Siz önce çalınan soruların hesabını verin -Berkant Gültekin-
Türkiye siyasetinde yıllardır gündemde olan “diploma” konusunun Erdoğan’ı değil de onun karşısına çıkacak bir aktörü sıkıştırmak için kullanılacağını herhalde kimse tahmin edemezdi.
Erdoğan’a rakip olacağı anlaşıldıktan sonra bir anda geçmişi didik didik edilmeye başlanan Ekrem İmamoğlu’nun 1990 yılında yaptığı yatay geçiş, ülkenin en önemli meselelerinden biri haline getirildi.
Dün İmamoğlu’nun avukatları Prof. Dr. Adem Sözüer ve Mehmet Pehlivan, bir basın toplantısı düzenleyerek ortalıkta dolaşan iddialara yanıt verdi. Avukatlar gayet anlaşılır bir şekilde, İmamoğlu’nun Girne Amerikan Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne geçişinde hukuka aykırı bir durumun bulunmadığını izah etti.
Avukatların da aktardığı gibi olay kısaca şöyle; İmamoğlu 1988’de Girne’de İngilizce İşletme bölümüne kaydoluyor, bir sene hazırlık ve ardından bölümün birinci sınıfını okuyor, 1990 yılında İÜ’nün Milliyet gazetesine verdiği ve yatay geçişe imkân tanıyan bir ilanı görüyor, başvurusunu yapıyor, belirlenen akademik kriterlere uyduğu için üniversite yönetimi tarafından diğer 51 kişiyle birlikte başvurusu onaylanıyor ve 1990’da İÜ öğrencisi oluyor.
Yani özetle ortada İmamoğlu’na özel bir geçiş imkânı tanınması, İmamoğlu ailesinin araya birilerini sokması ya da hiç öyle bir hak yokken bireysel ilişkilerini kullanarak yönetmeliklere aykırı şekilde okul değiştirmesi gibi bir durum yok. Aynı durumdaki her öğreniciye tanınan bir hak söz konusu ve İmamoğlu da bundan faydalanıyor.
İmamoğlu hakkındaki iddialar hem siyasi ayarlı hem de basit bir “çamur at izi kalsın” kampanyasının ürünü. Son günlerde iktidar medyasının manşetlerini İmamoğlu’nun diploması süslemeye başladı. Açıkça karakter suikastı yapılıyor. İmamoğlu, ona sempati duyan bir kesimin gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Geçmişte kurgu videolarla algı yaratan iktidar, şimdi benzer bir deneyi yeni rakibi üzerinde uyguluyor.
Kurnaz diploma manevrasının ötesinde işin ironik tarafı, eğitimde bunca haksızlığın sorumlusu olan iktidar ile destekçilerinin, sanki adalete çok önem veriyorlarmış ve bu konuda sicilleri çok temizmiş gibi dedektifliğe soyunması, siyasi çıkarları için 35 yıl önceki bir olayın peşine düşmesi...
Türkiye tarihindeki en büyük eğitim skandalları, AKP iktidarında yaşandı. Fethullahçı çete yıllarca soruları sızdırıp milyonlarca gencin emeğini çalarken, sorumlular seyrediyor, seyretmenin de ötesinde Cemaat’e uzanan elleri kırıyorlardı. Gençler ülkenin dört bir yanında Fethullahçı hırsızları protesto ederken, karşılarında polisi buluyordu. Ne zaman ki “Hizmet Hareketi” dedikleri yapı Fetö oldu, o zaman suç da kabul edildi. Ama "siyasi ayak" bu suçtan sıyrıldı.
Yaşananlar, hesabı sorulmayan her suçun, iktidarın elinde muhalefeti yıldırmak için kullanılan bir sopaya dönüşebildiğini gösteriyor. Bu gerçeklik aynı zamanda mücadelenin ana hatlarının ne olması gerektiğine dair de fikir veriyor. Muhalefetin, tek adam rejimine karşı mücadele yürütürken, düzeni ve onun neden olduğu çürümüşlüğü karşısına alarak toplumsal tepkiyi politize etmesi ve böylece kendisini de ‘tek adam muhalefeti’nin sınırlarından çıkarması gerekiyor.
Aksi durumda muhalefetin savunma pozisyonundan uzaklaşarak kurucu bir siyaseti büyütmesi mümkün görünmüyor. Siyasetin daralan sahnesi 23 yıldır Erdoğan’ı besledi ve muhalefetin başarılı olamamasının temel sebebi de buydu. Mesele o sahneyi genişletebilmek ve teslim olmayan milyonları siyaseten aktör haline getirebilmektir. Tersi durumda bu saldırıların sonu gelmez.
/././
‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ için yürüyoruz -Osman Öztürk-
“Ağzına kadar dolu poliklinikler… Beş dakikaya inmiş muayene süreleri… Günlerce randevu düşürmeye çalışan vatandaşlar… Mahşer yerini andıran aciller… AKP döneminin eseri Yenidoğan Çetesi. Türkiye sağlık sistemi kelimenin tam anlamıyla çöktü. Altında kalan hekimler, sağlık çalışanları, hastalar; kazananlar ise özel hastane patronları oldu. Oysa bugünkünden çok daha iyi, çok daha nitelikli sağlık hizmeti sunacak… Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün! Kamucu-Toplumcu bir sağlık sistemi için gelin birlikte mücadele edelim.
Hasta-Hekim El Ele!”
∗∗∗
Hekimler için 14 Mart Sağlık Haftası/Tıp Bayramı taleplerini kamuoyuyla paylaşacakları günlerdir.
TTB geçmiş yıllarda 14 Mart haftasında daha çok sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konuları öne çıkarırdı. Bu sene ise ‘Sağlık sistemi çöktü’ tespitinden yola çıkarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı Mücadele Programı’ oluşturdu.
Çok da doğru yaptı.
Çünkü bu sağlık sistemi öylesine çöktü ki kim ne yaparsa yapsın çıkış mümkün değil. Sağlık öyle bir hale geldi ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor, neresini yamamaya çalışsanız öbür tarafından patlıyor. Nitekim görüyoruz, AKP’nin altı yıldır Bakanlık koltuğunda oturan, pandemi dönemindeki performansıyla muhaliflerin bile gözünü boyamayı başaran Fahrettin Koca’yı değiştirmesi bir işe yaramadı. Yeni Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu koltukta daha altı ayını doldurmadan altı yıllıktan fazla yıprandı.
AKP’nin sağlık politikası öyle kökten iflas etti ki, ne yapsa dikiş tutmuyor. AKP’nin kurduğu sağlık sistemini baştan aşağı yıkıp yepyeni bir sistem kurmadıkça işler daha da kötüye gidecek.
∗∗∗
TTB’nin mücadele programı 1 Şubat’ta başladı, bir buçuk ay boyunca, Mart ortasına kadar sürecek. Program boyunca İstanbul’dan Urfa’ya, Mersin’den Trabzon’a bir dizi ilde bir dizi panel, sempozyum, çalıştay etkinliği gerçekleşiyor. Bu etkinliklerde sağlık sistemi finansmandan hizmet sunumuna, sağlık emek gücünden sağlık hizmet sunumuna kadar bir dizi konu masaya yatırılıyor.
Bir yandan da TTB’nin alternatif sağlık sistemi önerisi için raporlar hazırlanıyor. Nihai rapor 14 Mart haftasında kamuoyuna açıklanacak.
∗∗∗
Program kapsamında İstanbul’dan Ankara’ya Beyaz Yürüyüşe bugün başlıyoruz. Yürüyüş bu akşam saat 19.00’da Kadıköy İskele meydanından kitlesel uğurlama ile başlayacak.
Çarşamba günü 10.30’da Gebze, 12.30’da İzmit kent meydanlarında basın açıklamaları ve yürüyüşler, akşam da Mimarlar Odası’nda hekimlerle buluşma var.
Perşembe günü Balıkesir şehir merkezindeki yürüyüş ve basın açıklamasının adresi Ali Hikmet Paşa Meydanı. Aynı gün Bandırma’ya geçiyor, saat 14.30’da Bandırma Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hekimlerle birlikte basın açıklaması yapacağız.
Bandırma’daki işimizi bitirir bitirmez Bursa’ya geçeceğiz. Perşembe akşamı Bursa Tabip Odası toplantı salonunda hekimlerle buluşacağız.
Cuma günkü Bursa programı Küçükbalıklı Aile Sağlığı Merkezi ziyaretiyle başlıyor. Öğleyin 12.30’da Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki basın açıklamasından sonra da Eskişehir’e geçeceğiz.
Eskişehir’deki buluşma COVID 19 salgınında yitirdiğimiz sağlıkçıların anısına Tepebaşı Belediyesi tarafından yaptırılan Varlığımız Sağlığımız Anıtı, yürüyüş ve basın açıklaması ise Eskişehir Tabip Odası önünde olacak. Akşam da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde hekimler ve Eskişehir Emek Demokrasi Platformu ile buluşma var.
∗∗∗
Beyaz Yürüyüşün sonunda, Cumartesi günü saat 13.00’te Ankara’da Makina Mühendisleri Odası’nın Selanik Caddesi’ndeki Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Büyük Hekim Buluşması var.
O gün Türkiye’nin dört bir yanından gelecek yüzlerce hekim hem ‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ni konuşacak, tartışacak, hem de TTB’nin 14 Mart programına hep birlikte karar verecek.
TTB ve hekimler için yoğun bir hafta olacak. Çöken sağlık sisteminin altında kalan herkesin katkısına, katılımına, desteğine ihtiyaç var.
TTB’nin çağrısındaki gibi; Hasta-Hekim El Ele!
/././
Zorbanın sahasında oynayanlar -Selçuk Candansayar-
İktidarın (RTE) son altı aydır yapıp ettiklerini “korkutma- ayıklama- mıntıka temizliği” programı olarak görebiliriz. Programın itici gücü hakkında ise iki ana grupta toplanabilecek yorumlar var. Kimilerine göre çökmek üzere olduğu için panik içinde bütün tuşlara basıyor; kimilerine göre ise son derece iyi planlanmış bir stratejiyi uygulayarak, rejim değişikliği (sivil darbe) sürecini “dertsiz tasasız” sürdürüyor.
İki yorumun farkı iktidarın “gücü ve etkisinin” değerlendirilmesindeki farkta yatıyor. İktidar köşeye sıkışmış ve dağılmak üzere olduğu için mi, yoksa iç ve dış dinamiklerin sağladığı olanaklarla (Allah’ın lütfu) kendisini her zamankinden daha da güçlü hissettiği için mi bu programı yürütüyor? İlki, zayıflayan iktidarın tepkisel (edilgen) davrandığını; ikincisi ise, gücüne güç katmak için istemli- planlı (etkin) bir program yürüttüğünü varsayıyor.
İki farklı siyasi figürün, “politik karakteri” üzerinden düşünmek yararlı olabilir. İlki Trump, ikincisi ise HTŞ lideri, Colani. Trump’ın ilk dönem ve henüz başlayan ikinci dönem başkanlığı arasında ne gibi bir fark var? Trump, aslında “Amerikan demokrasisi ve devlet yapısının işleyişine” inanan biriydi ama ilk döneminde yaşayıp gördükleriyle değişti mi? ilk dönem başkanlığı onu değiştirdi mi? Yoksa Trump ilk döneminde de şimdiki gibi yönetmek istiyordu ama “sistem” izin vermeyince sistemi kendisine mi uydurmaya karar verdi? Colani, El Kaide’de başlayan siyasal pratiğinde zaman içinde görüşleri değişen biri mi, yoksa ilk baştaki siyasal hedeflerini koruyarak “pragmatik” ve “oportünist” bir siyaset mi uyguluyor?
Bu iki siyasi figür için yanıt vermek kolay. Trump hep aynı Trump, Ahmet Eş-Şara da aslında hala “Colani” diyebiliriz. İkisi de “siyasi emellerini” hiç değiştirmeden stratejilerini ise sürekli değiştirerek siyaset yapıyorlar.
Bu tip “politik karakterlerin” kendilerini güçlü hissettiklerinde hoşgörülü demokratlığa meyil ettikleri, zayıf hissettiklerinde ise tepkisel olarak “otoriter zorbalara” dönüştükleri yanılgısı maalesef çok yaygın. Zorba, güçlü hissedince yumuşayan bir karakter değildir. Tam tersine zayıf hissettiğinde “uzlaşmacı” bir çizgiye hızla çekilen, ikna etmek için her türlü yalanı ardı ardına sıralayabilen, en olmadık, ondan en beklenmedik eylemleri gösterebilen bir karakterdir. Misal, gerçek düşüncesi eşcinselleri öldürmek olan bir zorba, kendisini zayıf hissettiğinde bir eşcinseli kendisine yardımcı olarak görevlendirebilir. Zorba, zayıfladığında ittifaklara açık hale gelir ve her türlü “ödünü” veriyor gibi yapabilir. Ta ki kendisini güçlü hissedene kadar ya da önündeki engeli aşana kadar. Zorbanın tepkisel eylemleri zayıflıktan, panikten değil, “nasıl olur da benim gücüme ikna olmazsın, bana biat etmezsin” öfkesinden kaynaklanır.
Meşhur kahvehane fıkrasında anlatılır zorbanın bu karakteri. Kahvehaneye dalıp, durup dururken nara atıp, “var mı bana yan bakan?” diye insanları sindiren kişidir zorba. Kahvehanedekilerden iri kıyım biri ayağa kalkıp, “var lan!” der ve zorba o kişinin koluna girip tekrar seslenir ya; “var mı abimle bana yan bakan!” diye, işte o kişidir zorba.
Zorba, paniğe kapıldığı için bütün tuşlara basarak strateji üretmez, kendisini o kadar güçlü hisseder ki stratejisinin orta ve uzun vadeli risklerini çok da değerlendirme gereği duymadan bir tür, “aklına eseni estiği gibi” yapar. Bu stratejinin başarıyla uygulanması için çok önemli bir koşul vardır. Zorba oyunu, bildiği sahada oynadığında yener. Bu yüzden de siyasal alanı, siyasetin konusunu hep kendisini en güçlü kılacak şekilde belirlemeye çalışır.
Yaşadığımız süreç bir tür “oksimoron” özellik taşıyor. Politik mücadele hukuk alanına kısıtlanmış durumda. Hukuk sisteminin eylemleri bir yandan hukuksuz olarak nitelenirken, diğer yandan bu eylemlere karşı mücadele yine hukuk temelli eylemlerle, hukuk sistemi içinde sürdürülmeye çalışılıyor. İktidar ise, bile isteye, muhalefetin mücadeleyi hukuka uygun, yasal düzlemde sürdürmesini imkansız kılıyor. Bu yolla da muhalefeti “yasa dışılığa” çıkmaya zorluyor. Muhalefetse bu “tuzağa düşmemek için” muhalefeti neredeyse sadece ve sadece mahkeme salonları içine, itiraz dilekçelerine, hukuki savunmalara indirgemiş halde sürdürmeye çalışıyor. Sanki bir mahkeme, örneğin bir belediye başkanını beraat ettirse ve başkan görevine dönse, iktidar kaybedecekmiş gibi davranıyor. “Tarihte mahkeme salonlarında kazanılmış ya da kaybedilmiş bir iktidar var mı?” sorusunun yanıtı belli değil mi?
İktidar, Gezi dahil, her şeyi mahkeme salonu içine sıkıştırıyor, muhalefet de bu tuzağa düşüp, hukuki alanın sadece mahkeme salonu olduğunu sanıyor. Örneğin sokağa çıkmayı aklına bile getiremiyor. Bu akıl tutulması sokağa çıkmayı hukuk dışına çıkmak, yasadışı mücadeleye savrulmak olarak görüyor.
Oysa sokak en güçlü, en kalabalık ve en şeffaf hukuk alanı olabilir, öyledir de. Üstelik iktidarın sandırdığı, muhalefetin de sandığının aksine sadece meşru değil yasaldır da.
/././
Bisküvi gazoz mecburi öğün
Ekonomik kriz market alışverişini de değiştirdi. IPSOS’un araştırmasına göre geçen yıl market harcamalarının yüzde 83’ünü gıda oluşturdu. Et, süt, peynir gibi temel gıda alımı düştü, ucuz ve hemen karın doyuran bisküvi ve gazlı içecek satışı arttı.(https://www.birgun.net/haber/biskuvi-gazoz-mecburi-ogun-602686)
***
Oy'una geldik filmine Bakanlık yasağı-Kayhan Ayhan-
Dersim'in Ovacık ilçesinde çekilen "Oy’una Geldik” filminin gösterimi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yasaklandı.(https://www.birgun.net/haber/oy-una-geldik-filmine-bakanlik-yasagi-602663)
***
Resmi Gazete'de yayımlandı: 6 ilin milletvekili sayısı değişti
Yüksek Seçim Kurulu, illerin çıkaracağı yeni milletvekili sayılarını açıkladı. Ankara, Muğla, Şanlıurfa, Erzurum, Yozgat ve Bayburt’un milletvekili sayıları değişti. Ankara, Muğla ve Şanlıurfa'nın milletvekili sayısı yükseldi.
Almanya’nın sağa kayışı -Hayri Kozanoğlu-
Atlantik İttifakı çökerken Almanya seçimlerini kazanan Hıristiyan Demokratların SPD’yle koalisyon kurması en yüksek olasılık olarak görünüyor. Sol Parti’nin önünde kitlelerin güvenini kazanma şansı olabilir. Doğu Almanya’da yükselen desteğini daha da artırarak AfD’nin önünü kesebilir.
Almanya seçimleri çok kritik bir küresel konjonktürde gerçekleştirildi. Şöyle ki, 2. Dünya Savaş sonrası dönemden bu yana dünyaya egemen olan ABD öncülüğündeki Atlantik İttifakı çökmeye başladı. Samir Amin’in nitelemesiyle “kolektif emperyalizm” diye adlandırdığımız, başını ABD’nin çektiği, AB-Japonya-Kanada-Avustralya gibi metropol kapitalist ülkeleri içeren blok, Donald Trump’ın görevi devralmasıyla adeta felce uğradı.
Geçmişte de bu ittifak içinde çatlaklar oluşur, tartışmalar baş gösterir, ancak karşılıklı tavizlerle veya ABD’nin bilek bükmesiyle sorunlar çözümlenirdi. Örneğin, 2003’te ABD’nin Irak işgaline Almanya ve Fransa karşı çıkmış, Neoconlar tarafından “Eski Avrupa” diye yaftalanmışlardı. Hatta iş Amerikalıların Fransız peynir ve şaraplarını boykotuna, “french fries” denilen kızarmış patateslerin adının değiştirilmesine kadar varmış, yaman bir kültür savaşına da yol açmıştı. Ancak sonra yine NATO güvenlik şemsiyesi altında, IMF-DB tarafından reçetesi yazılan neoliberal ekonomi zihniyeti çerçevesinde birbirlerinin ayağına basmadan yola devam edilmişti.
GERGİNLİKLER İLK TRUMP DÖNEMİNDE BAŞLADI
Trump 2016’daki ilk başkanlık döneminde de AB’yi “düşman” olarak yaftalamaktan çekinmeyecek kadar ileri gidebilmişti. En fazla eleştirdiği konu, başta Almanya, Avrupa ülkelerinin NATO bütçesine yeterince katkı yapmamaları, göçmenlere fazla yumuşak davranmaları, küresel iklim değişikliği gibi Trump’ın abartılı bulduğu yatırımları baltaladığını düşündüğü konulara fazlaca odaklanmalarıydı. Paris İklim Anlaşması’na itibar etmemesini her zamanki şovmen tarzıyla “Ben Parislilere değil Pitsburglulara karşı sorumluyum” demagojisi ile dile getiriyordu. Dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel ise, “Artık Avrupalılar tamamıyla başkalarına bağımlı değil, kendi kaderimizi kendi ellerimize almalıyız” diye buna karşılık vermişti. O günlerde de ABD’nin ekonomik egemenliğinin gerilemesinin, buna karşın askeri üstünlüğünün sürmesinin yarattığı gerilim hissediliyordu.
Ancak, özellikle Almanya’nın sağladığı cari fazlaların perdelemesiyle AB’nin küresel rekabette bu denli gerilediği, ABD-Çin arasındaki teknolojik savaşta neredeyse saf dışı kalacağı bir tablo tam olarak ortaya çıkmamıştı. Trump’ın sözlerini keskin eyleme dönüştürmesi de, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Hazine Bakanı Steven Mnüchin gibi “statükocu” kabine üyeleri tarafından gemlenmişti. Zaten daha sonra bilindiği gibi Liberal Dünya Düzeni’ni ihya etmeye niyetli, Çin-Rusya-İran eksenine karşı AB ve diğer müttefiklerle birlikte mücadeleyi hedefleyen Biden’ın başkanlığına tanık olduk.
UKRAYNA’NIN KOPUŞ NOKTASI OLDU
Trump 2.0 döneminde AB ile en açık kopuş Ukrayna konusunda baş gösterdi. Çiçeği burnunda emlak komisyoncusu Brüksel’i hiç işe karıştırmadan, Zelensky’e “500 milyar dolar yardım karşılığı nadir elementlerini benimle paylaşmalısın” teklifini yaptı. Ukrayna’yı ve AB’yi çağırmadan Rusya ile Riyad’da masaya oturdu. Toplantı yeri olarak söz gelimi Cenevre değil de Riyad’ın seçilmesi bile geçmişte ABD başkanlarının yapmacık da olsa ağızlarından düşürmedikleri, “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” söylemlerine itibar edilmediğini göstermek anlamında sembolik önem taşıyordu.
TRUMP AVRUPA AŞIRI SAĞININ HAMİSİ OLDU
“Yavuz hırsız” misali, geçtiğimiz hafta Münih Güvenlik Konferansı’nda başkan yardımcısı JD Vance’ın fikir özgürlüğü, demokrasi kavramlarına sığınarak sistem içi siyasi güçleri, ırkçı, faşizan partilerle aralarına mesafe koydukları için suçlaması da Trump yönetiminin Avrupa aşırı sağına abilik yapmaya istekli olduğunu gösteriyordu.
Nitekim Vance toplantıda hazır bulunan Sosyal Demokrat Parti (SPD) Lideri olan Scholz ve Hıristiyan Demokrat Şansölye adayı Friedrich Merz’i teğet geçip, aşırı sağcı AfD’nin lideri Wcidel ile görüşerek seçimlerde safını açıkça belli etti.
Şubat başında da İspanyol Vox Parti ev sahipliğinde Fransız Marine Le Pen, Macar Başbakanı Orban, İtalyan Başbakan Yardımcısı Salvini gibi figürlerin katıldığı, aşırı sağ partiler zirvesi düzenlendi. Hollandalı emektar faşist lider Wilders Trump’a “silah arkadaşımız” diye selam gönderdi. Zaten toplantının ana sloganı, Trump’a nazire yaparcasına “Avrupa’yı Tekrar Büyük Yapmak” (MEGA) idi.
SEÇİMLERDE BEKLENEN SON
İşte bu koşullarda yapılan 23 Şubat seçimlerinde, AfD %20’nin üzerinde bir oyla ikinci parti oldu. Merz’in liderliğinde %28.5 oy alan Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi’nin tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan SPD’yle koalisyon kurması en yüksek olasılık görünüyor. Güvenlik Duvarı (Brandmauer) anlaşması gereği ana akım partiler AfD ile İttifaka yanaşmıyor. Bu durumda olası koalisyon, hem savunma harcamalarına daha fazla bütçe ayırmak, hem de Almanya’nın erozyona uğrayan rekabet gücünü diriltmek için atılımlar yapmak zorunda. Yüksek enerji maliyetleri, nüfus yaşlandığı için genç işgücü çok gerektiği halde göçmenler konusunda sert davranma vaadi, bir de üzerine Almanya’nın bütçe açığını GSYH’nin %0.35’i ile sınırlayan meşhur bütçe freni eklenince, Merz’in işinin zor olduğu görülüyor. Tüm bunlar AfD’nin yükselişinin sürmesi riskini artırıyor.
Sol Parti’nin son dönemlerdeki çıkışıyla oyunu %8.7’ye, sandalye sayısını 64’e yükseltmesi parlamentoda en azından soldan bir ses olması açısından moral verdi. Ulusalcı sol diyebileceğimiz Sol Parti’den kopan Sahra Wagenknecht’in BSW’si ise %4.97 oyla %5 seçim barajına takıldı.
ALMAN EKONOMİSİ TÖKEZLEDİ
Alman ekonomisinin 2023 ve 2024’te daraldıktan sonra, 2025’te de durgunluğunun sürdüğü gözleniyor. Ülkede özel sektör yatırımları yavaşlarken; reel ücretlerin düşmesinin yanı sıra, geleceği güvenle bakamamanın da etkisiyle hanehalkı harcamaları da durakladı. Rusya’nın Ukrayna işgali sonucu, Almanya yaptırımlara katılınca Moskova da enerji sevkiyatını durdurmuş, sonra da Kuzey Akım Boru Hattını kapatmıştı. Bu yüzden Almanya, çok daha pahalıya gelen Amerikan sıvılaştırılmış doğal gazına (LNG) muhtaç duruma düştü. Haliyle elektrik fiyatları sıçradı.
Eylül 2024’te yayımlanan “Draghi AB Strateji Raporu”na göre, Avrupa 90’ların ortalarından başlayarak üretkenlikte ABD’nin gerisinde kaldı. Çünkü hem yeni teknoloji firmaları ortaya çıkaramadı, hem de teknolojiyi ekonomiye yaymak anlamında dijital atılımı yakalayamadı. Eski kıtanın bu genel sorunu, Almanya ekonomisinin lokomotifi imalat sanayisini de krize sürükledi. Kilit sektörler otomotiv ve çelikte işten çıkarmalar sürürken, 19. Yüzyıldan beri liderliğini koruduğu kimya endüstrisinde de keskin üretim kayıpları gözleniyor. Bir de bunların üzerine Trump’ın gümrük vergileri eklenirse işler iyice sarpa saracak.
UMUDUMUZ SOL PARTİ’DE
Yeni Başbakan Merz’in bürokrasiyi azaltmak ve hükümet harcamalarını kısmak gibi klasik neoliberal reçetelerden başka bir çıkış planı yok. Almanya tek başına ABD ve Çin ile rekabet etmeyi mi deneyecek, yoksa Draghi’nin önerdiği gibi Avrupa çapında, ortak fonlardan beslenen bir çıkış arayışına mı yönelecek, bunu zaman gösterecek. Merz seçim sonuçları belli olur olmaz, “ABD bizim kaderimizle pek ilgili değil. Artık kendi bağımsız çizgimizi izlemeliyiz” diyerek işin ciddiyetini kavradığını gösterdi.
Böyle zor bir dönemde AfD’nin göçmen ve mülteci karşıtlığını körükleyen, ekonomik anlamda da piyasacı düsturun pek dışına çıkmayan politikaları karşısında; Sol Parti’nin önünde sol, kamucu bir programla kitlelerin güvenini kazanma şansı olabilir. Böylece Doğu Almanya’da ve genç seçmenler nezdinde yükselen desteğini daha da artırarak, AfD’nin önünü kesebilir. Beklentimiz ve temennimiz de bu yönde…
/././
Hayata Dönüş’ün faili de maktulü de meçhul -Ayça Söylemez-
Ümraniye Cezaevinde 25 yıl önce “Hayata Dönüş Operasyonu” çerçevesinde Bora ve Atmaca isimli planlar uygulandı, 6 kişi hayatını kaybetti. Yargıtay 24 yıl sonra verdiği kararında sadece 3 ölümü kale aldı.
19 Aralık 2000’de başlayan operasyonda bu cezaevinde 6 kişi hayatını kaybetti: Tutuklular Ahmet İbili, Ercan Polat, Umut Gedik, Rıza Poyraz, Alp Ata Akçayöz ile jandarma Nurettin Kurt.
Yargıtay 1. Ceza Dairesinin, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesinin kararını onadığı hükmünün maktuller kısmında ise 3 isim yer aldı: Alp Ata Akçayöz, Rıza Poyraz, Ercan Polat.
Yani, sanıkların yargılandığı “faili belli olmayacak şekilde kasten öldürme” suçlamasında maktuller de belirsiz kaldı. Üstelik hayatını kaybedenlerden biri, operasyona katılan askerlerdendi.
TARİH Mİ OLDU?
Üzerinden 25 yıl geçti, gündemin çok hızlı değiştiği memlekette insanların çoğu böyle bir operasyon olduğunu bile hatırlamıyor. Hatırlayanların bazıları için de “katliamlardan biri” olarak tarihteki yerini aldı.
Ancak neyse ki dosyayı takip eden avukatların kararlılığı sayesinde devam eden bir yargı süreci var. O yargı süreçlerinden biri de zamanın Ümraniye Cezaevindeki ölümler ve işkence ile ilgiliydi.
Aslında bu cezaeviyle ilgili iki dava açıldı. İlk davada o dönem operasyona maruz kalan 399 mahpus yargılandı. Evet, hem saldırıya maruz kalıp hem de yargılandılar. Avukatları da duruşmadaki savunmalarında, “Bu dava mağdurların sanık yapıldığı bir davadır” demişti.
Dedikleri gibi de oldu, İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesi 22 Ocak 2016’daki kararında, yargılanan mahpusların “öldürme suçunu işlemediklerinin sabit olması nedeniyle” beraat etmesine karar verdi.
Bu kararla, hapishanedeki ölümlerden, Adli Tıp Kurumu raporunun da söylediği gibi, operasyona katılan askerlerin sorumlu olduğu kanıtlandı: “Her ne kadar öldürme suçundan ve bu suça iştirak etmekten cezalandırılmaları talep edilmişse de yapılan yargılama neticesinde toplanılan delillerden sanıkların bu suçu işlemedikleri anlaşıldığından beraatlarına karar verildi.”
Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu’nun 16 Ekim 2002 tarihli raporunda, Uzman Çavuş Nurettin Kurt’un askerin kullandığı silahlarla öldürüldüğü ifade ediliyordu. Karara göre, operasyonda hayatını kaybeden tutuklular da askerin silahıyla vurulmuştu: “Olay sırasında güvenlik güçlerinin silah kullandıklarının sabit olup ölen tutuklu ya da hükümlülerin bir kısmının güvenlik güçlerinin kullanmış olduğu silahlarla hayatlarını kaybetmiş olduklarının dosyadaki diğer Adli Tıp Raporları ile de sabit olduğu dikkate alındığında…”
Bu durumda mantıken, askerlere açılan ikinci davada mahkumiyet çıkması gerekirdi. Öyle olmadı:
267 askere açılan davada 3 Aralık 2019’daki duruşmada kararını açıklayan İstanbul Anadolu 6. Ağır Ceza Mahkemesi, “kasten yaralama” ve “işkence” suçlarından davanın zamanaşımından düşmesine hükmetti. Sanıklar, “faili belli olmayacak şekilde kasten öldürme” suçundan da aleyhlerine mahkumiyetlerine yeterli her türlü kuşkudan uzak kesin ve inandırıcı kanıt bulunamadığından beraat etti.
İlk mahkeme askerler öldürdü, dedi. İkinci mahkeme askerleri beraat ettirdi. Yani ortada kimin öldürdüğü belirlenmeyen 6 cenaze kaldı. Suçun faili meçhul kalması bir yana Yargıtay bu son kararıyla maktullerin üçünün ismini de dosyadan çıkarmış oldu. Yani öldürülen 3 kişi - mahkeme kayıtlarına göre - tarihteki yerini bile alamadı.
/././
Emlak Konut yatırımcıya çalışıyor -Özge Güneş-
Artan spekülasyon, hızla yükselen kira fiyatları ve yetersiz sosyal konut politikaları nedeniyle alt ve orta-alt kesimler için barınma giderek daha can alıcı hale geldi. Konut sahipliği giderek daha zor hale gelirken özellikle büyük şehirlerde yaşanan ve 2021 itibariyle patlayan kira bedelleri ise barınmayı toplumun en yakıcı gündemlerinden biri haline getirdi. Deprem gerçeği, kentsel dönüşüm sorunları, teslim edilmeyen TOKİ projeleri, zorla tahliyeler, emeklilerin, gençlerin barınma sorunu da cabası…
Emlakçılar bu krizin temel nedeninin arz eksikliği olduğunu iddia etse de, sorunun kaynağının konutun bir yatırım aracına dönüşmesi olduğu artık herkesin malumu. Yine de hatırlatalım: Barınma/konut hakkı/güvencesi yerine karın esas alındığı bir piyasa düzeninde, bu krizin çözülmesi mümkün değildir.
Türkiye’de inşaatın “ekonominin lokomotifi” olarak değerlendirildiği son 20 yılda toplumun alt ve orta alt gelir gruplarının ihtiyacını karşılayacak planlı ve sürdürülebilir bir sosyal konut politikası benimsenmedi. Sosyal kiralık konut projesi geliştirilmedi. İmar planları, kamu yararı gözetilerek değil, rant odaklı hesaplarla belirlendi. Kamu eliyle barınma hakkını güvence altına almak yerine, piyasaya terk edildi. İnşaat sektörü artık barınma ihtiyacını karşılamaya yönelik bir alan olmaktan çıkıp, yatırımcıların servet birikimi sağladığı bir sektör haline geldi.
∗∗∗
Neticede karşımıza 2021 itibariyle başlayan ve kiraların kısa sürede ikiye üçe katlandığı bir tablo çıktı. Kira fiyatlarının kontrolsüz artışı kiracıların tahliye baskısına maruz kalmasına yol açtı. AKP iktidarı tepkilere yanıt olarak kira artışlarını sınırlayan yüzde 25’lik tavan uygulamasını hayata geçirdi ama nafile. Ta ilk gününden de ön görülebildiği gibi bu uygulama piyasada fiilen işlemedi, yan yollardan aşıldı.
Tüm bu gerçekliğin yarattığı krizin pik noktasında TOKİ iştiraki Emlak Konut, 19 Şubat 2025 tarihinde “Kazançlı Yatırım Kampanyası” adıyla yeni bir konut kampanyası başlattığını duyurdu. İstanbul, İzmir, Antalya ve Balıkesir’de toplam 25 projeyi kapsayan kampanya, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum tarafından “Nasıl dar gelirli vatandaşlarımıza uygun ödeme imkânlarıyla konut sunuyorsak, bu kampanyada da diğer gelir gruplarındaki vatandaşlarımıza, uygun vade oranlarıyla, peşinatsız kazançlı bir yatırım imkânı sunuyoruz.” biçiminde duyuruldu.
Proje, barınma krizinin asıl muhataplarına değil, yatırım yapabilecek kesimlere yönelik olduğu için haklı tepkilere neden oldu. Esasen ne Emlak Konut ne Bakan Kurum hedefini gizledi. Kampanya orta gelir grubunu konut sahibi yapmak için değil “diğer gelir gruplarındaki” yurttaşlara yatırım amaçlı planlanmıştı. Barınma krizinin ortasında yatırımcılara ‘kazançlı fırsatlar’ sunarak yüksek gelir gruplarına daha fazla servet aktarımı hedefleyen bir proje...
∗∗∗
Sunulan fiyatlara bakalım. İstanbul’daki en düşük fiyatlı konutun 5 milyon 950 bin TL. 1+1 daire almak isteyen bir kişinin 1 milyon 190 bin TL peşinat ödemesi ve kalan 4 milyon 790 bin TL için kredi çekmesi gerekiyor. Bu durumda, 60 ay vadeli kredinin aylık taksit ödemesi 166 bin TL’ye kadar çıkıyor. Kampanyaya dahil edilen en düşük fiyatlı daire için aylık taksit ödemesi 61 bin TL’den başlıyor. Yani net asgari ücret olan 22 bin 104 liranın yaklaşık 3 katı.
Yatırımcılara yönelik bu projenin yeni kiralık konutlar yaratması orta sınıfı ev sahibi yapmasından daha olası görünüyor. Hatta yatırımcılar yüksek getiri beklentisiyle kiraları daha da yukarı çekecek, bu da sadece mülk sahiplerini daha da zenginleştiren bir döngü yaratacaktır. Yani proje konut ihtiyacına yanıt üretmek yerine, kriz dinamiklerini sürdüren bir mekanizma oluşturacaktır.
Konut ihtiyacı ‘kazançlı yatırım fırsatları’ sunan kampanyalarla değil, kamu eliyle barınma hakkının güvence altına alınmasıyla tesis edilebilir. Sosyal konut projeleri, kira sınırlandırmaları ve kamuya ait kiralık konut stokları olmadan, bu kriz yalnızca derinleşmeye devam edecektir.
/././
Muhalife hapislik hizmetinde aksama yok -Gözde Bedeloğlu-
Albert Camus’nün “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, insanların nasıl öldüğüne bakın” sözünden yola çıkarak öğrenebileceklerimizin benzerine o ülkenin hapishanelerinde kimlerin tutulduğuna bakarak da ulaşabiliriz. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu hafta Silivri’de ziyaret ettiği isimler arasında siyasi parti lideri, gazeteci, belediye başkanları, iş insanı, şehir plancısı ve oyuncu menajeri var. Adalet Bakanlığı, 2027’de açmak üzere 11 yeni cezaevinin inşaatına başlıyor. Tutuklu profili böylesi çeşitli bir ülkede, hükümet hapislik hizmetlerinin aksamaması için elinden geleni yapıyor. TÜSİAD’ın 13 Şubat’taki genel kurul toplantısında, ülkenin ekonomik ve hukuki durumuna ilişkin düşüncelerini paylaşan iki başkan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz” sözlerinden birkaç saat sonra gözaltına alındı ve polis eşliğinde götürüldükleri mahkemeden yurt dışına çıkış yasağıyla ayrıldı.
***
İşinize bakın, siyasete karışmayın, başınız önde sabır ve sükunet içinde olun, şeklinde yorumlanabilecek bu had bildirmenin, patronalar üzerinden ülkedeki bütün hoşnutsuzlara yöneltilmiş bir uyarı olduğunu düşünmek için sebep çok! Bursa’nın Karacabey ilçesindeki Akhisar köyünde yaşayan Sinan Çiftçi, geçen yıl ürünlerinin tarlada kaldığını söyleyerek çiftçilerin sıkıntılarını anlattı. “Çiftçinin anası ağlıyor” diyen Sinan Çiftçi hakkında savcılık, ‘Cumhurbaşkanının onur, şeref ve saygınlığını rencide edici beyanlarda bulunarak saldırılarda bulunduğu’ iddiasıyla iddianame hazırladı. Çiftçi’nin 1 yıl 2 aydan 4 yıl 8 aya kadar hapisle cezalandırılması isteniyor. Erdoğan, 2006 yılında Mersin’i ziyaret etmiş ve “çiftçinin hali ne olacak, anamız ağladı” diyen Mustafa Kemal Öncel’i “Ananı da al git, artistlik yapma” diyerek azarlamıştı. Hakkında davalar açılan Öncel tarlasını satışa çıkardığını anlatmıştı. Yargı, 19 yıl önce de iktidar tarafından kalkan olarak kullanılmak isteniyordu. Bugün de seçilmişlerin yerine kayyım ataması gibi uygulamalarla demokratik siyaset; meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, barolar gibi örgütlü yapılar kriminalize edilerek toplumsal muhalefet hedef alınmış durumda. Hadlerini bilmemekle suçlanan TÜSİAD yöneticilerinin dikkat çeken eleştirilerilerinden biri de ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurmanın artık şirket kurmaktan daha kolay’ olduğuydu. Kayıtlı üye sayısıyla dünyanın en büyük barosu olma özelliği taşıyan İstanbul Barosu’nun Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özden Kaboğlu ve on yönetim kurulu üyesi hakkında ‘terör örgütü propagandası yapmak’ ve ‘basın yoluyla halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak’ suçlarından 3 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası istemiyle fezleke hazırlandı. Terör soruşturmasına sebep, hükümetin terörle mücadele kapsamında öldürüldüğünü söylediği Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in baro tarafından gazeteci olarak tanıtılması…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Halkların Demokratik Kongresi’ne (HDK) yönelik başlattığı soruşturma kapsamında 18 Şubat’ta on ilde gerçekleştirilen ev baskınlarında gözaltına alınan 50 kişiden 30’u tutuklandı. 14 yıl önce Ankara’da kurulan HDK, amaçlarını “tüm etnik kimliklerin, din ve mezheplerin, kadınların, LGBT+ bireylerin, azınlıkların, çevre hareketlerinin ve bağımsız bireylerin kendilerini ifade edebilecekleri bir platform oluşturmak” şeklinde belirlemiş, açık, yasal bir birliktelik. Ama bugün, sosyalist partilerden sendikalara, hak temelli sivil toplum örgütlerinden kadın-çevre-LGBT+ hareketlerine kadar çeşitli ve farklı grupları bir araya toplandığı HDK, birden bire suçla ilişkilendirildi. Feministler, LGBT+ bireyler, gazeteciler, siyasetçiler, sanatçılar 14 yıl önce, kendilerinin bile unutmuş olabileceği etkinliklere katılmak ve haber yazmakla suçlanıyor. Adliye ve hapishanelerdeki çeşitlilik, saray rejimi ve politikalarını desteklemeyen kim varsa, yani tam bir eşitlik içinde, adını bir ‘terör soruşturması’ içinde bulabileceğini gösteriyor.
***
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2024’te yapılan sosyal yardım raporuna göre “3,5 milyon hane, 14 milyondan fazla yurttaş, yaşamını ancak sosyal yardımlar ile sürdürebildi. Ailesinin bakamadığı çocuk sayısı 170,3 bin.” Erdoğan’ın ‘Aile Yılı’ ilan ettiği 2025’te bir ailenin açlık sınırı 22 bin, yoksulluk sınırı 72 bin lira. TÜSİAD başkanlarına yönelik başlatılan soruşturma hakkında konuşan eski AKP milletvekili Şamil Tayyar, “Türkiye nereye gidiyor denmeye başladı. Bir eleştiriyi bile yargı konusu yaparsanız, o zaman kim konuşacak” diye sormuş. 6 bin kişilik soruşturma dosyasından bahsediliyorken, partisinin gönlünden geçeni tahmin edebilecek kadar deneyimlidir Tayyar. Brecht’in, faşizme karşı mücadelenin simgesine dönüşen “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” şiiri boşuna yeniden hatırlanmıyor. Yöntem de eski mücadele de…
/././
Yüzyıllık mekân/mukim öyküleri -Şükrü Aslan-
Türkiye’nin Politik söyleminde yüzyıl öyküleri genellikle kahramanlıklar üzerine kuruludur ve ‘zaferden zafere koşan milletin’ serüvenini anlatır. Ne var ki o söylemin örttüğü alanda bambaşka sosyolojik mekan/mukim öyküleri saklıdır. Erzincan’lı Vahe Aliksanyan’ın yüzyıla sığmış öyküleri bu örtük alanın ilgi çekici örneklerinden biridir.
1924’de İstanbul’da dünyaya gelen ve tam yüz yıl sonra yine İstanbul’da hayata veda eden Aliksanyan’ı, 2008’de GAP Turu olarak bilinen bir turistik gezide tanımıştım. Sevgili Hüseyin Elçi’in Gezi Dostları grubuyla Adıyaman, Mardin, Diyarbakır, Urfa coğrafyasını gezmiştik. TIP doktoru Aliksanyan kitaplarının fakültelerde okutulduğu halde, prof. olamamasının öyküsünü de o zaman öğrenmiştim. Hemen tüm sözleri bir tecrübenin dili gibiydi. Mardin’de camiye dönüştürülmüş bir kilise için ‘hayırlı bir iş’ demesine şaşırmış, nedenini dinleyince anlamıştım. Başka pek çok şehirde elektrik santraline, hapishaneye, hayvan barınağına ve hatta geneleve dönüştürülmüş kiliseleri biliyordu, bu hiç değilse ‘Allahın eviydi’.
Bu seyahati izleyen günlerde babası Bedros Aliksanyan’ın 1915’de yaşadığı dehşet günlerini içeren hatıralarını paylaşmıştı benimle. O notları ailenin üç kuşak hikayesi içinde sevgili Öykü Gürpınar, MSGSÜ Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans tezine konu yapmış, bu çalışma vesilesiyle Aliksan’yan ailesini ziyaret etmiştik.
Aile köklerinin geldiği ve adı ‘Armutlu’ olarak değiştirilmiş olan Armıdan, Hagop Mıntzuri’nin anlattığı gibi eğitim kurumları da olan gelişmiş bir köydü. Armıdan’lı Bedros, 1915’de Erzincan’da ölüme götürülürken kaçıp kurtulabilen ve bir süre bir ailenin korumasında saklandıktan sonra İstanbul’a gelebilmiş bir Ermeniydi. Burada, daha önce gelen Armıdanlılarla buluşmuş, bir fırında çalışmış ve dürüstlüğü-çalışkanlığı ile kısa sürede yönetici olmuştu. Kendisi gibi Armıdanlı bir hanımla evlenmiş ve hatıratını da o süreçte yazmıştı. Bedros’un hatıratına da yazdığı ve oğluna anlattığı en önemli olay, Ermeniler ölüme götürülürken, üç gencin ani bir hareketle köprüden nehire atlamalarıydı. Onlardan biri vurularak öldürülmüş, diğeri yaralanmış ve o haliyle Bedros’a ‘bari sen kaç, kurtul’ demişti. O da arkadaşını orada bırakarak canını kurtarmıştı. Bu manzara bütün ömrü boyunca kendisiyle yaşamıştı.
Bedros kurtulmuş ve İstanbul’da iyi bir iş-yaşam kurmuş olsa da türlü musibetlerin muhatabı olmaktan kurtulamamıştı. 1941’de 25-45 yaş grubunda Müslüman olmayan bütün erkekler, askerlik için Sultanahmet meydanında toplandıklarında, 43 yaşındaki Bedros da aralarındaydı. Bu beklenmedik ‘görev’ bir yıl sürmüştü. O bitince ‘Varlık Vergisi’ gelmiş, ailenin işyeri olan fırına 3.000 lira gibi yüksek borç çıkarılmıştı. Aile bir şekilde bu parayı temin ederek Aşkale’ye gitmekten kurtulmuştu. Ama bu da son değildi, 6-7 Eylül saldırılarında, fırını yakıp talan eden grubun başında yakından tanıdıkları komşu fırın sahibinin oğlu vardı. Kadere bakın ki olaylardan sonra o genç hastalandığında babası tedavi için Dr. Vahe Aliksanyan’a götürmüştü. Bir yıl sonra bu kez, alt katı fırın olan evleri ani bir kararla “istimlak edilmiş” ve üç gün süre verilerek boşaltmaları istenmişti. Bedros’un dönemin Belediye Başkanı nezdindeki girişimleri sonuç vermemiş, bina üçüncü gün yıkılmış ve bir istimlak bedeli de ödenmemişti.
93 yaşında hayata veda eden Bedros’un en büyük arzusu hiç değilse bir kez olsun Armıdan’ı görmek olduğu halde oğlu, türlü nedenlerle babasını köyüne götürememiş, kendi de hiç gitmemişti. Memleketini bu zorunlu ihmal içine dert olmuştu. Babasının ‘kimliğini inkar etmeme’ tavsiyesine uyup, 1960 yılı nüfus sayımında memurun; “anadiliniz nedir” sorusuna, sevinçle “Ermenice” diye yanıt vermiş ama memurun sert tepkisiyle karşılaşınca geri adım atmak zorunda kalmıştı. Aynı formda ‘bildiğiniz yabancı dil’ sorusuna, ‘bari buraya yazdırayım’ diye yine ‘Ermenice’ deyince sayım memuru ayağa kalkarak hiddetlenmiş, öyle olunca oraya da ‘İngilizce’ yazılmıştı.
Vahe Aliksanyan, memleketi Armıdan’ı göremeden 100 yıl yaşadı ve 12 Ağustos 2024’de dünyaya veda etti. Her karesi büyük veballere işaret eden silüetlerin bir tür toplu fotoğrafı gibi!
/././
Birgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder