağlı kalmadan hareket edecek ve bu modelin doğası gereği “olağanüstü hal” olağanlaşacak, Başkan bir çeşit Sezar'a dönüşecektir.
Gelelim Türkiye’ye ve TÜSİAD-AKP gerilimine.
***
Türkiye’de yukarıdaki özelliklere sahip bir devlet aygıtı çoktan kurulmuş durumda ve Türkiye sermaye sınıfı, başta da TÜSİAD, yıllardır bu güçlü ve “görece özerk” devlet aygıtının sağladığı olağanüstü olanakları değerlendirerek semiriyor.
Bugün Erdoğan bunları hatırlatarak TÜSİAD’a had bildirirken kuşkusuz kendi kişisel iktidarının sürekliliğini korumak için hareket ediyor ve “bensiz yapamazsınız” diyor, ama bir yandan da kurulan yeni devlet modelinin “raconunu” hatırlatıyor. Bu modelde Reis’in hakkı Reis’e verilecek, onun politik otoritesini sarsacak biçimde hareket edilmeyecektir. Zira sermayenin yararına ve işçinin zararına her türlü idari tasarrufun “milli çıkar” olarak kutsallaştırılabilmesini sağlayan, devletin ideolojisi kadar, Reis’in sorgulanamazlığına da dayanan bu otoritedir.
Bugünün dünyasında, hele ki ABD’de dahi böyle bir Başkanlık modeli hayata geçirilirken, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, yürütmenin mevcut otoritesinin budandığı ve yasama ile yargıya tabi hale getirildiği zayıf bir devletten değil tastamam bugünkü devlet aygıtından yanadır. Türkiye sermayesi ya da onun en tekelleşmiş bölmesi olan TÜSİAD bir kez daha Erdoğan’ın aşağılamak için kullandığı “komprador” mertebesine geri dönemez; Batı’nın emperyalist tekelleriyle Türkiye’nin olanaklarını öncelikle onlara kullandırmaya dayalı uşakça bir “ebedi küçük ortak” ilişkisi kuramaz. Bunu artık vatansever oldukları için falan değil, son yirmi yıl boyunca yaptıkları birikimle artık yabancı tekellerden dökülenlerle yetinemeyecek ölçeklere ulaştıkları için yapamazlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “şahsına” değil, ama güçlü bir devlet aygıtı ve kim olduğundan bağımsız o aygıtı yönetecek güçlü bir Reis’e muhtaçlar.
Bu aygıt kurulurken Erdoğan’ın kurucu Reis olmaktan dolayı elde ettiği merkezi rol ise TÜSİAD’ın çelişkisidir.
***
TÜSİAD vakası, bütün bunların yanı sıra bir şey daha gösterdi: Bu ülkede “muhalefet”in nasıl umarsızca patronsever olduğunu.
Yazının başında alıntıladığım Ruşen Çakır videosu sadece bir örnek. Muhalefet cephesi, TÜSİAD’ın da Erdoğan’dan yediği azardan sonra artık bu cepheye dahil olmak zorunda kalacağı beklentisi ile sevindirik olmuş durumda. Oysa Erdoğan’ın aksine TÜSİAD’ın koruması gereken bir popülaritesi ya da imajı yok, sadece kâr oranı var. Sermaye için ne laiklik hayatidir ne de demokratik özgürlükler ya da insan hakları, dolayısıyla adapte olacaklardır.
Dolayısıyla iki laflarından biri “saray rejimine karşı en geniş ittifak” olanların biz komünistleri Erdoğan-TÜSİAD geriliminde taraf seçmediğimiz için “solcu kibiriyle” suçlamalarına uzun uzadıya yanıt vermemize gerek yok. Onların “kibir” dediği şey kafalarının hiç basmadığı ve ilk fırsatta vazgeçtikleri teoridir, Marksizmdir. Gerisini hayat öğretecektir.
Öte yandan, bütün bu yazdıklarımız, yaslandığı teorik zemin sayesinde diğerlerinden daha tutarlı olsa da nihayetinde bir yorum. Oysa aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu konuda ise tartışmaya devam etmek üzere tek bir şey söyleyelim ve bu haftalık bahsi kapatalım:
Sermaye sınıfının giderek her ülkede politik arenada yumurtalarını daha fazla “tek sepete koymak” zorunda kalacağı ve bu sepet sepet yumurtanın da birbiriyle tokuşturulacağı bir döneme giriyoruz ve bu dönem insanlık açısından kuşkusuz büyük tehditler, belki bir dünya savaşı ihtimali barındırıyor. Ne var ki siyasette büyük tehditler daima büyük fırsatlar doğurur. Sermaye diktatörlüğünün kanlı canlı kişilerde somutlanacağı önümüzdeki dönemde işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurabilen ve onun adına söz söyleme becerisi kazananlar, bu canlı putların her biri yıkıldığında, Çar’ın devrildiği günlere benzer fırsatlar yakalayacaklar.
İşimiz sermayenin herhangi bir fraksiyonuna kuyruk olmak değil, bu fırsatları değerlendirmeye hazır bir işçi sınıfı örgütlülüğü yaratmaktır.
-----
1Bu tehdidi iyi anlaşılsın ve korku büyüsün diye tercüme etmek, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde liberal bozguncu Ruşen Çakır’a düştü: https://www.youtube.com/watch?v=vOwYuDRQads.
2Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400.
3Anlamazlıktan gelip konuyu çarpıtmaya meyilli liberaller için dipnot: Bu müdahalelerde devrilen Slobodan Miloseviç, Eduard Şevardnadze, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin halkçı ya da yurtsever falan olduğunu değil, ulusal sermayenin çıkarlarını emperyalist sermayeye karşı savunmaya çalıştıklarını söylüyorum.
4Bunlara örnek olarak Putin’in kimi Rus “oligark”lara had bildirme operasyonları ya da Çin’de düşük ücret rejiminin Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi salt açlık ücretlerine dayandırılmaması ve komünist dönemden kalan başta barınma olmak üzere temel ihtiyaçların devlet tarafından desteklenmesi mekanizmaları yoluyla işçi sınıfı açısından sürdürülebilir kılınması gösterilebilir.
5Kâr oranlarını takip etmek için ekonomik büyüme çok iyi bir gösterge olmasa da, şu grafikteki tarihsel seyire bakılabilir https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=CN-RU-1W-EU-US&start=1991. Rusya’daki toparlanma ile Çin’in açık ara ve sürekli yüksek büyüme oranı bu ülkelerdeki güçlü ve müdahaleci devletin sermayeye sağladığı avantajı gösteriyor.
/././
Hem iktidar hem patronlar kazanacak: Okullar boşalacak, çocuk işçilik artacak -Emre Alım-
Okulu aksatan meslek liseli işçileşmeden sırasına dönemeyecek. Haftada en az 4 gün patronunu zengin etmek istemezse de liseye baştan başlayacak.
“Staj” ve “çıraklık” adı altında 1,5 milyon lise öğrencisi haftada en az dört gün özel sektör için çalışıyor. Öğrencilere ödenen cüzi miktardaki ücret dahi patronların cebinden çıkmıyor. Her ay işsizlik sigortası fonunda biriken paranın yarısı bunun için harcanıyor.
Ancak patronların gözü daha fazlasında. İktidarsa dünden hazır. Bunun için Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği bir kez daha değiştirildi.
Daha fazla öğrenciyi işçileştirecek, eğitimden koparacak yeni yöntemler uygulamaya konuldu. Cemaat ve tarikatları memnun edecek adımlar da unutulmadı.
Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü, yönetmelik değişikliğinin ayrıntılarını soL’a anlattı.
Okula dönmek isteyene işçilik şartı
Yeni yönetmeliğe göre devamsızlık nedeniyle başarısız sayılan meslek lisesi öğrencileri sonraki yıl bir işletmeye sözleşme imzalaması şartıyla eğitimine devam edebilecek. Böylece öğrencilerin örgün öğretimden MESEM’e geçişi kolaylaşacak.
Diğer yandan MESEM’den örgün öğretime geçmek isteyen öğrencilere 9. sınıftan başlama şartı koşulacak yani geri dönüş zorlaştırılacak.
Barış Düdü, bu değişiklikle hem çocuk işçiliğin daha da yaygınlaşacağına hem devletin yük olarak gördüğü eğitimden biraz daha kurtulacağına dikkat çekiyor:
“Çocuklar eğitim öğretim ortamına teşvik edilmesi gerekirken itiliyor. Çocuk işçiliği genişletme politikasıdır bu. Ülkede ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor ve bu kriz çocuk işçiliğiyle çözülmeye çalışılıyor. Sermaye ucuz işçi kaynağını bu çocuklar üzerinden sürdürüyor.
MESEM’ler son dönemde eğitim maliyetlerini düşürmenin de can simidi haline dönüştü. Çünkü MESEM’lerde öğrenci 4 gün işyerine, bir gün okula gidiyor. Dolayısıyla daha az derslikle eğitim verilmiş oluyor.”
MESEM nedir? |
AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "müjde" olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) "çırak" ve "stajyer" adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü. Yüz binlerce lise öğrencisi "iş ve maaş" umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri bünyesine açılan bu programa geçti. Çocuklar MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 günse fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda çalıştırılıyor. Ağır koşullar altında çalıştırılan çocuklardan onlarcası iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. |
Açık lise kapısı daha da açılıyor: Ya işe ya cemaate
Öğrencileri dolaylı yoldan işçileştirecek ve tarikatların kucağına itecek bir değişiklik de sınav sistemine ilişkin. Artık ortaokuldan liseye geçişte tercih yapmayan öğrenciler doğrudan açık liseye yönlendirilecek.
Barış Düdü bu değişikliğin uygulamada ne anlama geldiğini şöyle özetliyor:
“Açık lise kapısını genişlettiğinizde, buraya giden çocukların çoğu ailelerine destek olabilmek amacıyla çalışacak. Bu da çoğu defa MESEM’lerden daha kötü bir sonuç doğurabiliyor. Çünkü çocuklar bu sefer kayıtdışı çalışıyorlar.
Onun dışında tarikat bağlantısı kurulan çocuklar da açık lise yoluyla okullarını tamamladıkları süreç içerisinde cemaatlerde dini eğitime maruz bırakılıyorlar. Çeşitli tarikat ve cemaatlere hizmet eder hale getiriliyorlar.”
Görevdeki öğretmenler de Akademi’nin tedrisatından geçecek
Yeni yönetmelikte öğrenciler kadar öğretmenleri de etkileyen değişiklikler var. Merkezi sınav puanıyla öğrenci alan okullarda görev yapacak öğretmenler ve yöneticiler için Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim almak zorunlu hale getirildi.
Geçtiğimiz yıl eğitim sendikalarının yoğun itirazlarına rağmen yasalaşan Milli Eğitim Akademisi, öğretmen atamalarında yeni bir engel olarak çıkarıldı.
Buna göre öğretmenler artık KPSS yerine Akademiye Giriş Sınavı’na girecek, buradan aldıkları puana göre Milli Eğitim Akademisi’ne girmeye hak kazananlar, 14 aylık eğitimden geçirilecek. Bu akademide başarılı oldukları takdirde atamaları yapılacak.
Ancak son yönetmelik değişikliğiyle birlikte Akademi’nin kapsamı genişlemiş oldu. Barış Düdü, iktidarın tüm öğretmenleri tedrisatından geçirmek istediğini vurguluyor:
“Bu Akademi’yi kurumsallaştırmanın tüm meslektaşlarımızı etkileyeceği ortaya çıktı. Milli Eğitim Akademisi’ni biz başından beri tebliğci öğretmen yetiştirmenin altyapısının oluşturulduğu bir yer olarak görüyoruz. Araştıran, sorgulayan yanlışa dur diyen öğretmen yapısı yerine Bakanlığın dayattığı müfredatı hiç eleştirmeyen, sorgulamayan öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuş akademiler bunlar.”
Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış DüdüBakanlık eğitim vermeyecek, taşere edecek
Vakıf ve dernek adı altında tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokoller tepki çekerken, Milli Eğitim Bakanlığı bu protokollerin kapsamını genişletecek yeni bir adım attı. Barış Düdü, eğitimin temel ilkelerini dahi çiğneyen bu adımı ve zararlarını şöyle anlatıyor:
“Bakanlığın yine kendi değişiyle STK'larla, ayrıca belediyelerle ve özel sektörle yapılacak işbirliğinin artırılması var. Bu maalesef ki eğitim öğretimdeki eşitliği ve birliği zedeleyici bir tehdit içeriyor. Bu ciddi anlamda büyük bir sorun. Çünkü eğitimin yerelleşmesinin önünü açıyor. Bu tür düzenlemelerle her bölgeye farklı uygulamalar karşımıza çıkabilecektir. Bu da öğretmen arkadaşlarımız üzerine ek yükler getirecektir. Aynı zamanda eğitim öğretim birliğini bozduğu için öğrencilerin de eşit eğitim hakkını zedeleyecektir.”
/././