Yeni bir dönemin “alanları”, “suçları” ve “suç sayılmayanları” -Gökçer Tahincioğlu/T24-

 İşkence iddiaları Türkiye’de yeni değil. Yakalanan kişilerin darp edilmesi, yüzlerine 10 cm. mesafeden biber gazı sıkılması, sosyal medyaya yansıyan görüntüler, o görüntüleri çekenlerin tutuklanmaları normal mi? Cezaevlerinde, nezarethanelerde yer kalmaması normal mi?

Menajer Ayşe Barım, Gezi eylemlerini organize ederek anayasal düzeni bozmak suçuna iştirak suçundan tutuklandığında, karardaki gerekçeler ilginçti.

Yasalaşmamış “etki ajanlığı” suçu tutanakta açıkça kullanılıyor, orman yangınları konusunda sosyal medyadan çağrı yapılması, Avrupa Komisyonu, AİHM, AB yetkilileriyle görüşülmesi ya da buralara yönelik yine çağrıda bulunulması bu suçun unsurları olarak sayılıyordu. Barım’ın şirketine bağlı sanatçıların, “Gezi’de yönlendirmeyle sokağa çıkmadık” sözleri de ayrı bir suç olarak nitelendirildi.

İmamoğlu operasyonlarından sonra sokak protestoları başlar başlamaz operasyon anlam kazandı… Yandaş gazeteci açıkça ifade ediyordu:

“Bakın, konuşabilen bir tane sanatçı var mı?”

Sonrasında konuşan ya da tepki gösterenlere soruşturma açılmasını da talep ederek.

***

TÜSİAD soruşturmasının gerekçesi de ilginçti.

İki TÜSİAD yöneticisine yurtdışı çıkış yasağı koyan hâkimliğin gerekçesinde, “Bilmediği konuda konuşmak” suçu vardı. Böylece kamuoyu yanılmıştı yargıya göre ve bu da ağır bir suçtu.

Ardından İmamoğlu operasyonun yapıldığı gün gazeteci İsmail Saymaz da yine Gezi olayları gerekçe gösterilerek gözaltına alındı.

Ev hapsi ile serbest bırakılan Saymaz’a yönelik suçlama da “iştirak” suçu…

***

İmamoğlu operasyonlarına yönelik konuşulacak çok başlık var.

Türkiye’de büyük belediyelerle ilgili yolsuzluk suçlamaları yeni değil… İstanbul ve Ankara başta olmak üzere hemen her dönem büyük belediyelerle ilgili yolsuzluk soruşturmaları gündeme geliyor.

2000’li yılların başından itibaren tartışmalı birçok davaya tanıklık ettik.

Eski İBB Başkanı Ali Müfit Gürtuna dönemindeki billboard davası, Erdoğan’ın başkanlık dönemi ve sonrasına ait Akbil davası, İGDAŞ davası…

Ankara’da Gökçek dönemine ilişkin dava ve soruşturmalar.

Bu davalar bazen büyük tartışmalarla, bazen sessiz sedasız sonuçlandı.

Ancak hem “teröre yardım” hem de “suç örgütü liderliği” gibi suçlamalar yeni.

Yaşananlar bu soruşturmanın boyutlarını da aşmış durumda. Sıra iddiaları, yanıtları konuşmaya bile gelmiyor.

***

Yasal olarak kurulmuş bir vakfın daveti üzerine konuşmacı olarak, hiçbir şeyden haberiniz olmadan davet edilir ve giderseniz, tutanaklarda “terörist” diye anılmanız mümkün.

Sorgu tutanaklarında terörden yargılanıp beraat etmiş insanlar için bu yorum yapılıyor…

Alanda gazetecilik yaparken tutuklanmanız mümkün. Sadece ve sadece fotoğraf çekmek suç sayılabiliyor, görüyoruz.

Televizyonların yaşananları göstermesi suç. Haber televizyonlarının yaşananları yansıtması RTÜK’e göre lisans iptali sebebi…

Youtube yayınlarına lisans getirmek, lisans alınmıyorsa erişimi kapatmak yeni dönemin uygulamalarından.

Sosyal medya hesapları gerekçesiz erişime kapatılıyor. “Milli güvenlik” denilip geçiliyor.

ODTÜ’de yaşananlar, İstanbul’dan gelen görüntüler, tutuklanan yüzlerce genç.

İşkence iddiaları Türkiye’de yeni değil.

Gündemden düşmeyen, “münferit” diye karşılanan, üzerine gidilmeyen, güvenlik güçlerinin uygulamalarına müdahale edilirse siyasetin gücünün azalacağına inanılan bir alan bu.

Bu nedenle onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce işkence iddiasına ve dosyasına tanıklık ettik bunca yıl.

Ancak İçişleri ve Adalet bakanlarına bugün olanları özellikle sormak lazım.

Yakalanan kişilerin darp edilmesi, yüzlerine 10 cm. mesafeden biber gazı sıkılması, sosyal medyaya yansıyan görüntüler, o görüntüleri çekenlerin tutuklanmaları normal mi?

Gazetecilerin alanda işlerini yaparken, ekipmanları görünmeyecek biçimde fotoğraflanması, ardından tutuklanmaları normal mi?

Ankara’da, hiçbir şiddet eyleminin yaşanmadığı olaylardan sonra aralarında, 25 yıldır her olayda tutuklanan, mağdur edilen Veli Saçılık’ın da olduğu insanların uzaktan fotoğrafları çekilerek eylemleri yönlendirdikleri iddiasıyla ev baskınıyla gözaltına alınmaları normal mi?

Cezaevlerinde, nezarethanelerde yer kalmaması normal mi?

Bu uygulamalara karşı tek bir soruşturma açılmaması normal mi?

Her iki bakan da ısrarla hukuk devletinden ve yargıya güvenilmesinden söz ederken hukuk devleti çağrısı yapanlara yanıt verilmemesi ve onların da suçlanması normal mi?

Saat 04.00’te yapılan baskınlar normal mi?

***

Hazırlık süreci ve yaşananlar, tartışmalar ve olan bitenler başka bir döneme geçildiğini açıkça gösteriyor.

Alanlar da alıştığımız gibi değil. Ankara’da özellikle…

“Pazarcıyım ben abi, nerede pazar kurulursa tezgâh açarım…”

Ağırlığı siyah giyinmiş, neşeli, hareketli, yerinde duramayan ve buna rağmen saatlerdir önlerinde duran barikatın çizdiği çerçeveye ve önlerinde bekleyen polise sonsuz saygılı kalabalığı kontrol eden gençlerden biri bu.

“Sıkıldık abi, bu düzenden sıkıldık, parasızlıktan sıkıldık, olandan bitenden sıkıldık…”

Sıkılmak anahtar kelime gibi.

Geleceği düşünmekten de sıkılmak. Beklentisizlikten de sıkılmak. Kısır tartışmalardan, siyasetin bu kadar yaşamı boğmasından da sıkılmak. “Bahis”, “kripto para”, “borsa”, “kumar” oynayarak üç kuruşu dört kuruş yapma çabasından da sıkılmak.

***

Pazarcının yanında duran genç, pazarcıdan da küçük.

Her ikisi de saatlerdir en önde duran kitleyi kontrol ediyor. Barikata bir adım yaklaşırlarsa geriye itiyor, meşale, havai fişek yakılırsa koşarak gidip söndürüyor.

  • Niye senin sözünü dinliyorlar?

  • Abi, kaç gündür buradayız, emek veriyoruz, günde 300 kişi arıyor beni toplanıyor muyuz diye, sağ olsunlar sözümü de dinliyorlar. Biz sesimizi duyuruyoruz. Fişlenmek de istemiyoruz.

Üniversiteyi kazanamamış, özel okulda okuma olanağı yok, ne iş oluyorsa yapıyor, çoğunlukla parasız.

  • Siyasi bir aidiyetin, bir gruba, partiye bağlılığın var mı?

  • Yok abi, biz kendi derdimiz için buradayız.

***

Öndeki kalabalığın sloganları arasında en belirgin olanı, Öcalan’a yönelik hakaretler.

Arada polisi hedef alan bir slogan atılırsa, “Polise saldıran s… gitsin” sloganı ve alkışlarla karşılık veriliyor.

Polis için de şaşırtıcı bir topluluk.

Lideri yok, partisi yok, geçmişe öfkeli, iktidara öfkeli, hayata öfkeli, neşeli, kavgacı, hareketli…

“Kanziler” diyor içlerinden bir tanesi, “Çok kanzi var.”

Bir alt kültür formu olarak nitelenen bu tanımı ne kadarının kabullendiği bilinmez ancak bazıları birbirlerine böyle hitap ediyor.

Küfürle dertleri yok. “Cinsiyetçi konuşmayın” uyarılarını gülerek karşılıyorlar.

Son 10 yılda büyüyen “İttihatçılık”, “Cemal, Enver, Talat, İttihat” sloganı ile kendini alanda gösteriyor.

İttihatçılığın yanında saf bir Atatürk bağlılığı var.

Göçmen karşıtlığı, “Kürtlere değil teröre karşıyız” deseler de dile vuran Kürt karşıtlığı, LGBTİ karşıtlığı…

En azından konuşan, yanıt veren birkaçı, Gezi eylemlerine sempatiyle baktıklarını ama polise saldırıldığı, terör örgütlerini dışlayamadığı için başarısız bulduklarını söylüyorlar.

Kurye, tezgahtar, işsiz… Eylemlerin ilk gününden itibaren, saat beşten sonra hazırlıklarına başlıyor, saat 19.00-20.00 sıralarında alana iniyorlar.

Genç kadınlar “uluyor” hemen ardından, “İsyan, devrim, özgürlük” sloganları geliyor. Bozkurt işaretinin MHP’ye ait olmadığını söyleyip sürekli kullanıyor ve “çapulcu” kimliğini kullanmakta da sakınca görmüyor.

***

Öfkelenmek yerine anlamaya çalışanlar için kafa yorulması gereken çok başlık var.

Gezi sonrası giderek sokakların sessizleştiği, bombaların patladığı, darbe girişiminin yaşandığı süreçte ilk gençliklerine adım atan, OHAL’le, başkanlık sisteminin yeni kurallarıyla, pandemiyle ve ekonomik krizle büyüyen, sürekli milliyetçiliğin empoze edildiği, akıl almaz zenginlikteki yaşıtlarını izleyen ve sesleri kendi sosyal medyaları dışında çıkmayan, duyulmayan bu gençlerin öfkesinin de dillerinin de bir nedeni var.

Ama olan bitenin farkında olmadıklarını söyleyenlere de kızıyorlar.

“Ülkede adalet yok abi, ne yapalım yani, biz seviyoruz ülkeyi, iyi olsun istiyoruz.”

“Eşitlik olsun, her şey eşit olsun.”

“Baksana olana bitene, bizim kimseye zararımız yok, tepkimi gösteriyoruz.”

Ancak bu kesim için sloganların genellikle “çözüm sürecini” odak alması dikkat çekici. Bunu, istifa ve diploma sloganları izliyor.

***

Alan bu gençlerden ibaret değil. Kızılay’a çıkan can damarı caddelerden Ziya Gökalp Caddesi’nin hemen başında TOMA’lar ve polis barikatı, barikatın önünde bu gençler, onların arkasında CHP’ye ait bir otobüs, otobüsün arka kısmında da sol parti ve gruplar var. İki grup arasında mesafe dikkat çekici. İstanbul’dan farklı olarak polis, barikat zorlanmadıkça gece yarısına kadar müdahale etmeden bekliyor. Gece yarısı ise müdahale ve gözaltılar başlıyor.

***

Ancak “sokaklar çok değişti” diye yorumlamak da eksik kalır bu tabloyu. Bu tablonun üzerine başta iktidarın, uzun uzun düşünmesi gerekiyor.

Sokakları da geçen yıllarda sol gruplardaki, sendikalardaki, mahallelerdeki erimeyi, baskıları unutmadan, bu kesimlerin yaşadıklarını hafızada tutarak yorumlamak gerekiyor.

Ankara’da, ODTÜ başta olmak üzere, üniversitelerde yaşananlar ise bambaşka bir başlık. Üniversitelilerin ve bu grupların Kızılay’da bir araya geldikleri günlerde de sloganların bir uçtan diğer uca kadar çeşitlenmesi, küçük bir grup dışında bu sloganlara müdahale eden grupların olmamasını da not etmek lazım.

***

CHP odaklı tartışmalar, İstanbul’da yaşananlar, Ankara’da yaşananlar, çözüm süreci, kayyım iddiaları…

Her şey birbirine karışırken net bir tablo çizmek kolay değil.

Zamanlamayı açık seçik şekilde yorumlamak, nereye doğru ilerlediğimizi görmek de kolay değil.

Ancak tüm bu kargaşanın içinde durulması gereken nokta da belli. O noktadan çıkılmasının maliyeti çok ağır. Her koşulda “o noktayı geçtik” diyenlere rağmen ısrarla anımsatmak gerekiyor.

Hukukta ve hukukilikte ısrar ederek…

Gökçer Tahincioğlu/T24

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Mart 2025-

‘BOYUN EĞME memlekete sahip çık’ -Ali Rıza Aydın-

Güncel ve yakıcı görev, emekçi halkın çaresizlik içinde düzen partilerinin sayısız hizbi arasına sıkışmaması için genel oy hakkına sahip çıkarak bağımsız, yurtsever, aydınlanmacı ve devrimci bir hattın örgütlenmesi.

Türkiye Komünist Partisine CNN Türk ekranlarında İstanbul Haber Müdürü tarafından “terör örgütü” denildi.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın, Parti üye ve dostlarının, İletişim Emekçileri Dayanışma Ağının, duyarlı birçok gazetecinin tepkileriyle karşılaşılan bu yalan üzerine özür dilendi ama düzeltmenin nasıl yapılacağını, nasıldan öte, yayılan bu yalanın doğrusunun CNN tarafından gereğince anlatılıp anlatılamayacağını bekleyip göreceğiz.

TKP’nin yanıtı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Yasası hükümleri gereğince faaliyet göstermesiyle, il ve ilçe örgütleriyle, seçimlere girme hakkına sahip olan bir siyasi parti olmasıyla hukuksal olarak açık. Bu gerçek ve değerli… 

Hukuksal yanıttan daha gerçek ve değerli olansa siyaset ve ideolojisiyle, somut durum analizleriyle, çözüm belgeleriyle, devrimci duruşuyla, üye ve gönüllülerinin partili yaşam ve örgüt disipliniyle, parti programı ve kongre kararlarıyla, ilkeli tavır ve toplumsal sorumlulukla, emekçilerin hak savaşımlarını sınıfsal kulvarda yükseltmesiyle verilen yanıt.

TKP’ye önyargılı bakanlara bir haftadır güçlü bir biçimde alanlarda olan partinin pankartı dolanmadan, net yanıt veriyor: Boyun Eğme Memlekete sahip çık.

Güncel ve yakıcı görev, emekçi halkın çaresizlik içinde düzen partilerinin sayısız hizbi arasına sıkışmaması için genel oy hakkına sahip çıkarak bağımsız, yurtsever, aydınlanmacı ve devrimci bir hattın örgütlenmesi.

CNN Türk memlekete sahip çıkan TKP’ye “terör örgütü” derken ve CHP Genel Başkanı CNN International’a “NATO ile güçlü bir ittifakı destekliyoruz” diyor. TKP Batıyı kapitalist/emperyalist bütünlükle tanımlarken CHP “ülkemizin Batı ile entegre olmasını” istiyor. Sermaye sınıfını desteklemekte de özelleştirmeler de de durum faklı değil.

Gözü kapalı olarak parlamento, hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız yargı demek, devletin ve hukukun sınıfsallığına, sermaye sınıfının egemenliğine ve sömürüsüne de gözleri kapatıyor.

Genel oy hakkının gaspına, haksızlıklara, hukuk garabetine, adaletsizliğe karşı çıkmak düzene gözleri kapatmak anlamına gelmiyor. Sınıfsal savaşım verenler bu karşı çıkışa eşitsiz  düzenin analizini ve çözüm yollarını da ekliyor.

“İnsanın insanı sömürmeye başladığı andan itibaren tüm tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir ve tarihin doğrultusunu bu mücadelede hangi sınıfın ağır bastığı belirler” diyerek başlıyor TKP Programı.

Ve devam ediyor: “İnsanlık, ancak işçi sınıfının öncülüğünde kapitalizmi aşabilir ve böylece tarihin çarkı ileriye doğru dönebilir. Kendi sonunu hazırlayan dinamikleri yapısında barındıran kapitalizm, yine kendi yarattığı mezar kazıcısının, proletaryanın eliyle o mezara konulacak ve tarihe gömülecek.”

“Kapitalizm doğası gereği krizlerden kurtulamıyor, kendi sonunu hazırlayacak koşulları yaratmaya devam ediyor.”

21. yüzyılın başında “tarihin akışına burjuvazinin vurduğu gericilik dönemi, insanlığın içine düştüğü bu karanlık kalıcı olamaz. Çünkü sınıflar mücadelesi hiç durmadan sürüyor.”

Program, ekleriyle birlikte her zaman değerli, her zaman baş ucunda olmalı. Yaşadığımız güncel durumdaysa ivedi olarak okunmalı.

Direnme hakkı elbette kullanılacak, vazgeçilmez. Ancak direnilenin çözümü için yanıt üretilemezse direnişin gücü zayıflar, kırılır. Klasikleşen deyişle ortadan kaldırılmamış düşman tehlikelidir. Ama ortadan kaldırmak yetmez, yerine konulacak olanı bilmeyene direniş fayda etmez.

Ne kadar yalan saldırısı olursa olsun Türkiye Komünist Partisi, boyun eğmeyip memlekete sahip çıkanların, aydınlanmacı ve yurtseverlerin, sömürüye ve gericiliğe karşı olanların partisi olarak sosyalist devrimin ve emekçilerin cumhuriyetinin öncü gücü olan işçi sınıfını örgütlemek ve devrime önderlik etmek savını yaşama geçirmek için savaşım veriyor.  

                                                        /././ 

Şişli kayyımı ilkokul öğrencilerine verilen ücretsiz yemek dağıtımını iptal etti

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile birlikte tutuklanan Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan yerine atanan kayyım Şişli’de önce Kent Lokantaları’nı kapattı şimdi de okullara öğle saatlerinde verilen öğünler iptal edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/sisli-kayyimi-ilkokul-ogrencilerine-verilen-ucretsiz-yemek-dagitimini-iptal-etti-397091)

                                                         ***

Demokrasi mücadelesinde emeğin konumu -Atilla Özsever-   

İBB Başkanı İmamoğlu’nun gözaltı ve tutuklanması üzerine yapılan eylemlere işçiler, emekçiler de ağırlıklı olarak bireysel anlamda katılım sağladı. DİSK, KESK, Birleşik Kamu-İş gibi emek örgütleri de alanlardaydı. Ancak sendikal hareket açısından güçlü bir katılımın olduğu söylenemez. Türk-İş ise ortada yoktu…

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve daha sonra tutuklanması üzerine başlayan eylemlere gençlerin ağırlıklı olarak katıldığı dikkati çekiyordu.

CHP’nin İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart 2025 tarihinden itibaren 25 Mart’a kadar yedi gün süreyle Saraçhane Meydanı’nda düzenlediği mitinglere katılım, giderek artıyor, meydanın civarındaki yerlerin de eklenmesiyle bir milyona yakın kişinin alanda olduğu gözlemleniyordu.

Emeğin katılımı açısından gerek Saraçhane Meydanı’nı, gerekse ülkenin diğer alanlarındaki durumu değerlendirdiğimizde işçilerin, emekçilerin daha çok bireysel anlamda katılım sağladığı göze çarpıyordu. 

Sendikal hareketin katılımı

Kuşkusuz DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve bağlı sendikalar, yöneticileri ve pankartlarıyla meydanlardaydı. Nitekim CHP lideri Özgür Özel, Saraçhane’deki mitingde DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun her akşam alana geldiğini bizzat kürsüden ifade etmişti.

KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu ve bağlı sendikalar ile Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun yöneticileri, bayrak ve flamaları da alanlardaydı. Ancak kitlesel anlamda emek örgütlerini kapsayan sendikal hareketin bu eylemlere güçlü bir katılım sağladığını ifade etmek zordur.

Keza Türkiye’de en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonu Türk-İş yöneticilerinin alanlarda görülmediği ve en azından seçme ve seçilme özgürlüğünün gaspı anlamına gelen İBB Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanması ile ilgili en küçük bir açıklama yapmadığı da dikkati çekmişti.

Türk-İş’in tavrı

Türk-İş’in bu tavrında, 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu sözleşmeleri nedeniyle AKP iktidarıyla doğrudan bir sürtüşmeye girmek istemediği tahmin edilebilir. Zaten Türk-İş üst yönetimi de bu 23 yıllık dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarıyla herhangi bir ters duruma düşmemiştir.

Oysa Türk-İş’in geçmiş dönemlerde başta Özal’lı ANAP ve DYP’li Çiller hükümeti olmak üzere siyasal iktidarlarla doğrudan çatışma içinde olduğunu tarihsel örnekleri hatırlatarak aktarmaya çalışacağız. 

İşçi sınıfı demokrasiyi savunmalı

DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Özkan Atar, işçi sınıfının hem ekonomik ve sosyal hakları için sınıf mücadelesi vermesi gerektiğini, hem de bu mücadelenin ayrılmaz parçası olan demokrasi mücadelesinde aktif bir konumda olması gerektiğini vurguladı.

Aynı zamanda DİSK Genel Başkan Yardımcısı olan Özkan Atar, “Saraçhane dahil Türkiye’nin birçok yerinde yapılan etkinliklere, mitinglere işçi arkadaşlarımız bireysel anlamda bir katılım sağladı. DİSK olarak da ilk günden itibaren Saraçhane’ye örgütsel düzeyde katıldık” diye görüş belirtti.

Özkan Atar, bu eylemlere Türk-İş’in katılmayışı konusunda da şunları söyledi:

“Türk-İş yönetimi tarafından İmamoğlu olayının esasını oluşturan seçme ve seçilme hakkına yönelik baskıya karşı en küçük bir açıklama yapılmadı. Türk-İş, halkın haksızlığa karşı gösterdiği bu büyük direnişi destekleyen bir söz söylemedi, toplumsal haklara yönelik saldırılara karşı en ufak bir görüş belirtmedi. Bunu büyük bir eksiklik olarak görüyorum”.

Özkan Atar, “Tek adamın yönettiği totaliter baskıcı bir rejime karşı demokrasiyi savunmak ayni zamanda işçi haklarını da savunmak demektir. Aslında şu aşamada kamuda 600 bin kişiyi ilgilendiren kamu sözleşmeleri süreci var. Orada da AKP iktidarı, çok düşük oranda bir zam yapmaya kalkarsa Türk-İş başta olmak üzere işçilerin tepki göstermesi gerekir” diye konuştu.

Taban, yönetimleri zorlamalı

Birleşik Metal-İş Başkanı Atar, işçi tabanının sendika yönetimlerini ekonomik ve sosyal haklarla birlikte demokrasi mücadelesine zorlaması gerektiğine işaret etti.

DİSK Genel Başkan Yardımcısı Özkan Atar, “Şu aşamada ülkemizde bir siyasal grevi örgütleme koşulları yok. Kuşkusuz işçi sınıfının haklarına yönelik topyekun bir saldırı olursa o zaman böyle bir süreç başlayabilir” diye görüşünü belirtti. 

DGM Direnişi

Tarihsel anlamda DİSK’in siyasal nitelikteki eylemlerine bakacak olursak; özellikle 1960-1980 döneminde yükselen işçi hareketine ve “sol dalgaya” paralel olarak önemli eylemlere “imza attığını” da vurgulayabiliriz.

DİSK, 15-16 Haziran 1970 olaylarının yanı sıra tarihte “DGM Direnişi” olarak tanımlanan eylemlerde de siyasal bir tavır ortaya koymuştur.

Bu işçi konfederasyonu, 16 Eylül 1976 günü demokratik hak ve özgürlüklerini kısıtlayan Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) yasa tasarısının kanunlaşmasını önlemek amacıyla ülke çapında 500 bin işçinin katıldığı bir genel grev eylemi gerçekleştirdi. İktidarda AP, MSP ve MHP’den oluşan Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti vardı.

Sonuçta Meclis, DGM yasasını çıkaramadan dağılmak zorunda kaldı, yani tasarı yasalaşmamıştı. DMG direnişi de bir siyasal eylem niteliğini taşıyordu.

DİSK’in faşizme ihtar eylemi

DİSK, 16 Mart 1978’de de İstanbul Üniversitesi önünde bombalı saldırı sonucu öldürülen 7 öğrencinin katliamını protesto etmek için 20 Mart 1978 günü “Faşizme ihtar eylemi” adı altında ülke çapında iki saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirmişti. Bu eylem, siyasi nitelik taşıyan bir genel grev eylemiydi.

DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk’ün ifadesiyle bu eylem, “Faşist ve gerici güçlerin temsilcisi Milliyetçi Cephe (MC) iktidarına karşı bir ihtar eylemiydi”. 

Kuşkusuz şu aşamada, içinde bulunduğumuz koşullarda emek hareketinin güçlü olduğu ve toplumda sınıfsal mücadelelerin geniş anlamda etkinlik kazandığı söylenemez. Bununla birlikte siyasal İslamcı faşizan bir yönetimi daha da derinleştirmek isteyen bir iktidara karşı anayasal demokratik hakları kullanmak, işçi sınıfının etkinliğini toplumsal muhalefet hareketi içinde de gösterebilmek önem kazanıyor.

Türk-İş ve siyaset yasağının kalkması

Gelelim, Türk-İş’in tarihteki siyasal mücadele yaptığı eylemlere… Türk-İş, 1987 yılında siyasi yasakların kakması için kampanya yapmıştı. 1982 Anayasası’nın geçici bir maddesiyle 12 Eylül 1980 öncesindeki politikacılara (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş dahil) siyaset yasağı getirilmişti.

TBMM’de politikacılara siyaset yasağının kaldırılması için halkoyuna gidilmesi kararı çıkmıştı. Turgut Özal’ın başbakan olduğu ANAP (Anavatan Partisi) iktidardaydı. ANAP Hükümeti, halkoylamasında (hayır) sonucu çıkmasını, yani siyaset yasağının devam etmesini istiyordu.

Türk-İş Başkanlar Kurulu, 6 Eylül 1987 tarihinde yapılacak halkoylaması öncesinde 3 Temmuz 1987 günü yaptığı toplantıda, “işçi hak ve özgürlükleri ve siyasal demokrasinin çoğulcu ve katılımcı yolları önündeki engellerin kaldırılması” amacıyla halkoylamasında (evet) oyu kullanılmasını istedi.

Türk-İş, yine halkoylaması öncesinde 33 ilde kapalı salon toplantısı düzenleyerek etkili bir kampanya sürdürdü. Sonuçta 6 Eylül 1987 tarihinde yapılan halkoylamasında 12 Eylül 1980 öncesindeki politikacılara az bir farkla da olsa siyaset yasağı kalkmış oldu.

İşçi sınıfı hükümet düşürdü 

Öte yandan 1995 yılında da özellikle kamu kesiminde önemli grevler yaşandı. 1995’te yaklaşık 250 bin kişi greve çıktı. İşçi sınıfı tarihi açısından 1995 yılı, işçi sayısı açısından greve katılımın en fazla olduğu yıldır.

Grevler sırasında DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakanlık yaptığı hükümet ile işçi sendikaları arasında büyük anlaşmazlıklar çıktı. Türk-İş, 15 Ekim 1995’te Ankara’da izinsiz büyük bir miting düzenledi. 100 binin üzerinde işçi, polis barikatlarını aşarak Kızılay Meydanı’nda bir miting gerçekleştirdi.

Ayni gün TBMM’de yapılan güven oylamasında Çiller azınlık hükümeti düştü. Böylelikle işçi sınıfı, ilk kez tarihinde bir hükümetin düşmesinde etkili olmuş oldu.

'Biatçı yönetimden hayır gelmez'

Türk-İş içinde mevcut yönetime muhalif konumda olan ve TEKEL direnişinin yürütücü sendikası Tek Gıda-İş’in Genel Başkanı Mustafa Türkel ise, görüşünü şöyle açıkladı:

“Mevcut Türk-İş yönetiminden bir açıklama gelmesi mümkün değil. Bunlar Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’ni karşılarına alamazlar. Ne yazık ki yönetimde biatçı bir anlayış söz konusu. Türk-İş’in eski, mücadeleci günleri çok geride kaldı”.

Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, “Mesele sadece bir İmamoğlu meselesi değildir. Özgürlükler, laiklik ve Cumhuriyet’in pek çok ilkesi ayaklar altına alınmak isteniyor. Bir taraftan ekonomik kriz, diğer taraftan siyasal İslamcı bir anlayışın egemen kılınması isteniyor. İşçiler, hep birlikte bunlara karşı çıkmalı”.

Mustafa Türkel, Tek Gıda-İş Sendikası’nın üye sayısı bakımından Eskişehir’de daha ağırlıklı olduğunu ve orada altı bin üyesiyle aktif olarak eylemlere katıldığını söyledi. Türkel, Gebze’de de üye açısından yine ağırlıklı olduklarını belirterek 29 Mart 2025’te Maltepe’de yapılacak mitinge katılacaklarını ifade etti. 

114 kuruluşun tepkisi

Öte yandan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması üzerine 114 kuruluş da, 22 Mart 2025 günü ortak bir açıklama yaparak tepkilerini ortaya koydu.

Konfederasyon, meslek odaları, sendikalar, federasyonlar, dernekler ve kurumlar tarafından yapılan ortak yazılı açıklamada, “Biz susmayacağız çünkü demokrasi mücadelesi, emeğin, ekmeğin ve geleceğin mücadelesidir” denildi.

Açıklamaya DİSK, KESK ve Birleşik Kamu-İş konfederasyonları ve bağlı sendikalar ile TTB, TMMOB ve bağlı odaları, Türk-İş’e bağlı sadece 6 sendika (Tek Gıda-İş, Belediye-İş, Kristal-İş, Basın-İş, TGS, Tümtis), Bağımsız Maden-İş, Tüm Emeklilerin Sendikası ve çeşitli dernek ve vakıfların aralarında bulunduğu 114 kuruluş imza attı.

29 Mart Maltepe Mitingi

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, yedi akşam Saraçhane’de yapılan mitinglerden sonra 29 Mart 2025 Cumartesi günü saat 12.00’de Maltepe Meydanı’nda büyük bir miting gerçekleştireceklerini söyledi.

Özgür Özel, polisin Saraçhane mitingi sonrasında ağırlıklı öğrenciler olmak üzere dağılan gruplara biber gazı, tazyikli su ve joplarla müdahaleye giriştiğini, demokratik hakkının kullanan çok sayıda kişinin gözaltına alındığını ifade etti.

CHP lideri Özel, Saraçhane’de 25 Mart akşamı yapılan son miting sonrasında güvenlik güçlerini uyararak müdahale etmemeleri gerektiğini, kitlenin dağılana kadar alanda kalacaklarını belirtti. Genelde olaysız bir dağılım oldu.

Demokrasi işçinin ekmeğidir

Sonuç olarak demokrasi mücadelesine emek açısından baktığımızda, sendikacılığın varlık şartının demokratik ortam olduğu aşikardır. İşçilerin ekonomik, sosyal ve siyasal haklarıyla demokrasi doğrudan ilişkilidir.

Prof. Dr. Emre Kongar da, 1986 yılında Türk-İş’e bağlı Denizciler Sendikası tarafından yayınlanan “Demokrasi İşçinin Ekmeğidir” isimli kitabında bu konuyu detaylı bir şekilde ele almıştır. Kongar, kitabının sonunda  “İşçi, demokrasiyi korumalı ve kollamalıdır” demiştir.

O nedenle başta emek örgütleri, sendikalar olmak üzere toplumsal muhalefetin demokrasiye, ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına bir süreklilik halinde anayasal haklarına dayanarak sahip çıkması, İslamcı bir faşizmin inşasına birleşik bir güçle karşı koyması gerekiyor…

                                                         /././ 

Okuyan: Türkiye’den bir ‘renkli devrim’ çıkartamazlar, denediklerinde alırlar yanıtını

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Özel'in İngiltere Başbakanı Keir Starmer'a 'sitemlerini' iletmesine ilişkin "Daha önce söylediğimiz gibi, Türkiye’den bir 'renkli devrim' çıkartamazlar. Denediklerinde alırlar yanıtını" dedi.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, yakın zamanda NATO'yu öven CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in BBC'ye verdiği demeçte İngiltere Başbakanı Keir Starmer'ı ve liderlik ettiği İşçi Partisi'ni kastederek “İBB Başkanını alıp hapse koyuyorlar ve birlikte ses çıkarmıyoruz. Bu nasıl dostluk, kardeşlik, demokrasiyi savunmak? Bizim kardeş partimiz İşçi Partisi ve demokrasinin beşiği İngiltere buna nasıl tepki göstermez gerçekten çok kırgınız” sözleri üzerine açıklama yaptı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın açıklamasının tamamı şu şekilde:

“Birkaç gün önce NATO’ya övgüler düzen Özgür Özel’in bu kez BBC’ye ‘bizi yalnız bıraktılar’ diye demeç vererek Başbakan Starmer’e ve İşçi Partisi’ne sitem etmesi bizi hiç şaşırtmadı. CHP’nin NATO’cu bir parti olduğunu biliyoruz.

İngiliz İşçi Partisi, yani şu anda iktidardaki parti ise adıyla uyumsuz bir biçimde bir sermaye partisidir ve İngiliz emperyalizminin en eski ve temel dayanaklarından biridir. Bu partinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü, özel olarak Milli Mücadele sırasındaki tavrını bilmiyorum hatırlatmaya ihtiyaç var mı?İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti ne kendi yurttaşları için ne de halkımız için parmağını oynatır. Onlar İngiliz emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket eder. CHP’den farklı olarak bizim İngiltere ve başka ülkelerdeki dostlarımız, dayanışma ilişkisi içinde olduklarımız ezilenler, emekçiler, devrimcilerdir.

AKP ile CHP’nin ABD ve Avrupalı emperyalist ülkelerin desteğini almak için sürdürdüğü rekabet onların sorunudur. ‘Trump Erdoğan’ı çok beğeniyor’ türü haberler yapan AKP medyası da İngiltere ya da AB üyesi ülkelerden ‘demokrasi’ bekleyen CHP de halkımızı temsil etmiyor.

Son gösterilerde çok farklı görüşlerden yüz binlerce insan yer aldı ama kimsede emperyalistlerden medet umma hali yoktu. Tersine büyük çoğunluk yurtsever duygularla hareket ediyordu.

Daha önce söylediğimiz gibi, Türkiye’den bir 'renkli devrim' çıkartamazlar. Denediklerinde alırlar yanıtını.” (https://haber.sol.org.tr/haber/okuyan-turkiyeden-bir-renkli-devrim-cikartamazlar-denediklerinde-alirlar-yanitini-397090)

                                                             ***

Seçimsizleştirme: Bir basamak daha atlandı -Fatih Yaşlı-

"Şimşek programı başta gençler olmak üzere geniş halk kitlelerini derin bir yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe mahkûm etmiş durumdadır ve işte öfke de en çok bununla ilgilidir."

Geçen hafta bu köşede yayınlanan ve Türkiye’nin “seçimsizleştirme” diyebileceğimiz bir sürecin içerisinde olduğunu anlatan “Diploma, seçimsizleştirme ve sandığın sonu” adlı yazının bir yerinde şöyle deniliyordu: 

Sürecin nasıl sonuçlanacağına dair henüz kesin bir şey söyleyemiyoruz; örneğin 23 Mart’ta CHP’de yapılacak ön seçimden önce diplomanın iptal edilmesi mi söz konusu olacak yoksa atılacak adımların zamana yayılması gibi bir strateji izlenecek ve diploma meselesi soruşturmalara eşlik eden sopalardan biri olarak İmamoğlu’nun tepesinde sallanmaya devam mı edecek, onu yakın zamanda göreceğiz. 

Yazıyı soL’a yollamamın üzerinden sadece birkaç saat geçmişken İmamoğlu’nun diploması iptal edildi ve sorumuzun yanıtını bulduk. Ancak mesele bununla sınırlı kalmadı; bu sefer de yazının yayınlanmasından saatler sonra bir gözaltı operasyonu gerçekleşti ve sürecin sonunda İmamoğlu tutuklandı. 

Böylece birkaç aydır adını “seçimsizleştirme” koyarak anlatmaya çalıştığım ve seçimlerin resmen iptal edilmemekle birlikte formaliteden ibaret hale geleceğini öne sürdüğüm süreçte en önemli merhalelerden biri daha aşılmış oldu.

İktidarın bu süreç için düğmeye 31 Mart seçimlerinden sonra bastığı artık çok daha net görülebiliyor. O seçimde AKP bir seçimden ilk kez ikinci olarak çıkmış, iktidarın artık büyük kentleri bütünüyle yitirdiği, oy verme yaşına gelenler de dâhil genç seçmenlerden yeterince oy alamadığı ve taşradaki tabanını da yitirmeye başladığı açık seçik bir şekilde anlaşılmıştı.

Dolayısıyla en büyük meşruiyet kaynağı sandık olan iktidar atık bu meşruiyetini yitirmeye başladığını da toplumun çoğunluğunun rızasını alamadığını da fark etmiş durumdaydı; bu bir hegemonya krizinin yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu ve buna uygun adımlar atılması, yeni bir planın hayata geçirilmesi bir zorunluluk haline gelmişti.

Bu adımların atılabilmesi için öncelikle zaman kazanılması gerekiyordu ve muhtemelen bir anlaşma neticesinde ortaya çıkan “normalleşme/yumuşama” süreci bütünüyle bununla ilgiliydi. Özgür Özel CHP’si özellikle Şimşek programının yoksullaştırıcı etkisinin damga vurduğu 31 Mart’ın sonuçlarını iktidarın yaşadığı bunalımı derinleştirmek için kullanmadı; bunun yerine normalleşme adı altında seçimde ortaya çıkan öfke pasifize edildi, etkisizleştirildi.

İktidar ise o esnada Öcalan’la çoktan görüşmelere başlamıştı ve “iç cephe” söylemiyle birlikte ilk adımı atmak için Meclis’in açılmasını bekler haldeydi. Meclis’in açıldığı gün Bahçeli arkasında çözüm süreçlerinin etkili ismi Efkan Ala ile birlikte tokalaşmak için DEM Parti sıralarına doğru yürümeye başladığında plan da yürürlüğe girdi. 

O günlerde sosyal medyada yaptığım bir paylaşımda “Cumhurbaşkanı ömrü vefa etsin diye en baştan yeni bir oyun kuruluyor anlaşılan memleket siyasetinde” demiştim. Çok geçmeden oyunun ne olduğu görüldü; siyasi yelpazenin farklı yerlerindeki öznelere topluca sallanan yargı sopası üzerinden siyaseti dizayn etmek için harekete geçilmişti. Dizaynın nihai amacı ise az önce söylediğim üzere Erdoğan’ın ölene kadar koltuğunu muhafaza etmesiydi.

Bunun için hedef tahtasına yerleştirilen ana figür Ekrem İmamoğlu olacaktı; çünkü verili konjonktürde Erdoğan’ı yenebilecek tek isim olarak o öne çıkıyor, sadece o düzen siyaseti içerisinde kendisini alternatif bir aday olarak topluma sunabiliyor ve toplumdan da büyük bir teveccüh görüyordu.

Esenyurt Belediyesi’ne yapılan operasyon İmamoğlu’nu cezaevine götürecek sürecin ilk adımı oldu ve bunu diğer adımlar izledi. Süreçte CHP “baş düşman” kategorisine oturtulur ve CHP’ye sadece sopa gösterilirken Kürt siyaseti ise kayyım sopası ve Öcalan’la görüşme/”barış” havucu üzerinden tarafsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bunda kısmi bir başarı da sağlandı, DEM Parti söylemsel düzeyde seçimsizleştirme sürecinin karşısında konumlansa da gözü kulağı iktidarın atacağı adımlarda ve Öcalan’daydı. 

Fazlasıyla komplocu bir yaklaşım olarak mı görülür bilemiyorum ama İmamoğlu’nun tutuklanmasının Newroz kutlamalarına denk getirilmesi bile belki de dizaynın bir parçasıydı. Türkiye’nin her yerinde eylem yasakları varken Newroz kutlamalarına izin verildi ve böylece Kürt siyasetine “siz bu işe karışmayın” denilirken; sokağa çıkan kitleler nezdinde Kürtlere yönelik bir öfke şekillendirildi. Eğer şimdilerde sallantıda olan çözüm sürecinde önümüzdeki günlerde yeni birtakım adımlar atılırsa CHP ile DEM Parti arasındaki mesafenin daha da açılmasına tanıklık edebiliriz. 

Peki tüm bunlar, bir yerlerde yazılan birtakım senaryoların pürüzsüz bir şekilde sahnelendiği, iktidarın planlarının tıkır tıkır işlediği anlamına gelir mi? 

Bu sorunun yanıtının açık bir şekilde “hayır” olduğunu son bir haftadır yaşadıklarımızdan biliyoruz. İktidar CHP’nin yapabileceklerinin sınırlarını görüyor ve halkın, sokağın sessizliğine güveniyordu; dolayısıyla süreci istediği gibi yönetebileceğini düşünmüştü. Zaten CHP’den ilk yapılan açıklamalarda kararın yüksek mahkemeden geri döneceği söyleniyor ve sadece sandığa işaret ediliyordu. 

Ancak çarşamba günü İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yıktığı o an her şeyi değiştirdi; o barikatın yıkılmasıyla birlikte ülkenin farklı üniversitelerinden binlerce öğrenci, sanki bir kıvılcımı bekliyormuşçasına sokaklara, meydanlara aktı ve halkın da dahil olmasıyla birlikte Gezi’den yıllar sonra ilk kez böylesine büyük kitleler siyaset sahnesindeki yerini almış oldu.

Öğrencilerin sahneye çıkışı CHP’yi de tutum değiştirmeye ve daha fazla direngen davranmaya zorladı, AKP’yi ise ciddi bir şaşkınlığa sürükledi, kararsızlaştırdı; eğer gidişata öğrenciler damgasını vurmasaydı belki de tutuklama kararıyla birlikte İBB’ye kayyım atanması söz konusu olacaktı. Ancak iktidar burada geri adım atmak zorunda kaldı ve şimdilik bu ertelendi.

Peki buradan nereye gidilecek, başta öğrenciler olmak üzere, Türkiye toplumunun üzerindeki ölü toprağını silkinerek bir kez daha üzerinden attığı şu günlerde toplumsal muhalefet sürece nasıl müdahale edebilir? 

Burada görülmesi gereken esas şey, kalabalıkları bir kez daha sokağa indiren şeyin basitçe İmamoğlu ya da CHP destekçiliği olmadığıdır; halk kendi iradesine yönelik darbe girişimini görmüş ve buna karşı durmuştur, ancak bu da olan biteni bütünüyle açıklamaya yetmez. 

Gençliğin böylesine kitlesel bir şekilde sokağa çıkışının gerisinde Türkiye’nin ekonomi-politiği, yani yoksulluk ve işsizlik vardır. Şimşek programı başta gençler olmak üzere geniş halk kitlelerini derin bir yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe mahkûm etmiş durumdadır ve işte öfke de en çok bununla ilgilidir.

O halde gidişata ekonomi-politik düzlemden müdahale edilmesi bir zorunluluktur. Eğer eylemler öğrenci hareketinin ötesine geçmez, toplumsallaşmaz, halklaşmazsa, iktidar sokağı marjinalize edecek ve meşruiyetini ortadan kaldıracaktır. Bunu engellemenin tek yolu ise öğrenci hareketinin emek hareketiyle buluşması, işçilerin, memurların, köylülerin sürece dâhil olmasıdır. 

Bu buluşma için toplumun önüne somut hedefler ve somut talepler konulması gerekmektedir. Bugün somut hedef Şimşek programı ve arkasındaki siyasal iradedir. Şimşek programı sermayenin bekası adına halkı planlı, programlı bir şekilde yoksullaştırmaktadır ve toplumsal öfke en çok buradan birikmektedir. Bu programın karşısına somut, gerçekçi, kolayca hayata geçirilebilir taleplerle çıkılırsa, kamucu-halkçı bir ekonomi talebiyle seçme-seçilme hakkının gaspını engellemeye yönelik iradenin bir araya getirilmesi mümkün olabilir ve buradan bir mobilizasyon sağlanabilir.  

Eğer sokakların kalabalığı siyaseti sola çekiyorsa, sol da kalabalıkları kendine çekmenin yollarını bulmak zorundadır; aksi durumda varılacak yerin ne olduğu ise daha şimdiden bellidir.

                                                       /././

Mart günleri ve sermayenin 'halksız' projeleri -Gülay Dinçel-

"Ülkenin geleceğine ilişkin tartışmalarda sosyalizm perspektifine daha fazla alan açılıyor, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye yönelik her tür düzen içi tasarımın altı biraz daha boşalıyor."

Siyasi iktidarın ana muhalefet partisi CHP’nin Cumhurbaşkanı aday adayı Ekrem İmamoğlu’nu siyaset sahnesinin dışına atmaya yönelik müdahalesi güçlü bir halk tepkisini açığa çıkardı. Seçme ve seçilme hakkına sahip çıkan yüz binler Türkiye’nin her yerinde bir haftadır sokakta. CHP’yi ve düzen içi restleşmeleri aşan, İmamoğlu’na yönelik operasyon planlanırken çok da hesap edilemediği ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle hafife alındığı görülen bir direniş söz konusu.

Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkma iradesiyle çok ağırlaşan ekonomik koşullara, yoksullaşmaya yönelik tepkilerin birleştiği söylenebilir. Son 23 yılın farklı dönemlerinde ağırlıklı olarak ilk eksende olmak üzere tepkilerin yükseldiği momentlerde yakalanamayan bir örtüşmenin ortaya çıktığı da saptanabilir. Üniversitelilerin yol açıcılığı ve hızla kitleselleşen katılımlarından heyecan duymamak mümkün değil. Ancak alanlarda her yaştan katılımla güçlü bir emekçi kimliği gözleniyor, bu ölçekte bir hareketlenmenin ağırlığını emekçilerin oluşturmaması zaten düşünülemez. Yine de tüm bunlar bize “sınıf karakteri” belirgin, dolayısıyla doğrultusu net bir hareket vermiyor. Bu yönde bir beklentinin şimdilik gerçekçi bir zemini bulunmuyor.

Ortaya çıkan direnişin ya da “sokak hareketi”nin karakterine, ideolojik koordinatlarına ilişkin sınırları ve kısıtları da dikkate alan detaylı değerlendirmeler yapmak elzem. Sınırlar ve kısıtlarda ayağa kalkan milyonların örgütsüzlüğü önemli bir belirleyen. Tabii bir başka belirleyen de düzenin irili ufaklı değişik aktörleriyle ve mekanizmalarıyla hareketi kuşatma yönündeki girişimleri. Ancak çok hızlı ve hareketli geçen bir haftanın belirginleştirdiği bir gerçeğin altı şimdiden güçlü bir şekilde çizilebilir: Ülkenin geleceğine ilişkin tartışmalarda sosyalizm perspektifine daha fazla alan açılıyor, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye yönelik her tür düzen içi tasarımın altı biraz daha boşalıyor. Programatik bir doğrunun güçlü bir temel kazandığı görülüyor.

İleri-geri salınımlarla devam edeceği, komünistlerin öncülük etme ve örgütleme gayretlerinin öneminin iyice artacağı anlaşılan bu sürece “gelecek arayışı” kuvvetli bir şekilde damga vuracak. Sermaye sınıfının bir gelecek tahayyülü sıkıntısı yok. “Büyüyen Türkiye”den “Verimli Türkiye”ye, emekçilere vaat ettikleri açısından birbirinden çok büyük farkları olmayan bir proje yelpazesinden söz edilebilir. Ancak sermaye sınıfı açısından iddialı olarak nitelenebilecek bu proje öbeğinin topluma hitap ettiğini ya da heyecan yarattığını söylemek zaten zordu, son bir haftada aşınma arttı.

Türkiye Komünist Partisi’nin bir süredir dile getirdiği “yönetilemeyen bir ülke” görüntüsünün hiç kuşkusuz tek bir nedeni yok ama en önemli nedenlerinden biri “halksız projeler” ya da gelecek kurgusunda güçlü bir toplumsal tabana dayanma ihtiyacının fazla havaya savrulmuş olması. Halkın denklem dışı bırakılmasındaki rahatlığın bir dizi nedeni bulunuyor, en başa 23 yıllık iktidar döneminin kazanımlarına fazla güvenme yazılabilir.

Sokak hareketliliğinin nereye bağlanacağı bir yana bu saatten sonra “halksız tasarımlar” ne kadar çalışır? Bu soruya halkı “yeniden kapsamaya” yönelik hamleler için yeterli hareket alanı var mı sorusu da eklenebilir.

Peki nedir düzenin projeleri ya da gelecek tahayyülleri? İktisadi düzleme daraltarak ve belki biraz da karikatürize ederek, yukarıda da zikredilen, iki ana projeden bahsedilebilir.

Özellikle Suriye’deki gelişmeler ve yeni açılım süreciyle birlikte daha elle tutulur görünen “Büyüyen Türkiye” projesi: Emperyalist ilişkiler ve konumlanışlar içinde Türkiye kapitalizminin askeri gücünü genişletmeye ve savaş aygıtını büyütmeye dayanan bir ekonomi hedefiyle betimlemek mümkün. Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ve Ukrayna boyutu daha somut, ama Avrupa “güvenliği”nde rol üstlenme hedefinin de eklendiği, askeri güce daha fazla yaslanan bir ekonomi: Hem askeri varlığın sağlayacağı yeni pazar olanakları, hem de savaş aygıtını genişletme ve güçlendirmenin yaratacağı ek olanaklarla büyüyen bir sanayi üretimi.

Diğer proje, “Verimli Türkiye” ise Avrupa emperyalizminin, özellikle Almanya’nın savaş aygıtının güçlenmesinden beslenen bir ekonomiyle betimlenebilir. Hiç kuşkusuz bu alternatif kendi savaş aygıtının paralel olarak büyümesini dışlamıyor. Ama esas olarak çok büyük tutarların uçuştuğu Avrupa “güvenlik mimarisi” yatırımlarının tedarikçisi olma, Gümrük Birliği sonrası otomotiv, elektrikli teçhizat, makine, tekstil gibi sektörlerde elde edilen konumun savunma-havacılık başta olmak üzere başka sektörlere de alan açılarak genişletilmesi olarak düşünülebilir.

Her iki proje de fiili bir savaş durumu bir yana Türkiye kapitalizmi açısından “sanayi üretim kapasitesi”nin mevcut sömürü koşulları daha da ağırlaştırılarak geliştirilmesi anlamına geliyor. Avrupa eksenli projenin “yeşil dönüşüm” hikayesinden “askeri dönüşüm”e hızla evrilmekte olduğu söylenebilir. “Askeri dönüşüm”ün daha büyük pazar olanaklarını bir tür “teknoloji transferi”yle birlikte mümkün kıldığı açık.

İki seçenekle biraz vülgerize edilerek ifade edilen projelerin sermaye sınıfı için heyecan verici olanaklar barındırdığı açık. Avrupa’nın askeri tedarik zincirinin parçası olmak kapitalizmin “iyileştirilebilir” ve işçi sınıfına daha iyi koşullar sunabilir olduğuna ilişkin bir anlatı için daha elverişli görülebilir. Ancak son yedi sekiz yılın hiç yabana atılamayacak üretkenlik artışından büyük bir yoksullaşmayla çıkan bir toplumda böyle bir anlatının çalışma ihtimali düşük.

Türkiye kapitalizminin eşik atlama, lig değiştirme, sıçrama eksenli iddiaları işçi sınıfı ve emekçilere daha fazla sömürü dışında bir gelecek sunmuyor. İnsanca bir yaşama dayalı gelecek tasavvurlarında sosyalizm perspektifinin karşısına çıkartılabilecek, sahicilik taşıyan düzen içi seçeneklerden söz etmek mümkün değil. Ülkenin emekçiler için iyice nefes alınamaz bir cehenneme dönüşmesini engellemek ancak sosyalist bir gelecek kurgusunu güçlendirmekten geçiyor.

                                                           /././

soL

TÜİK -İşgücü İstatistikleri, Şubat 2025 -27 Mart 2025-


Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı %8,2 seviyesinde gerçekleşti

Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarına göre; 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 95 bin kişi azalarak 2 milyon 886 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise 0,2 puan azalarak %8,2 seviyesinde gerçekleşti. İşsizlik oranı erkeklerde %6,7 iken kadınlarda %11,0 olarak tahmin edildi.

Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı, Şubat 2023 - Şubat 2025
Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı %48,8 oldu

İstihdam edilenlerin sayısı 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 149 bin kişi azalarak 32 milyon 314 bin kişi, istihdam oranı ise 0,3 puan azalarak %48,8 oldu. Bu oran erkeklerde %66,0 iken kadınlarda %31,9 olarak gerçekleşti.


Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı, Şubat 2023 - Şubat 2025
(%)
Mevsim etkisinden arındırılmış işgücüne katılma oranı %53,2 olarak gerçekleşti

İşgücü 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 244 bin kişi azalarak 35 milyon 200 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,4 puan azalarak %53,2 olarak gerçekleşti. İşgücüne katılma oranı erkeklerde %70,8 iken kadınlarda %35,9 oldu.

Genç nüfusta mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı %15,0 oldu

15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,1 puan artarak %15,0 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde %10,8, kadınlarda ise %22,7 olarak tahmin edildi.


Mevsim etkisinden arındırılmış temel işgücü göstergeleri, 15+ yaş, Şubat 2025
Şubat 2025Bir önceki ayBir önceki aya göre fark
ToplamErkekKadınToplamErkekKadınToplamErkekKadın
(Bin kişi)
15 ve daha yukarı yaştaki nüfus66 20632 75433 45166 16332 73533 428431923
İşgücü35 20023 18812 01235 44423 20012 244- 244-12- 232
İstihdam32 31421 62810 68732 46321 67410 788- 149-46- 101
İşsiz2 8861 5611 3252 9811 5261 456-9535- 131
İşgücüne dahil olmayanlar31 0069 56621 44030 7199 53521 18428731256
(%)
İşgücüne katılma oranı53,270,835,953,670,936,6-0,4-0,1-0,7
İstihdam oranı48,866,031,949,166,232,3-0,3-0,2-0,4
İşsizlik oranı8,26,711,08,46,611,9-0,20,1-0,9
Genç nüfusta işsizlik oranı
(15-24 yaş)
15,010,822,714,910,622,70,10,20,0
Tablodaki rakamlar yuvarlamadan dolayı toplamı vermeyebilir.
Mevsimsel etkilerden arındırma yöntemi gereği geçmiş aylara ilişkin tahminler revize edilerek yayımlanmaktadır.


Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi 43,4 saat oldu

İstihdam edilenlerden referans döneminde işbaşında olanların, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre aynı seviyede kalarak 43,4 saat olarak gerçekleşti.


Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi, Şubat 2023 - Şubat 2025
(Saat)
Mevsim etkisinden arındırılmış atıl işgücü oranı %28,4 oldu

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 0,2 puan artarak %28,4 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı %18,4 iken işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı %19,5 olarak tahmin edildi.


Mevsim etkisinden arındırılmış işgücüne ilişkin tamamlayıcı göstergeler, Şubat 2023 - Şubat 2025
(%)

Bu konu ile ilgili bir sonraki haber bülteninin yayımlanma tarihi 29 Nisan 2025'tir.

TÜİK


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...