soL "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -25 Şubat 2025-

Tarımda üretici olmak zorlaşıyor -Oğuz Oyan-

Çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Tarımda çiftçi olarak kalmak giderek zorlaşıyor. Ama bu durum iktidar koalisyonunun ve tarım bakanlarının ne kadar umurunda? Neredeyse hiç umurlarında olmadığı söylenebilir. Türkiye’de 2000 yılında başlayan bir IMF-Dünya Bankası (DB) programı oldu. Bu programın en önemli dönüştürücü düzenlemeleri tarım alanında ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi/tasfiyesi alanında oldu. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) DB’nin damgasını taşıyordu. IMF programı resmen Mayıs 2008’de sona erdi. Resmen sona erdi ama Kasım 2008’de TBMM Genel Kurulunda 2009 yılı Bütçesi görüşülürken tarımsal desteklerin yüzde 10 düşürülmesi kararını son dakikada müdahalesiyle Meclis’e dayatan IMF/DB çevreleri olabiliyordu.

Türkiye’de IMF programının gayri-resmi uygulaması 2015 yılına kadar sürdü. Fakat tarım programının önemli esaslarının uygulanması halen daha yürürlükte bulunuyor. AKP’nin dışa bağımlı bir iktidar türü olduğunu anlamak için yalnızca tarım politikalarına bakmak yeterlidir. Nitekim 2009’da olduğu gibi TBMM Genel Kurul aşamasında bütçe verilerinin değiştirilmesi görülmüş şey değildir, bazı bakanlar bu müdahale üzerine ağlamaklı konuşmalar da yapmıştır, ama teslimiyetçilik yapıya işlemişse bakanlara söz hakkı bile düşmeyecektir.

Zaten tarım bakanlarının AKP-IMF programları altında Hazine ve Maliye Bakanları kadar bile değerleri olmamıştır. 2018 sonrasında ise bakan olarak dahi hükümleri kalmamıştır, yüksek bürokrat/devlet sekreteri olarak görev yapmaktadırlar. Tepelerinde sadece Saray, sadece Cumhurbaşkanlığı’nın Strateji ve Bütçe Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı yoktur, onların da tepesinde IMF programının görünmez eli bulunmaktadır. Buna rağmen hâlâ bakanlardan medet uman, buradaki konumuz itibariyle tarım sektörü veya çiftçi kesimi açısından, sanki tarım bakanları önemli düzeltmeler yapabileceklermiş/yapabilirlermiş gibi onların kapısını çalanları hayretle karşılamamak mümkün değil.

Tarımsal üretici sürekli aldatılıyor

Tarım ve Orman Bakanlarına bırakılan oyun alanı, Tarım Kanunu hükmü sınırları yani GSYH’nın yüzde 1’i içinde dahi değildir. Bu pay yıllardır binde 3’ün altında, son yıllarda da binde 2 düzeylerindedir. Nitekim 2024 yılında tarım desteği için ayrılan ödenek 91,5 milyar TL olup aynı yılın GSYH gerçekleşme tahminini yüzde 0,21’inden ibarettir. 2025 yılı Bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan kaynak 135 milyar TL’dir ve öngörülen GSYH büyüklüğüne oranla yüzde 0,22’dir! Buna ilişkin siyasi eleştirilere iktidarın ve bakanlarının tepkileri ya tam bir duyarsızlık ya da tam bir çarpıtma gösterisi biçiminde olmaktadır.

Çarpıtma iki türlü yapılmaktadır: Birincisi, AKP öncesinde örneğin 2002 yılında tarımsal desteklerin mutlak rakamı alınmakta (bu 1,8 milyar TL’dir) sonra bu sayı enflasyondan arındırılmadan en son tarihli verilerle karşılaştırılmakta ve buradan iktidar lehine bir gelişme tablosu çıkarılmaktadır. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ekim 2019’da “İddialar ve Gerçekler” (“Kamuoyunda Gündeme Gelen Asılsız İddialar ve Gerçekler”) raporu tam da bu çarpıtmanın (2002-2019 desteklerini karşılaştırarak yapılan) yazılı bir kanıtıdır. İkincisi, Tarım Bakanlığının personel ödenekleri de dahil tüm bütçesi alınarak sanki tümü desteklemeyle ilgiliymiş gibi destek/milli gelire oranı şişirilmektedir. Bu da yeterli görülmezse, Ziraat Bankası’nın tarımsal kredilerinde “faiz sübvansiyonu var” denilerek bunlar da hesaba dahil edilmektedir. 2000 yılı IMF programını başlatan Niyet Mektubu’nda başvurulan çarpıtmalardan biri de buydu. (Üstelik Ziraat Bankası üzerinden dallandırılan başka çarpıtma örnekleriyle!).

Tarım ve Orman Bakanlığı, ciddi olmak ve çiftçiyi yanıltmamak istiyorsa, öncelikle tarımsal destek ödeneğini GSYH’ya oranla vererek karşılaştırma yapar. Bu açıdan bakıldığında uzun AKP döneminde tarımsal desteklerin nasıl eridiği ortaya çıkardı. Elbette bunu bilmiyor değiller ve bu nedenle de gerçeklerin ortaya çıkmaması için bunca uğraşı içine giriyorlar. Aslında tarımın ne denli desteksiz bırakıldığını göstermek için bunun da bir adım ötesine geçmek gerekiyor: tarımsal desteklerin göreli önemi, uluslararası karşılaştırmaya da daha uygun bir biçimde gösterilmek istenirse “tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” alınmalıdır. Üstelik bu veriler XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da (bkz. s.104) verilmektedir, yani Tarım Bakanlığı hazırladığı raporlara oradan da katkı alabilir. Kalkınma Planına göre, 2018-2021 döneminde tarımsal desteklerin tarımsal katma değer içindeki payı yıllara göre yüzde 6’larda gezinmektedir; 2022-2023 yıllarında bu pay ortalama yüzde 4,2 düzeyine gerilemiştir. XII. Planın son yılında ise ancak yüzde 5’e çıkması öngörülmektedir. Bu, Türkiye tarımı açısından çok zavallı bir tablodur. Çünkü gelişmiş AB ülkelerinde bu oran yüzde 50’nin altına pek inmemektedir; başka deyişle tarımsal katma değerin yarısı boyutunda tarıma destek verilmektedir!

Üstelik Türkiye’de tarımsal girdi fiyatları çok yüksek seyretmekte çiftçilik yapmak o açıdan da giderek olanaksızlaşmaktadır. Buna rağmen tarım ve gıda fiyatlarındaki yüksekliği çiftçiye fatura eden ve tüketiciyi korumak için çiftçiye görev düştüğünü söyleyenler, sadece sorumluluktan kaçmamakta aynı zamanda çifte haksızlık ve çarpıtma yapmış olmaktadırlar.

Çiftçiye yüklenmeler bunlarla sınırlı değildir. 2005 tarihli ve 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kulllanımı Kanunu”na 23.3.2023’te yapılan eklemeler ve 22.8.2024 tarihinde buna dair çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” çiftçiye yeni tuzaklar kurmaktadır. (Bununla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmemiz 27 Ağustos 2024 tarihli soL Haber yazımızda bulunabilir). TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, bunun yanısıra 14 ve 15 Eylül 2023 tarihlerinde yayımlanan “Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik” ile “Sözleşmeli Üretimin Usül ve Esasları Hakkında Yönetmelik”in de Türkiye’nin tarımsal verileri bilinmeden “bilimsel ve doğru hükümleri içeremeyeceğine” dikkati çekmektedir. (ZMO 49. Dönem I. Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi, 7 Aralık 2024). Gerçekten de, Tarım Bakanlığı en azından bu verileri üretme görevini savsaklamadan yerine getirebilmeliydi. Yasal yükümlülüğe göre Türkiye’de 10 yılda bir yapılması gereken Genel Tarım Sayımları 2001 yılından bu tarafa yapılmamıştır. Şimdi bu sayımın 2025’te tamamlanacağı duyurulmuştur; umarız bu defa görev yerine getirilir.

Tarımsal üretici sahipsizdir

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), kâğıt üzerinde çiftçinin en yaygın örgütüdür ama çiftçinin haklarını korumak adına AKP döneminde (başlangıç yılları dışında) hiçbir eylemlilik içinde olmamıştır. İki nedenle: Bir, yöneticiler koltuklarını koruma derdindedir, bu nedenle kolayca gitmeyeceğini gördükleri AKP’ye yanaşma çabası içinde olmuşlardır; iki, AKP’nin sopası giderek uzamıştır. Kooperatiflerin de gücü kırıldığı için oradan da çiftçiye anlamlı bir fayda gelmemektedir. Siyasi baskı kanallarını da kullanabilen eski güçlü kooperatif birliklerinden eser yoktur artık.

Geriye en etkin kuruluşlar olarak TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ile Türkiye Ziraatçılar Derneği kalmaktadır. Onlar da teknik meslek örgütleri olmanın kısıtlarına rağmen ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. TMMOB ZMO çok daha örgütlü bir yapı olmanın sorumluluğuyla oldukça ön planda bir mücadele yürütmektedir. Ama iktidarın TMMOB ve bağlı odaları üzerindeki baskıları da buna koşut olarak yoğunlaşmaktadır. Dünya çapındaki çiftçi örgütü La Via Campesina ile bağlantılı olan Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) de bu çerçevede etkisini arttırma potansiyeline sahip olabilir.

Çiftçilerin, başta aile işletmesi düzeyinde üretim yapan ve büyük sayılara ulaşan küçük-orta boy çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Türkiye’de 10 yıl sonra hâlâ tarımda üretim yapacak çiftçi bulmak isteniyorsa, yükselen taleplere kulak kabartmanın zamanı geçmek üzeredir.

                                                       /././

‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…-Nevzat Evrim Önal-

Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.

Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1

Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2

Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

***

Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.

Marksist teori bize şunları söylüyor: 

1.Kapitalist üretim biçimi olgunlaştıkça, birikmiş toplam sermaye miktarı öylesine büyür ki, bu birikimin toplumun olağan üretim döngüsü tarafından sürdürülmesi giderek zorlaşır ve kâr oranları düşer. Dolayısıyla kapitalizmin tekelleşme eğilimi ile kâr oranlarının düşme eğilimi arasında çok güçlü bir ilişki vardır. 

2.Ne var ki tekelleşme, liberallerin iddia ettiğinin aksine rekabeti ortadan kaldırmaz. Rekabet, tarafların elindeki ekonomik ve politik gücün boyutları nedeniyle çok daha yıkıcı olabildikleri bir düzlemde, emperyalistler arası rekabet olarak sürer.

3.Rekabet, kâr oranlarının düşüren temel faktörlerden biridir. Sermayedarlar, dünyadaki bütün pazarların hızla doyduğu bir ortamda ürettikleri metaları rakiplerinden önce satabilmek için kârın bir kısmından vazgeçmek, fiyat kırmak zorunda kalırlar.

4.Bu ortamda, ekonomiye yaptığı müdahalelerle ulusal pazarı düzenleyen, sermayenin yurt içi rekabetini baskılayan ve tüm rekabet gücünü yurt dışına yönelten, uluslararası arenada da onun rekabet aracı olarak hareket eden güçlü bir devlet, bir ülkede yerleşik olan sermayenin kâr oranlarını yükseltici bir etki yaratabilir.

Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.

***

Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3

Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa da emek piyasasını) sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyerek4 ve sermayenin tüm rekabet gücünü dışarıdaki rakiplerine yönlendirerek bir toparlanma ve yüksek kâr oranları sağladı.5

Çin ve Rusya deneyimi hem bir örnek yarattı hem de bu iki ülke, Türkiye ya da Macaristan gibi gelişkin bir kapitalist ekonomiye sahip ama uluslararası rekabet açısından zayıf ülkelerin, Batı ittifakının kendi politik üstünlüğünü korumak için dayattığı “liberal demokrasiyle sınırlandırılmış devlet” zorunluluğu olmadan ekonomik ilişkiler kurabileceği birer alternatif haline geldi. Bu durum, bilhassa Batı emperyalizminin finansal yapısına olan tüm güvenin sarsıldığı 2008 kriziyle birleştiğinde, bu finansal mekanizmaların “veren” tarafında bulunan ülkelerin merkezkaç dinamikleri çok şiddetlendi.

Buna ek olarak bilhassa Çin, sunduğu büyük kâr fırsatlarıyla, dünyanın her yerinden sanayi sermayesinin göç ettiği bir merkeze dönüştü. Bu, sermayeyi getirenin kendi egemenliğini dayattığı bir “sermaye ihracı” olarak görülemeyecek bir süreçti zira Çin devletinin otoritesi, buraya göç eden sermayeye kendi kurallarını dayatabiliyor ve bu kuralların ihlal edilmesi durumunda çok ağır yaptırımlar uygulayabiliyordu.

Bir kez daha, geçerken söylüyorum: Dünyanın her yerinden kapitalistlerin, yatırım yapmak için bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’e akın etmiş ve ediyor olması, liberallerin “sermaye bağımsız yargı ve liberal demokrasi ister” nakaratının kökten yanlışlanmasıdır. Sermaye tek bir şey ister: Kabul edilebilir bir risk karşılığında daha yüksek kâr oranı.

Bu sermaye göçü sonucunda Çin’in dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmesi ve 2008 kriziyle birlikte finansın ağırlığının fazlaca arttığı durumların genel sermaye birikimi açısından barındırdığı risklerin açığa çıkması, ABD sermayesinin giderek büyüyen bir kesimi tarafından ABD devletinin Soğuk Savaş'ın başından bu yana yürüttüğü emperyalist stratejinin sorgulanmasına neden oldu. Bu strateji, ABD'nin egemen emperyalist ülke olarak ittifak matrisinde yer alan ülkelerdeki sermaye çıkarlarını da emperyalist hiyerarşi çerçevesinde kollama görevi üstlenmesi ve bunun için gereken (bilhassa askeri) maliyetlere katlanması manasına geliyordu. Ne var ki 2008 krizinden itibaren şiddetlenen hegemonya bunalımı ABD'nin "büyük birader" statüsünün en yakın müttefikleri tarafından dahi sorgulanmasına neden olmuştu. Bu ortamda Trump'ın bu strateji ve bu stratejiye uygun bir federal devlet aygıtı yerine önerdiği, çoktan dağılmış olan emperyalist dünya sisteminin bekasını sağlamaya değil salt ABD emperyalizminin çıkarlarını ilerletmeye yönelik, eski ittifak matrisine bağlı kalmayan, kolaylıkla ittifak kurup bozabilecek yeni bir strateji ve bu stratejiye uygun devlet aygıtı, ABD sermaye sınıfının büyük bölümü tarafından tercih edildi. Şu anda Trump ve ekibinin ABD’nin federal devlet aygıtını yıkıp yeniden kurarken ellerine motorlu testere falan alıp sergiledikleri “zücaciye dükkanına dalmış fil” şovu kimseyi kandırmasın; yapılmakta olan uzun süredir üzerinde çalışılmış bir modelin hayata geçirilmesidir. Bu modelde ABD devleti Amerikan sermayesinin çıkarlarını rakipler karşısında (ve artık sadece Çin ya da Rusya değil herkes rakiptir) ilerletmek için çok daha "serbest" biçimde, herhangi bir kurala bağlı kalmadan hareket edecek ve bu modelin doğası gereği “olağanüstü hal” olağanlaşacak, Başkan bir çeşit Sezar'a dönüşecektir.

Gelelim Türkiye’ye ve TÜSİAD-AKP gerilimine.

***

Türkiye’de yukarıdaki özelliklere sahip bir devlet aygıtı çoktan kurulmuş durumda ve Türkiye sermaye sınıfı, başta da TÜSİAD, yıllardır bu güçlü ve “görece özerk” devlet aygıtının sağladığı olağanüstü olanakları değerlendirerek semiriyor.

Bugün Erdoğan bunları hatırlatarak TÜSİAD’a had bildirirken kuşkusuz kendi kişisel iktidarının sürekliliğini korumak için hareket ediyor ve “bensiz yapamazsınız” diyor, ama bir yandan da kurulan yeni devlet modelinin “raconunu” hatırlatıyor. Bu modelde Reis’in hakkı Reis’e verilecek, onun politik otoritesini sarsacak biçimde hareket edilmeyecektir. Zira sermayenin yararına ve işçinin zararına her türlü idari tasarrufun “milli çıkar” olarak kutsallaştırılabilmesini sağlayan, devletin ideolojisi kadar, Reis’in sorgulanamazlığına da dayanan bu otoritedir.

Bugünün dünyasında, hele ki ABD’de dahi böyle bir Başkanlık modeli hayata geçirilirken, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, yürütmenin mevcut otoritesinin budandığı ve yasama ile yargıya tabi hale getirildiği zayıf bir devletten değil tastamam bugünkü devlet aygıtından yanadır. Türkiye sermayesi ya da onun en tekelleşmiş bölmesi olan TÜSİAD bir kez daha Erdoğan’ın aşağılamak için kullandığı “komprador” mertebesine geri dönemez; Batı’nın emperyalist tekelleriyle Türkiye’nin olanaklarını öncelikle onlara kullandırmaya dayalı uşakça bir “ebedi küçük ortak” ilişkisi kuramaz. Bunu artık vatansever oldukları için falan değil, son yirmi yıl boyunca yaptıkları birikimle artık yabancı tekellerden dökülenlerle yetinemeyecek ölçeklere ulaştıkları için yapamazlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “şahsına” değil, ama güçlü bir devlet aygıtı ve kim olduğundan bağımsız o aygıtı yönetecek güçlü bir Reis’e muhtaçlar.

Bu aygıt kurulurken Erdoğan’ın kurucu Reis olmaktan dolayı elde ettiği merkezi rol ise TÜSİAD’ın çelişkisidir. 

***

TÜSİAD vakası, bütün bunların yanı sıra bir şey daha gösterdi: Bu ülkede “muhalefet”in nasıl umarsızca patronsever olduğunu.

Yazının başında alıntıladığım Ruşen Çakır videosu sadece bir örnek. Muhalefet cephesi, TÜSİAD’ın da Erdoğan’dan yediği azardan sonra artık bu cepheye dahil olmak zorunda kalacağı beklentisi ile sevindirik olmuş durumda. Oysa Erdoğan’ın aksine TÜSİAD’ın koruması gereken bir popülaritesi ya da imajı yok, sadece kâr oranı var. Sermaye için ne laiklik hayatidir ne de demokratik özgürlükler ya da insan hakları, dolayısıyla adapte olacaklardır.

Dolayısıyla iki laflarından biri “saray rejimine karşı en geniş ittifak” olanların biz komünistleri Erdoğan-TÜSİAD geriliminde taraf seçmediğimiz için “solcu kibiriyle” suçlamalarına uzun uzadıya yanıt vermemize gerek yok. Onların “kibir” dediği şey kafalarının hiç basmadığı ve ilk fırsatta vazgeçtikleri teoridir, Marksizmdir. Gerisini hayat öğretecektir.

Öte yandan, bütün bu yazdıklarımız, yaslandığı teorik zemin sayesinde diğerlerinden daha tutarlı olsa da nihayetinde bir yorum. Oysa aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu konuda ise tartışmaya devam etmek üzere tek bir şey söyleyelim ve bu haftalık bahsi kapatalım: 

Sermaye sınıfının giderek her ülkede politik arenada yumurtalarını daha fazla “tek sepete koymak” zorunda kalacağı ve bu sepet sepet yumurtanın da birbiriyle tokuşturulacağı bir döneme giriyoruz ve bu dönem insanlık açısından kuşkusuz büyük tehditler, belki bir dünya savaşı ihtimali barındırıyor. Ne var ki siyasette büyük tehditler daima büyük fırsatlar doğurur. Sermaye diktatörlüğünün kanlı canlı kişilerde somutlanacağı önümüzdeki dönemde işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurabilen ve onun adına söz söyleme becerisi kazananlar, bu canlı putların her biri yıkıldığında, Çar’ın devrildiği günlere benzer fırsatlar yakalayacaklar.

İşimiz sermayenin herhangi bir fraksiyonuna kuyruk olmak değil, bu fırsatları değerlendirmeye hazır bir işçi sınıfı örgütlülüğü yaratmaktır.

-----

1Bu tehdidi iyi anlaşılsın ve korku büyüsün diye tercüme etmek, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde liberal bozguncu Ruşen Çakır’a düştü: https://www.youtube.com/watch?v=vOwYuDRQads

2Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400

3Anlamazlıktan gelip konuyu çarpıtmaya meyilli liberaller için dipnot: Bu müdahalelerde devrilen Slobodan Miloseviç, Eduard Şevardnadze, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin halkçı ya da yurtsever falan olduğunu değil, ulusal sermayenin çıkarlarını emperyalist sermayeye karşı savunmaya çalıştıklarını söylüyorum.

4Bunlara örnek olarak Putin’in kimi Rus “oligark”lara had bildirme operasyonları ya da Çin’de düşük ücret rejiminin Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi salt açlık ücretlerine dayandırılmaması ve komünist dönemden kalan başta barınma olmak üzere temel ihtiyaçların devlet tarafından desteklenmesi mekanizmaları yoluyla işçi sınıfı açısından sürdürülebilir kılınması gösterilebilir. 

5Kâr oranlarını takip etmek için ekonomik büyüme çok iyi bir gösterge olmasa da, şu grafikteki tarihsel seyire bakılabilir https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=CN-RU-1W-EU-US&start=1991. Rusya’daki toparlanma ile Çin’in açık ara ve sürekli yüksek büyüme oranı bu ülkelerdeki güçlü ve müdahaleci devletin sermayeye sağladığı avantajı gösteriyor. 

                                                     /././

Hem iktidar hem patronlar kazanacak: Okullar boşalacak, çocuk işçilik artacak -Emre Alım-

Okulu aksatan meslek liseli işçileşmeden sırasına dönemeyecek. Haftada en az 4 gün patronunu zengin etmek istemezse de liseye baştan başlayacak.

Son üç yılda şiddetlenen enflasyon krizi patronlar için yeni sömürü kaynaklarının kapısını araladı. İktidarın neredeyse ücretsiz sunduğu bu olanaklardan biri çocuk emeği.

“Staj” ve “çıraklık” adı altında 1,5 milyon lise öğrencisi haftada en az dört gün özel sektör için çalışıyor. Öğrencilere ödenen cüzi miktardaki ücret dahi patronların cebinden çıkmıyor. Her ay işsizlik sigortası fonunda biriken paranın yarısı bunun için harcanıyor.

Ancak patronların gözü daha fazlasında. İktidarsa dünden hazır. Bunun için Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği bir kez daha değiştirildi.

Daha fazla öğrenciyi işçileştirecek, eğitimden koparacak yeni yöntemler uygulamaya konuldu. Cemaat ve tarikatları memnun edecek adımlar da unutulmadı.

Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü, yönetmelik değişikliğinin ayrıntılarını soL’a anlattı.

Okula dönmek isteyene işçilik şartı

Yeni yönetmeliğe göre devamsızlık nedeniyle başarısız sayılan meslek lisesi öğrencileri sonraki yıl bir işletmeye sözleşme imzalaması şartıyla eğitimine devam edebilecek. Böylece öğrencilerin örgün öğretimden MESEM’e geçişi kolaylaşacak.

Diğer yandan MESEM’den örgün öğretime geçmek isteyen öğrencilere 9. sınıftan başlama şartı koşulacak yani geri dönüş zorlaştırılacak.

Barış Düdü, bu değişiklikle hem çocuk işçiliğin daha da yaygınlaşacağına hem devletin yük olarak gördüğü eğitimden biraz daha kurtulacağına dikkat çekiyor:

“Çocuklar eğitim öğretim ortamına teşvik edilmesi gerekirken itiliyor. Çocuk işçiliği genişletme politikasıdır bu. Ülkede ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor ve bu kriz çocuk işçiliğiyle çözülmeye çalışılıyor.  Sermaye ucuz işçi kaynağını bu çocuklar üzerinden sürdürüyor.

MESEM’ler son dönemde eğitim maliyetlerini düşürmenin de can simidi haline dönüştü. Çünkü MESEM’lerde öğrenci 4 gün işyerine, bir gün okula gidiyor. Dolayısıyla daha az derslikle eğitim verilmiş oluyor.”

  MESEM nedir?

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "müjde" olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) "çırak" ve "stajyer" adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü.

Yüz binlerce lise öğrencisi "iş ve maaş" umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri bünyesine açılan bu programa geçti.

Çocuklar MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 günse fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda çalıştırılıyor. Ağır koşullar altında çalıştırılan çocuklardan onlarcası iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Açık lise kapısı daha da açılıyor: Ya işe ya cemaate

Öğrencileri dolaylı yoldan işçileştirecek ve tarikatların kucağına itecek bir değişiklik de sınav sistemine ilişkin. Artık ortaokuldan liseye geçişte tercih yapmayan öğrenciler doğrudan açık liseye yönlendirilecek.

Barış Düdü bu değişikliğin uygulamada ne anlama geldiğini şöyle özetliyor:

“Açık lise kapısını genişlettiğinizde, buraya giden çocukların çoğu ailelerine destek olabilmek amacıyla çalışacak. Bu da çoğu defa MESEM’lerden daha kötü bir sonuç doğurabiliyor. Çünkü çocuklar bu sefer kayıtdışı çalışıyorlar.

Onun dışında tarikat bağlantısı kurulan çocuklar da açık lise yoluyla okullarını tamamladıkları süreç içerisinde cemaatlerde dini eğitime maruz bırakılıyorlar. Çeşitli tarikat ve cemaatlere hizmet eder hale getiriliyorlar.”

Görevdeki öğretmenler de Akademi’nin tedrisatından geçecek

Yeni yönetmelikte öğrenciler kadar öğretmenleri de etkileyen değişiklikler var. Merkezi sınav puanıyla öğrenci alan okullarda görev yapacak öğretmenler ve yöneticiler için Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim almak zorunlu hale getirildi.

Geçtiğimiz yıl eğitim sendikalarının yoğun itirazlarına rağmen yasalaşan Milli Eğitim Akademisi, öğretmen atamalarında yeni bir engel olarak çıkarıldı.

Buna göre öğretmenler artık KPSS yerine Akademiye Giriş Sınavı’na girecek, buradan aldıkları puana göre Milli Eğitim Akademisi’ne girmeye hak kazananlar, 14 aylık eğitimden geçirilecek. Bu akademide başarılı oldukları takdirde atamaları yapılacak.

Ancak son yönetmelik değişikliğiyle birlikte Akademi’nin kapsamı genişlemiş oldu. Barış Düdü, iktidarın tüm öğretmenleri tedrisatından geçirmek istediğini vurguluyor:

“Bu Akademi’yi kurumsallaştırmanın tüm meslektaşlarımızı etkileyeceği ortaya çıktı. Milli Eğitim Akademisi’ni biz başından beri tebliğci öğretmen yetiştirmenin altyapısının oluşturulduğu bir yer olarak görüyoruz. Araştıran, sorgulayan yanlışa dur diyen öğretmen yapısı yerine Bakanlığın dayattığı müfredatı hiç eleştirmeyen, sorgulamayan öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuş akademiler bunlar.”

                                    Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü

Bakanlık eğitim vermeyecek, taşere edecek

Vakıf ve dernek adı altında tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokoller tepki çekerken, Milli Eğitim Bakanlığı bu protokollerin kapsamını genişletecek yeni bir adım attı. Barış Düdü, eğitimin temel ilkelerini dahi çiğneyen bu adımı ve zararlarını şöyle anlatıyor:
 
“Bakanlığın yine kendi değişiyle STK'larla, ayrıca belediyelerle ve özel sektörle yapılacak işbirliğinin artırılması var. Bu maalesef ki eğitim öğretimdeki eşitliği ve birliği zedeleyici bir tehdit içeriyor. Bu ciddi anlamda büyük bir sorun. Çünkü eğitimin yerelleşmesinin önünü açıyor. Bu tür düzenlemelerle her bölgeye farklı uygulamalar karşımıza çıkabilecektir. Bu da öğretmen arkadaşlarımız üzerine ek yükler getirecektir. Aynı zamanda eğitim öğretim birliğini bozduğu için öğrencilerin de eşit eğitim hakkını zedeleyecektir.”

                                                       /././

Neden bir Kurucu Meclise ihtiyacımız var?-Anıl Çınar-

Halk kendini yönetecekse bunu bir yetki devriyle ve seçimle değil, ayakları toplumun her hücresine basan bir örgütlülüğün, tartışmanın ve mücadelenin ürünü olarak gerçekleştirilebilir.

Demokrasi ve özgürlük…

Bu kelime çifti, uzun süredir, ne Türkiye ne de dünya için bir anlam ifade ediyor.

“İkisinin de yokluğunu yaşıyoruz, daha nasıl bir anlam bekleyelim” diye sorulabilir. Oysa ki hayatın gündelik iniş çıkışlarına sığdırılmış, retorik olmanın ve sloganların ötesine geçmeyen bir şeyden, yani kimseye heyecan vermeyen bir kelime çiftinden anlam çıkmıyor.

Bununla birlikte, özgürlük mücadelesi ve demokrasi insanlık tarihinde silinmesi zor yere sahip. Aslında problem de burada. İnsanlık, demokrasinin olmadığı bir dönemde halk egemenliği için uğraşanların, özgürlüğün olmadığı bir dönemde özgürlük kavgası verenlerin emekleri sayesinde tutundu bu ikiliye. Tam da bu nedenle, bir mücadelenin temel halkaları olduğu için önemliydi demokrasi ve özgürlük.

Bu o kadar böyleydi ve gerçekti ki kapitalizm bunlar olmadan ikna gücünün büyük oranda yok olacağını bilerek hareket etti, istismar etti ve içini boşalttı.

Çok büyük bir meydan okumaydı bu. Dünya halklarını özgürleştiren Ekim Devrimi’ne karşı bir meydan okumaydı. Emperyalizm, sanki o “eski dünya”nın içinden çıkmamıştı. Emperyalistler petrolün kan ile harman olduğu, insan etinin makineyle kaynak edildiği devasa köleleştirme sürecinin ürünü değilmiş gibi tutundular buna. Komünistler değil, kapitalistlerdi özgürlük savunucuları…

Özgürlük ve demokrasi ikilisinin hemen ardından bireyselliğin ve mülkiyet hakkının, parlamentonun, çok partili siyaset ve seçimlerin sıralanması şaşırtıcı değildi. Bu meydan okuma büyük oranda başarılı olmuştu. İşçi sınıfına ve dünya halklarına diz çöktürenler dünyanın “ileri” üssü olarak bilindi.

Bugün işte bu düzenin pulları tek tek döküldüğü için, ama bu kelimelere anlam katan o kadim mücadelede de bir türlü yol alınamadığı için bir anlamı yok gibi gözüküyor…

Demek ki hatırlamamamız ve içi boşaltılan bu kavramların ne olduğuna yeni bir meydan okumayla bizim karar vermemiz gerekiyor.

“Meclis” bu işin merkezinde duruyor. Çünkü modern dünya henüz ondan kurtulamıyor. Türkiye’de sermaye iktidarı, olağanüstü dönemleri bir kenara bırakırsak, meşruiyetini ispatlamak için eninde sonunda meclise gözünü dikmek durumunda kalıyor. Meclis şimdilik sermaye sınıfının “güvenli alanı” gibi gözüküyor.

Ne var ki, işe yaramıyor. Meclis ne gerçek bir ikna aracı, ne bir istikrar unsuru, ne de etkili bir gösteri sahnesi. Bugünkü Meclisin bir önemi yok. Yok ama Meclis, önemini kaybederken peşinden o meşhur zinciri de beraberinden sürüklüyor: Partilerin, demokrasinin, seçimlerin ne kadar önemi kalıyor? Parlamenter sistem krizleri yatıştırmanın bir aracı olmaktan kendisi bir kriz kaynağı olmaya döndüğünde ne olacak?

Yalnız, bu büyük sorulara gelişine yanıtlar vermeden önce iyi düşünülmesi gerekiyor. Nitekim Meclise açılan kapı, krizi fırsata çevirmekten daha çok sermaye sınıfı adına boşluk doldurmak anlamına da gelebiliyor.

Ancak, çok daha ilginç bir fırsat ortaya çıkmış durumda. Özgürlük, demokrasi, parlamento… diye giden zincir anlamsızlaşmaya başlarken masaya “bizim olanı” koymanın fırsatı.

Bizim “bu haliyle olmaz” dememizin zamanıdır. Bize artık palavradan ibaret olan parlamento değil, bir “Kurucu Meclis” gerekiyor.

Öncelikle şunu bilmeliyiz: Kurucu Meclis bir süreçtir, tek seferlik “seçme özgürlüğünün” değil, kendi kendini yönetme sürecine dahil olmanın ve bu sayede kendini de tanımanın özgürlüğüdür.

Daha somut konuşalım.

Örneğin bu “Kurucu Meclis”, Mustafa Kemal’in Ankara’da açılacak ilk meclis için düşündüğü isimdir. Evet, yalnızca niteliği değil adı itibariyle de aranan şey bir “Meclis-i Müessisan”dır.

Kazım Karabekir ve bir dizi diğer isim bu ismin pek de anlaşılamayacağını düşünmüş ve sonrasında ilk meclisin ismi “Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür. Ancak dünyaya pratik bakmak konusunda hiçbir eksiği olmayan Mustafa Kemal’in mesele meclis olduğunda tutunduğu “teorik” bakışın anlamı önemlidir.

Gerçekten de dönemin konuşmalarına bakıldığında adeta Rousseaucu bir dil tutturulmuş gibidir… Çünkü Kurucu Meclis, egemenliği “kayıtsız ve şartsız” olarak millete verebilecek tek biçimdir. Bu yüzden de “meşrutiyet”in üçüncüsü değildir örneğin.

Ve Meclis bir süreçtir.

Meclisin kuruluşunda İstanbul ile yaşanan gerilimler, uluslararası dinamikler ve Milli Mücadele’ye öncülük eden kadroların farklı farklı etkilerini gözlemlemek mümkündür. Fakat unutulmaması gereken şey, Meclis’in kuruluşunun ta “Kongreler Dönemi”nden başlaması ve bir amacının olmasıdır. Mustafa Kemal’in Meclis’in adı dahil pek çok başlıkta orta yolu bulması ancak her liva için öngörülen beş milletvekili sayısından hiç geri adım atmaması ilgi çekicidir. Çünkü “millet” ancak zengin ve enerjik bir katılımın, temsilci seçme sürecinin ürünü olarak ortaya çıkacaktır.

Demokrasi ve cumhuriyet, yani “kendi kendini yönetme” hile yapılabilecek şeyler değildir. Meşruiyet denilen şeyin dinamikleri hile kaldırmaz. Çünkü önemli olan sürecin kendisidir.

Esasında bunun son derece “felsefi” diyebileceğimiz nedenleri de bulunur. Rousseau’ya göz atmış herkesin görebileceği bir açmazı bulunur bugünkü “demokrasi”nin. Temsilci seçmek demek, yetki devretmek demektir. Halbuki ne yetkinin ne sorumluluğun ne de iradenin devri mümkündür. Koskoca batı medeniyetinin bugüne devrettiği hilenin bu olması, yani seçimleri ve yetki devrini bir özgürlük ve demokrasi değişmezi gibi sunması bir yandan komik ancak aynı zamanda öğreticidir.

Çünkü demokrasi denilen şey bir “yan etkidir”. Halk kendini yönetecekse bunu bir yetki devriyle ve seçimle değil, ayakları toplumun her hücresine basan bir örgütlülüğün, tartışmanın ve mücadelenin ürünü olarak gerçekleştirilebilir. Halk kendi kendini yönettiğini, ancak arzu edilen o gerçek örgütlülüğün ve mücadelenin hakkını verdiğinde, bir sürecin ürünü olarak “fark edebilir”.

Bugünün egemenleri bu sürecin “yatıştırma”yla sonuçlanmasını arzu ettikleri için sadece biçimine onay vermiş durumdadırlar.

O halde şu sorulara yanıtlar verilmelidir: Bugünkü Meclisin toplanma amacı nedir? Gerçekten neye karar verilmektedir Mecliste? Mecliste olup bitenler magazinden öte bir değer taşımakta mıdır? Halk tam olarak hangi mekanizmalarla bu Meclis’in oluşumuna ortak olmaktadır? Halk seçtiği temsilcilerle nasıl bir bağ kurmaktadır? En önemlisi, bütün bu olan bitenler, toplumun en küçük hücresinde en ufak bir sorumluluk ve aidiyet duygusu uyandırmakta mıdır?

Koskoca bir hayır.

Bugünkü Meclisin halkla bağlantısı kopmuştur. Milletvekilliği profesyonelleşmiş, kariyer müessesine dönüşmüştür. Bugünkü Meclis benzetme uygun olacaksa “İstanbul Meclisi” gibidir. Bu sefer vekillerin iplerini patronlar çekiştirmektedir o kadar. Demek ki egemenliği patronların elinden alacak bir müdahaleye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun adıdır Kurucu Meclis.

Kurucu Meclis Ankara’daki bir binanın sütunlarından ve çatısından ibaret olamaz. Meclis her mahallede, her işyerinde, her okulda ortak bir hedef için yanyana gelen, kafa yürüten, temsilci seçen ve gerektiğinde o temsilcileri geri çağırabilen komitelerin işidir. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya örgütlenen bir sürecin ürünüdür ve ülkenin yönetimini gerçekleştiren en yetkili, en “büyük” kurulun ta kendisidir.

Bunlar olmadan kimsenin demokrasiden, özgürlükten, seçimlerden bahsedememesi gerekiyor. Bunların olması içinse yeni Türkiye’yi kuracak bir devrimci irade gerekiyor.

                                                    /././

Seviyorsan, öyle mi? Öyleyse yaşasın 8 Mart!-Elçin Solmaz-

Emekçilere “çalışın, yorulun, bir yandan da evlenin, en az da üç çocuk yapın” deniyor... “Aile Yılı”ndan anladıkları her ne ise, işte o, kadınları eşitlik ve özgürlük adına mücadeleye davet ediyor. Öyleyse yaşasın 8 Mart!

"Seviyorsan git evlen bence…” Bu bir dizi repliği değil; şarkı sözü değil, baba hatta dayı nasihati de değil. 14 Şubat’ta sosyal medyada bu paylaşımı yaparak bizimle adeta eğlenen kurum Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı. 

Devlet ne ara bu denli gayri resmi oldu, bu ciddiyetsizlik ne ara tüm kurumlara yerleşti ve yadırganmaz hale geldi sorusu bu yazının konusunun dışında; ama ne yazık ki yaşanan yozlaşma hayatın her alanında, iç içe ve bulaşıcı. 

Pek yerli ve milli olmadığı, aslında inşa etmek istedikleri kültüre tam da uymadığı (!) konusunda da uyarılmamış olacaklar ki, Bakanlık Aziz Valentin günü olan 14 Şubat’ı vesile ederek sevgililere gidip evlenmeyi salık veriyor. Çünkü 2025 yılını Aile Yılı ilan ettiler, yazımızın konusu bu.

Ocak ayının ilk günlerinde Erdoğan tarafından ilan edildiğinde konuyla ilgili ilk tepkiler “2024 yılı Emekliler Yılı ilan edilmişti ve emeklilerin burnundan geldi, üç kuruşa muhtaç kaldılar; Aile Yılı ilan edildiyse bu yıl da ailelerin çekeceği var” şeklindeydi. Yurttaşın bu refleksi çok anlaşılır; zira artık AKP böylesi çıkışlarına, kendilerini destekleyenler dahil kimseyi inandıramıyor, dahası “eyvah” dedirtiyor. 

Yine de tükenmiş kaynaklarından ideoloji, propaganda ve oy üretmeye, on yıllar içinde yakaladığı sömürü ivmesini düşürmemeye gayret eden iktidar Aile Yılı’ndan ne bekliyor ve bu kampanyanın arka planında kadınların hayatına dair hangi tehditler bulunuyor, 8 Mart yaklaşırken bunları gözden geçirelim.

Aile Yılı, ilan ediliş biçimi ve içeriğinden de açıkça anlaşılabilir ki, sunulmaya çalışıldığı gibi sempatik bir aile güzellemesi değil, öncelikle nüfus politikalarına ilişkin bir inisiyatif. İktidarın doğurganlık oranlarının düşmesine yönelik endişesini, pro-natalist, yani doğumu teşvik edici politikaları devreye sokarak gidermeye çalışması söz konusu. 

Ülkenin nüfus artış grafiğini belli bir seviyede tutmanın birkaç amacı var; Türkiye’nin kalabalık nüfusu ekonomik, sosyal, kültürel, askeri gücünün, zenginliğinin önemli bir boyutu. Nüfusun yapısı ve özelliklerine dair eşitlikçi, kalkınmacı ve planlı bir düzende bambaşka bir tartışma yapılabilirdi. Dolayısıyla devletin ailenin yapısı ve çocuk sahibi olmaya dair söz söylemesinin geniş emekçi kitlelerce meşruiyeti, temsil ettiği sınıfa göre değerlendirilmeli. Kapitalizmin aileyi düzenin sürmesinde kilit birim olarak gördüğünü ve kullandığını, maddi ve manevi açıklarını aile içine gömerek gidermeyi yöntem edindiğini biliyoruz.1Bugün ve bu başlıkta ise aile kurmanın ve çocuk yapmanın teşvik edilmesi, genç, enerjik, görece “masrafsız”, yani Türkiye kapitalizminin yabancı sermaye için en çekici yönü olarak pazarladığı ucuz iş gücünü gelecek yıllarda sürekli kılabilmek adına bir girişim.

Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi tarafından “Güçlü iş gücü piyasası ve canlı iç pazar” diye adlandırılan, çoğunluğu 35 yaşın altında, geleceği belirsiz, sömürünün en ağırını kaldırma potansiyeli olarak görülen emekçiler. İşte onlara, “çalışın, yorulun, bir yandan da evlenin, en az da üç çocuk yapın” deniyor. Zaten yıllardır en yetkili ağızdan deniyor; ama son on yılda diğer pek çok şey gibi bunu da bir türlü kabul ettiremediler, daha doğrusu benimsetemediler. Hem kurgularının hem de otoritelerinin aldığı darbeyi “Aile Yılı” gibi yeni söylemler, vaatimsiler üreterek gidermeyi deniyorlar. Bu “genç iş gücü” söyleminde örtülü bir yaşa bağlı ayrımcılık da var; ama hem geride bıraktığımız pandemi hem de üstte kısacık dokunduğumuz milyonlarca emekliyi yok sayan yoksulluk zaten yaşlıya nasıl bakıldığına dair yeterli veri sunuyor.

Aile Yılı’nın bir diğer gündemi “aile yapısına yönelik tehditlerin” giderilmesi. Aile kavramının içi İslam’ın belirlediği şekilde doldurulmaya, kadınların, çocukların, aile içi ve aileler arası ilişkilerin bu normlara göre düzenlenmesi dayatılmaya çalışılıyor. 

Bu paketi de iyi tanıyoruz: Kadınların aile ve aileye bağlı mülk/miras ilişkilerindeki ikinci sınıf rolü; bekarlık, boşanmışlık, dulluk gibi çeşitli sosyal durumlarda yapıştırılan etiketler, karar verme mekanizmalarındaki dışlanmışlığı, genç kızların hatta çocukların kaç yaşında evlenmeye müsait hale geleceğine ilişkin kapkara fetvalar, giyim kuşam kuralları, çağdışı mahremiyet anlayışı, kürtaj/doğum kontrolüne ilişkin yasaklar, eğitimde, çalışma hayatında, hukukta, sokakta, evde her türlü cinsiyetçi ayrımcılık ve engellemeler… Burada da pek yeni bir şey yok aslında, iktidar laiklik karşıtı, dinci ajandasının gereklerini her yolla uygulamaya çalışıyor. Yeni olan, bunun da yıllara rağmen benimsetilemiyor olduğu gerçeği belki de.

Türkiye, bitmek bilmeyen, cezasız bırakıldıkça daha çok ve daha vahşi şekilde işlenen kadın cinayetlerinin ülkesi. Her kadın cinayeti bir sonrakinin hazırlayıcısı. Namus, ahlak, boşanma, söz dinlememe… 

Saldırıya mazeret edilen her ne ise, kadını aşağı gören, cehaletle mücadele etmeyen, eşitlik ve aydınlanma düşmanı karanlıkla yakından ilişkili. Saldırganın, örneklerin en az üçte ikisinde kadının aynı çatı altında yaşadığı, ailesinden biri, eşi, babası, erkek kardeşi olduğunu da biliyoruz. Buradan bakınca Türkiye, annesi babası tarafından azarlanan, dövülen, yaralanan, öldürülen çocukların da ülkesi desek, o çocukların aile deyince kafalarında ne canlandığını bir düşünsek, gelecekte kuracakları ailenin hangi duygular temelinde olabileceğini hayal etsek… Ne zor. Ve “Aile Yılı” denince kaç kadının sırf bu sebepten tüyleri diken diken oluyordur kim bilir? Hukuken cezasız bırakılsa da, toplumun vicdanında bu saldırganlığın açtığı kolay kolay onarılmayacak bir yara. Bu kana bulanmış kaygan zeminin üzerine birkaç sosyal medya mesajı, birkaç on bin lira destek, çalışma hayatında iyileştirme kılıflı esnetmeler2 nasıl bir iyimserlik inşa edebilir ki?

Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği çeşitliliği ile kavgaları da hiç bitmedi. Tüm topluma giydirmeye çalıştıkları İslam gömleğine asla sığmayan toplum kesimlerinden biri, varlıkları onlar için nasıl ürkütücü bir tehditse, konu dönüp dönüp LGBT’lere geliyor. 

Aile Yılı kapsamında atılacak adımlar, herkes gibi bir ailenin evladı olan, birliktelik ve aile kurma arzuları da herkeste ne kadarsa o kadar olan; ancak bu hakları yasal olarak bulunmayan ve eşitsizlikten en çok etkilenen LGBT yurttaşları düşmanlaştırarak başlıyor. Bu düşmanlaştırmanın LGBT’lerin işine, sağlığına, canına kast ettiğini de biliyoruz. Sahi kim seviyor, kim gidiyor evleniyordu?

Aile Yılı içeriğinde evlenecek ya da yeni ebeveyn olacak kişilere -bu kampanya bağlamında çiftlere demek daha doğru olur- yönelik eğitim ve krediler de yer alıyor. Meblağı yaklaşık altı asgari ücrete (bir aylık yoksulluk sınırı çarpı iki de denebilir) tekabül eden, evlilik masraflarına dair gerçekçiliği “Çok fazla olmuş, biraz azaltın” alaycılığı ile karşılanacak düzeyde olan bu kredi bir tür sadaka ve o da zaten hak değil yardım temelli, yurttaşları pasifize edici yaklaşımın bir ürünü. Bu faizsiz olduğunun altı çizilen krediyi “hak edebilmek için” belli yaşın altında olmak, ilk evlilik olması, vb. birtakım koşullar var ve kimlerin evliliğinin daha makbul olduğu daha bu koşullardan hissettirilmiş oluyor. Büyük toplum kesimlerinin en ufak desteğe bile ihtiyaç duyacak derin bir yoksulluk içinde olduğu ve bu yardıma da çokça başvurulacağı gerçeği bir yana, alındığı gibi eriyecek bu yardım geleceğe dair kime umut verebilir? 

Ek olarak, evlenmek üzere sosyal yardım paketlerine başvuran çiftlerin bu yardımı alabilmelerinin bir başka koşulu, aile içi iletişim, çocuk yetiştirme, vb. konularda verilecek eğitime katılma taahhüdü. Başka bir dünyada, hayatın önemli kavşakları sayılabilecek bu dönemlere yönelik eğitimin, psikososyal desteğin son derece yararlı ve gerekli olabileceğini söylemek mümkündü. Bizim örneğimizde ise, bu mecburi eğitimlerin özünde İslami endoktrinasyona ayrılan kaynak olduğunu tahmin etmek güç değil. Ayrıca, tek anneler, mülteci anneler, engelli anneler, yaşı iktidar eşiğini aşan anneler, biyolojik olarak anne olması mümkün olmayan kadınlar, evlat edinmiş anneler vd. onlar bu desteğin neresinde, bilemiyoruz.

Nihayetinde “Aile Yılı”nın özünde çocuk yapmak bulunduğuna göre, diyebiliriz ki bu siyasal inisiyatif kadınlara yönelik bir annelik dayatmasıdır. Anne olmak, aile olmak çok yakın paylaşımları, çok değerli birliktelikleri de ifade ediyor. 

Gündelik hayatta annelikle ilgili olumlu ve olumsuz pek çok önyargı var, anne olanların ve olmayanların farkında oldukları ve olmadıkları anneliğe ilişkin kalıplar var. Ama kim için iyi, kim için değil, ne zaman, ne zaman değil sorusunun genellemeci ve kestirme bir yanıtı olamaz. Dahası, soruya bu ülkenin başına musallat olmuş sermaye iktidarının yanıt hakkı yok. 

Öte yandan “her kadın anne olmalı mı, tek başına ebeveyn olunmalı mı, bu durum gelecek kuşağı nasıl etkiler, bu karanlıkta evlat yetiştirmek doğru mu” gibi yarı kişisel yarı toplumsal soruları sömürü düzeni gölgesinde ne kadar içtenlikle tartışılabiliriz bilmiyorum.

Bildiğim şu, “Aile Yılı”ndan anladıkları her ne ise, işte o, kadınları eşitlik ve özgürlük adına mücadeleye davet ediyor. 

Öyleyse yaşasın 8 Mart!

-----

1Gelenek 154. sayının eskimeyen yazıları için https://haber.sol.org.tr/gelenek/kapitalizmin-ailesi-nasil-degisir-5830

2Yıldız Koç konunun bu boyutunu ve devasa geçim derdini geçen hafta ele almıştı https://haber.sol.org.tr/haber/o-tencere-dolsun-diye-itirazimiz-var-396196

                                                                         /././

Türkiye'nin ilk 'İklim Kanunu Teklifi': 'Küreselleşme ve pazar ekonomisi kurallarıyla işleyecek'-Yalçın Çuğ-

Türkiye'nin ilk "İklim Kanunu Teklifi" Meclis'e sunuldu. Teklifin gerekli ayrıntılardan ve hedeflerden büyük oranda yoksun olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Murat Türkeş, düzenlemenin mevcut haliyle var olanın ötesine geçilemeyeceğine dikkat çekti.

Türkiye'nin ilk "İklim Kanunu Teklifi", 20 Şubat’ta TBMM Başkanlığı’na sunuldu.

AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Demir ve AKP Bursa Milletvekili Emel Gözükara Durmaz'ın ilk imza sahipleri olduğu teklifte, 99 AKP milletvekilinin daha imzası yer aldı.

Bahse konu teklif ile iklim değişikliğiyle mücadele bağlamında sera gazı emisyonlarının azaltılması, bu doğrultuda iklim değişikliğine uyum faaliyetlerinin, planlama ve uygulama araçlarının, iklim değişikliği ile mücadelede kullanılacak gelirlerin, ayrıca izin ve denetime ilişkin ilkelerin yasal ve kurumsal çerçevesinin düzenlenmesinin amaçlandığı belirtildi.

Kanun teklifi 21 Şubat tarihinde esas olarak Çevre Komisyonu; tali olarak da Adalet Komisyonu, Plan ve Bütçe Komisyonu ile Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu'na girdi. Teklifin bu hafta komisyonlarda görüşülmeye başlanması bekleniyor.

'Sera gazının azaltımına dair hedef ve kömürden çıkışa ilişkin politika yok'

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, kanun teklifine ilişkin soL’a değerlendirmelerde bulundu.

Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında yürürlüğe giren Paris Anlaşması’na taraf ülker arasında olduğunu hatırlatan Türkeş, söz konusu anlaşmanın iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltmak ve buna dair adaptasyon ve finansmanı düzenlemek amacıyla yürürlüğe girdiğini belirtti.

Türkeş, Paris Anlaşması’nın gereklilikleri ve Türkiye’nin faydası açısından iklim değişikliği mücadelesi kapsamında sera gazına yönelik azaltım hedefi beklendiğini, ancak kanun teklifinde söz konusu hedefe yer verilmediğine dikkat çekti. Ayrıca Türkeş, “Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı tarafından açıklanmış olan ‘2053 yılı itibarıyla net sıfır emisyon’ hedefine nasıl ve hangi yollarla ulaşılacağına dair yine net politikalar yer almıyor” dedi.

Türkiye’nin enerji alanında fosil yakıt kullanımı hakkında da konuşan Türkeş, teklifte Türkiye Cumhuriyeti'nin fosil yakıtlardan çıkışına yönelik, özellikle de elektrik enerjisi kullanımında kömürün terk edilmesine ilişkin net bir politikaya yer verilmediğinin altını çizdi.

Türkeş, kanun teklifine dair TBMM’nin internet sitesinde yayımlanan habere atıfla “Gördüğümüz kadarıyla teklifte hem sera gazı salımına dair azaltım hedefi yok hem de böyle bir hedef olmadığı için fosil yakıtların, özellikle de kömürden çıkışa dair bir politika yok” dedi.

'Adil geçiş hakkında herhangi bir yükümlülükten bahsedilmiyor'

“Adil geçiş” kavramının, metnin kimi yerlerinde geçtiğini ancak bahse konu kavramın oldukça önemli olduğunu vurgulayan Türkeş, sözlerine şöyle devam etti:

“Özellikle mutlak emisyon azaltım hedefine ulaşmak için fosil yakıtlardan çıkılması, kömürün zaman içinde aşamayla terk edilmesi gerekiyor. Yani fosil yakıtlı sistemler, termik santraller, onlara bağlı sanayiler, yan sanayiler, bütün bunların yerine yeşil dönüşüm olması gerekiyor.

Burada da fosil yakıtlı sistemler ve onlarla bağlantılı alt sistemler, sektörler ya da alt sektörlerde çalışanların yeni düzene uyum göstermesini kapsayan adil geçiş kavramı var. Bu aynı zamanda sınıfsal bir durum. Çünkü burada da farklı toplum kesimleri var. Bununla ilgili de bir herhangi bir yükümlülük ve bir politikadan söz edilmiyor.”

İklim değişikliğine neden olan başta karbondioksit, diazotmonoksit, metan gibi gazlardan bahsedilmediğini belirten Türkeş, “Sera gazlarını azaltmak ve başta ormanlar, çayırlar, meralar, tarım alanları, sulak alanlar gibi yutak alanların kuvvetlendirilmesi ve genişletilmesine ilişkin yükümlülükler, hedefler ve politikalara da doğrudan yer verilmemiş” ifadelerini kullandı.

'Küreselleşme ve pazar ekonomisi kurallarına dayalı bir kanun teklifi'

Türkeş, söz konusu teklifin, Türkiye Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi için sunulan ve bundan sonra da dönemsel olarak sunulacak olan ulusal katkı beyanı belgesi kapsamında ele alındığını belirtti.

Paris Anlaşması’nın ulusal katkı beyanları kapsamında ülkelerin gönüllü yükümlülüklerine dayandığını anımsatan Türkeş, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Dolayısıyla zaten ülkeler ulusal katkı beyanlarında sundukları yükümlülüklerden sorumlu olacaklar. Her şey Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında Türkiye Cumhuriyeti'nin sunduğu ulusal katkı beyanı kapsamındaki yükümlülüklere dayandırılmış ve bir herhangi bir ayrıntıya yer verilmemiş. Özel bir politika ve hedef ifade edilmiyor, tartışılmıyor.

Teklife kamucu açıdan baktığımızda yani iklim değişikliği, şiddetli hava ve iklim olaylarının olumsuz etkilerinden en az şekilde etkilenmek için yapılması gerekenler de dâhil olmak üzere pek çok konu ayrıntılı şekilde yer almıyor.”

Türkeş, teklifin, Paris Anlaşması'nın gönüllük esaslı yapısına da dayanarak, hatta ondan bir anlamda esinlenerek küreselleşme ve pazar ekonomisi kurallarına dayalı bir "mücadele" öngördüğünü ifade ederek, teklif hakkında “İş dünyası ve sermayenin bu alanda yatırımlar yaparak, kurulmak istenen emisyon ticareti ve karbon piyasasından para kazanmasını öngören neoliberal politikalara dayalı, küreselleşme ve pazar ekonomisi kurallarıyla işleyecek bir iklim kanunu teklifi diye özetleyebilirim” dedi.

'Bu haliyle var olanın ötesine geçilemez'

Türkeş, “İklim değişikliği ile mücadeleyi amaçladığı ifade edilen teklifle, iklim değişikliğine uyum çalışmalarını planlama, oluşturulan emisyon ticaret sistemi kapsamında gelirler, izin ve denetim, bunlara ilişkin yasal ve kurumsal çerçeve, hatta cezalar olmak üzere kural ve ilkeleri belirlemiş durumdalar” dedi.

Türkeş, teklifin kanunlaşması halinde uygulamaya yönelik ayrı bir iklim kanunu müktesebatının zaman içinde oluşturulması gerektiğini ve bu haliyle var olan olanın ötesine geçilemeyeceğini belirtti.

Türkeş, aktarılan planlama ve uygulama hedeflerinin zamanla rutin bir yasaya dönebileceğine dair işaretler barındırdığını, iklim değişikliği mücadelesinde kullanılması hedeflenen ve başta ABD olmak üzere çeşitli ülkeler tarafından lobi faaliyetleri yürütülen teknolojik araçlara maddi nedenlerle erişimin kolay olmadığını, kurulması planlanan emisyon ticaret sisteminin iklim değişikliği mücadelesine doğrudan katkı sağlamadığını, sermayeye biçilen rol nedeniyle Danışma Kurulu oluşturulacağını, elde edilecek gelirlerin yeşil dönüşüm ve iklim değişikliğiyle mücadele amacı dışında kullanılmayacağına dair olumlu ifadelere yer verildiğini ancak bu gelirlerin nasıl kullanılacağının zamanla ortaya çıkacağını, uygulanması hedeflenen para cezalarının düşük tutarlara sahip olduğunu, ozon tabakasını incelten maddeler ve bunlara ilişkin mevzuatın ayrı şekilde ele alınması gerektiğini vurguladı.

Türkeş’in belirttiği üzere gerekli ayrıntılardan ve hedeflerden büyük oranda yoksun olan kanun teklifinde öne çıkanlar şöyle:

İklim Değişikliği Başkanlığınca takip edilecek

Sera gazı emisyonlarının azaltımı ve iklim değişikliğine uyum faaliyetlerine ilişkin ilerlemeler yıllık bazda İklim Değişikliği Başkanlığınca izlenecek.

Gerekli görülen tedbirlerin alınması amacıyla görev alanı dahilinde; kurumlar arası koordinasyonu sağlamak, faaliyetleri ve standartları belirlemek, gelişmeleri izlemek, karbon fiyatlandırmasına ilişkin piyasaya dayalı mekanizmaları düzenlemekle İklim Değişikliği Başkanlığı yetkili olacak.

Yükümlülükler ve faaliyetler

Kurum ve kuruluşlar, net sıfır emisyon hedefi ve döngüsel ekonomi yaklaşımı ile uyumlu olacak şekilde Ulusal Katkı Beyanında yer alan sektörlerde uygulanmak üzere, enerji, su ve hammadde verimliliği, kirliliğin kaynağında önlenmesi, yenilenebilir enerji kullanımının artırılması; ürünlerin, işletmelerin, kurum ve kuruluşların karbon ayak izinin azaltılması, alternatif temiz veya düşük karbonlu yakıtların ve ham maddelerin kullanımı, elektrifikasyonun yaygınlaştırılması, temiz teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanımının artırılması gibi azaltım önlemlerinin alınması, bu önlemlerin adil geçiş gereklilikleri gözetilerek uygulanması ile sıfır atık sisteminin kurulması, uygulanması ve izlenmesiyle yükümlü olacak.

Ulusal Katkı Beyanı, net sıfır emisyon hedefi ve İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından yayımlanan veya güncellenen strateji ve eylem planları doğrultusunda; ilgili kurum ve kuruluşlarca iklim değişikliği ile ilişkili mevcut veya olası kayıp ve zararları önlemeye, riskleri en aza indirmeye veya fırsatlardan yararlanmaya yönelik uyum faaliyetleri gerçekleştirilecek.

Planlama ve uygulama

Kurum ve kuruluşlarca hazırlanan plan, program, strateji, eylem planı ve sair politika belgelerinde; yeşil büyüme vizyonu ve net sıfır emisyon hedefi kapsamında iklim değişikliği ile mücadeleye yönelik İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından yayımlanan strateji ve eylem planları ile belirlenen esaslar dikkate alınacak.

İklim değişikliği strateji ve eylem planları; sera gazı emisyonlarının azaltımı ve iklim değişikliğine uyum faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi amacıyla İklim Değişikliği Başkanlığı koordinasyonunda, ilgili kurum ve kuruluşların işbirliği ile dönemsel olarak ulusal ölçekte hazırlanacak, uygulanacak, uygulaması izlenecek, değerlendirilecek ve gerektiğinde ulusal veya bölgesel ölçekte güncellenecek.

İlin şartlarına uygun olarak strateji, eylem ve uygulama alanlarını belirlemek ve bunların uygulanmasını sağlamak üzere her ilde vali başkanlığında, ilgili kurum ve kuruluşların varsa il veya bölge teşkilat temsilcileri ile yerel yönetimlerin temsilcilerinden oluşan İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu kurulacak. Kurulun sekretaryasını Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı taşra teşkilatı yürütecek, Kurulun çalışma usul ve esasları Bakanlıkça belirlenecek.

Yerel iklim değişikliği eylem planları; sera gazı emisyonlarının azaltımı ve iklim değişikliğine uyum amacıyla her ilin bütüncül bir planı olacak şekilde vali koordinasyonunda; büyükşehirlerde büyükşehir belediyesi, diğer illerde il belediyesi ve il özel idaresi tarafından birlikte, ilgili kurum ve kuruluşların katılımıyla hazırlanacak veya hazırlatılacak ve karara bağlanmak üzere İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kuruluna sunulacak.

Yerel iklim değişikliği eylem planlarının hazırlanması veya izlenmesi süreçlerinde, ilgili kurum ve kuruluşlar kendilerinden talep edilen belge, bilgi ve veriyi ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde paylaşacak.

Finansal araçlara ilişkin esaslar

Kurum ve kuruluşlarca iklim değişikliği ile mücadele amacıyla yapılacak faaliyetler ve yatırımlar için iklim finansmanı ve iklim değişikliğiyle mücadele teşviki kaynaklarının geliştirilmesi, kullanılması, sigorta araçlarının geliştirilmesi, yeşil ve sürdürülebilir sermaye piyasası araçlarının, banka finansmanının ve diğer finansman araçlarının teşvik edilmesi esas olacak.

Döngüsel ekonomi hedefleri ve sıfır atık uygulamaları çerçevesinde ürünlerin yeniden kullanımı, atıkların yan ürün, alternatif hammadde olarak kullanılması ve geri dönüşüm, geri kazanım ile elde edilen ürünlerin zorunlu kullanım oranlarının belirlenmesine yönelik çalışmalar ilgili bakanlıklarla koordineli olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yapılacak ve buna dair destek mekanizmaları geliştirilecek.

İklim Değişikliği Başkanlığı, ulusal, sektörel ve tematik raporlar hazırlayacak; finansal kaynakları iklim değişikliği ile mücadele yatırımlarına yönlendirmeyi kolaylaştırmak üzere iklim değişikliği teşvik mekanizmaları geliştirecek, Türkiye Yeşil Taksonomisini kuracak ve yürütecek.

Türkiye Gümrük Bölgesinde ithal edilen malların gömülü sera gazı emisyonlarını ele almak için Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) kurulabilecek. SKDM'ye ilişkin raporlama, kapsam, içerik, usul ve esaslar ilgili bakanlıklarla koordineli olarak Ticaret Bakanlığı tarafından belirlenecek.

Teknoloji araçlarına ilişkin esaslar

İlgili kurum ve kuruluşlarca hazırlanan planlama ve uygulama araçlarında teknolojik öz yeterlilik kapasitesinin artırılması öncelikli hedef olarak belirlenerek temiz teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanımının yaygınlaştırılması esas olacak.

Başkanlık; karbon yakalama ve depolama teknolojileri, hidrojen teknolojisi gibi iklim değişikliği ile mücadeleye yönelik yeni teknolojik gelişmelerin takibi ile bu alanlardaki projelerin geliştirilmesi için ilgili kurumlarla işbirliği yapmaya, kurumların bu alanlarda çalışmalar yapmasını yönlendirmeye ve ilgili kurumlarla koordinasyon yapmaya yetkili olacak.

Emisyon Ticaret Sistemi kurulacak

"İklim Kanunu Teklifi"ne göre, İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından ETS kurulacak, ulusal tahsisat planlaması hazırlanacak ve tahsisatların dağıtımı yapılacak. Bu kapsamda esneklik mekanizmaları ile piyasa istikrar mekanizmaları da geliştirilebilecek. Piyasa işletmecisi ETS piyasasını işletecek.

ETS kapsamında esasları yönetmelikle belirlenen doğrudan sera gazı emisyonlarına neden olan faaliyetleri yürüten işletmelerin, bu faaliyetleri gerçekleştirebilmesi için İklim Değişikliği Başkanlığından sera gazı emisyon izni alması zorunlu olacak.

Yönetmelikle belirlenen usul ve esaslar kapsamında, sera gazı emisyon izninin geçerlilik süresi içerisinde tesisin niteliğinde veya işleyişinde gerçekleşen değişiklikler ile sera gazı emisyon izni sahibi gerçek veya tüzel kişilerde meydana gelecek değişiklikler neticesinde sera gazı emisyon izni Başkanlık tarafından güncellenecek veya iptal edilecek.

Karbon Piyasası Kurulu kamudan, Danışma Kurulu sermayeden

Karbon Piyasası Kurulu, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı başkanlığında, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığını, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığını, Hazine ve Maliye Bakanlığını, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığını, Ticaret Bakanlığını, Tarım ve Orman Bakanlığını, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığını temsilen birer bakan yardımcısı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkan Yardımcısı, Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı ve İklim Değişikliği Başkanından oluşacak.

Kurul, ulusal tahsisat planını onaylayacak, ETS piyasasında ücretsiz tahsisatların dağılımına karar verecek, birincil piyasada satışa sunulacak tahsisat miktarını tespit edecek, ETS kapsamında hangi oranda denkleştirme işlemlerinin kullanılabileceğine karar verecek, ETS ile ilgili plan, politika, strateji ve eylemleri belirleyecek; uluslararası karbon piyasasına konu olacak sektör, proje ve faaliyetleri tespit edecek; ilgili sınırlamaları, ithal ve ihraca ilişkin temel politikayı belirleyecek.

Danışma Kurulu ise Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı başkanlığında, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, Türk Sanayicileri ve İşinsanları Derneği, Uluslararası Yatırımcılar Derneği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Türkiye Bankalar Birliği, Türkiye Sigorta, Reasürans ve Emeklilik Şirketleri Birliği, Finansal Kurumlar Birliği ve Türkiye Sermaye Piyasaları Birliğinin karar alıcı düzeyde birer temsilcisi, Başkanlık temsilcisi ile gerektiğinde konusuna göre davet edilecek diğer kamu kurum ve kuruluşlarının, meslek kuruluşlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve üniversitelerin birer temsilcisinden oluşacak.

Danışma Kurulunun sekretaryasını Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği yapacak. Danışma Kurulu, ETS ve uluslararası karbon piyasası ile ilgili strateji ve eylemlere ilişkin istişari nitelikte kararlar alacak. Bu kararları sekretarya, Karbon Piyasası Kuruluna sunulması amacıyla gerekçeleriyle birlikte Başkanlığa gönderecek.

'Gelirler yeşil dönüşüm ve iklim değişikliğiyle mücadele için kullanılacak'

Teklifte, düzenleme kapsamında elde edilecek özel gelirlerin ve bu gelirlerin bütçeleştirilmesine ilişkin hükümler de düzenleniyor.

Düzenlemede belirlenen amaçlarda kullanılmak üzere, "sera gazı emisyon izni alınması kapsamında elde edilecek gelirler", "ETS kapsamında birincil piyasadaki tahsisat satış gelirleri, piyasa istikrar mekanizması kaynaklı işlemlerden elde edilen gelirler", "piyasa işletmecisinin ETS piyasasından elde ettiği gelirlerin yüzde 50'si", "uluslararası karbon piyasalarında yetki verilen karbon kredileri için alınan katkı payları", "Kanun kapsamında uygulanan idari para cezalarının yüzde 50'si" özel gelir olarak kaydedilecek.

Bu gelirler karşılığı tutarların tamamı İklim Değişikliği Başkanlığı bütçesinde özel ödenek olarak öngörülecek ve Başkanlık tarafından kullandırılacak.

İklim Değişikliği Başkanlığı, döner sermaye işletmesi kurmaya yetkili olacak. Döner sermaye işletmesinin kuruluş sermayesi 10 milyon Türk Lirası olacak. Anılan sermaye miktarını 5 katına kadar artırmaya Cumhurbaşkanı yetkili olacak.

Bu gelirlerin, yeşil dönüşüm ve iklim değişikliğiyle mücadele amacı dışında kullanılamayacağı belirtildi.

Kanun teklifinde yeşil dönüşüm ve iklim değişikliği ile mücadele desteklerinin kullanımı da hüküm altına alınacak.

Buna göre, Türkiye'nin yeşil dönüşümünü ve iklim değişikliği ile mücadelesini desteklemek amacıyla sera gazı emisyonlarının azaltımı veya iklim değişikliğine uyum potansiyeli yüksek olan iklim dostu yatırımlar ile yeşil büyümenin gerektirdiği araştırma, geliştirme ve sektörel teknolojik dönüşüm ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlayan faaliyetlerin ve bu kapsamda uygulamaya konulan mekanizmaların desteklenmesi esas alınacak.

Para cezaları 500 bin TL’den başlayacak

Kanun teklifinde, düzenlemede yer alan yükümlülüklere ilişkin idari yaptırımlar da belirlendi.

Buna göre, sera gazı emisyonlarının takibine ilişkin yasaklara veya sınırlamalara aykırı olarak, doğrulanmış sera gazı emisyonu raporunu süresi içerisinde sunmayanlara, 500 bin Türk lirasından 5 milyon Türk lirasına kadar idari para cezası verilecek. Bu hükmün uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar, tesislerin kurulu kapasitesine göre ihtiyatlı olarak hesaplanan yıllık emisyonu göz önünde bulundurularak yönetmelikle belirlenecek. ETS kapsamında olan işletmelere bu cezalar 2 kat olarak uygulanacak.

Ozon tabakasını incelten maddelere ilişkin mevzuatla belirlenen usul ve esaslara, yasaklara veya sınırlamalara aykırı olarak, ozon tabakasını incelten maddeleri kullanan, ithal eden, ticaretini yapan ve piyasaya arz edenlere 2,5 milyon Türk lirası, ozon tabakasını incelten maddeleri içeren ürünlere veya ekipmana bakım, onarım ve servis amaçlı hizmet veren gerçek ve tüzel kişilere 250 bin Türk lirası, ozon tabakasını incelten maddeleri içeren ürünlerin veya ekipmanın etiketlenmesi hükümlerine uymayanlara 120 bin Türk lirası idari para cezası verilecek.

Florlu sera gazlarına ilişkin usul ve esaslara, yasaklara veya sınırlamalara aykırı olarak, florlu sera gazlarını kullanan, ticaretini yapan ve piyasaya arz edenlere 2,5 milyon Türk lirası idari para cezası verilecek ve 3 aydan 6 aya kadar Hidroflorokarbon Kontrol Belgesi verilmeyecek.

Hidroflorokarbonları kotasız ve kotayı aşan miktarlarda ithal edenlere 1 milyon Türk lirası idari para cezası verilecek ve takip eden yıl, kotayı aşan miktar oranında kotasında kesintiye gidilecek.

Florlu sera gazları içeren kapların, ürünlerin veya ekipmanların etiketlenmesi hükümlerine uymayanlara 120 bin Türk lirası idari para cezası verilecek.

Bildirim ve raporları veri tabanına süresi içerisinde girmeyen ya da verileri güncellemeyenlere 120 bin Türk lirası idari para cezası verilecek.

Florlu sera gazı içeren veya çalışması bu gazlara dayanan ekipmana müdahale eden gerçek ve tüzel kişilere 120 bin Türk lirası idari para cezası verilecek.

İdari para cezası miktarı 50 milyon lirayı geçemeyecek

Teklifte belirtilen idari para cezaları, bu cezaların verilmesini gerektiren fiillerin söz konusu cezaların ilgilisine tebliğ edildiği tarihten itibaren 3 yıl içinde birinci tekrarında bir kat, ikinci ve müteakip tekrarında 2 kat artırılarak verilecek.

Bu kanun teklifi kapsamında her bir fiil için uygulanacak idari para cezası miktarı 50 milyon Türk lirasını geçemeyecek.

Elektrik Piyasası Kanunu'na yeni hüküm ekleniyor

Kanun teklifinde, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'da da değişikliğe gidiliyor.

Buna göre, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), Emisyon Ticaret Sistemine ilişkin olarak Elektrik Piyasası Kanunu ve diğer kanunlarla Enerji Piyasası Düzenleme Kurumuna verilen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmakla görevli olacak.

Piyasa bozucu davranış türleri ile piyasa bozucu davranışların önlenmesi amacıyla ilgililer hakkında piyasada faaliyet gösterme yetkilerini, geçici olarak kısmen veya tamamen durdurmak dahil, piyasanın etkin ve sağlıklı işleyişini temin için gerekli her türlü tedbirin alınmasına ve uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar ile idari para cezası tutarının tespitinde dikkate alınacak hususlar, Sermaye Piyasası Kurulunun görüşü alınarak EPDK tarafından yönetmelikle düzenlenecek.

ETS tamamen uygulanmaya başlanmadan önce pilot dönem uygulaması yapılacak. Pilot uygulama döneminin kapsamı, süresi ve uygulamaya ilişkin usul ve esaslar ilgili kurum, kuruluş ve sivil toplum kuruluşlarının görüşü alınarak Karbon Piyasası Kurulunca belirlenecek. Pilot uygulama döneminde, düzenlemede belirtilen yükümlülüklerin yerine getirilmemesi sebebiyle tesis edilen idari para cezaları yüzde 80 oranında indirilmek suretiyle uygulanacak.

Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 yıl içerisinde ETS kapsamı dahilinde yer alacak işletmeler sera gazı emisyon izni almak zorunda olacak. Üç yıllık süre içerisinde işletmelerin, ETS kapsamında faaliyetlerine devam edebilmeleri için bir kereye mahsus olmak üzere sera gazı emisyon izinlerinin olduğu kabul edilecek. 

Eylem planlarının 31 Aralık 2027'ye kadar hazırlanması öngörüldü

Projelerini, İklim Değişikliği Başkanlığınca belirlenen sürede karbon kredisi kayıt sistemine kayıt ettirmeyen proje sahiplerine 120 bin Türk lirası idari para cezası verilmesine ilişkin hüküm, Başkanlıkça belirlenen sürenin resmi internet sitesinde duyurulmasıyla uygulanmaya başlayacak.

Kanun teklifinde belirtilen mevzuata ve planlama araçlarına ilişkin hazırlama ve uyarlama yükümlülükleri ilgili kurum ve kuruluşlarca en geç 31 Aralık 2027 tarihine kadar yerine getirilecek. Cumhurbaşkanı, bu süreyi bir yıla kadar uzatmaya yetkili olacak.

Yerel iklim değişikliği eylem planları, en geç 31 Aralık 2027 tarihine kadar hazırlanacak. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, bu süreyi, bir yıla kadar uzatmaya yetkili olacak.

                                                     /././

Suriye’nin çöküşünde ‘boş tencere’nin rolü -Atilla Özsever-

Gazeteci – yazar Mustafa Kemal Erdemol’un “Suriye: Çöküşün Öyküsü” isimli kitabında, dış faktörlerin yanı sıra Esad rejiminin uyguladığı neoliberal politikaların da halkın yoksullaşmasına yol açtığı ve ülkedeki çöküşü hızlandırdığı ifade ediliyor.

Gazeteci, yazar ve televizyon programcısı Mustafa Kemal Erdemol, dış politika alanındaki uzmanlığına yeni bir kitap çalışmasıyla bir katkı daha sağladı. Erdomol’un “Suriye: Çöküşün Öyküsü” ismini taşıyan kitabı, Ocak 2025 tarihinde Yazılama Yayınevi’nden çıktı.

Mustafa Kemal Erdemol, bu çalışmasında Esad rejiminin çöküşündeki faktörleri, dış ve iç faktörler olarak sıraladıktan sonra bugünkü cihatçı rejimin açmazlarını ve muhtemel gelişmeleri de somut veriler halinde ortaya koymaya çalışıyor.

115 sayfalık kısa sayılabilecek kitap, Suriye’nin dünü, bugünü, yarını olarak adlandırabileceğimiz gelişmeleri, bir rehber niteliğinde sistematik bir tarzda inceliyor.

Kitapta, Suriye’nin jeopolitik öneminden ABD’nin Suriye planlarına, cihatçı unsurların saldırısına, İsrail’in savaşçı saldırganlığına, Rusya’nın ve İran’ın bu saldırı karşısında neden sessiz kaldığına, Türkiye’nin bu çullanmadaki rolüne, Esad’ın ülkede uyguladığı neoliberal politikaların yol açtığı yoksullaşmaya ve çöküş sonrası sorunlara titiz bir şekilde değiniliyor.

Rejimin kısa sürede çöküşü

27 Kasım 2024 günü HTŞ (Heyet Tahrir Şam) önderliğinde başlayan cihatçı saldırılar, 8 Aralık 2024 günü Suriye’nin başkenti Şam’ın düşmesiyle sonuçlanmıştı. 2011’de emperyalist kışkırtmalarla başlayan iç savaş da, 13 yıl sonra Esad rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanıyordu.

Mustafa Kemal Erdemol, Arap Baharı’nda emperyalist kışkırtmaları atlatan Suriye’nin HTŞ’nin cihatçı saldırılar karşısında nasıl kısa sürede çöktüğünü ilk değerlendirme olarak şöyle açıklıyor: “Suriye savaş alanında Hizbullah’ın yorulması, Rusya’nın Ukrayna’da çıkmaza girmesi, İran’ın kendi sorunlarıyla meşgul olması nedeniyle muhalifler saldırmak için uygun anı yakalamış oldular. Bunlar görünen nedenlerdi”.

Erdemol, Ukrayna’da savaşa tutuşmuş bir Rusya’nın, İsrail saldırılarıyla boğuşan Lübnan Hizbullahı’nın HTŞ’nin Şam’a yürüyüşüne karşı müdahalede pek de istekli olmadığını vurguluyor.

Suriye’de Esad yönetiminin çökmesinde en büyük kaybedenin Rusya ile İran olduğunu belirten Erdemol, bu iki ülkenin küresel ayak oyunlarına karşı koyacak güçte de olmadığını hatırlatıyor.

Neoliberal reformların etkisi

Dış politika uzmanı Mustafa Kemal Erdemol, iç faktörler açısından Beşar Esad’ın babası Hafız Esad’ın aksine neoliberal politikalara önem vermesinin Suriye’nin çöküşünde önemi rol oynadığını belirtiyor.

Baba Esad zamanında sağlık hizmetleri ve eğitimin ücretsiz olduğuna dikkat çeken Erdemol, yine o dönemde temel gıda madde fiyatlarının da düşük tutulması nedeniyle halkın yaşam standardının da iyi olduğunu ifade ediyor.

Başer Esad ise, neoliberal reformlar adı altında kamu işletmelerini özelleştirdi, ülkede yabancı yatırımcıların özel banka kurmalarına izin verdi, tarım çiftliklerinde ve sağlıkta özelleştirmeye gitti.

Mustafa Kemal Erdemol, Esad’ın bu uygulamalarının halkta yoksullaşmaya ve hoşnutsuzluklara yol açtığını, cihatçı grupların da bu hoşnutsuzluklardan yararlandığını kaydediyor.

Klasik tanımıyla “boş tencere”nin bir iç faktör olarak Esad rejiminin çökmesinde önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Zaten Suriye ordusunun HTŞ karşısında - ABD, İsrail ve Türkiye’nin planlarının yanı sıra – yetersiz lojistik destek ve beslenmeyle savaşmasının da zorluğu ortadaydı.

Günümüzde de El Şara liderliğindeki HTŞ yönetiminin halkın bu yoksulluğunu giderecek önlemleri almaması halinde ekonomik sorunların cihatçı yönetimi ciddi biçimde zora sokacağı ihtimal dahilinde gözüküyor.

İsrail’in düşmanlığı

Gazeteci, yazar Erdemol, Suriye’de emperyalist çullanmanın ABD ve müttefiklerince 2011 yılında başladığına işaret ettikten sonra Amerikan emperyalizminin planlarını adım, adım ortaya koyuyor.

Keza Erdemol, İsrail’in “en kararlı düşman” olarak Şam’ın düşüşündeki rolünü Başbakan Netanyahu açısından bir “zafer” olarak değerlendiriyor. Bu bölümde de İsrail’in planlarının nasıl adım, adım uygulandığına dikkat çekiliyor.

Orta Doğu’daki İsrail düzeni detaylı olarak açıklandıktan sonra Türkiye’nin rolü üzerinde duruluyor. Erdoğan ve AKP iktidarının Esad’la iyi ilişkiler içinde başlayan ancak daha sonra “düşmanlık” noktasına gelen gelişmeler, tarihsel bağlamında açıklanıyor.

Erdemol, Türkiye’nin Suriye’deki özerk Kürt oluşumuna farklı bir gözle baktığını, HTŞ yönetimi ve ABD ile bu konuda sorun yaşanabileceğine de değiniyor.

Çöküşün sonuçları

Mustafa Kemal Erdemol, kitabının son bölümünde, Suriye’de rejimin çöküşünün sonuçlarını ve çöküş sonrası muhtemel sorunları da ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Rusya’nın Suriye’deki deniz üslerini kaybetmemek için HTŞ yönetimiyle olumlu ilişkiler kurulabileceği dile getiriliyor.

Suriye’de kaybedenler arasında yer alan İran’ın da cihatçı yönetimle ilişki kurmasının da şaşırtıcı olmayacağı belirtiliyor.

Tabii ki Suriye’de artık laik bir anlayışın egemen olamayacağı da vurgulanıyor. Erdemol, ülkedeki laiklik mücadelesinin daha önceden kanla verildiğine işaret ettikten sonra aslında Esad yönetiminde Suriye’nin tüm dinlere karşı laiklik ilkesi çerçevesinde hoşgörüyle baktığını da hatırlatıyor. Şeriatçı anlayış ve uygulamalar, Suriye’de uzun vadede sorun yaratacak gibi de gözüküyor.

Ufukta çatışma var

Mustafa Kemal Erdemol, HTŞ lideri El Şara’nın dört yıl boyunca ülkede seçim yapılmayacağına ilişkin açıklamasını Suriye’de istikrarın zor sağlanacağı ve çeşitli çatışmalara gebe olunacağının işareti olarak yorumluyor.

Yine ABD tarafından desteklenen Kürt unsurlu Suriye Demokratik Güçleri ile Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu arasında zaman zaman çıkan çatışmaların ileride daha da büyüyebileceği öngörülüyor. Erdemol’un bu konudaki yaklaşımı da şöyle:

“Kuzeydoğu’daki Kürt özerk yapısı ile Suriye geçici hükümeti arasında bir uzlaşmanın gerçekleşmesi zor gibi görünüyor. Bu iki kesimin çatışacağı anlamına geliyor. Böyle bir çatışmada Kürt yapıları destekleyen ABD’nin Türkiye ile karşı karşıya gelme olasılığı da hayli yüksek”.

Ayrıca savaş yüzünden ekonominin çökmesi nedeniyle hiper enflasyonun ve ciddi bir yoksullaşmanın yaşandığı ülkede, durumun düzelip düzelmeyeceği veya nasıl düzeleceği de büyük merak konusu.

Erdemol, tüm bu gelişmeler sonucunda ABD’nin belli bir süre sonra El Şara’dan vazgeçebileceğini, onun yerine İsrail’in de kabul edebileceği bir yönetimin iş başına gelebileceğini bir ihtimal olarak ortaya koyuyor.

Kısa anlatımlarla detaylı analizlerin bulunduğu ve de geleceğe ışık tutan öngörülerin yer aldığı Erdemol’un ”Suriye” isimli kitabının ülkemizin konumunu da dikkate alarak okunmasında yarar var…

                                                     /././

Burada durdurulmazsa...-Engin Solakoğlu-

Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı söylemini benimseyerek sızlanan bir grup liberalin Avrupa’da hâkim kılınmaya çalışılan korku atmosferini Türkiye’ye ithal etme çabası sürüyor. Rusya şimdi durdurulmazsa “Kars, Ardahan gider”miş! Neden?

Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi sonrasında dünyada devam eden bir dizi sorunda makas değişikliği olasılığı güçlenmiş görünüyor. 

Bunlardan birincisi Ortadoğu ve özellikle de Filistin. Geçtiğimiz ay boyunca Trump’ın Gazze Şeridi’ni “Filistinliler’den arındırma” projesini tartıştık. Tasarının insanlığın en temel değerleriyle ilişkisizliği bir yana, Trump’ın Ortadoğu tahayyülü bakımından da son derece olumsuz sonuçlara yol açacağı açıktı. 4-5 km2’lik bir alanda bir tatil ve kumar cenneti kuracağım derken başta Ürdün ve Mısır olmak üzere Ortadoğu’da ABD’ye tabi ne kadar rejim varsa  ayaklarının altındaki halıyı çekecek ve bölgeyi daha fazla kaosa sürükleyecekti. “Trump bu manyaklığı yapar mı?” sorusuna verilen ilk yanıt “yapabilir” şeklindeydi. Nasılsa engel olacak kimse yoktu. Çin uzaktan parmak sallamakla yetiniyor, başka masalarda başka öncelikleri bulunan Rusya ise “ayrıntıları görelim” gibisinden kıvırtıyordu.

ABD Başkanı’nın Gazze’ye bir buldozer gibi girmesi kaçınılmaz görünürken benim de aralarında bulunduğum kimi iflah olmaz iyimserlerin bir beklentisi kabinesindeki bazı isimlerin yapacakları meselenin bölge bakımından yaratacağı felakete dair hatırlatmaların işe yaramasıydı. Bir diğer beklenti ise Trump’ın en ucuzundan bir iş insanı olmasıyla ilgiliydi. Başkan, muhtemelen pazarlığı en yüksekten başlatarak bölgedeki rejimleri başka şeylere ikna etmeyi hedefliyordu. Nitekim bunu doğrulayan bir gelişme oldu. Yanılmıyorsam önceki gün Trump şöyle bir şey söyledi: “Benim Gazze planım bir dayatma değil, öneriydi!”

Gazze ve bütün Filistin bu gelişmeyle birlikte yeniden kendi gündemine, bir başka deyişle Hamas ve İsrail arasındaki tutsak takasına geri döndü. İsrail olanca kötü niyetiyle süreci baltalamaya ve savaşa geri dönmeye çalışıyor olsa da ateşkes devam ediyor. Trump’ın Gazze planının bir adım daha ilerlemesi halinde her zaman yaptıkları gibi “atıp tutmak” zorunda kalacak “dünya liderleri” de şimdilik bir rahat nefes aldılar. Halkın parasıyla her hafta Kudüs’ü küffardan kurtardıkları müsamere tadındaki sesli görüntüleri (dizi diyen de var) sergilemeye gönül rahatlığıyla devam edebilirler. 

Filistin’de makas değişmedi. Biden yönetimi döneminde teşvik edilen ve İsrail tarafından memnuniyetle uygulanan istila ve soykırım planı Batı Şeria ve Kudüs’te devam ediyor. İsrail’in “seçilmiş”, hırsız, katil ve alçak Başbakanı Netanyahu Tulkarim’de (Batı Şeria) Filistinli bir ailenin dünyanın en pespaye ordusu tarafından boşaltılmış ve işgal edilmiş evinde basına fotoğraf veriyor. Medeniyet gibisi yok!

Makas değiştirme niyetinin en fazla mesafe aldığı yer ise Ukrayna cephesi oldu. ABD ve Rusya Dışişleri Bakanları başkanlığındaki heyetler Suudi Arabistan’da Ukrayna’nın kaderini tartışmak üzere toplandılar. Kuvvetle muhtemeldir ki, tartışılan sadece Ukrayna olmadı. İki kapitalist ülke dünyaya dair tasavvurlarını da masaya yatırıp uzlaşmaz noktaları azaltma konusunda çaba göstermek konusunda anlaştılar. Bu konuda daha yetkin bir analizi Erhan Hoca’nın önceki gün yayınlanan yazısında bulabilirsiniz.

Burasıyla bağlantılı bir diğer cephe ise Avrupa. Son üç yılda Rusya/Putin karşıtlığını Rus düşmanlığına dönüştürerek her türlü siyasi pespayelik eşiğini aşan Avrupa Trump’ın makas değişikliğiyle açıkta kalıverdi. Bu meseleyi geçen hafta yazmış olduğum için ayrıntıya girmeyeceğim.

Bu kez üzerinde durmak istediğim konu bu durumun beraberinde getirdiği savunma refleksi. Trump’ın Rusya ile masaya oturmasının yanlışlığına inandırmak için yeniden tedavüle çıkartılan cümle şu: “Rusya’yı şimdi durdurmazsak Varşova, Berlin de elden gider.” Bunun etkili bir propaganda cümlesi olduğunu kabul etmek gerek. Şu an İngiltere’den Sofya’ya kadar sürekli tekrarlanınca kitleler nezdinde daha da inandırıcı hale geliyor. Her ne kadar ABD’deki karar alıcıları büyük bir hata yaptıklarına ikna etmek temel amaç gibi görünse de bu cümlenin bir de iç piyasaya yönelik tarafı var. Savaşın devam etmesini Avrupa halklarına kabul ettirmek ve bu sayede Avrupa’da başlatılan sanayinin askerileştirilmesi sürecini kesintiye uğratmamak. Silahlanma bütçelerinin artması gerektiği açıkça savunulabiliyor böylelikle. Silahlanma bütçesinin artışının bir diğer anlamı ise patronların kârından ya da mali sermayenin ballı kazançlarından zinhar yapılamayacak tasarrufun sosyal hakların daha da budanmasıyla gerçekleştirilmesi. Bu yüzden “savaş kapımızda” diye haykırmak gerekiyor sabah akşam. Avrupa cephesinde durum bu. Geçelim bağlantılı bir başka cepheye.

Avrupa’da ne varsa bizde de o olacak derlerdi geçmişte siyasetçiler halkı kandırmak için. O devir kapandı gibi. Türkiye’yi yönetenler artık öyle bir iddia taşımıyor ve Avrupa’nın bizi kıskandığını söylemeyi tercih ediyorlar. Gerçekle yakınlık bakımından birincisi ile ikincisi arasında bir fark yok. Yalnız, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı söylemini benimseyerek sızlanan bir grup liberalin Avrupa’da hâkim kılınmaya çalışılan korku atmosferini Türkiye’ye ithal etme çabası sürüyor. Rusya şimdi durdurulmazsa “Kars, Ardahan gider”miş! Neden? Çünkü zamanında Ruslar demişler ki, “bizim doğal sınırlarımız 1917 öncesindeki Çarlık sınırlarıdır”. Demişler midir? Demişlerdir. Ben Rusya’nın resmî açıklamalarında, daha açık bir deyişle Putin’in, Kremlin Sözcüsü’nün ya da Dışişleri Sözcüsü’nün açıklamalarında böyle bir ifadeye rastlamadım. Bununla birlikte, Rus devlet televizyonlarındaki yorumcular, Duma’daki kumbaralı megafonlar veya dünyanın en yüksek maaşlı trollerinden biri olarak görev yapan Medvedev gibi şahsiyetler buna yakın cümleler kurmuş olabilirler.

Kaldı ki, bugünün dünyasında kimse kimseye hiçbir zaman saldırmaz diyebilmek kolay değil. Yine de nesnel duruma bakmakta yarar var.

Rusya’nın niyetlerinden önce kapasitesine bakmak gerekiyor. Açık kaynaklara göre, Ukrayna savaşı öncesinde dünyanın en geniş toprağa sahip ülkesini korumak için 1 milyon civarında askeri bulunuyordu Rusya’nın. Savaşın kayıpları konusunda rivayet muhtelif ama bunların hatırı sayılır bir miktarını Ukrayna cephesinde kullandığını biliyoruz. Hep unutuluyor ama Rusya’nın bir nüfus sorunu var. 17 milyon km2’lik bir ülke için 140 milyon nüfus az olduğu gibi, artışı da çok düşük. Son 30 yılda sosyalizmin toplumsal kazanımlarını berhava ettikleri için nüfusun beslenme ve sağlık koşulları da çok parlak değil. Sayılara boğmadan devam edelim.

Rusya Ukrayna cephesinde aktif asker gücünün ve konvansiyonel silahlarının önemli bir bölümünü kullandı ama ezici bir zafer elde edemedi. Bunu “aldığı” topraklara bakarak değil, harcadığı zaman ve kaynağa işaret ederek söylüyorum. Son üç yılın bana anlattığı hikâye özetle şu: Nükleer gücünü kullanmayan bir Rusya’nın Avrupa’da bırakın Berlin’i, Polonya’yı aşması dahi yıllar sürer. Bunun için de bir sürü koşulun bir araya gelmesi gerekir. ABD’nin kayıtsızlığı ve Çin’in aktif katkısı gibi örneğin. Şunu da ekleyelim, toprak almak ile toprağı tutmak arasında da bir fark var. Bunun için salt askeri güç değil, alınan topraklarda yaşayan halkın hiç değilse bir bölümünün rızası gerekir. Ukrayna’nın doğusunda bu rızanın mevcut olduğunu söyleyebiliriz ama aynı şeyi, örnek olsun, Finlandiya veya Polonya için söyleyebilmek mümkün değil.

Türkiye’nin topraklarının Rusya tarafından işgal edilebileceğini ileri sürenlerin bilerek veya bilmeyerek atladıkları husus ise Çarlık döneminden farklı olarak Türkiye ile Rusya’nın artık bir kara sınırı bulunmadığı. Ukrayna’nın doğusundaki düz ovalarda üç köyü alacağım diye üç ay uğraşan Rusya’nın Kars’a karadan ulaşması ne kadar sürer acaba? Havadan birlik indirir, denizden çıkartma yapar diyecekler, Ukrayna cephesinde bariz hava üstünlüğünü belirleyici şekilde kullanamayan Rus hava kuvvetlerine ve Karadeniz’deki Rus donanmasının haline bakabilirler. Ülkede okuduğunu anlamayan nüfus kalabalık olduğu için açıklama getirme ihtiyacı hissediyorum. Birincisi konvansiyonel silahlarla yapılacak bir savaştan söz ediyorum. İkincisi ise Rusya’nın saldırmayacağını değil, işgale kalkışamayacağını söylüyorum.

Rusya’nın kapasitesine baktığımıza göre, niyetine de değinelim. Putin yönetiminin kısa ve orta vadede Avrupa’da veya Türkiye’de yeni topraklar işgal etmek gibi bir niyeti bulunmuyor. ABD’nin başına gelen “şey”den de yararlanarak kendi sermayesinin çıkarlarını küresel seviyede maksimize etme peşinde sadece. Bir yandan ABD ile dans ederken bir yandan da savaşın yarattığı yıpranmayı onarmak önümüzdeki dönemde Moskova’nın öncelikli kaygısı olacaktır.

Özetlemek gerekirse, bu “Rusya tehdidi” lakırdılarının bu aşamada ciddiye alınacak tarafı yoktur. Türkiye burjuvazisinin bir bölümü, Avrupa’daki sınıf kardeşlerinin örneğini izleyerek, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye halkına yutturdukları zokanın bir benzerini pazarlamaya çalışıyor sadece. İsrail tehdidi bahanesiyle iç cephe başlığını açarak sağa sola balyoz savuran iktidarın da bundan yararlanmak istemesi beklenebilir.

Ne de olsa, düzenin aşınmış ve paslanmış vidalarını sıkıştırmak için her gerekçe mübah sayılır.                              /././

İstanbul bizim olana dek: Kente sahip çıkan denemeler -Kaya Tokmakçıoğlu-

"İstanbul’un ve tüm ülkenin mutluluğunun sömürüsüz bir dünyada gerçekleşebileceğini söylüyor."

Deneme unutulmuş bir yazınsal tür uzun zamandır. Özellikle Tanzimat’tan Cumhuriyet’e geçişte kültürel yaşamda oynadığı rolü düşünecek olursak, kendine özgü bir gelişim gösteren ve Namık Kemal’den Ahmet Mithat’a, Hüseyin Cahit’ten türün öncüsü diyebileceğimiz Ataç’a kadar farklı bakış açılarıyla zenginleşen bir tür olduğunu iddia edebiliriz, sanırım. Bana soracak olursanız (ilkgençliğimde okumuş olmanın etkisi miydi, emin değilim) türün ustası Melih Cevdet’tir. Felsefi derinlik, sorgulayıcı üslup, eleştirel bakış açısı, sade bir anlatım, ne ararsanız vardır kendisinde. Özellikle “Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği” kitabını çokça anımsarım. Geçtiğimiz ay Yazılama Yayınevi tarafından yayımlanan “Göç Penceresinden Kent ve Toplum Yazıları”nı okuyunca Melih Cevdet’in söz konusu kitabını ve üslubunu hatırladım yeniden.

Daha önce günlük soL gazetesinde, soL portalda, Yurt gazetesinde ve kimi dijital yayınlarda okurla buluşan denemelerini bir araya getiriyor Hürriyet Yaşar’ın “Göçmüş Köylü Sorunsalına Giriş Denemesi” alt başlığıyla yayımlanan son kitabı. 2022 yılında yayınlanan “Satış Çağı”ndaki öykülerinde para uğruna tüm güzellikleri yıkmaya hazırlananların, otoriteye başkaldırmaya cüret edenlerin, piyasanın acımasız dişlileri arasında vurdumduymazlığa yelken açanların hikâyelerini anlatıyordu Hürriyet Yaşar. Öykülerinde kullandığı sade ama vurucu dil 90’lı yılların ortalarından 2020’lere kadar uzanan denemelerinde de hissediliyor.
Göç Penceresinden Kent ve Toplum Yazıları: Göçmüş Köylü Sorunsalına Giriş Denemesi, Hürriyet yaşar, 188 syf., Yazılama Yayınevi, 2025.

Köyden kente göç ve bunun kültürel planda yarattığı tahribat tüm kitaba yayılan temel izleği oluşturuyor. Hürriyet Yaşar’ın kaleme aldığı denemelerin arka planını kabaca şöyle bir bağlama dayandırmak mümkün sanıyorum: İstanbul’da, özellikle 50’li yıllarda Demokrat Parti döneminde hızlanan göç şehrin demografik yapısını, mekânsal dokusunu, kültürel atmosferini baştan ayağa dönüştürdü. Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimi, sanayi havzalarının eşitsiz bir biçimde yurda yayılmasına, tarımda makineleşmeyle birlikte kitlelerin yeni iş olanakları için kentlere ve özellikle İstanbul’a yönelmelerine yol açtı. Bu süreçte gecekondulaşma hız kazandı, plansız bir biçimde büyüyen şehir altyapı ve hizmet sorunlarıyla karşı karşıya kaldı, göçen kitleler özellikle hemşerilik bağları ile “dayanışmaya” dayalı bir kültürü kent yaşamının merkezine yerleştirmeye başladılar, kentteki merdivenaltı üretim büyürken kayıtdışı işgücü arttı ve dolayısıyla eşitsizlikler derinleşti. Edebiyatımızda da Sait Faik’in “Semaver”i, Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” ve “Çamaşırcının Kızı”, Attilâ İlhan’ın “İstanbul Ağrısı”, Muzaffer İzgü’nün “Halo Dayı ve İki Öküz”ü, Tahsin Yücel’in “Kumru ile Kumru”su köyden kente göçü hayal kırıklığı, yoksulluk, yabancılaşma, dayanışma, yeni bir kimlik arayışı bağlamında ele aldı.

Hürriyet Yaşar’ın “göçmüş köylü” sorunsalına dayandırdığı denemeleri işte bu yapıtlar toplamına ve tarihsel bağlama sırtını yaslıyor. Göçmüş köylünün hemşerileriyle paylaşabileceği ortak geçmiş ile kök(süzlük), içine düştüğü güvensizlik, güçsüzlük, donanımsızlık duyguları ve bunların sonucunda sarıldığı dindarlaşma ile gelenek İstanbul’un yarım yüzyıldan fazladır yaşadığı akıl almaz dönüşümü kavramamıza yardımcı oluyor. Toprağı, ağacı, doğadaki yeşili, sokak hayvanını, parkı, kentlerin alanlarını, kentin sanatını, kültür merkezini sevmeyen “kentteki bu yeni canlı türü”nü seçkincilik yapmadan “eleştiriyor”. Kimi denemelere eklediği “Düş-Ülke Notları” ile, İstanbul’un ve tüm ülkenin mutluluğunun sömürüsüz bir dünyada gerçekleşebileceğini söylüyor. Eşit, özgür ve insanca yaşayacağımız bir ülke umuduyla son olarak kendisine kulak vermeyi öneriyorum:

Ben İstanbulluyum, Boğaz’ın çocuğuyum. Torunlarım Haliç’in yeşil parklarındaki ağaçlara kurulmuş salıncaklarda sallanırken Haliç’te denize girebilirsem, yaşadığıma daha çok sevineceğim. Olmayacaksa, Boğaz’ın sularının da koktuğunu görmeden çekip gitmek isterim. Ama insana olan inancım, umutsuzluğu engelliyor. Eninde sonunda bu göç duracak. Bu gurbet bitecek. O zaman bir de bakacağız ki, hepimiz İstanbullu olmuşuz... Hepimiz de İstanbul. İşte o zaman İstanbul bizim olacak. O şarkıyı böyle söyleyebilirsek seveceğim. Deşile deşile betonlaşmaktan kurtulmuş... Kuşları yurtsuz, insanı soluksuz bırakan gökdelenlerini defetmiş... O zaman, önce İstanbullu olacağız. Bekle bizi İstanbul!
                                                     /././

Uşşak makamının raks ayağına davet -Asaf Güven Aksel-

"Sınıfa! Sosyalizme! İşte böyle kaba sloganlı, kalın bir hattın, tezcanlı sanatı tüttü burnumda bugün, piyasanın, gericiliğin, yılgının boyunduruğundaki ülkemde…"

Uygulamada varlığından söz etmek uzun zamandır pek mümkün olmasa da, lafzî hukukun da artık tümüyle bir iktidar sopası haline geldiğinin akıl almaz örnekleriyle her gün şaşkına dönmeye devam ediyoruz. Siyasetin türlü veçheleriyle ablukaya alındığı, traji-komik dava açmalar, kayyımlar, gözaltılar ve tutuklamalarla “mıntıka temizliği”ne sahne olduğu koşullarda “yargı” sopasının ucu, yani “şuyuu vukuundan beter” demeyip açık ifade edersek, faşizmin eli, birkaç gün önce, gazetecilere ve sanatçılara da uzandı. Bu yazının başlangıcı itibariyle son örnek olarak, “OY’una Geldik” filmine, gösterime girmesine bir gün kala tümüyle usulsüz olarak "Eser İşletme Belgesi" verilmedi ve halkla buluşması engellendi. Dahası, buna tepki göstermek için bir araya gelip açıklama yapmak isteyenler de polis müdahalesine uğradı.

“Şaşkına dönme” dediğimiz, bir normal koşullar nostaljisinin dile gelmesi tabii… Bir “pazar yazısı” çerçevesinde, bütün topluma, özelinde de sanatçılara sus işareti yapabilen bir iktidarın nereden cüret bulduğunu düşünürken…

Babam, nadiren geçerdi iki dubleyi, gaz sobamızın yanına çekilmiş formika yemek masamızda. Ama gene de, sofranın mütevazılığına takılmadan, “memik kız” anons edilir, küçük ablam başlardı billûr gibi sesiyle:

akşam oldu, hüzünlendim ben yine / hasret kaldım gözlerinin rengine…

Büyük ablamla ben, ailenin kulaksız gırtlaksız mahçup fertleri olarak, bu nasipsizliğimizi, böyle ağdalı ve adı Sanat mı, Klasik mi tartışmalı, beste ve güftelerden ziyade popun daha basit, zıpla dingirde tarzıyla sulandırıp örterdik. Haliyle masada hiçbir ağırlığımız olmazdı, iyi dinleyici bile sayılmazdık.

Küçük ablam söylerken, daha çok ayak parmaklarının her biriyle ayrı ayrı tuttuğu tempoya şaşarak bakardım da, alkışla bile tempo tutamazdım. Aramızdaki adıyla “memik kız”ı, sesini aldığı annem, sıfatıyla tezat ama rolüyle münasip “şişman kadın” olarak izlerdi, buğulu sesiyle:

siyah ebrûlerin duruben çatma / gamzen okların âşıka atma…

Giderdi böyle. Dersiniz ki, babamın önce çatalın ucuyla ezip oyalanarak ömrünü uzattığı beyaz peynirle rakı yudumladığı sofra değil de, Maksim Aile Gazinosu…

Sonra gelsin, ah, anneme TRT Radyosu izni verilmeyişi, yakın gençlik arkadaşlarının şimdi ünlü ve kadrolu oluşu muhabbeti….

O zamanlar da çocuklar her yıl bir yaş alırlardı, ama beş yaş filan büyürlerdi. Öyleydi. Çok geçmeden, büyük ablamı müzikal kariyersizliğinde yalnız bırakıp, Cem Karaca’ya, Edip Akbayram’a, Selda’ya yönelmiştim. Hemen ardından, âşıklar dönemi gelmişti. Ozan Şah Turna, Şahsenem Bacı, Âşık İhsanî, Emekçi… Sonra… Sonra…

Sonra, o sofrada, küstahça, saraydan düşmüş peçete gibi bıraktığım müzik türünden bazı örneklerde “gerçekçilik” üzerine yazmayı planlayarak “tefekkür eyledim”.

rüzgâr kırdı dalımı / ellerin günahı ne? / ben yitirdim yolumu / yolların günahı ne?

Bir 1 Mayıs’ta kortejin ön pankartını tuttuğumuz sevgili Emin İgüs, “ya,” demişti, “şu sloganlar biraz farklı tempoyla daha etkili atılabilir”. Sonra hemen o an, “Boyun Eğme, Memlekete Sahip Çık”a müzikal bir örnek vermişti. Çok hoşuma gitmişti. Belki hatırlar, belki belleğinden silmiştir. Silmesi daha muhtemel, çünkü beni ne bilsin, beğenmeme ve kalıbıma bakıp, birlikte denemek istemişti. “Yorumum”la da, “boşver” demişti hemen… Kortej ya da sofra, ben… Neyse…

Geçenlerde, “sloganlarımızdaki müzik dozu eksikliği” ve bunun büyük önemi konu olunca, aklıma bu örnek geldi. Ama işte Türkiye burası. Konuya bu örnekle muzipçe gireyim derken, son faşizan manzaraya maruz kalınca, denklem terse döndü zihnimde ve müziğimizde slogan dozu eksikliği öne çıktı, giriş de yönünü şaşırdı böylece.

Ne yani?

Bizim kuşağı her yıl biraz hormonlu büyüten koşullarda, siyasal iklim kadar o koşullarda saflaşan sanat, elbet tiyatro, edebiyat, sinema, mizah rol oynuyordu ama özellikle müziğin payı büyüktü.

Bir politik, ekonomik gelişme, hemen “şarkı” konusu olurdu mesela. 45’likler, kasetler, hızla üretilir, halka somut bir dert anlatır, öneride bulunurdu aklının erdiğince. İktidar siyasetçileriyle dalga geçilen, düzenin çirkinliğine ayna tutan, mücadeleye çağıran  şarkılar.

Müzikalite itibariyle, bugünlerin beğeni düzeyine hitap edebileceği söylenemez kuşkusuz. İçeriği ve niteliği önemseyen kesim için söylüyorum tabii, yoksa “fenomen” Turabi’yi “dinleyen” milyonlarla oksijen paylaşıyoruz.

Şöyle örnek vereyim: 15-16 Haziran büyük işçi eylemine ilk gün 70 bin emekçinin katıldığı yazar tarihte. İkinci gün 150 bin.

Bu eylem üzerine yazılmış bir marş var.  Daha doğrusu, marşa dönüşmüş, yakılmış bir türkü diyelim. Halk ozanlarının, âşıkların, herhangi bir olay karşısında, anında, doğaçlama türkü yakabilme yeteneklerini biliyoruz. Bu yüzden, acaba diyoruz, acaba, “düş değil bu, hayal değil” diye, yani bugün altını kalın kalın çizmemiz gereken bir vurguyla başlayan bu marşı, ne zaman yazdı  Âşık İhsanî, bu türküyü ne zaman yaktı? “Düş değil bu, hayal değil” dizesini, “70 bin dev işçim kalktı yürüdü” dizesi izliyorsa, ilk gün, o anda, henüz sınıf yürürken olabilir mi? Kim bilir, belki de değildir. Ama böyle düşünmekte sakınca mı var?

Bugün sanatın, özelde müziğin politik gündeme refleksif müdahaleden uzaklığının, üretim olanakları ve paylaşım kanallarının elverişliliğine karşın cılızlığına yol açan, kestiremediğimiz nesnel koşulları vardır muhtemelen. Toplumun aşırı üretime ve uyarana maruzluğunda etki edememenin ve göz ardında kalmanın payı da olabilir. Düzenle kavgaya girişecek tavrın mevcut atmosferde zorluğu ve yine düzenin zihinsel kuşatmasının yaygınlığı, ola ki, birincildir. Niteliği ön plana alan üretimin aceleye gelmezliği de, haklı ve tartışma götürmez bir dönemsel farklılıktır.

Bunlar vakıa, ama, politik tavrın sanatta dışa vurumunda eskinin “sözü önceleme” özelliğinin yitimi de önemli bir etken değil mi? İhsanî “şiir”indeki “hehey be hey”den günümüze dize çıkmaz, doğru, ama, coşku geçmez mi? Acaba bu mu kayıp? Bunu farklı, gelişkin ifade etmeyi arayış mı eksik? Dümdüz, estetize edilmeyi bekleyecek, demlenecek zamanı bile olmayan, duygu taşmasına yol açan duruş mu lazım bir de şimdi? Zihnin, emekçi sınıfa özdeş reflekse varışına mı ihtiyaç var bugün?

Söyleyeceğim şeyin daha önce çok kez olduğu gibi bizzat kendimce yanlışlanacağını bilsem de, bugün, koyu bir karanlığın pençesindeki ülkeme soluk vermeye, halkın üzerine çöken karanlığı delmeye çabalayan sanatçılarımın, aydınlarımın emeğine, Brecht’in okumuşu da değil, bir vasıfsız işçinin alın teri kadar duru bir katkı için sınıfın kaba aydını olasım var.

“Siyah Ebrûlerin” okunan sofraya olamazsa da, “Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey! / Burjuvanın kafasına vura vura hey!”i yeniden çadırlarda, meydanlarda, üç telli zımbırtıyla ya da senfonik duyma “kaba”lığına dönesim var. Bunun Uşşâk makamının Raks aksağı olup olmadığı “ince”liğine takılmayasım. “Türkiye işçi sınıfına selam!”ın prozodisini anlamayasım var.

Nejat Uygur’un “pek ucuz” oyunlarında, sahneye, “vatandaş”ın mutlaka çıkışı var aklımda bu ara. Ortaoyunu, tuluat, Kavuklu ile Pişekâr… Mesela, şimdi rastlıyor musunuz oyunlarda, skeçlerde, karikatürlerde, zamların kazıkla sembolize edilişine, filesini dolduramayan memur tiplemelerine? Olur da rastlarsanız, “aman, hâlâ bunları aşamadılar, derinliğe varamadılar” tepkisi vermiyor musunuz?  Bu tepki doğrudur, amenna. Ama bu doğru, bazen, bir sorundur…

Karikatür bantlarının içine yamalı pantolonlu yoksulların, şiş göbekli, ağzı purolu patronların giremediği ortam, kurulu düzenin ekonomik temelini temsilin, o zamanın anlayışında resmedilmesinden, teşhirinden kopma değil, bir sosyal, sanatsal incelmişlik, politik derinleşme, “ucuz ve karton klişe”lerden çıkma ortamı olarak da görülebilir elbet. Ama bu sadece biçim sorunu mudur?

“Su kadar yalın saflaşma günleri” der ya Ahmet Erhan, iktidardaki politikacının kazığa oturttuğu vatandaş “ilkel tasviri”, o günlere aittir. Kabadır tabii, ama sağlam ekonomi-politiktir. Bir şeyin, basitçe tekrarlanmasından bıktınız, onları aştınız, diye, o gerçekliğin, güncel resmedilişi, aranmaz mı olur?

Nereye gitti Zeki Beyner’in sırtı küfeli hamalları? Ramiz’in kokonaları? Sokakta artık göremiyorsunuz tabii de, acaba yeni şekilleri ne, Semih Balcıoğlu nasıl çizerdi, merak etmiyor musunuz? “Ofsayt Osman”, şimdi Cem Yılmaz’a malzeme diye, değerli bir eşyanız çalınmış gibi hissetmiyor musunuz? Adile Naşit - Münir Özkul filmlerinin, Şaban’ın “şematik, indirgenmiş karşıtlıklarının, karakter derinliği verilememiş,”liklerinin, hâlâ bu kadar sevilerek izlenmesi, yoksulların nobran paragözlere karşı mücadeleyi kazanmasından ve bunu doğrudan algılanır yapmasından değil de, sırf Yeşilçam filmleri nostaljisinden mi?

Sınıfa! Sosyalizme! İşte böyle kaba sloganlı, kalın bir hattın, tezcanlı sanatı tüttü burnumda bugün, piyasanın, gericiliğin, yılgının boyunduruğundaki ülkemde… Bu tür “sergilemeci ve refleksif” üretimin, devrimci sanatın yüksek nitelik özelliğini ve ihtiyacını zedelemesi riski mi? Daha neler. Sermaye saflarının tüm güçleriyle topluma nüfuz etme çabasındaki sonuç alan propagandif incelmemişliğe, biz uğraşsak, düşemeyiz. Bu hem tarihsel gücümüz, hem ironik güncel sorunumuz belki de… Yanlışsa yanlış…

Menşevik öğrenci, devrim kalkışması günlerinde, “meselenin bu kadar da basit olmadığını, girift yönleri, detaylı düşünülmesi gereken şeyleri” anlatırdı, ya, “bak kardeş, iki sınıf vardır” deyip duran bir işçiye. İşçi, dinler dinler, hep aynı soruyu tekrarlardı hani: “Tamam da, sen kimdensin?” Bu diyalogu, şematize kabalık olarak kabullenecek, eskiden menşeviğe gülerken, şimdi komik unsurun o işçi olduğunu düşünmeye varacak kadar alçaltan bir incelişten çıkasım var. “Bizimle değilsen, onlarlasın demektir!” kadar basitleşesim.

O sofranın kötü dinleyiciliğinden, Klasik Türk Müziği’nde gerçekçilik repertuarı araştıracak kadar terfi etmişken hem de. Cemal Süreya’nın, “en incelmişken ilkel sözcüklerle konuşmak” dediği yerde.

Buğulu, pes bir sesi vardı annemin. O devrimci sınıfa uyarladığımız donanma türküsü gibi, Uşşâk makamıymış evet, “senden ayrılalı cansız diriyim” denilen, söylemeyi en sevdiği şarkı.

öğüttür verdiğim, tut benim sözüm / severim demeye tutmadı yüzüm…

                                                     /././

Sinemada emeğin izlerini aramak ve Selman Nacar Filmleri -Sevgi Oymak-

İzleyici filmlerde beliren ikilemler üzerine düşünse de aslında bir tür tanık rolü de üstleniyor. Ana karakterler ve içlerine düştükleri durumları takip ediyor. Tam bir özdeşleşmeden ziyade düşündürtmesi açısından “can sıkıcı” bir tanıklık. Zira ana karakterlerin “bembeyaz” bir ahlaki noktada durduğunu somut olarak ifade edebilmek oldukça güç.

Yönetmenliğini Selman Nacar’ın yaptığı “İki Şafak Arasında” (2021) ve “Tereddüt Çizgisi” (2023) filmleri hakkında Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görev yapmakta olan Dr. Öğretim Üyesi Denizcan Kabaş ile konuştuk. Aldığı ödüllerle adını sıklıkla duyduğumuz ve dijital platformlarda farklı incelemeler ile ele alınan bu iki filmi biz de farklı bir eksenden irdelemeye çalıştık: Emeğin ve emekçilerin kadrajdan epeydir silindiği, sadece mağduriyetleri çerçevesinde işlenmeye değer bulundukları günümüz kültür dünyasında ana karakterleri emekçiler olan her filmin “işçi sınıfına bakmak” anlamına gelmediği açık. Bununla birlikte bu tür filmlerin kendisinin gündeme almak ve tartışmak hem sınıf mücadelelerinin çeşitli yoğunluklarda aktığı geçen yüzyıl ve sanatıyla günümüz arasındaki farkları anlamak açısından hem de “bir sanat eserinde veya bir sanat dalında emekçileri ve işçi sınıfını anlatmak ne demek?” sorusunu sordurması açısından anlamlı. Söyleşimizde "sistem", "adalet" ve "ikilem" olgularının da izinden giderek Selman Nacar'ın iki filmine daha yakından bakmaya çalıştık.

Filmlerin konularını kısaca özetlemeye çalışırsak: “İki Şafak Arasında” filminde bir tekstil fabrikasında meydana gelen iş kazası sonrasında yaşananları, fabrika sahibinin genç oğlunun gözünden izliyoruz. Bu kazadan sonra ailesinin kazanın üstünü örtmeye çabaları onu ahlaksal ikilemlere sürüklüyor. “Tereddüt Çizgisi” ise patronunu öldürmekle suçlanan işçiyi savunan avukatın hem karar duruşmasında yaşadıklarına ve hem de kendi kişisel yaşamında annesi ile ilgili vermesi gereken karara odaklanıyor.

Önce neden bu iki filmi ele aldığımızı ifade edeyim. Son yirmi yıla baktığımızda toplumun odaklandığı, ya da bakmak durumunda kaldığı unsurların gündeminde işçinin olmadığını görüyoruz. Bu "sahneden çekilme"nin ve "değersizleşmenin de sonuçları var: Adaletin bir olgu ve sistem olarak çökmesi; devamında toplum olabilmenin temel nosyonlarının zayıflaması gibi ve doğal olarak umutsuzluk. Bunlar işçinin sahneden çekilmesinin bir kısım bedeli oldu. İfade etmeye imtina etme durumu sadece sinemada değil, diğer sanat alanlarında da böyle. Bu noktada son dönem sinemamızda işçileri anlatan filmler açısından, Nacar’ın imza attığı iki filmi ele almak ve konumlarını tanımlamaya çalışmak anlamlı olacak diye düşünüyorum. Buradan başlayabilir miyiz?

Elbette, aslında işçi filmleri tanımlamasını biraz daha genişleterek emek olgusu üzerinden daha geniş bir perspektiften de bakmamız mümkün. Zira emek kavramının sinemada irdelenme biçimlerinin dönemlere özgü dinamikler ekseninde şekillendiğini söyleyebiliyoruz. 2000'li yıllara gelirken daha bireysel, dolaylı ve metaforik anlatılar ön plana çıkmıştır. “İşçi sınıfı” filmleri azalmış; bunlar, yerlerini, işçilerin hikâyelerinden çok bireyin ahlaki ve psikolojik mücadelelerine dayanan filmlere bırakmıştır. Bu dönemde farklı filmlerde ya da yönetmen sinemalarında emek, işçi, çalışma koşulları, haklar ve bunlara bağlı olarak adalet temalarının, merkeze yerleştirilen farklı bir tema ya da sorunsalın güçlü bir uzantısı olarak da konumlandırılması söz konusu olabilmektedir. Bu çerçevede sistemin sorunlarını emek veya emekçi aktörlerin, yani farklı biçim ile görünümleriyle işçilerin ele alınma biçimleri üzerinden tartışmaya açan filmler de ön plana çıkarılabilir. Bu sebeple Selman Nacar’ın iki filminin de belirtmeye çalıştığım perspektifin halkalarını benzer katmanlarda ele aldığını söyleyebiliriz.

“İki Şafak Arasında” henüz mahkeme sürecine taşınmamış olan fabrikadaki bir iş kazası ve ardından yaşanan iki günlük süreci anlatıyor. “Tereddüt Çizgisi” ise bir mahkeme sürecine odaklanıyor. Yönetmen, taraflar açısından birbirinin zıddı iki hikâye içerisinde örüntü oluşturuyor: işçinin ölümü ve patronun ölümü. Birinde “iş kazası” sonucu ölen işçi, ötekinde ise, öldürülen bir patron var. Bu birbirini tamamlayan iki hikâye ile filmler birbirinin devam filmi gibi diyebiliriz. Bu noktada bu iki filmin hikâyelerine ve karakterlerine odaklanırsak ortaya nasıl bir yapı çıkıyor?

Özellikle “İki Şafak Arasında” merkezdeki konusu ve açılışından sonuna dek odağına yerleştirdiği temasıyla burada daha somut bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Başlangıçta da ifade etmeye çalıştığım emek ve görünümlerinin dönüşümünde görece daha klasik-geleneksel bir iş ortamında hikayesini kuruyor. Hikayemizde bir “iş kazası” yaşanıyor ve işveren ailenin en küçük oğlu bu durumu dava konusu hâline gelmeden “düzeltmeye” çalışıyor. İşçinin hastanede olduğu, işçi yakınları ve işveren avukatının da dahil olduğu hikâye yeni katmanlarla açılıyor. Tam da iki şafağın arasında yaşanan olaylar, karakterimizin hayatının farklı değişimlerinin merkeziyle birleşiyor. Karakterimiz kız arkadaşının ailesiyle tanışacak ve farklı kültürel, sosyo-ekonomik farklarıyla birlikte, evliliğe giden bir yol izleyecektir. Diğer taraftan da kendi aile yapısı içerisinde ondan beklenilen, ona biçilen rollere uyumlu davranabilecek midir? Bu noktadan itibaren ikilemlerle karşılaşacağımızı rahatlıkla anlıyoruz. İzleyici olarak da olaylara etkisi olmayan ama her şeye tanıklık eden bir göz olarak ana karakterimizin yanında bir gün geçiyoruz. Burada dikkat çeken olgular adalet, etik olarak tartışmaya müsait bir düzleme taşınıyor.

“Tereddüt Çizgisi” ise hem benzerlikler hem de hâliyle farklılaşmalar gösteriyor. Yeniden bir hayli küçük ve yine bir hayli tanıdık bir kasabadayız. Bu sefer bir dava sürecine tanıklık ediyoruz; patronunun cinayetiyle suçlanan ve müebbet hapis cezası almasına “kesin gözüyle bakılan” bir işçinin avukatıyla birlikteyiz. Avukat karakterimiz Canan bir yandan savunma sürecini yürütmeye çalışırken eş zamanlı olarak “ölüm döşeğinde” olan ve onun için memleketine döndüğü annesinin organ bağışına uzanacak yolculuğunda bir karar aşamasında bulunuyor, ki bu kararı da davanın neticesine bir şekilde temas edebilir. Burada bir benzerlik daha ortak bir evrende karşımıza çıkıyor; “İki Şafak Arasında”nın “hızlı çözüm odaklı” avukatı, bu hikayedeki patron ailesinin de avukatı ve yine “sermayeden” yana bir erkek kimliği taşıyor ve karakterimizin karşısına çıkıyor.

Aslında burada şunu görüyoruz iki film de işçi-işveren eksenindeki “beklenmedik” durumlara odaklansa da aslında bireylerin etik ikilemlerini bu boyutta izleyiciye sunuyor. Sinematografik unsurları farklı biçimlerde kullansa da aslında izleyici şu soruyu kendine kolaylıkla sorabiliyor: “ben olsam ne yapardım?”.

“Beklenmedik” gibi görünse de esasında her iki filmdeki olayda da aşağı yukarı yaşanacakları gerçekçi haliyle görüyoruz. Bu noktada izleyici konusuna gelmek istiyorum. İki filmde de izleyici bir miktar soru işaretleriyle baş başa kalıyor ve ikilemler var. Bu ikilemleri biraz konuşmak gerekiyor. Bu soru işaretleri ve belirsizliklerle yönetmen nasıl bir seyirci istiyor ya da seyircinin zihin dünyasının da yansıması söz konusu mu burada?  Demek istediğim, bu yapının içerisinde izleyici ne kadar var?

İzleyici her ne kadar bu ikilemler üzerine düşünse de aslında bir tür tanık rolü de üstleniyor. Ana karakterlerle birlikte onların içine düştükleri durumları takip ediyor. Tam bir özdeşleşmeden ziyade düşündürtmesi açısından “can sıkıcı” bir tanıklık. Zira ana karakterlerin “bembeyaz” bir ahlaki noktada durduğunu somut olarak ifade edebilmek de oldukça güç. Bu ikilemlerde izlenilen yolların bir sonraki adımda doğuracağı sonuçlar ve bunlar karşısında karakterlerin yeni çözümü başlangıçta “doğru” diyebileceğimiz bir davranışı tam tersi bir noktaya taşıyabilir ve dahası bir şekilde güven ilişkisi inşa ettiğimiz, empati oluşturduğumuz karakter bizi yüzüstü bırakabilir. Film boyunca bu tedirginliğin hissedildiğini düşünüyorum. Her ne kadar mekânlar tanıdık, olaylar bilindik, çatışma-çelişki anları alışılmış gibi gözükse de hep şu akla geliyor: bu sorunlar daha hızlı çözülebilir. 

Ancak bu hızlı çözümler sistemin köhneleşmiş, bir açıdan karanlık taraflarının görmezden gelinmesi ve hatta onların beslenmesi anlamına gelecek. Dolayısıyla burada izleyicinin de bir ikilemi olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan yönetmenin kurduğu iki dünyada da izleyici tanık olarak konumlandırılsa da pasif bir tanıklık değil bu. Aksine zihin dünyasında oldukça aktif, ikilemleri farklı katmanlarıyla deneyimleyen bir tanıklık söz konusu. Belirsizlik de bu aktif katılımı artırıyor, karakterle mekânlar, kişiler ve olgular arasında sürükleniyoruz. Takip ettiğimiz kişi evet biz olabiliriz ama biz değiliz. Dolayısıyla bir noktada karakterlerimizin başta ifade ettiğim bizi yüzüstü bırakmamasını diler hâle geliyoruz. Onların akıbeti kadar izleyici olarak bizin de akıbeti önem kazanıyor.

Filmin müziklerine gelmek istiyorum son olarak. Her iki filminde de yönetmenin anlattığı şey ahlaki bir çöküş ve seçtiği müziklerle bunun nedenine işaret eder gibi görünüyor. Bu toplumu bir arada tutan şey ile ilgili bir yoksunluk. Ve dolayısıyla iki filmi bir arada ele aldığımızda, büyük anlatının içerisine girmek mümkün görünüyor. Hangi müzikler olduğunu hatırlayalım: “İki Şafak Arasında” filminde Aşık Veysel’in “Kara Toprak” türküsü ve “Tereddüt Çizgisi”nde de Antonio Vivaldi’nin “Cum Dederit” (Nisi Dominus) ile Gazapizm’in “Kafandaki Silah.”

Burada elbette sinematografik tercihler açısından, anlatıyı güçlendiren unsurlar olarak bu eserleri dinliyoruz. Müziğe yaslanmayan bir yaklaşım benimseyen Nacar’ın bu eserleri seçmesi mutlaka kendi anlatı yapısında önemli karşılıklar buluyor. Müzik seçimleri, sahneleri desteklemekle kalmıyor aynı zamanda karakterlerin sosyo-kültürel konumlarını, sistemle ilişkilerini ve ahlâki açmazlarını ifade etmenin bir başka katmanına dönüşüyor. Aşık Veysel’in “Kara Toprak” türküsü, Antonio Vivaldi’nin “Cum Dederit” eseri ve Gazapizm’in protest müziği, her iki filmdeki karakterlerin ahlâki yolculuğunu ve toplumsal çözülüşe olan katkılarını daha güçlü bir şekilde vurgulanmasına aracılık etmekte. Yönetmenin bu seçimlerle, ahlâki çöküşe, insanlığı bir arada tutacak etik değerlerin kaybına ve sistem karşısında bireyin içsel isyanına işaret ettiği söylenebilir. İlgili sekanslar da dikkate alındığında karşımıza şu şekilde bir denklem çıkıyor: “Kara Toprak” geleneksel bir bağ kurulma çabası içerisindeyken bireyin içine dahil olmakta zorlandığı bir "yabancı alan" yaratarak sosyo-kültürel gerilim açısından bir karşılık buluyor. Ana karakterimizin “içinde bulunduğu durumla” birlikte okuduğumuzda kendi yaşantısına yönelik bir ahlâki sorgulamaya girmesinin de karşılığı olmakta. Zira ‘dayatılan’ sorumluluklar ve sistemsel baskılar, bu ahlâki bağın günümüz dünyasında ne derece korunabileceğini sorgular niteliktedir. 

Tabii ki sıkışmış bir dünyanın varoluşsal çatışması da bu bağlamda düşünülüyor. “Tereddüt Çizgisi”nde “Cum Dederit” de benzer bir anlatıyı taşıyor aslında. Eser metafizik bir sorgulama sunar: “Her çaba boşuna”. Film açısından düşündüğümüzde de ahlâki temellerin çöküşü ve bireyin bu sistem içinde nasıl yalnızlaştığı ifade edilmiş olunuyor. Haliyle bununla birlikte varoluşsal yabancılaşma, boşunalık ve çöküş duyguları da bu anlatıya eklemlenmiş oluyor. Gazapizm’in eseri ise, bu sefer yön değiştiriyor. Zira şarkıyı asıl dinleyen kişi “suçlu” kabul edilen, avukatın savunmaya çalıştığı genç. Duruşma öncesinde kısa bir an avukatının telefonundan dinliyor bu şarkıyı. Burada da filmin tematik altyapısına bir isyan dahil olmuş oluyor. Sistem karşıtlığı-direniş, kent-adaletsizlik ve değişen zemin anlatıları da burada kendine yer buluyor. 

Aslında burada şöyle bir okuma yapmak da mümkün oluyor: Gazapizm’in müziği, toplumsal adaletsizliklere karşı bir çığlık ve sistemin yarattığı kaosa yönelik bir protesto niteliğindedir. Genç karakterin bu tercihi, avukatın klasik müziğiyle çatışan bir değer sistemini temsil eder. Avukat, adalet sistemini temsilen düzenin bir parçasıyken, genç, bu düzene karşı koyan bir figür olarak ortaya çıkar. Kısacası Nacar’ın müzik seçimi, insanlığın toplumsal değerlerini kaybetme sürecini evrensel bir anlatıya dönüştürmenin bir yansıması olarak da görülebiliyor. “Kara Toprak” geçmişin ağıtlarını, “Cum Dederit” günümüz dünyasının boşunalığını ve Gazapizm’in müziği sistem karşısındaki protest tavrı dile getiriyor. Bu seçimler, yönetmenin filmleri boyunca ahlaki çöküşün sistemin her düzeyinde nasıl hissedildiğini, bireylerin ise bu sistem karşısındaki çaresizliğini derin bir şekilde ortaya koyuyor. Bu açıdan söz konusu filmler de, insanlığı bir arada tutacak etik zeminin yokluğunda bireylerin nasıl çatışma, bunalım ve isyan döngüsünde sıkıştığını düşündürmek için bir davet niteliği taşımaya devam ediyor.

                                                       /././

soL

                                                      

                               



                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...