Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?+Haykıracak nefesin kalmadıysa+Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?-Barış Pehlivan/Cumhuriyet

 

Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?

100 bin hükümlü var.

Özetle, cezaevinde olan ama yatacak yeri olmayan yaklaşık 100 bin insandan bahsediyoruz.

Şimdi...

Bu sayının daha da artması bekleniyor. Zira, 2 yıl altındaki suçlar için de tutuklama kararı verilmenin önü açılacak ve 1 ay dahi ceza alsanız bir süreliğine mutlaka cezaevine gireceksiniz.

Hal böyleyken af gibi yeni bir paketle cezaevinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin tahliyesi planlanıyor. Peki, sadece yaralamadan hırsızlığa adi suçlar kapsamında cezaevinde olanlar mı bu hakka sahip olacak?

Mesela, Gezi davası kapsamında cezaevinde olanlar da tahliye olacak mı? İşte bu konuyu Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman’a sordum.

- Şu an toplam kapasitenin 92 bin üstünde insanın cezaevinde olduğu biliniyor. Böylesi bir süreçte, yeni yargı paketiyle cezaevleri rahatlatılmaya çalışılacağa benziyor. Siz, eşi 3 yıldır cezaevinde olan birisi olarak bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Meriç Demir Kahraman: Cinayet işlemiş ya da onlarca suç dosyalı insanların sürekli salıverilmesi, buna rağmen hayatı boyunca en ufak şiddet eylemi ve söylemi olmayan bir akademisyen, bürokrat ve şehir plancı olan eşim Tayfun Kahraman’ın “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs” gibi absürt bir suçlamayla içeride olması kabul edilemez. Gerçek suçluların dışarıda ve gerçek masumların cezaevinde olduğu bir düzeni bu ülkenin hiçbir ferdi hak etmiyor.

Eylül 2018 tarihinde Devlet Bahçeli’nin gündeme getirdiği af teklifi üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kader mahkûmları meselesini anlamış değilim. İlke şu; devlete karşı işlenenlerde devlet bu yetkiyi kullanabilir ama şahıslara karşı işlenen olduğunda orada devletin böyle bir af yetkisi kesinlikle yoktur” demişti.

Bu zamana kadar yapılan uygulamalar sayın cumhurbaşkanının bu yaklaşımıyla taban tabana tam tersi oldu. Hepimizin adalet duygusu örselendi.

Bu noktada; Tayfun’un “devlete karşı ve affedilecek” bir suç işlemediğini, masum olduğu gerçeğini hatırlatmak isterim. Cezaevlerinin doluluğunu ayrıca konuşmak gerekir ancak kısmi af benzetmesi ile anılan olası yeni bir düzenlemenin de bu çerçevede düşünülmesi gerekir.

- Bir paylaşımınızda, Tayfun Kahraman için “TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi başkanı olarak açtığı ve kazandığı davanın bedelini 3 yıla yaklaşan tutsaklıkla ödüyor” diyorsunuz. Ne demek istediğinizi açar mısınız?

Tayfun, Şehir Plancıları Odası’nın farklı yönetim kademelerinde görev yapmış, İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulunmuş, meslektaşlarının verdiği oylarla seçilmiş, şehir planlama ilkelerine son derece bağlı bir meslek insanıdır.

Gezi Parkı ile ilgili konuda Şubat 2012 tarihinde odaların beraber gerçekleştirdikleri bir plan itirazı var. 28 sayfalık bütünüyle teknik bir itiraz dilekçesi ve onun üzerine de açılan bir dava ve bunun üzerine de kısmen kabul kararı ile verilen yürütmeyi durdurma kararı var. Bahsettiğim dilekçenin itirazında Gezi’nin neden park olarak kalması gerektiği mesleki olarak açıklanıyor ve kabul görüyor.

Tayfun, o dönem bulunduğu görev gereği hükümetle muhatap olan ve eylemciler ile iktidar arasında arabuluculuk yapan isimlerden birisi. Davayı açan odanın başkanı olmasa, böyle bir pozisyonda olmayacaktı. Ya da hükümet davet ettiğinde “Hayır ben muhatap olmam, beni bulaştırmayın, ne haliniz varsa görün” dese yine bu davada olmayacaktı.

- Ayşe Barım’ın tutuklanması sonrasında Gezi soruşturmalarının genişleyeceğine dair haberler çıktı. Bu sizde nasıl bir etki bıraktı?

Ayşe Barım’ı tanımıyoruz. O da bizi tanımıyor. Hakkında yorum yapmak ya da meseleyi buradan ele almak doğru olmaz.

Gezi Parkı’na giden milyonlarca insan oldu. Kimin hangi gerekçeyle gittiğini bilmemiz elbette mümkün değil. Geçen günlerde Tamer Karadağlı Gezi’ye katılmasını “ağaçları korumak” olarak gerekçelendirdi.

Tayfun için mesele ağaçtı. Çünkü işi bu. Bir meslek insanı olarak Şehir Plancıları Odası başkanı olarak, yapması gereken ağacı ve parkı korumak. Çünkü o alan deprem toplanma alanı. Yani pek çok insan için protesto düzenlemek, sesini duyurmak gibi niyetler olsa da Tayfun’un rolü protesto eden değil, kamuoyu adına hukuki adımları atmak ve görüşmeler yapmak.

- Gezi davası için Anayasa Mahkemesi’ne sürekli çağrıda bulunuyorsunuz. Yüksek mahkemeden beklentiniz nedir tam olarak?

Çok açık bir şey söylüyoruz aslında. Ortada somut delil yok ve adil bir yargılama yapılmadı. AYM’nin adil yargılanma hakkımızın ihlal edildiğine dair karar vereceğinden eminiz. Ancak çok uzun süredir o dosya orada bekliyor. Kamuoyunun tüm detaylarına hâkim olduğu bir dosya, bir türlü karara bağlanmıyor. Beklenen her gün her an hayattan gidiyor. AYM’ye sürekli çağrı yapmamız bu yüzden.

Nasıl Mücella Yapıcı için Gezi ağaç ve çevre mücadelesi idi ise eksiksiz bizim için de öyle idi.

Nasıl Çarşı için Gezi ifade özgürlüğü ve protesto hakkı idi ise bizim için de öyle idi.

Kaldı ki Tayfun Kahraman için bu iki yaklaşımın da ötesinde müzakere idi, diyalog idi, ortak zemin bulma çabası idi.

                                               /././

Haykıracak nefesin kalmadıysa

Bundan 4 yıl önce, bu köşedeki başlıklardan biri şuydu: “14 mermilik saldırı raftan indi”

Hatırlatayım: Eray Kenanoğlu’nun Kıbrıs’ta vurulmasına dair dosyanın nasıl raftan indirildiğini yazdım.

Takip edenler bilir; Kenanoğlu bahis siteleri uzmanıydı. Girne’deki saldırıda 14 mermiden 8’i vücuduna isabet etti. O hastaneye yetiştirilirken tetikçiler Türkiye’ye kaçıyordu.

Kenanoğlu savcılıklara, Adalet Bakanlığı’na, Interpol’e başvuru üstüne başvuru yaptı. Tetikçilerin isimlerini, adreslerini ve kimler tarafından korunduklarını anlattı. Ama tüm çabalara rağmen yaprak kımıldamadı. Saldırıyı gerçekleştirenler yıllarca yakalanmadı.

Ne zamanki Sedat Peker 2021 yılında ifşa videolarını çekmeye başladı...

İşte o dönem savcılık, vurulan Kenanoğlu cephesine ulaştı. Kurşunlu saldırıya dair belgelerin hepsini istedi. Özetle, tozlu raflarda tutulan saldırı dosyasının kapağı açıldı. Eray Kenanoğlu kendisine yapılan silahlı saldırının azmettiricisinin Sedat Peker olduğunu anlatıyordu.

Murat Ağırel’in okurla yeni buluşan “Kirli Çark” (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabını okurken bu konuya da denk geldim. Murat, sanal bahis baronlarından Yaşam Ayavefe’nin öyküsünü anlatırken Sedat Peker’e de ulaşmış ve sorularını iletmişti.

İşte o sorulardan birisi ve Peker’in yanıtı...

“Murat Ağırel: Eray Kenanoğlu kendisine düzenlenen silahlı saldırıda saldırının azmettiricisi olarak sizi suçladı. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?

Sedat Peker: Eray Kenanoğlu’nun Yaşam Ayavefe’yi yanıma getirdikten sonraki süreçte tabii ki Eray Kenanoğlu’na kızmıştım ve görüşmeyi kesmiştim. Bu süreçte silahlı saldırıya uğrayınca bu saldırıyı benim yaptırdığımı düşünmesi gayet normal. Ancak daha sonrasında kendisiyle görüştüm. Babasının hatırından dolayı ona karşı böyle bir şey yaptırmayacağımı söyledim. Şu an arada bir telefonla kendisiyle görüşüyorum (kendisi de benim öyle bir şey yaptırmayacağıma ikna oldu).

Evimin narkotik köpekleriyle aranması ve çocuklarıma silah çekilmesinden sonraki süreçte bazı yetkililerle yaşadığım problemler hepinizin malumudur. Eray Kenanoğlu isimli kardeşe ulaşıp benimle ilgili saçma sapan ifadeler vermesi yönünde kendisine telkinde bulunmuşlar. Bu yüzden böyle ifadeler vermiş. Eray Kenanoğlu kardeşim bunu samimi bir şekilde bana anlattı.”

Murat’ın Kirli Çark’ın son satırlarında yazdığı temennisiyle bitireyim:

Umarım bu kitap, haykıracak bir nefesi bile kalmayanların sesi olur...

                                                  /././

Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?

Hegel’in sık sık aklıma gelen sözüdür: “Deneyim ve tarihin bize öğrettiği bir şey varsa o da halklar ve hükümetlerin tarihten hiçbir şey öğrenmediğidir.” 

Ne zaman siyasi bir operasyon yapılsa Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanında cezalandırıldığı dava örnek veriliyor. Mağdurluktan mağrurluğa, zulmedilenden zalimliğe geçenler anımsatılıyor. Hatta “Yaşadıklarının aynısını şimdi kendisi yaşatıyor” eleştirisi yapılıyor.

Peki, sürekli konuştuğumuz olayı aslında ne kadar hatırlıyoruz?

Tarih: 6 Aralık 1997.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın memleketi Siirt’teydi. Yanında 20 kişilik MÜSİAD işadamı grubu da vardı. Erdoğan, Siirt Cumhuriyet meydanında toplanmış yaklaşık 5 bin kişiye hitap etti. Bu hitap sırasında “Başbakan Tayyip”, “Memleket seninle gurur duyuyor” ve “Hoş geldin enişte” sloganları atıldı.

Erdoğan konuşmasında, “Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışla, müminler askerimizdir” dedi. (Erdoğan bugün dahi, o dizelerin Ziya Gökalp’ın “Asker Duası” adlı şiirinden bir bölüm olduğunu iddia ediyor. Ancak bu bilgi doğru değil. Zira Gökalp’ın Balkan Savaşı sırasında yayımladığı o şiirde Erdoğan’ın okuduğu dizeler yok. Erdoğan’ın avukatları, Türk Standartlar Enstitüsü’nün 1994’te çıkardığı “Türk ve Türklük” isimli kitabını kaynak veriyor. Doğru, ilgili kitapta Gökalp’a ithaf edilen ama gerçekte şaire ait olmayan o dizeler var.)

ASLINDA DAVA AÇILMAYACAKTI AMA…

Aradan 3 gün geçti… 

Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı 1997/42 no’lu bir fezleke hazırladı. Fezlekede Erdoğan’ın konuşmasındaki dizelerin “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu” oluşturabileceği yazıldı. Konuşmaya ilişkin bant çözümlerini, Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.

Açılan soruşturma üzerine Erdoğan, verdiği ilk ifadesinde özetle şunları söyledi: “Siirt’te yaptığım konuşma, halkı din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik niteliği taşımıyor. Aksine konuşma, düşünce açıklama özgürlüğünün anayasa ve yasalardaki sınırları çerçevesinde yapıldı. Konuşmada özetle, özgür iradeli bireyler olunmasının ve demokratik bir toplumun gerekliliğine işaret edildi.”

Pek bilinmez, aslında Erdoğan soruşturması kapatılmış ve takipsizlik kararı verildiği haberleri gazetelere dahi yansımıştı. Lakin ne olduysa bir hafta içinde devlet içindeki bazı klikler devreye girdi ve o karar değiştirildi.

Tarih: 11 Şubat 1998.

Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, Erdoğan hakkında iddianame hazırladı. Erdoğan’ın “halkı din ve ırk farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçu işlediği iddiasıyla TCK’nin 312/2. maddesi uyarınca cezalandırılması istendi.

Hazırlanan iddianamede, sadece “suç” görülen konuşma değil, Refah Partililerin yaptığı birtakım açıklamalar ve partinin hükümette olduğu dönemde Türkiye’nin içerisine sürüklendiği ortam da anlatılıyordu. Savcı Yılmaz Aktaş iddianamesini şöyle bitiyordu: “Sanığın bu konuşmasını, fikir ve düşünceleri, siyasi kanaatleri ifade ve dini kavramları açıklama hürriyeti içerisinde değerlendirmek mümkün olmadığı gibi, bu konuşması ile din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçunu işlediği kanaati ve dava açma zarureti hasıl olmuştur.”

İBB Başkanı Erdoğan, hakkında açılan dava nedeniyle 1998’in mart ve nisan aylarında Diyarbakır 3 No’lu DGM’de yargılandı. Erdoğan sadece ilk duruşmaya katıldı.

SAVCININ MÜTALAASINDA HUKUKÇULARA SAYGI

Dava sürecinde, Erdoğan’ın avukatları önemli hukuk insanları olan Sulhi Dönmezer, Çetin Özek ve Uğur Alacakaptan’dan bilimsel görüş aldı.

Ve…

Sonunda savcı, Erdoğan’ın suçsuz olduğuna kanaat getirdi ve beraatini istedi. Öyle ki savcılık mütalaasında Erdoğan’ın dosyaya sunduğu bilirkişilere şöyle bir atıf dahi yapıldı: “Kendilerini kabul ettirmiş hukuk adamlarının mütalaaları karşısında aksine bir düşünce serdedilemez.

Gelin görün ki…

Tarih: 21 Nisan 1998.

Mahkeme İBB Başkanı Erdoğan’a indirim de uygulayarak 10 ay hapis ve para cezasıyla cezalandırdı. Oyçokluğuyla verilen kararda “sanığın geçmişteki hali ve suç işleme eğilimine göre verilen cezanın ertelenmesine yer olmadığına” da hüküm kuruldu. Üye hâkimlerden biri, heyetten farklı yani aynı savcı gibi “beraat” istiyordu.

Recep Tayyip Erdoğan DGM’de aldığı ceza sonrası şu açıklamayı yaptı: “Mütalaalar ile netice çatıştığına göre, demek ki farklı bir anlayış ortada. Ama Türkiye hukuk devleti olma mücadelesini sürdürmektedir. Halen hukuk devleti ne yazık ki olamamıştır. İşte o yüzden çeteler ortadadır. Yani milletini seven, milletine hizmette koşan, milletine aşık olmaktan başka hiçbir derdi olmayan insanlar ile çetelerin durumu ortadadır. Faili meçhuller ortadadır.

Sonrası…

Karar, Yargıtay 8’inci Ceza Dairesi tarafından 23 Eylül 1998’de bire karşı dört oyla onaylandı. Siyasi yasak getirilen Erdoğan, İBB Başkanlığı görevini bırakmak zorunda kaldı ve 26 Mart 1999 günü Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. O dönem yüzlerce aydın, sivil toplum kuruluşu ve uluslararası örgütler Erdoğan’a destek verdi.

Dönemin Mazlumder yönetimi şu açıklamayı yapacaktı: “Erdoğan hakkında verilen karar, onun ömür boyu siyasetten yasaklanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu kararın, Türkiye’deki siyasal hayatı yeniden düzenlemeyi amaçlayan bürokratik egemen güçlerin baskısıyla alındığı ve Erdoğan’ı, siyasal yaşamın dışına çıkarmayı hedeflediği düşünülmektedir. Böyle bir karar, sadece Erdoğan'ın değil, onun liderliklerini üstlenmesini isteyen on binlerce kişinin siyasal haklarını da kısıtladığı değerlendirilmektedir.”

                                                /././

Barış Pehlivan/Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21 Nisan 2025 -

KKTC’de devlet skandalı da Hakan Fidan’a nasip oldu -Namık Tan- Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada rezaletlere alıştırdı, haklarını v...