soL "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -25 Şubat 2025-

Tarımda üretici olmak zorlaşıyor -Oğuz Oyan-

Çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Tarımda çiftçi olarak kalmak giderek zorlaşıyor. Ama bu durum iktidar koalisyonunun ve tarım bakanlarının ne kadar umurunda? Neredeyse hiç umurlarında olmadığı söylenebilir. Türkiye’de 2000 yılında başlayan bir IMF-Dünya Bankası (DB) programı oldu. Bu programın en önemli dönüştürücü düzenlemeleri tarım alanında ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi/tasfiyesi alanında oldu. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) DB’nin damgasını taşıyordu. IMF programı resmen Mayıs 2008’de sona erdi. Resmen sona erdi ama Kasım 2008’de TBMM Genel Kurulunda 2009 yılı Bütçesi görüşülürken tarımsal desteklerin yüzde 10 düşürülmesi kararını son dakikada müdahalesiyle Meclis’e dayatan IMF/DB çevreleri olabiliyordu.

Türkiye’de IMF programının gayri-resmi uygulaması 2015 yılına kadar sürdü. Fakat tarım programının önemli esaslarının uygulanması halen daha yürürlükte bulunuyor. AKP’nin dışa bağımlı bir iktidar türü olduğunu anlamak için yalnızca tarım politikalarına bakmak yeterlidir. Nitekim 2009’da olduğu gibi TBMM Genel Kurul aşamasında bütçe verilerinin değiştirilmesi görülmüş şey değildir, bazı bakanlar bu müdahale üzerine ağlamaklı konuşmalar da yapmıştır, ama teslimiyetçilik yapıya işlemişse bakanlara söz hakkı bile düşmeyecektir.

Zaten tarım bakanlarının AKP-IMF programları altında Hazine ve Maliye Bakanları kadar bile değerleri olmamıştır. 2018 sonrasında ise bakan olarak dahi hükümleri kalmamıştır, yüksek bürokrat/devlet sekreteri olarak görev yapmaktadırlar. Tepelerinde sadece Saray, sadece Cumhurbaşkanlığı’nın Strateji ve Bütçe Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı yoktur, onların da tepesinde IMF programının görünmez eli bulunmaktadır. Buna rağmen hâlâ bakanlardan medet uman, buradaki konumuz itibariyle tarım sektörü veya çiftçi kesimi açısından, sanki tarım bakanları önemli düzeltmeler yapabileceklermiş/yapabilirlermiş gibi onların kapısını çalanları hayretle karşılamamak mümkün değil.

Tarımsal üretici sürekli aldatılıyor

Tarım ve Orman Bakanlarına bırakılan oyun alanı, Tarım Kanunu hükmü sınırları yani GSYH’nın yüzde 1’i içinde dahi değildir. Bu pay yıllardır binde 3’ün altında, son yıllarda da binde 2 düzeylerindedir. Nitekim 2024 yılında tarım desteği için ayrılan ödenek 91,5 milyar TL olup aynı yılın GSYH gerçekleşme tahminini yüzde 0,21’inden ibarettir. 2025 yılı Bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan kaynak 135 milyar TL’dir ve öngörülen GSYH büyüklüğüne oranla yüzde 0,22’dir! Buna ilişkin siyasi eleştirilere iktidarın ve bakanlarının tepkileri ya tam bir duyarsızlık ya da tam bir çarpıtma gösterisi biçiminde olmaktadır.

Çarpıtma iki türlü yapılmaktadır: Birincisi, AKP öncesinde örneğin 2002 yılında tarımsal desteklerin mutlak rakamı alınmakta (bu 1,8 milyar TL’dir) sonra bu sayı enflasyondan arındırılmadan en son tarihli verilerle karşılaştırılmakta ve buradan iktidar lehine bir gelişme tablosu çıkarılmaktadır. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ekim 2019’da “İddialar ve Gerçekler” (“Kamuoyunda Gündeme Gelen Asılsız İddialar ve Gerçekler”) raporu tam da bu çarpıtmanın (2002-2019 desteklerini karşılaştırarak yapılan) yazılı bir kanıtıdır. İkincisi, Tarım Bakanlığının personel ödenekleri de dahil tüm bütçesi alınarak sanki tümü desteklemeyle ilgiliymiş gibi destek/milli gelire oranı şişirilmektedir. Bu da yeterli görülmezse, Ziraat Bankası’nın tarımsal kredilerinde “faiz sübvansiyonu var” denilerek bunlar da hesaba dahil edilmektedir. 2000 yılı IMF programını başlatan Niyet Mektubu’nda başvurulan çarpıtmalardan biri de buydu. (Üstelik Ziraat Bankası üzerinden dallandırılan başka çarpıtma örnekleriyle!).

Tarım ve Orman Bakanlığı, ciddi olmak ve çiftçiyi yanıltmamak istiyorsa, öncelikle tarımsal destek ödeneğini GSYH’ya oranla vererek karşılaştırma yapar. Bu açıdan bakıldığında uzun AKP döneminde tarımsal desteklerin nasıl eridiği ortaya çıkardı. Elbette bunu bilmiyor değiller ve bu nedenle de gerçeklerin ortaya çıkmaması için bunca uğraşı içine giriyorlar. Aslında tarımın ne denli desteksiz bırakıldığını göstermek için bunun da bir adım ötesine geçmek gerekiyor: tarımsal desteklerin göreli önemi, uluslararası karşılaştırmaya da daha uygun bir biçimde gösterilmek istenirse “tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” alınmalıdır. Üstelik bu veriler XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da (bkz. s.104) verilmektedir, yani Tarım Bakanlığı hazırladığı raporlara oradan da katkı alabilir. Kalkınma Planına göre, 2018-2021 döneminde tarımsal desteklerin tarımsal katma değer içindeki payı yıllara göre yüzde 6’larda gezinmektedir; 2022-2023 yıllarında bu pay ortalama yüzde 4,2 düzeyine gerilemiştir. XII. Planın son yılında ise ancak yüzde 5’e çıkması öngörülmektedir. Bu, Türkiye tarımı açısından çok zavallı bir tablodur. Çünkü gelişmiş AB ülkelerinde bu oran yüzde 50’nin altına pek inmemektedir; başka deyişle tarımsal katma değerin yarısı boyutunda tarıma destek verilmektedir!

Üstelik Türkiye’de tarımsal girdi fiyatları çok yüksek seyretmekte çiftçilik yapmak o açıdan da giderek olanaksızlaşmaktadır. Buna rağmen tarım ve gıda fiyatlarındaki yüksekliği çiftçiye fatura eden ve tüketiciyi korumak için çiftçiye görev düştüğünü söyleyenler, sadece sorumluluktan kaçmamakta aynı zamanda çifte haksızlık ve çarpıtma yapmış olmaktadırlar.

Çiftçiye yüklenmeler bunlarla sınırlı değildir. 2005 tarihli ve 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kulllanımı Kanunu”na 23.3.2023’te yapılan eklemeler ve 22.8.2024 tarihinde buna dair çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” çiftçiye yeni tuzaklar kurmaktadır. (Bununla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmemiz 27 Ağustos 2024 tarihli soL Haber yazımızda bulunabilir). TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, bunun yanısıra 14 ve 15 Eylül 2023 tarihlerinde yayımlanan “Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik” ile “Sözleşmeli Üretimin Usül ve Esasları Hakkında Yönetmelik”in de Türkiye’nin tarımsal verileri bilinmeden “bilimsel ve doğru hükümleri içeremeyeceğine” dikkati çekmektedir. (ZMO 49. Dönem I. Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi, 7 Aralık 2024). Gerçekten de, Tarım Bakanlığı en azından bu verileri üretme görevini savsaklamadan yerine getirebilmeliydi. Yasal yükümlülüğe göre Türkiye’de 10 yılda bir yapılması gereken Genel Tarım Sayımları 2001 yılından bu tarafa yapılmamıştır. Şimdi bu sayımın 2025’te tamamlanacağı duyurulmuştur; umarız bu defa görev yerine getirilir.

Tarımsal üretici sahipsizdir

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), kâğıt üzerinde çiftçinin en yaygın örgütüdür ama çiftçinin haklarını korumak adına AKP döneminde (başlangıç yılları dışında) hiçbir eylemlilik içinde olmamıştır. İki nedenle: Bir, yöneticiler koltuklarını koruma derdindedir, bu nedenle kolayca gitmeyeceğini gördükleri AKP’ye yanaşma çabası içinde olmuşlardır; iki, AKP’nin sopası giderek uzamıştır. Kooperatiflerin de gücü kırıldığı için oradan da çiftçiye anlamlı bir fayda gelmemektedir. Siyasi baskı kanallarını da kullanabilen eski güçlü kooperatif birliklerinden eser yoktur artık.

Geriye en etkin kuruluşlar olarak TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ile Türkiye Ziraatçılar Derneği kalmaktadır. Onlar da teknik meslek örgütleri olmanın kısıtlarına rağmen ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. TMMOB ZMO çok daha örgütlü bir yapı olmanın sorumluluğuyla oldukça ön planda bir mücadele yürütmektedir. Ama iktidarın TMMOB ve bağlı odaları üzerindeki baskıları da buna koşut olarak yoğunlaşmaktadır. Dünya çapındaki çiftçi örgütü La Via Campesina ile bağlantılı olan Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) de bu çerçevede etkisini arttırma potansiyeline sahip olabilir.

Çiftçilerin, başta aile işletmesi düzeyinde üretim yapan ve büyük sayılara ulaşan küçük-orta boy çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Türkiye’de 10 yıl sonra hâlâ tarımda üretim yapacak çiftçi bulmak isteniyorsa, yükselen taleplere kulak kabartmanın zamanı geçmek üzeredir.

                                                       /././

‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…-Nevzat Evrim Önal-

Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.

Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1

Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2

Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

***

Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.

Marksist teori bize şunları söylüyor: 

1.Kapitalist üretim biçimi olgunlaştıkça, birikmiş toplam sermaye miktarı öylesine büyür ki, bu birikimin toplumun olağan üretim döngüsü tarafından sürdürülmesi giderek zorlaşır ve kâr oranları düşer. Dolayısıyla kapitalizmin tekelleşme eğilimi ile kâr oranlarının düşme eğilimi arasında çok güçlü bir ilişki vardır. 

2.Ne var ki tekelleşme, liberallerin iddia ettiğinin aksine rekabeti ortadan kaldırmaz. Rekabet, tarafların elindeki ekonomik ve politik gücün boyutları nedeniyle çok daha yıkıcı olabildikleri bir düzlemde, emperyalistler arası rekabet olarak sürer.

3.Rekabet, kâr oranlarının düşüren temel faktörlerden biridir. Sermayedarlar, dünyadaki bütün pazarların hızla doyduğu bir ortamda ürettikleri metaları rakiplerinden önce satabilmek için kârın bir kısmından vazgeçmek, fiyat kırmak zorunda kalırlar.

4.Bu ortamda, ekonomiye yaptığı müdahalelerle ulusal pazarı düzenleyen, sermayenin yurt içi rekabetini baskılayan ve tüm rekabet gücünü yurt dışına yönelten, uluslararası arenada da onun rekabet aracı olarak hareket eden güçlü bir devlet, bir ülkede yerleşik olan sermayenin kâr oranlarını yükseltici bir etki yaratabilir.

Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.

***

Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3

Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa da emek piyasasını) sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyerek4 ve sermayenin tüm rekabet gücünü dışarıdaki rakiplerine yönlendirerek bir toparlanma ve yüksek kâr oranları sağladı.5

Çin ve Rusya deneyimi hem bir örnek yarattı hem de bu iki ülke, Türkiye ya da Macaristan gibi gelişkin bir kapitalist ekonomiye sahip ama uluslararası rekabet açısından zayıf ülkelerin, Batı ittifakının kendi politik üstünlüğünü korumak için dayattığı “liberal demokrasiyle sınırlandırılmış devlet” zorunluluğu olmadan ekonomik ilişkiler kurabileceği birer alternatif haline geldi. Bu durum, bilhassa Batı emperyalizminin finansal yapısına olan tüm güvenin sarsıldığı 2008 kriziyle birleştiğinde, bu finansal mekanizmaların “veren” tarafında bulunan ülkelerin merkezkaç dinamikleri çok şiddetlendi.

Buna ek olarak bilhassa Çin, sunduğu büyük kâr fırsatlarıyla, dünyanın her yerinden sanayi sermayesinin göç ettiği bir merkeze dönüştü. Bu, sermayeyi getirenin kendi egemenliğini dayattığı bir “sermaye ihracı” olarak görülemeyecek bir süreçti zira Çin devletinin otoritesi, buraya göç eden sermayeye kendi kurallarını dayatabiliyor ve bu kuralların ihlal edilmesi durumunda çok ağır yaptırımlar uygulayabiliyordu.

Bir kez daha, geçerken söylüyorum: Dünyanın her yerinden kapitalistlerin, yatırım yapmak için bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’e akın etmiş ve ediyor olması, liberallerin “sermaye bağımsız yargı ve liberal demokrasi ister” nakaratının kökten yanlışlanmasıdır. Sermaye tek bir şey ister: Kabul edilebilir bir risk karşılığında daha yüksek kâr oranı.

Bu sermaye göçü sonucunda Çin’in dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmesi ve 2008 kriziyle birlikte finansın ağırlığının fazlaca arttığı durumların genel sermaye birikimi açısından barındırdığı risklerin açığa çıkması, ABD sermayesinin giderek büyüyen bir kesimi tarafından ABD devletinin Soğuk Savaş'ın başından bu yana yürüttüğü emperyalist stratejinin sorgulanmasına neden oldu. Bu strateji, ABD'nin egemen emperyalist ülke olarak ittifak matrisinde yer alan ülkelerdeki sermaye çıkarlarını da emperyalist hiyerarşi çerçevesinde kollama görevi üstlenmesi ve bunun için gereken (bilhassa askeri) maliyetlere katlanması manasına geliyordu. Ne var ki 2008 krizinden itibaren şiddetlenen hegemonya bunalımı ABD'nin "büyük birader" statüsünün en yakın müttefikleri tarafından dahi sorgulanmasına neden olmuştu. Bu ortamda Trump'ın bu strateji ve bu stratejiye uygun bir federal devlet aygıtı yerine önerdiği, çoktan dağılmış olan emperyalist dünya sisteminin bekasını sağlamaya değil salt ABD emperyalizminin çıkarlarını ilerletmeye yönelik, eski ittifak matrisine bağlı kalmayan, kolaylıkla ittifak kurup bozabilecek yeni bir strateji ve bu stratejiye uygun devlet aygıtı, ABD sermaye sınıfının büyük bölümü tarafından tercih edildi. Şu anda Trump ve ekibinin ABD’nin federal devlet aygıtını yıkıp yeniden kurarken ellerine motorlu testere falan alıp sergiledikleri “zücaciye dükkanına dalmış fil” şovu kimseyi kandırmasın; yapılmakta olan uzun süredir üzerinde çalışılmış bir modelin hayata geçirilmesidir. Bu modelde ABD devleti Amerikan sermayesinin çıkarlarını rakipler karşısında (ve artık sadece Çin ya da Rusya değil herkes rakiptir) ilerletmek için çok daha "serbest" biçimde, herhangi bir kurala bağlı kalmadan hareket edecek ve bu modelin doğası gereği “olağanüstü hal” olağanlaşacak, Başkan bir çeşit Sezar'a dönüşecektir.

Gelelim Türkiye’ye ve TÜSİAD-AKP gerilimine.

***

Türkiye’de yukarıdaki özelliklere sahip bir devlet aygıtı çoktan kurulmuş durumda ve Türkiye sermaye sınıfı, başta da TÜSİAD, yıllardır bu güçlü ve “görece özerk” devlet aygıtının sağladığı olağanüstü olanakları değerlendirerek semiriyor.

Bugün Erdoğan bunları hatırlatarak TÜSİAD’a had bildirirken kuşkusuz kendi kişisel iktidarının sürekliliğini korumak için hareket ediyor ve “bensiz yapamazsınız” diyor, ama bir yandan da kurulan yeni devlet modelinin “raconunu” hatırlatıyor. Bu modelde Reis’in hakkı Reis’e verilecek, onun politik otoritesini sarsacak biçimde hareket edilmeyecektir. Zira sermayenin yararına ve işçinin zararına her türlü idari tasarrufun “milli çıkar” olarak kutsallaştırılabilmesini sağlayan, devletin ideolojisi kadar, Reis’in sorgulanamazlığına da dayanan bu otoritedir.

Bugünün dünyasında, hele ki ABD’de dahi böyle bir Başkanlık modeli hayata geçirilirken, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, yürütmenin mevcut otoritesinin budandığı ve yasama ile yargıya tabi hale getirildiği zayıf bir devletten değil tastamam bugünkü devlet aygıtından yanadır. Türkiye sermayesi ya da onun en tekelleşmiş bölmesi olan TÜSİAD bir kez daha Erdoğan’ın aşağılamak için kullandığı “komprador” mertebesine geri dönemez; Batı’nın emperyalist tekelleriyle Türkiye’nin olanaklarını öncelikle onlara kullandırmaya dayalı uşakça bir “ebedi küçük ortak” ilişkisi kuramaz. Bunu artık vatansever oldukları için falan değil, son yirmi yıl boyunca yaptıkları birikimle artık yabancı tekellerden dökülenlerle yetinemeyecek ölçeklere ulaştıkları için yapamazlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “şahsına” değil, ama güçlü bir devlet aygıtı ve kim olduğundan bağımsız o aygıtı yönetecek güçlü bir Reis’e muhtaçlar.

Bu aygıt kurulurken Erdoğan’ın kurucu Reis olmaktan dolayı elde ettiği merkezi rol ise TÜSİAD’ın çelişkisidir. 

***

TÜSİAD vakası, bütün bunların yanı sıra bir şey daha gösterdi: Bu ülkede “muhalefet”in nasıl umarsızca patronsever olduğunu.

Yazının başında alıntıladığım Ruşen Çakır videosu sadece bir örnek. Muhalefet cephesi, TÜSİAD’ın da Erdoğan’dan yediği azardan sonra artık bu cepheye dahil olmak zorunda kalacağı beklentisi ile sevindirik olmuş durumda. Oysa Erdoğan’ın aksine TÜSİAD’ın koruması gereken bir popülaritesi ya da imajı yok, sadece kâr oranı var. Sermaye için ne laiklik hayatidir ne de demokratik özgürlükler ya da insan hakları, dolayısıyla adapte olacaklardır.

Dolayısıyla iki laflarından biri “saray rejimine karşı en geniş ittifak” olanların biz komünistleri Erdoğan-TÜSİAD geriliminde taraf seçmediğimiz için “solcu kibiriyle” suçlamalarına uzun uzadıya yanıt vermemize gerek yok. Onların “kibir” dediği şey kafalarının hiç basmadığı ve ilk fırsatta vazgeçtikleri teoridir, Marksizmdir. Gerisini hayat öğretecektir.

Öte yandan, bütün bu yazdıklarımız, yaslandığı teorik zemin sayesinde diğerlerinden daha tutarlı olsa da nihayetinde bir yorum. Oysa aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu konuda ise tartışmaya devam etmek üzere tek bir şey söyleyelim ve bu haftalık bahsi kapatalım: 

Sermaye sınıfının giderek her ülkede politik arenada yumurtalarını daha fazla “tek sepete koymak” zorunda kalacağı ve bu sepet sepet yumurtanın da birbiriyle tokuşturulacağı bir döneme giriyoruz ve bu dönem insanlık açısından kuşkusuz büyük tehditler, belki bir dünya savaşı ihtimali barındırıyor. Ne var ki siyasette büyük tehditler daima büyük fırsatlar doğurur. Sermaye diktatörlüğünün kanlı canlı kişilerde somutlanacağı önümüzdeki dönemde işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurabilen ve onun adına söz söyleme becerisi kazananlar, bu canlı putların her biri yıkıldığında, Çar’ın devrildiği günlere benzer fırsatlar yakalayacaklar.

İşimiz sermayenin herhangi bir fraksiyonuna kuyruk olmak değil, bu fırsatları değerlendirmeye hazır bir işçi sınıfı örgütlülüğü yaratmaktır.

-----

1Bu tehdidi iyi anlaşılsın ve korku büyüsün diye tercüme etmek, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde liberal bozguncu Ruşen Çakır’a düştü: https://www.youtube.com/watch?v=vOwYuDRQads

2Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400

3Anlamazlıktan gelip konuyu çarpıtmaya meyilli liberaller için dipnot: Bu müdahalelerde devrilen Slobodan Miloseviç, Eduard Şevardnadze, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin halkçı ya da yurtsever falan olduğunu değil, ulusal sermayenin çıkarlarını emperyalist sermayeye karşı savunmaya çalıştıklarını söylüyorum.

4Bunlara örnek olarak Putin’in kimi Rus “oligark”lara had bildirme operasyonları ya da Çin’de düşük ücret rejiminin Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi salt açlık ücretlerine dayandırılmaması ve komünist dönemden kalan başta barınma olmak üzere temel ihtiyaçların devlet tarafından desteklenmesi mekanizmaları yoluyla işçi sınıfı açısından sürdürülebilir kılınması gösterilebilir. 

5Kâr oranlarını takip etmek için ekonomik büyüme çok iyi bir gösterge olmasa da, şu grafikteki tarihsel seyire bakılabilir https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=CN-RU-1W-EU-US&start=1991. Rusya’daki toparlanma ile Çin’in açık ara ve sürekli yüksek büyüme oranı bu ülkelerdeki güçlü ve müdahaleci devletin sermayeye sağladığı avantajı gösteriyor. 

                                                     /././

Hem iktidar hem patronlar kazanacak: Okullar boşalacak, çocuk işçilik artacak -Emre Alım-

Okulu aksatan meslek liseli işçileşmeden sırasına dönemeyecek. Haftada en az 4 gün patronunu zengin etmek istemezse de liseye baştan başlayacak.

Son üç yılda şiddetlenen enflasyon krizi patronlar için yeni sömürü kaynaklarının kapısını araladı. İktidarın neredeyse ücretsiz sunduğu bu olanaklardan biri çocuk emeği.

“Staj” ve “çıraklık” adı altında 1,5 milyon lise öğrencisi haftada en az dört gün özel sektör için çalışıyor. Öğrencilere ödenen cüzi miktardaki ücret dahi patronların cebinden çıkmıyor. Her ay işsizlik sigortası fonunda biriken paranın yarısı bunun için harcanıyor.

Ancak patronların gözü daha fazlasında. İktidarsa dünden hazır. Bunun için Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği bir kez daha değiştirildi.

Daha fazla öğrenciyi işçileştirecek, eğitimden koparacak yeni yöntemler uygulamaya konuldu. Cemaat ve tarikatları memnun edecek adımlar da unutulmadı.

Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü, yönetmelik değişikliğinin ayrıntılarını soL’a anlattı.

Okula dönmek isteyene işçilik şartı

Yeni yönetmeliğe göre devamsızlık nedeniyle başarısız sayılan meslek lisesi öğrencileri sonraki yıl bir işletmeye sözleşme imzalaması şartıyla eğitimine devam edebilecek. Böylece öğrencilerin örgün öğretimden MESEM’e geçişi kolaylaşacak.

Diğer yandan MESEM’den örgün öğretime geçmek isteyen öğrencilere 9. sınıftan başlama şartı koşulacak yani geri dönüş zorlaştırılacak.

Barış Düdü, bu değişiklikle hem çocuk işçiliğin daha da yaygınlaşacağına hem devletin yük olarak gördüğü eğitimden biraz daha kurtulacağına dikkat çekiyor:

“Çocuklar eğitim öğretim ortamına teşvik edilmesi gerekirken itiliyor. Çocuk işçiliği genişletme politikasıdır bu. Ülkede ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor ve bu kriz çocuk işçiliğiyle çözülmeye çalışılıyor.  Sermaye ucuz işçi kaynağını bu çocuklar üzerinden sürdürüyor.

MESEM’ler son dönemde eğitim maliyetlerini düşürmenin de can simidi haline dönüştü. Çünkü MESEM’lerde öğrenci 4 gün işyerine, bir gün okula gidiyor. Dolayısıyla daha az derslikle eğitim verilmiş oluyor.”

  MESEM nedir?

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "müjde" olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) "çırak" ve "stajyer" adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü.

Yüz binlerce lise öğrencisi "iş ve maaş" umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri bünyesine açılan bu programa geçti.

Çocuklar MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 günse fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda çalıştırılıyor. Ağır koşullar altında çalıştırılan çocuklardan onlarcası iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Açık lise kapısı daha da açılıyor: Ya işe ya cemaate

Öğrencileri dolaylı yoldan işçileştirecek ve tarikatların kucağına itecek bir değişiklik de sınav sistemine ilişkin. Artık ortaokuldan liseye geçişte tercih yapmayan öğrenciler doğrudan açık liseye yönlendirilecek.

Barış Düdü bu değişikliğin uygulamada ne anlama geldiğini şöyle özetliyor:

“Açık lise kapısını genişlettiğinizde, buraya giden çocukların çoğu ailelerine destek olabilmek amacıyla çalışacak. Bu da çoğu defa MESEM’lerden daha kötü bir sonuç doğurabiliyor. Çünkü çocuklar bu sefer kayıtdışı çalışıyorlar.

Onun dışında tarikat bağlantısı kurulan çocuklar da açık lise yoluyla okullarını tamamladıkları süreç içerisinde cemaatlerde dini eğitime maruz bırakılıyorlar. Çeşitli tarikat ve cemaatlere hizmet eder hale getiriliyorlar.”

Görevdeki öğretmenler de Akademi’nin tedrisatından geçecek

Yeni yönetmelikte öğrenciler kadar öğretmenleri de etkileyen değişiklikler var. Merkezi sınav puanıyla öğrenci alan okullarda görev yapacak öğretmenler ve yöneticiler için Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim almak zorunlu hale getirildi.

Geçtiğimiz yıl eğitim sendikalarının yoğun itirazlarına rağmen yasalaşan Milli Eğitim Akademisi, öğretmen atamalarında yeni bir engel olarak çıkarıldı.

Buna göre öğretmenler artık KPSS yerine Akademiye Giriş Sınavı’na girecek, buradan aldıkları puana göre Milli Eğitim Akademisi’ne girmeye hak kazananlar, 14 aylık eğitimden geçirilecek. Bu akademide başarılı oldukları takdirde atamaları yapılacak.

Ancak son yönetmelik değişikliğiyle birlikte Akademi’nin kapsamı genişlemiş oldu. Barış Düdü, iktidarın tüm öğretmenleri tedrisatından geçirmek istediğini vurguluyor:

“Bu Akademi’yi kurumsallaştırmanın tüm meslektaşlarımızı etkileyeceği ortaya çıktı. Milli Eğitim Akademisi’ni biz başından beri tebliğci öğretmen yetiştirmenin altyapısının oluşturulduğu bir yer olarak görüyoruz. Araştıran, sorgulayan yanlışa dur diyen öğretmen yapısı yerine Bakanlığın dayattığı müfredatı hiç eleştirmeyen, sorgulamayan öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuş akademiler bunlar.”

                                    Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü

Bakanlık eğitim vermeyecek, taşere edecek

Vakıf ve dernek adı altında tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokoller tepki çekerken, Milli Eğitim Bakanlığı bu protokollerin kapsamını genişletecek yeni bir adım attı. Barış Düdü, eğitimin temel ilkelerini dahi çiğneyen bu adımı ve zararlarını şöyle anlatıyor:
 
“Bakanlığın yine kendi değişiyle STK'larla, ayrıca belediyelerle ve özel sektörle yapılacak işbirliğinin artırılması var. Bu maalesef ki eğitim öğretimdeki eşitliği ve birliği zedeleyici bir tehdit içeriyor. Bu ciddi anlamda büyük bir sorun. Çünkü eğitimin yerelleşmesinin önünü açıyor. Bu tür düzenlemelerle her bölgeye farklı uygulamalar karşımıza çıkabilecektir. Bu da öğretmen arkadaşlarımız üzerine ek yükler getirecektir. Aynı zamanda eğitim öğretim birliğini bozduğu için öğrencilerin de eşit eğitim hakkını zedeleyecektir.”

                                                       /././

Bilal Erdoğan’ın ortağının kaçak oteli bakanlıkta görüşülecek! - Yusuf Yavuz / soL

 

Alanya’daki İncekum Tabiat Parkı’nda, kıyı kanunu da ihlal edilerek inşa edilen 5 yıldızlı "İslami Otel"in 175 odası kaçak çıkmıştı. Bakanlığın 3,5 milyon TL idari para cezası uyguladığı otelin kaçak bölümlerini mevzuata uygun hale getirmek için 26 Şubat’ta Bakanlık’ta İDK toplantısı yapılacak…

Antalya’nın Alanya ilçesinde bulunan İncekum Tabiat Parkı’ndaki mesire yerinde mevzuata aykırı olarak inşa edilen "Wome Deluxe" adındaki tesettür otelini 10 yıldır Bilal Erdoğan’ın iş ortağı olarak gündeme gelen Rize Güneysulu iş insanı Mehmet Gür’ün şirketi işletiyor. Geçmişte Orman Bakanlığı’nın meslek içi eğitim kampı olarak kullandığı İncekum Mesire Yeri’nde inşa edilen otelin 175 odasının kaçak olarak işletildiği, 425 oda için izin verilmesine karşın otelin 600 odaya çıkarıldığı ortaya çıkmıştı. Antik döneme ait arkeolojik kalıntıların bulunduğu kıyıda inşa edilen otele ait bar ve mescit ile bazı taş evlerin ise kıyı kanununa aykırı olarak sahil şeridinin ilk 50 metresinde kaldığı ortaya çıktı. ‘İslami Turizm’ ve ‘Helal Turizm’ gibi etiketlerle 10 yıldır hizmet veren Gür ailesinin otelindeki kaçak bölümlerin mevzuata uydurulması için 26 Şubat’ta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda İDK Toplantısı yapılacak.

Başkanlık sistemine geçildiği dönemde 2018’de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın YSK’ya sunduğu mal varlığı beyanında, 2 milyon TL borçlu olduğu görülen Mehmet Gür, aynı zamanda Bilal Erdoğan’ın yanı sıra Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen ve kardeşi Mustafa Erdoğan’la ortaklığıyla gündeme gelen bir isimdi.

Erdoğan'ın oğlu, kardeşi ve eniştesinin şirket ortağı

Rize Güneysu kökenli Mehmet Gür, 2014 yılında Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Ziya İlgen ile ‘Ortadoğu Proje Geliştirme İnşaat Sanayi’ adını taşıyan ortak bir şirket kurmuştu. Söz konusu şirkette, Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen’in kurucusu olduğu BMZ Denizcilik ile Mehmet Gür’ün şirketi olan Ortadoğu Nakliyat’ın hisseleri bulunuyordu.

Tabiat parkının üçte-biri Gür ailesine tahsis edildi

Gür ailesi, Alanya’nın Avsallar Mahallesi’nde 520/1 parselde bulunan İncekum Tabiat Parkı bünyesindeki mesire yerini Aralık 2011’de burayı işleten şirketten devraldı. Geçmişte Orman Bakanlığı personeli için yangınla mücadele dahil ormancılıkla ilgili birçok konuda meslek içi eğitim yeri olarak kullanılan deniz kıyısındaki 104 bin m2’lik bu alanın kullanım hakkı, 49 yıllığına Gür ailesinin şirketine geçti. Mevzuata göre halkın doğayla buluşarak günübirlik rekreasyon ihtiyacını karşılamak amacıyla ayrılan 270 bin m2’lik tabiat parkının üçte biri Gür ailesine tahsis edilmiş oldu.

İnşaat sırasında antik zeytin işlikleri ortaya çıktı

Burada 5 yıldızlı bir otel inşaatına girişen Mehmet Gür için alanın imar planı değiştirildi. İmar planının henüz bakanlık onayı bile beklenmeden inşaata başlandı. İnşaat çalışmaları sırasında ormanlık bölgeden çok sayıda çam ağacı kesilirken, sahil kesiminde antik çağdan kalma 2 bin yıllık bir zeytinyağı atölyesine de rastlandı. Ancak alanda arkeolojik kalıntıların çıkması da Gür ailesinin otel inşaatını durdurmaya yetmedi.

Önce inşaat bitti, sonra imar planı onaylandı

Otel inşaatı bitmesine yakın dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı imar planını 30 Nisan 2015’te onayladı. Üç ay sonra da Mehmet Gür’ün 100 bin m2’lik alanda çoktan inşa etmiş olduğu ‘Wome Deluxe’ adlı 5 yıldızlı lüks İslami oteli Temmuz 2015’te hizmete girdi. İslami sosyetenin yoğun ilgi gösterdiği otelin daimi müşterileri arasında TRT’de yaptığı programlar ve tarikat şeyhlerine yönelik övgüleriyle tanınan Yeni Şafak yazarı Serdar Tuncer de gibi isimler de vardı.

Bakanlık belgesinde 1092, satış ilanında 1800 yatak görünüyor

Mehmet Gür’ün şirketi, zaman içinde deniz kıyısındaki mesire yerinin her tarafına yayılarak ek binalar inşa ederek otelin kapasitesini büyüttü. Reklam ve satış yapan bazı sitelerde Wome Deluxe Otel’in 1800 yatak kapasiteli olduğu belirtiliyor. Şirketin beyanına göre ise otel mevcutta 1300 yatak kapasitesine sahip. Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı söz konusu tesis için 2018 yılında 535 oda ve 1092 yatak için Turizm İşletme Belgesi vermiş.

Otelin 175 odası kaçak olarak inşa edilmiş

Kıyı kenar çizgisinin ilk 50 metrelik kesiminde de mevzuata aykırı olarak mescit, bar ve çeşitli taş evler inşa ettiği ortaya çıkan Mehmet Gür’ün otelinin 175 odasının da kaçak olarak yapıldığı belirlenince geçtiğimiz yıl geriye dönük bir ÇED raporu hazırlandı. Kıyı kenar çizgisinin günübirlik kullanıma izin verilen ikinci 50 metrelik kesiminde ise yine mevzuata aykırı biçimde otelin ek hizmet binası inşa edildi.

Kaçakları kılıfına uydurmak için beyin yakan ÇED raporu

Antalya merkezli Baysal Çevre Müh. Hzm. Şirketince hazırlanan 538 sayfalık "kapasite artışı" gerekçeli ÇED raporunda, ilgili mevzuata göre bütün ayrıntılar sıralanırken, inşaat aşaması bölümünde herhangi bir inşaat çalışması yapılmayacağı belirtilerek, “Turizm Konaklama Tesisinde ÇED Yönetmeliği kapsamında gerekli izin işlemleri onaylanmadan 175 oda artış yapılmış olup, tesis 5 yıldızlı ve 600 oda kapasite ile işletilmektedir. Yapılması planlanan yeni bir ünite, yapı, bina vb. bulunmamaktadır” deniliyor.


                             ÇED raporunda 175 odanın izinsiz olarak yapıldığı açıkça belirtiliyor.

Halkın katılımı olmasa bile mutlaka bir şeyler olmuştur

Mehmet Gür’ün şirketi, 175 odası kaçak olan otelin ÇED mevzuatına uydurulması için 18 Nisan 2024 tarihinde bir tür ÇED oyunu sergiledi. Daha önce inşa edilmiş bölümler için yönetmelik gereği "Halkın Katılımı Toplantısı" yapıldı, ancak yerel halk bu girişimi protesto ederek toplantının yapılmasını engelledi. Buna rağmen ÇED raporuna "halk bilgilenmek istemedi" diye kaydedildiği görülüyor:

Halkın Katılımı Toplantısında katılımcıların herhangi bir itiraz, görüş ve önerisi olmadığı için proje kapsamında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Toplantı için belirtilen saat ve yerde hazır bulunulmuş olup halk bilgilendirilme hakkını kullanmamakla birlikte toplantı yapılacak alana girmemiş, katılım sağlamamıştır.”

Kıyı kanununa aykırı yapıları bakanlık, bakanlığa sordu

Kıyı kanununa aykırı şekilde, yapılaşma yasağı bulunan ilk 50 metre içerisinde bar, mescit ve villalar inşa eden şirket, bu yapılarla ilgili de imar affından yararlanarak yapı kayıt belgesi almış. Kültür ve Turizm Bakanlığı, arazi tahsisini yapan Tarım ve Orman Bakanlığı’na konuyla ilgili görüş sorarak “kıyı kenar çizgisine göre ilk 50 metre ve ikinci 50 metrede yer alan ve 'ticari' nitelikli yapı kayıt belgesi bulunan yapılara konaklama fonksiyonu verilip verilemeyeceği hususunda” görüş istedi. Yapı kayıt belgeleri gerekçe gösterilerek kapasite artışına uygun görüş verildi.

Eski belediye başkanı isyan etmişti

Mehmet Gür’ün kaçak otel odaları ve kıyı kanununu ihlal ederek inşa ettiği tesisle ilgili 18 Nisan 2024’te Avsallar’da bir fırın kafede düzenlenen ÇED oyununu, yerel halk protesto etmişti. Burada bir konuşma yapan Avsallar’ın eski Belediye Başkanı (1999-2004) Şerif Kaya, 2002 yılında dönemin Orman Bakanı Osman Pepe’nin alanın tahsisiyle ilgili kendilerine bilgi verdiğini ancak yereldeki belediye başkanlarının bu tahsise karşı çıktığını anlattı.

‘Yazıklar olsun bize, vatandaşı denize sokmuyorlar'

Dönemin Bakanı Pepe’ye, tahsise konu alandaki Roma döneminden kalma antik zeytinyağı işliklerinin varlığından söz ettiklerini ve burada turistik tesise izin verilmesinin uygun olmayacağını söylediklerini anlatan Kaya, “Buranın arkeolojik sit alanı olduğunu, yapılaşmaya açılmasının hukuken mümkün olmadığını anlattım. Delil ve belgeleri sundum. Bakan Pepe bu konuyu dinledi ve değerlendireceğini söyledi. Daha sonra beni telefonla aradı. Bana burasının bir turistik tesise verilmesinin sit ve arkeolojik alanda olmasından dolayı uygun olmayacağını söyledi. Daha sonra bu şirketin burayı aldığını ve bugünkü sorunların bu şekilde karşımıza geldiğini görüyoruz. Bu kadar kıymetli bir şeye sahip olamadık. Yazıklar olsun bize. Vatandaşı denize sokmuyorlar. Denizin içine duvar yapıyorlar. İlgili kurum bizi 10 sene kandırdı. 10 sene önce yapılmış bir otel için ÇED raporu istemek tümüyle hukukla, vatandaşla alay etmektir. Nasıl denize girelim? Nasıl sahilde yürüyelim? Biz insan değil miyiz?” ifadelerini kullanmıştı.

Kaçak odalar mühürlenerek para cezası uygulanmıştı

Avsallar’daki ÇED oyununu gündeme getiren haberimizin ardından kaçak olarak yapılan 175 oda mühürlenerek faaliyeti durduruldu. Kaçak odalar için ayrıca 2872 sayılı Çevre Kanunu kapsamında 13 Mayıs 2024 tarihli tutanağa göre 3 milyon 582 bin TL idari para cezası uygulandı.

Gür'ün tartışmalı oteli 26 Şubat'ta bakanlıkta görüşülecek

Tüm bu gelişmelerin ardından şimdi gündemde kaçak otel odaların mevzuata "uygun" hale getirmek için hazırlanan ÇED raporu 26 Şubat Çarşamba günü Ankara’da Bakanlığa sunulacak. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yapılacak olan İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) Toplantısında, ilgili kamu kurumlarının görüşleri doğrultusunda nihai karar verilecek. "ÇED Olumlu" çıkması durumunda ise bakanlık bu kararı ilan ederek kamuoyuna duyuracak.

Yusuf Yavuz / soL

Antik kentlerden duble yol geçirmek UNESCO için engel -Yusuf Yavuz / soL

Uzman arkeolog görevlendirilmeden hazırlanan ÇED raporuna dayanılarak antik Likya kentlerinin içinden geçecek duble yol projesinin, 2009 yılında UNESCO geçici listesine alınan Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin dünya mirası listesine alınmasına engel olacağı belirtildi.

Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile Kültürel Mirasın Dostları Derneği, Antalya’da 11 tanesi arkeolojik sit olan toplam 20 ayrı korunan alanı etkileyecek olan, bazı antik kentlerin ise doğrudan koruma alanı içerisinden geçen duble yol projesini Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası mevzuatlar açısından değerlendirdi. 

Antalya ve Muğla illerinde yer alan Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin, 2009 yılında Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girdiği belirtilen ortak değerlendirmede, geçici listenin 13.  sırasında yer alan antik kentlerin zorlu adaylık süreçleri tamamlandıktan sonra UNESCO Dünya Mirası Listesine alınacağı vurgulanarak “Bu durumda inşa edilecek otoyol projesi, tartışmalar, sorgulanan ÇED raporu hiç kuşkusuz  ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olacak büyük bir bariyer olarak karşımıza çıkacaktır” görüşüne yer verildi.

Antalya’nın Demre ve Kaş ilçelerinde yapılması planlanan yeni duble yol projesi arkeoloji camiasında da tartışmaya neden oldu. Geç dönem Likya’nın başkentliğini de yapmış olan Myra antik kenti dâhil toplam 11 ayrı arkeolojik sit alanını etkileyecek olan yol projesi için 17 Ocak’ta ÇED Olumlu kararı verilmişti. Duble yol projesinin güzergahı üzerinde bulunan Myra, Sura, Hoyran ve Kyaneai gibi antik kentler, Türkiye’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmasını önerdiği Likya Uygarlığı Antik Kentleri arasında yer alıyor. 2009’ga geçici listeye alınan Antalya ve Muğla’daki Likya kentlerinin çevresi, madencilik, kontrolsüz yapılaşma ve otoyol gibi projelerin tehdidi altında.

Duble yol projesinin ÇED inceleme alanı içinde yer alan Sura antik kentinde Likya dönemine ait özgün anıtsal mezarlar bulunuyor

‘Bu işlerde uzmanlık istenmez, diplomasının olması yeterli’

Demre-Kaş-Kalkan arasında yapılması planlanan duble yol projesiyle ilgili ÇED raporunda arkeolog olarak imzası bulunan S.Y.’nin herhangi bir uzmanlığı olup olmadığı yönündeki sorulara, çevre danışmanlık firması yetkililerince “Uzmanlık istenmez bu işlerde, diplomasının olması yeterli” şeklinde yanıt verilmesi, tartışma yarattı.

Prof. Dr. Mehmet Tunçer: ‘ÇED raporu başlı başına bir skandal’

Çankaya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Tunçer, duble yol yapılmak istenen bölgenin korunması gerekli kültürel miraslarla dolu olduğuna işaret ederek, “ÇED Raporunun olumlu çıkması başlı başına bir skandal ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası, 2872 Sayılı Çevre Yasası ve 2873 Sayılı Özel Çevre Yasası vd. (Orman Yasası, Kıyı Yasası) ile Uluslararası Antlaşmalara (Bern Konvansiyonu, UNESCO Sözleşmeleri vd.) aykırıdır. Ayrıca Anayasanın 56. Maddesine de aykırıdır. Anayasa'nın 56. maddesi: ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.’ hükmünü içermektedir. Devlet böyle bir yolu, geçtiği her noktada Doğal ve Tarihsel Çevre Tahribatı getireceğinden ve bu nedenle Anayasa'ya aykırı olduğu için yapamaz” görüşünü dile getirdi.

                       ÇED raporunda Hoyran antik yerleşimindeki sit alanıyla ilgili değerlendirme

Kumid, Likya coğrafyasına duble yol projesini değerlendirdi

Orta Likya olarak anılan biyo-kültürel coğrafyayı ikiye bölecek olan duble yol projesiyle ilgili gündeme gelen tartışmalarının ardından Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile Kültürel Mirasın Dostları Derneği (KUMID), ortak bir değerlendirmede bulundu. Konuyla ilgili değerlendirmede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere atıfta bulunarak çekinceler paylaşıldı.

                                ÇED raporunu hazırlayan ekipte 3 kişinin soyadı aynı.

Koruma hedefine uymayan yatırımlar için finans bulmak güç

Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile KUMID’in ortak değerlendirmesinde, “Habitat 1999, İstanbul ve Birleşmiş Milletler’in (BM) diğer sürdürülebilir kalkınma programları gereği bir ülke yönetiminin ülkedeki refahı arttırmak amacıyla hazırlayıp uyguladığı kentsel, bölgesel, ulusal kalkınma planlarına ve bu planlar gereği inşa edilecek otoyol, baraj, stadyum gibi büyük, küçük bayındırlık yatırımlarına karşı çıkılamaz. Buna karşın bu yatırımlarda ülkenin tarihi, kültürel, arkeolojik, mimari ve doğal mirasını tahrip edilmemesi birincil hedeftir. Örneğin bu hedefe uymayan büyük yatırımlar için uluslararası finansman bulmak oldukça güçtür” denildi.

Arkeolojik mirasın korunması uluslararası önemde

Tarihi, anıtsal ve doğal değerlerin korunmasına yönelik önlem ve uygulamaların, sadece kalkınma planlarıyla ilişkili olmadığı, aynı zamanda bu planların ayrılmaz bir bileşenini oluşturduğunun daima göz önünde bulundurulması gerektiğine dikkat çekilen değerlendirmede, şu görüşlere yer verildi: “Arkeolojik mirasın korunması, uluslararası mevzuatlar ve sözleşmeler çerçevesinde ele alınan önemli bir konudur. Türkiye; üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) , kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi (AK) gibi devletlerarası kurumlar ve Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS)  gibi uluslararası sivil toplum kuruluşları tarafından yayınlanan bu mevzuatlarının büyük bölümünü imzalamış ve meclisinde onaylamıştır.

                                                     Myra antik kenti geçişi

‘Uluslararası mevzuat bağlayıcıdır ve dikkate alınmalı’

Uluslararası hukukta, taraf devletin imzaladığı ve usulüne uygun olarak onaylatıp yürürlüğe koyduğu bu anlaşmalar (konsey kararları, tüzükler, yönetmelikler vb.)  ‘bağlayıcı mevzuat’ olarak nitelendirilir. Bu tür uluslararası mevzuatlar taraf devletin doğrudan ‘iç hukuku’ olarak dikkate alınır ve Anayasası’nın üzerindedir. Taraf devletlerden şayet bulunmuyorsa söz konusu metinlere göre iç hukukunda gerekli düzenlemeleri yapması beklenir. Adı geçen kuruluşların yayınladıkları ilke kararları, tavsiyeler, görüşler, açıklamalar, toplantı, konferans sonuçları vb. ise ‘bağlayıcı özelliği bulunmayan’ tasarruflardır. Bağlayıcı mevzuatlardaki yükümlülüklerini yeterince yerine getirmeyen karar vericiler ve uygulayıcılar, söz konusu tasarrufları ise tamamen göz ardı etmektedir. Oysa görüşümüze göre koruma çalışmalarında bağlayıcı olmayan uluslararası mevzuat genellikle ileride çıkarılacak yasal/bağlayıcı bir mevzuatın ayak sesleridir ve uygulamada dikkate alınması tavsiye edilmektedir.”

UNECSO dünya mirası listesine girmeye engel olacak

Antalya ve Muğla illerindeki Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin 2009 yılında Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girdiğine işaret edilen değerlendirmede, geçici listenin 13.  sırasında yer alan antik kentlerin zorlu adaylık süreçleri tamamlandıktan sonra UNESCO Dünya Mirası Listesine alınacağı vurgulanarak “Bu durumda inşa edilecek otoyol projesi, tartışmalar, sorgulanan ÇED raporu hiç kuşkusuz ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olacak büyük bir bariyer olarak karşımıza çıkacaktır” görüşüne yer verildi.

                                     Otoyol güzergahında bulunan tescilli korunan alanlar

Arkeolojik kalıntılar zarar görürse yeri doldurulamaz

Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’nin, 1980'lerden itibaren tüm Avrupa'da gerçekleştirilen büyük inşaat projelerinin arkeolojik alanlara zarar vermesi endişesiyle yapıldığı belirtilen değerlendirmede, “Sözleşmenin ikinci maddesinde ‘Maddî izlerin gelecek kuşaklar tarafından incelenmek üzere korunması için, toprak üstünde ya da su altında görünür bir kalıntı olmasa bile, arkeolojik rezerv alanları oluşturulması’ gerektiğine işaret ediliyor. Son zamanlardaki gelişmelere bakınca Sözleşme’nin ikinci maddesine göre gelecekteki arkeolojik araştırmalarda kullanılmak üzere rezerv alanı bırakmak bir yana, planlanan otoyol inşaatının bölgedeki önemli antik kentleri geri dönülemez bir şekilde tahrip edeceğinden endişe edilmektedir. Asla unutulmamalıdır ki kent, bölge, yatırım planlamacılarının kararları arkeolojik mirası geri çevrilemez olarak etkileyebilir. Arkeolojik kalıntılar bir kere zarar görürse yeri doldurulamaz” denildi.

Miras alanları yerinde ve özgün şekliyle korunmalı

Türkiye’nin 1974 yılında üye olarak mevzuatını uygulamaya koyduğu Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS)’un, UNESCO Dünya Mirası Komitesi'ne Dünya Mirası Listesi'ne kaydedilmesi önerilen kültürel varlıklarla ilgili koruma durumu hakkında raporlar hazırladığı bilgisine yer verilen değerlendirmede, şu bilgilere yer verildi: “ICOMOS’un 1990 yılında kabul ettiği Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü, arkeolojik alanların sürdürülebilir korunması ve yönetimine yönelik uluslararası ilkeleri belirleyen önemli bir belgedir. Bu tüzük, arkeolojik mirasın yalnızca bilimsel araştırma açısından değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal değerleriyle birlikte yerinde ve özgün bir şekilde korunmasını vurgular.

                           Kyaneai antik kentinde Likya tipi lahit mezarlar ve tiyatro

Arkeolojik mirasın yönetiminde yüksek akademik standart

Tüzüğün üçüncü maddesine göre ‘Bayındırlık projeleri arkeolojik miras için en büyük tehditlerden birini oluşturmaktadır. Bu nedenle, uygulama projelerine geçilmeden önce arkeolojik etkilenme araştırmalarının yapılması zorunluluğu getirilmeli, bu tür araştırmaların maliyetlerinin proje masraflarına eklenmesi koşulu, yasaya konulmalıdır. Bayındırlık projelerinin arkeolojik mirasa en az zarar verecek şekilde planlanması gereği yasanın temel ilkelerinden biri olmalıdır.’ Tüzüğün sekizinci maddesine göre ‘Arkeolojik mirasın yönetiminde birçok disiplinden yüksek akademik standartlara sahip kişilere gerek vardır…’

Tüzük, geleceğe rezerv alan bırakmayı öngörüyor

Tüzüğe göre; Arkeolojik mirasın yönetimi, yasal düzenlemeler, koruma politikaları ve sürdürülebilir planlama ile desteklenmelidir. Yeni gelişmeler (inşaat projeleri vb.), arkeolojik alanlara zarar vermeyecek şekilde planlanmalıdır. Koruma süreçleri çok disiplinli bir yaklaşım gerektirir; arkeologlar, mimarlar, şehir planlamacıları ve toplum işbirliği içinde çalışmalıdır. Sözleşmenin ikinci maddesine göre gelecekteki arkeolojik araştırmalarda kullanılmak üzere rezerv alanı bırakmak bir yana planlanan otoyol inşaatının bölgedeki önemli antik kentleri geri dönülemez bir şekilde tahrip edeceği ön görülmektedir.

‘ICOMOS mevzuatına uygun olmayan işlemler’

Proje sahibi Karayolları 13. Bölge Müdürlüğü, ÇED Raporunu hazırlayan firma, arkeologlar, koruma uzmanları arasındaki tartışmalar Tarihi Likya Yolu üzerindeki yapılacak otoyol inşaatı için AK ve ICOMOS’un yayınladığı mevzuatlara uygun olmayan işlemler yapıldığının işaretleri olarak değerlendirilmektedir. Bu tartışmaları sonlandıracak yeni önlemler alınması planların revize edilmesi ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olmaktan çıkacaktır.”

Arkeolojik sitlerle ilgili ilke kararı hatırlatması

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 5 Kasım 1999 tarihinde aldığı 658 Nolu İlke Kararı’nda, 1. derece arkeolojik sitlerde ‘kesinlikle hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesi, imar planlarında aynen korunacak sit alanı olarak belirlenmesi, bilimsel amaçlı kazıların dışında hiçbir kazı yapılamayacağı’nın belirtildiğine işaret edilen değerlendirmede, “Kurulun bu kararında, ülkemize özgü geliştirilen çözüm yollarının,  alınacak önlemlerin uluslararası çağdaş yaklaşım ve uygulama ilkeleriyle uyum sağladığı ve örtüştüğü görülmektedir” denildi.

                                                      Yavru şantiye

Uzmanların ve toplumun görüşü alınarak revize edilmeli

Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve temel ulusal mevzuat açısından ele alınan konuyla ilgili yapılan değerlendirmenin sonuç bölümünde ise şu önerilere yer verildi:

“Ülkemizin taraf olduğu uluslararası ve ulusal mevzuatlar ışığında Tarihi Likya Yolu üzerindeki Finike-Demre-Kaş-Kalkan Duble Yol Projesi’nde ve ÇED Raporunda yüksek nitelikli uzmanların ve toplumun görüşlerini alarak gerekli revizyonun yapılması, Söz konusu otoyol projesinin, UNESCO Geçici Dünya Miras Listesine 2009 yılında girmiş olan  ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olmasının önüne geçilmesi, Geçici Listedeki ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Miras Listesine alınması için gerekli çalışmaların ivedilikle başlatılması önerilmektedir.”

Yusuf Yavuz / soL

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Nisan 2025"

İlericilik mücadelemizin önemli bir basamağı: 23 Nisan       -Orhan Gökdemir- Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyl...