Binali Yıldırım’ın başkanı olduğu Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Konseyi’nin üç üyesi Özbekistan Kazakistan ve Türkmenistan; Kıbrıs Rum Kesimi’nde büyükelçilik açtı. Ankara ise gelişmelere sessiz...
Türk dünyasının birlik ve dayanışması amacıyla kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) üyeleri birer birer Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde büyükelçilik açıyor. TDT Aksakallar Konseyi Başkanı Binali Yıldırım’dan ise ses çıkmıyor. Özbekistan ve Kazakistan’dan sonra şimdi de Türkmenistan, Rum yönetimine elçi gönderdi.
KKTC’Yİ YOK SAYMAK
Bu hamleler “Ortak çıkar ve dayanışma nerede?” dedirtti. Türkmen Büyükelçi Toyly Komekov’un 31 Mart’ta Rum dışişleri bakanına güven mektubu sunmasıyla Orta Asya’dan Lefkoşa’ya ikinci diplomatik köprü kuruldu. Oysa Rum yönetimi, uluslararası arenada KKTC’yi yok sayıyor.
KAZAKLARIN AYIBI
Kazakistan’ın 26 Şubat’ta büyükelçi ataması sırasında Büyükelçi Nikolay Zhumakanov, ülkesinin “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınan sınırları içindeki egemenliğini ve toprak bütünlüğünü kararlılıkla desteklediğini” ifade etti. Rum Cumhurbaşkanı Hristodulides ise Türkiye’yi “50 yıldır Kıbrıs’ta işgalci” olmakla suçladı ve Kazakistan’a teşekkürlerini iletti.
YILDIRIM’DAN SES YOK
TDT’nin danışma organı olan Aksakallar Konseyi’nin başkanlığını yürüten Binali Yıldırım, önceki gün İzmir Ödemiş’teki AKP toplantısına katıldı. Vatandaşlarla bir araya geldi. Yıldırım’ın konuşması sırasında eğlenceli anlar yaşandı. Ancak Aksakallılar Konseyi Başkanı Yıldırım’ın gündeminde, Türk devletlerinin Kıbrıs Rum Kesimi’nde açtığı büyükelçilikler yoktu.
İLİŞKİLERDE DÖNÜM NOKTASI; Türkmen Büyükelçi Toyly Komekov’la görüşen Rum Dışişleri Bakanı Konstantinos Kombos, bu adımın ikili ilişkiler için önemli bir dönüm noktası olduğunu vurguladı.
KAZAKLAR KKTC’Yİ DIŞLADI; Kazakistan 2023’te Astana’da düzenlenen zirveye KKTC’yi davet etmemişti. Zhumakanov, güven mektubu sunarken Rumların politikasına destek verdi.
Adana'daki karnavaldan ABD propagandası çıktı: 'Katillerin halka konser vermesi kabul edilemez'
Turizm Bakanlığı Adana'da düzenlediği karnavalda sahneye gizlice ABD ordusunu çıkardı, türkü söyletti. ABD'nin bölgede katliamlarını sürdürdüğünü hatırlatan Adana Halk Temsilcileri Meclisi, "Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız" dedi.
Adana’da bu yıl Portakal Çiçeği Karnavalı’nın 13'üncüsü düzenleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ev sahipliğini yaptığı organizasyon kapsamında kentte çok sayıda kültürel, sanatsal ve sportif etkinlik yapılıyor.
Uluslararası nitelikteki karnaval kapsamında Japonya, Letonya, Macaristan, Rusya, Ukrayna'nın yanı sıra birçok ülkeden ekipler Adana'ya geldi. Bu ekiplerden biriyse yurttaşlar tarafından tepkiyle karşılandı.
Karnavalda Almanya'dan gelen Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri'nin "Avrupa Bandosu" da konser verdi. NATO üyeleri için Avrupa'yı dolaşan grup, yabancı şarkıların yanı sıra "Adana Köprü Başı" türküsünü seslendirdi. Konsere, karnavalın önceden duyurulan programında yer verilmemesi dikkat çekti.
Filistin, Suriye ve Yemen'de ABD destekli saldırılar sürerken ABD ordusuna bağlı müzik topluluğunun Türkiye'de konser vermesini ikiyüzlülük olarak tanımlayan Adana Halk Temsilcileri Meclisi (AHTM) bir açıklama yayınladı.
ABD ordusunun İncirlik'teki askeri üsten ivedilikle gitmesi gerektiğini vurgulayan AHTM, açıklamada şu sözlere yer verdi:
“Yemen'de sivillere dönük katliam yapan, Suriye'de ve Filistin'de yapılan sivil katliamlarını destekleyen, halk düşmanı Birleşik Devletler ordusuna bağlı herhangi bir topluluğun Portakal Çiçeği Karnavalı'nda Adana halkına müzik ziyafeti(!) vermesi ikiyüzlülüktür, kabul edilemez!
Bölgemizde terör estiren bir devletin ordusunun 'sempatik' yüzlerine, karnaval programında yer vermeksizin, gizli saklı propaganda alanı açmanın nasıl bir maksadı olduğunu biliyoruz. Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız! Amerikan Ordusu İncirlik'ten defolup gidecek!”
***
Kaynaklar elektrik şirketlerine aktarılıyor: 'Dağıtım bedeli faturaların yüzde 70'ini aştı'
EMO'nun elektrik zammı açıklamasında dağıtım şirketlerinin son 4 yılda yaptığı fahiş zamlara vurgu yapıldı, kaynakların patronlara aktarıldığına işaret edildi. Buna göre dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı.
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu bugün yürürlüğe giren elektrik zammı hakkında bir basın açıklaması yaptı.
Perakende satış tarifesi kapsamındaki konutların elektrik faturalarına yüzde 25 zam yapıldığına dikkat çekilen açıklamada, düşük kademedeki konutların faturalarının yüzde 70'inin dağıtım bedelinden oluştuğuna vurgu yapıldı.
Dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığına işaret edilen açıklamada, "Enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalması, piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne sermektedir" denildi.
'Dağıtım bedelinin faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez'
Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
"Resmi Gazete'de bugün yayımlanan ve yürürlüğe giren tarife değişikliği incelendiğinde; konutlar için günlük 8 kWh olarak belirlenen limitin altında kalan abonelere uygulanan perakende enerji bedeline zam yapılmazken, yüksek kademedeki abonelere 1 kWh için 1,391181 TL olarak uygulanan birim fiyat, yüzde 16,1 artışla 1,61546 TL'ye yükseltilmiştir. Konut abonelerine 1,365179 TL olarak uygulanan dağıtım bedeli ise yüzde 34,5 artışla 1,836166 TL olmuştur. Böylece, konut abonelerinin dağıtım bedeline her iki kademede yüzde 34,5 artış yapılarak, fatura toplamına yüzde 25 zam yansıtılmıştır.
EMO hesaplamalarına göre, 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartlarını korumak için aylık 230 kWh enerji tüketeceği varsayılmaktadır. Günlük ortalaması 8 kWh'i geçmeyen bu tüketim için aile bütçesinden ayrılması gereken 476,6 TL, bu zamla birlikte 595,8 TL'ye yükselmiştir. Nisan 2024 itibarıyla oluşacak düşük tüketimli konut faturasının yalnızca yüzde 19,1'i enerji bedelinden oluşacaktır. Faturanın yüzde 70,9'unu ise dağıtım bedeli oluşturmaktadır. Fon ve vergilerin oranı ise yüzde 10'da kalmaktadır. Son tarife değişikliğiyle, zaten yüzde 65,9 düzeyinde olan dağıtım bedelinin payı artarak yüzde 70'i de aşmıştır. 2022 yılında 4 kişilik bir ailenin asgari tüketim faturasının toplamında yüzde 22 düzeyinde olan dağıtım bedelinin, Nisan 2025'te faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez."
EMO'nun hazırladığı tabloya göre son 4 yılda değişen faturalar
'Dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı, dar gelirli vatandaşlardan şirketlere kaynak aktarıldı'
EMO'nun verilerine göre 1 Nisan 2021'de 4 kişilik ailenin elektrik asgari faturası 183,4 TL idi. Aradan geçen 4 yıllık dönemin sonunda, 1 Nisan 2025 itibarıyla yüzde 224,8 artışla 595,8 TL'ye yükseldi.
Oda dağıtım bedelinin yüzde 642 arttığını, enerji bedelindeyse yalnızca yüzde 24,5 artış olduğunu ifade etti:
"Özetle, dağıtım bedelindeki fahiş artış yaşanmasa, dağıtım maliyetlerindeki artış enerji üretim maliyetlerindeki gibi şekillense, fatura toplamına yansıyan artış yüzde 24,5 ile sınırlı kalırdı. Bu durumda, 1 Nisan 2025 itibarıyla aynı tüketime sahip konutlara 595,8 TL yerine 228 TL fatura edilirdi. Aradaki fark, elektrik dağıtım özelleştirmelerinin yurttaşlara yarattığı yükün son 4 yıllık kısmı olarak nitelendirilebilir. Bu rakamlar, enerji üretim maliyetlerinin artmadığı koşullarda bile dağıtım bedeline zam yapıldığını ve özellikle dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığını işaret etmektedir."
'EPDK kapatılsın, Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı kurulsun'
EMO açıklamasında, faturanın en önemli kalemi olması gereken enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalmasının, "piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne serdiği" belirtildi.
EPDK'nin "kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre transfer edilmesi dışında işlevi kalmadığı" ve kapatılması gerektiği, yerine kamulaştırma işlemlerini yürütecek "Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı"nın kurulması gerektiği söylendi.
Odanın açıklaması şöyle:
"Dağıtım bedelindeki bu artış, hizmetin fahiş fiyatla verildiğinin temel göstergesidir. Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim, tüm yurttaşlar için temel haktır. Kamu eliyle yürütülmesi gereken hizmetin özelleşmesi, pahalılık yaratmanın yanında, kamu kaynaklarının özel sektöre sınırsızca aktarılmasına yol açmıştır. Dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığı bir Türkiye tablosu, artık geride bırakılmalıdır. Enerji alanında, ticari ve siyasi çıkarlardan uzak, üretim sektörleri başta olmak üzere genel ekonomiyi destekleyecek şekilde tarifeleri belirleyebilecek özerk bir yönetim hayata geçirilmelidir. Arz güvenliğini sağlamak ve toplam maliyeti düşürmek için özelleştirilen üretim tesisleri ve dağıtım bölgelerinin kamulaştırılması acilen gündeme alınmalıdır."
***
Kitleler…-Aydemir Güler-
Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir.
İktidarın bakış açısına göre bütün toplumsal hareketler manipülasyon, provokasyon!
Haziran 2013 için de, Mart 2025 için de böyle dediler. Kazanamadıkları her şeyde gizli bir elin çevirdiği dolaplar var buna göre. Ne demeli? Kişi kendinden bilir işi!
Siyasette her akımın, toplumda her kesimin kitle hareketleriyle mesafesi aynı olmaz. İstisnaları çok olsa da, düzen yanlısı akımların ve sağın kitlelerle arasının iyi olamayacağını büyük puntolarla yazabiliriz.
Padişah selamlığa giderken çocukları dizerlermiş yol kenarına: “Padişahım çok yaşa, padişahım çok…”
Bu gelenek bindirilmiş kıtalar halinde sürüyor. Haksızlık mı ediyorum?
Klasik faşizmin kitlelerin omuzlarında iktidara yükselmesi veya bizde dinci gericiliğin “iyi günlerinde” nüfusun yarısından fazlasının desteğini alması, o kadar kayırıldı ki, bunlara biraz haksızlık etmekte sakınca olmayacaktır.
Oysa faşizmin kitle desteğinin arkasında dev tekeller vardı! Faşizm devleti ele geçirmişti geçirmesine, ama önceki rejimin de, bir tek önüne kırmızı halı sermediği kalmıştı!
Türkiye’de AKP öncesinde faşizme en benzeyen rejim 12 Eylül’dür ve darbeye giden süreçte inanılmaz bir düzen mutabakatı vardır. Öyle ki, büyük ve kutsal ittifakta, sola sırt çeviren, devrimci ve komünist harekette yıkıcı bir tehdit gören sosyal-demokrasinin de yeri ayrılmıştı. Üyeleri cinayetlere kurban gidiyor olsa da! Hal böyleyken generallerin anayasasının neredeyse oy birliğiyle geçmesinde kitle faktörü mü arayacağız?
Günümüzün şeriatçı-faşist yükseliş sürecinde ise çok sayıda omuzlanıp kırılan kapı vardır. Bu kabadayılığı “dışarıdan” alkışlayan, cesaretlendirenler değişebilmiş, ama hep orada olmuşlardır. Kah Sabancı sahne alır, kah Koç. Baykal Erdoğan’ın elinden tutar, yasaların etrafından dolanırlar. 163.maddeye karşı çıkmayı, demokratlığın gereği sayan solcuların ruhu, AKP’yi demokrasinin mimarı ve devrimci ilan edenlerde yaşamıştır. “Ilımlı İslam” ABD ve AB desteğiyle Türkiye’de erken ilan edilmiş, başka yerlerde kadifeden dokunduğu söylenen, türlü renklere boyanan “devrim”in rengi bizde yeşile durmuş, Arap “Baharı” halüsinasyonu on yıl önce yaşatılmış…
Bütün bunlara kuşkusuz bir kitle faktörü eşlik etti. Ancak bu, bağımsız, başlı başına ağırlık merkezi oluşturan bir faktör değildir. Kaldı ki, “renkli devrim” lafını, tırnak içine almadan kullanmak, yüzlerce yıldır kaderlerini fizik ötesi güçlerden koparıp yeryüzüne taşıyan, eşitliği, özgürlüğü, adaleti ve bilimin topluma rehber kılınmasını erdem haline getiren büyük insanlığa hakaret olur.
Haklı olarak abartarak söyleyelim, sağda dinamizmin kaynağı, tam da manipülasyon ve provokasyondur. O nedenledir ki, nereye baksalar, kendilerini var etmiş olan Sorosgil mekanizmaların benzerlerinin izini ararlar.
Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir.
Evet, büyük kırılmaları gereksindikleri zamanlar, geçici olarak sömürü düzeni ve sağ siyaset de kitleye yaslanabilir. Ama bu örneklerin doluştuğu kategori, sahtekârlık düzeyinde manipülatiftir. Kapitalizm bu manipülasyonun önünü büyük krizine faşizmle çare aradığı dönemeçte açtı. İnsanlığın sosyalizme yürüyüşünü kırmak için huruç harekâtına karar verdiğinde tekrarladı.
Sonuç olarak, kitle hareketi hem düzeni değiştirmek isteyenlerin hem de düzenin muhafızlarının kullanabileceği alelade bir enstrüman zannedilir oldu. Gericiliğin bir araya getirdiği güruhlarla emekçi halkların görkemi birbirine denkleştirildi.
Şimdi kapitalizm, tarihsel olarak kitle dendiğinde ilk akla gelmesi gereken seçme-seçilme hakkını açıkça gasp ediyor. Bu yola “demokrasinin beşiği” denen Batıda seçimlere katılım oranlarının baş aşağı gittiği uzun bir sürenin ardından girildi. Emperyalist ülkelerde seçmenlerin yarısının katıldığı bir oylamada, onun da yarısına yakın bir “kitle onayı” dünyanın kaderine el koymaya yetiyorsa, uğruna büyük mücadeleler verilen, Aydınlanmanın siyasette somutlanmasını temsil eden, en önemlisi başlangıçta örgütlü kitlelerin omuzlarında yükselen genel oyun itibarı nasıl korunabilirdi ki?
Batısıyla doğusuyla kapitalizm seçme-seçilme hakkına saldırıyı olağanlaştırırken, düzenin muhafazasında kitle dinamiğine atfedilen yer de çöker. Onca yoksulluğun, görülmemiş eşitsizlik uçurumlarının üstünde kitlelere dayanan bir siyasal sistem varlığını sürdüremezdi.
Bugün gözlerimizin önünde çöküyor. Kapitalist düzenin siyasal tarzı, karşıtlarını komplolarla, kumpaslarla, manipülasyon ve provokasyonlarla bertaraf etmeyi olağanlaştırıyor. Değil kitle hareketlerini önemsemek, sadece oyla bile toplumun onayını arayan mekanizmalar çöpe atılıyor. Dünyada ve Türkiye’de ortam, solun kitle hareketini geri almasına, itildiği tenha sokaklardan geniş meydanlara çıkmasına elverişli hale gelecektir.
/././
Altüst oluş dönemi ABD-İngiltere ilişkilerine nasıl yansıyacak?-Erhan Nalçacı-
Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir.
3 Nisan “ABD’nin Kurtuluş Günü” olarak ilan edildi ve Trump hemen dünyanın bütün devletlerine ek gümrük vergileri açıkladı.
1970’li yıllardan itibaren sanayisini yurtdışına çıkaran ve üretim sektörünü iyice küçülten ABD sermayesi ülkeyi büyük bir uluslararası pazara çevirdi. 340 milyon nüfusu ve büyük bir toplumsal eşitsizliği içerse de yüksek tüketim standartları nedeniyle bu pazar bütün tekellerin ve devletlerinin hedefi haline geldi.
Kısa sürede okunma eğilimi olan bir yazıya ayrıntılı bir tablo koymak okuyucuya haksızlık belki ama Tablo 1’deki verilere döneceğiz yazı boyunca. Tablo bize İngiltere haricinde ABD’nin en çok ticaret yaptığı ülkelere karşı büyük bir ticari açık verdiğini gösteriyor.
Tablo 1: ABD’nin en çok ticaret yaptığı ve İngiltere’nin en çok ihracat yaptığı on ülke. Ayrıca tablo bu on ülkeyle ABD’nin ticari dengesini ve İngiltere’nin toplam ihracatında on ülkenin kapladığı yeri yüzde olarak veriyor.*
ABD’nin verdiği ticari açık uzun bir süre ABD için sorun olmadı, aksine “orta sınıfları” tüketim üzerinden düzene bağlamasında çok işlevliydi. Nasılsa dolar rezerv paraydı, istediği kadar dolar basabiliyor ve kolayca borçlanarak ticari açığını kapatabiliyordu. Ancak bir noktadan sonra ABD başta Çin olmak üzere rakiplerine karşı bu çarkı döndüremez hale geldi.
Giderek büyüyen ticari açık, dünya pazarlarından dışlanması, dev kamu borcu, doların rezerv para olarak tehdit altında olması vb. birçok nedenden dolayı ABD’nin emperyalist hegemonyanın tepe ülkesi olması riske girmiş oldu.
Trump şimdi bunu geri çevirmeye çalışıyor. Hemen bütün ülkelere %10 ile %50 civarında ek gümrük vergileri ilan edildi.
Düşünün, ulusal sınırların içinde de olsa dünyada yüz binlerce fabrika üretime katılan milyarlarca işçisiyle sınır ötesi başka fabrikalar için ara ürün üretiyor. Üretimin bu kadar toplumsallaştığı bir dönem olmamıştır dünyada. Evet, bu değer zincirinden emperyalist düzendeki yerine göre bazı devletler ve tekeller kâr elde ederken bazıları zarar ediyor. Üretenlerin hepsi sömürülüyor ayrıca.
Ancak bu eşitsiz durumun çözümü dünyayı birbirine bağlayan toplumsallaşmış üretimin yüksek gümrük duvarları ile kesintiye uğratılması değildir. Aksine dünyayı ileriye çekecek gelişme sınırların önemsizleşmesi ve toplumun eşitliği sağlayacak şekilde üretim araçlarının da toplumsallaştırılmasıdır.
Sermaye sınıfı bunu yapamaz doğal olarak ve gümrük duvarları ile çarkı geri çevirmeye çalışıyor. Altüst oluş döneminin başlıca iktisadi yapısı bunun üzerine kuruluyor.
Bu gericilik 2008 gibi mali sermayenin çöküşünü, ekonomik durgunluğu, halkın daha da yoksullaşmasını ve daha kötüsü savaşları getirecektir.
Emekçi sınıflar için bu durum Türkiye’de yaşanan “yönetememe krizinin” aslında ülkeden ülkeye eşitsiz de olsa bütün dünyaya yayılması anlamına geliyor. Bu iktidarını arayan emekçi sınıflar için büyük bir olanak olarak değerlendirilmelidir.
Altüst oluş çağının bütün geleneksel ittifakları da yıkma eğilimli olduğunu görüyoruz. Bir kez de kadim bir emperyalist ittifak gibi duran ABD-İngiltere ilişkisine bu gözle bakalım. Eğer burada bir ayrışma olursa bu emperyalizmli dünyaya uyumu marifet sayan sermayesi ve siyasileri ile Türkiye’yi de etkileyecektir:
İngiltere 1500’lü yılların sonundan itibaren Amerika’nın kuzey doğusunu kolonileştirmeye başladı. Ayrıntıya gerek yok, 1765 ve 1783 yılları arasında İngiliz Krallığı’na karşı verilen bağımsızlık savaşı ile ABD kuruldu. Bu unutulmuştur artık, 1812’de ABD ve İngiltere savaşmışlar, hatta Beyaz Saray İngilizler tarafından bombalanmıştır, ancak savaş İngiltere’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Bu tarihten itibaren ABD Amerika kıtası üzerinde, İngiltere ise Afrika ve Asya’da sömürge düzeni oluşturmak ve yayılmak üzere birbirlerine sırtlarını dönerek faaliyet gösterdi. Her iki devletin ırkçı ve halk düşmanı politikaları ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütünleşecekti.
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD kapitalist dünyanın üretimine katkı, askeri gücü ve nükleer silahları, mali gücü, kültür üretimi vb. ile bariz şekilde İngiltere’den emperyalizmin patronajını almaya hazırdı ve aldı da. İngiliz sermayesi bir süre sonra ABD emperyalizminin baş yardakçılığına terfi edecekti.
1956’da Mısır halkı Süveyş Kanalını devletleştirince İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a saldıracaklardı. ABD desteklemedi bu saldırıyı, daha üst bir emperyalist akılla davranmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa’ya hemen geri çekilin yoksa kafanıza yıkarım dünyayı demesiyle sonlandırdılar işgali. Bu, 1982’deki Falkland Savaşı’nı saymazsak İngiltere’nin ABD’den bağımsız son emperyalist operasyonu oldu.
Bundan sonra ortak ırkçılıkları, dinci gericilikleri, sosyalizme karşı besledikleri ölümcül kin ve dünya halklarına karşı duydukları düşmanlıkla hep birlikte hareket edeceklerdi. NATO’nun başlıca unsuru olacaklar, İngiltere’nin 1950’li yıllarda nükleer silahlara sahip olmasına ABD izin ve destek verecekti.
Fetihçilik döneminin sömürgeciliği sonlanıyor ve modern emperyalist sömürü ve bağımlılık yaratma mekanizmaları devreye giriyordu.
Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de birlikte cinayet işleyecek, halkların geleceğini karartacaklardı. Türkiye de dâhil onlarca ülkede askeri darbeleri ve gerici iktidarları destekleyeceklerdi.
Şimdi altüst oluş döneminde bu ittifak sürdürülebilecek mi? Yine Tablo 1’e bakarsanız, İngiltere için ABD pazarının ne kadar önemli olduğunu fark edersiniz. ABD için ise o kadar kritik değil, gerçi tek ticaret fazlası verdiği ülke İngiltere. Zaten İngiltere’ye %10 ek vergi getirerek torpil geçmiş oldular. Ancak bu ek vergi bile İngiltere kökenli şirketleri oldukça zorlayacaktır.
Öte yandan ABD’nin Avrupa’daki ittifak sistemi ve liderliğini geri çekmesi, Ukrayna’yı bir yeni sömürge olarak görmesi Avrupa ülkelerini ortada bıraktı. İngiltere, eğer aralarında gizli bir anlaşma yoksa, Ukrayna’nın savaşı sürdürmesini sağlayan başlıca güç olarak ortaya çıkıyor.
Tekrar ve umutsuzca Avrupa’nın silahlanmasına ve ABD’den bağımsız kendi yayılım alanlarını icat etmeye çalışıyorlar. Türkiye’ye ordusu ve son yıllarda gelişen silah üretimi nedeniyle göz kırpılıyor, cilveleşiliyor.
Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir. Çünkü bütün düzen partileri içinde ABD ve İngiltere’nin ayrı ayrı delegeleri bulunuyor.
Bu yol kaybı, çürüme ve krizin içinde emekçi sınıfların kendi karakterlerini ortaya koymaları ve umutlanmaları için ne kadar çok neden var.
Avukat halkın ve hakkın dilidir -Sedat Vural*
Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır…
Öncelikle, tüm avukatların 5 Nisan “Avukatlar Gününü” kutlarım.
Aynı dilekleri halen Ankara Barosu'na kayıtlı emekli bir avukat olarak ne yazık ki meslek örgütümüz barolar için kullanamıyorum. Çünkü son yıllarda barolar, ki temel işlevleri olan ayrıca toplumu birleştirici hak, hukuk, adalet ilkeleri yerine, siyasal iktidarın tuzağına düşerek toplumu ayrıştıran siyasal çatışmaların bir parçası yandaşı ve savunmanı konumuna düşürüldüler.
Bu tutumları nedeniyledir ki, yasal çalışmaların dışında kalarak, hukuk ve insan hakları konusunu tamamen siyasal iktidarın anlayış tekeline bıraktılar…
Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır.
Gerek uluslararası gerekse iç hukuka göre, avukatın görev ve sorumlulukları; yargının kurucu unsurlarından biri olarak kamu hizmeti gereği kamu yararını korumak; yargılamada adalet ve hakkaniyete uygun bir kararın oluşması için hukuki katkı yapmak; hukuk kurallarının tam uygulanmasını sağlamak; ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı insan haklarını ve temel özgürlükleri yüceltmeye çalışmaktır.
Aynı zamanda avukat, kamu yararına aykırı işlem ve uygulamaların hak ve adalete uygun hale getirilmesi; hukukun üstün kılınması, demokratikleştirilmesi ve toplumsallaşması konusunda da taraftır… Bu taraflık savunmanlık mesleğinin içerik, nitelik ve saygınlığından kaynaklanmaktadır…
Hukuka aykırı işlemlere karşı da yargı denetiminin işlemesini ve idarenin hukuk alanı içerisinde hareket etmesini sağlamak da avukatın anayasal ve yasal kamu hizmetinin gereğidir.
Yine çok iyi bilinmelidir ki, Fransız yazar Molier’in söylediği gibi;
"Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı."
*Avukat, Ankara Barosu Toplumsal Hukuk ve Ekonomi Politik Savunmanı
Şark İklimi -Ayşe Şule Süzük-
"Birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?"
Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. İçimde bir burulma ve bu burulmaya karışan ince bir sevinç, sevince eşlik eden çiçeğe durmuş bir umut; acı bahar Nisan’ı müjdeliyor. Hep söylenildiği ve Tanpınar’a atıf yapıldığı üzere bu ülke, çocuklarının kendisinden başka bir şey düşünmesine müsaade etmiyor. Narsist bir sevgili gibi, huysuz bir çocuk gibi, üzerine titrenen bir evlat gibi yüzüm hep ona dönük. Bana hep yetersizlik duygusu yaşatıyor, bunu fark ediyorum epeydir. Öyle kendisiyle meşgul olmamı istiyor ki çevremdeki güzelliklerin ayırdına varamıyorum, anında beni hırpalıyor, bana zulmediyor, beni kahrediyor. Yetersizlik duygusu elimi kolumu bağlıyor, “şıvgalarımı kırıyor.”
Çaresizim.
Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. Her şey birbirine karışıyor, her şey bu karmaşa içinde kendi yatağını bulacakmış gibi görünüyor, ne dersiniz?
Günler yavaş yavaş uzuyor.
“Günler gelip geçmekteler, Kuşlar gibi uçmaktalar.”
Diyor şair yüz yıllar öncesinden ve aynı duyguyu avcuma hapsederek usulca uzaklaşıyor. Günler gelip geçiyorlar. Kuşlar gibi uçuyorlar. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin günü yakaladığı o ân ile geçmiş zamanların Beyazıt’ı, 1950’lerin sonundaki öğrenci olayları ve giderek 1960 Darbesi’ne uzanan sürecin anlatıldığı Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı, romanın kahramanı Günsel… Ekranda öğrencilerin sel olup aktığı o ânı gördüğümde aklıma hemen Günsel geliyor. Sahaflar, Beyazıt, Çorlulu Ali Paşa… Hafıza bir tuhaf kutu… Nereden ne çıkacağı hiç belli olmuyor, hem de hiç.
Hop oturup hop kalktığımız günlerde başlıyor Diyarbakır yolculuğum. Ankara’dan çıkıyoruz yola. Türkiye’nin kalbine belalı bir bayram yolundan sağ salim gelince içim ferahlıyor. Sonra içimin ferahlaması içimi daraltıyor. Hep aynı suçluluk ile hayran olduğum şehr-i Ankara’da kendimi daha güçlü duyumsuyorum. Sanki Cumhuriyet sırtımı sıvazlıyor, memleketimi seviyor olmak gözlerimi yakıyor. Ankara Garı’ndan başlayan yolculuk Kurtalan Ekspresi ile Diyarbakır’da bitecek. Toplumsal bellekteki acı hatırlayışlar peşimi bırakmıyor, gözümü kaçırıyorum. Ankara Garı, 10 Ekim, 2015, bombalar, dostlar, benim insanlarım, insanlarım, kayıplarımız…
İçimdeki büyük çanı susturuyorum. Bir GAP turu sevinci kondurma gayreti içindeyim elimde tuttuğum resme. Tasasız bir turist olarak yolla bütünleşmek ve yolun tadını çıkarmak istiyorum. Yolculuklar heyecan veriyor. Yalnız bu duyguya teslim olmak istiyorum fakat huzursuzluğum geçecek gibi değil. Ankara’nın keskin havası içinden demiryolları ve gar binası meydan okuyormuş gibi geliyor. “Ellerinde pankartlar geliyor bu çocuklar” duygusu olur mu? Olur. Oluyor.
Tanpınar şöyle diyor “Beş Şehir” denemelerinde “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.”
Tam da bu hesaplaşmaya eşlik eden birbirinden geçen, birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?
"Mezopotamya'nın Altın Üçgeni" olarak adlandırılan Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa'yı tatilde yaklaşık 500 bin kişi ziyaret etti” diye yazmış gazeteler. Olağanın üstünde bir hareketlilik ile “Doğu’nun Paris’i” anlaşılan dolup dolup boşalacak. Turlarla bir şehri anlamak elbette mümkün değil. Bu bir tanışma, tanımayı ise sonraya bırakacağım gibi görünüyor ancak ilk bakışta aşk gibi bir şey hissettiğim. Ancak gönlümün de akası var herhalde ki nihayetinde tren penceresinden akıp giden Kırıkkale, Kayseri, Sivas ve Malatya’ya, bozkıra, çiçeklenmiş ağaçlara, akıp giden yola sevgiyle karışık hüzünle bakıyorum. Ah o burukluk, bir türlü peşimi bırakmıyor. Dilimde sürekli “ne güzel memleket” nakaratı… Bu memleket boyun eğmez duygusu.
“Havasına suyuna taşına toprağına Bin can feda bir tek dostuma Her köşesi cennetim ezilir yanar içim Bir başkadır benim memleketim”
Yine Beş Şehir’e dair şöyle der Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktir. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”
Tam da bu, bir şehri, bir insanı, bir ülkeyi, bu ülkeyi sevmekle başlayacak her şey. Kaderim, kaderine bağlı ey güzel yüzlü memleketim… Nâzım’dan Pir Sultan’a, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na, Tanpınar’dan, Aziz Nesin’e, Onat Kutlar’dan Orhan Kemal’e, Âşık Veysel’den Ahmet Arif’e, Oğuz Atay’a, Tevfik Fikret’e… Saydıkça sayasım geliyor, coşuyorum.
“Tarih boyunca Amida, Amidi, Amid, Kara-Amid Diyar-Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır adlarını alan kent Güneydoğu Anadolu bölgesinin orta bölümünde El-Cezire denilen bölgede Bereketli hilalin kalbinde yer almaktadır. Diyarbakır'ın köklü tarihi 12 bin yıl önceye uzanıyor” diyor. Kadim bir kent karşımda uzanıyor. Dokuz bin yıllık olan surlardan söz ediyor rehberimiz. “Çin Seddi'nden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve en sağlam surlarından biri olarak kabul edilir” diyor. Suriçi’nin kaderini görüyorum sonra. Dönüşüme uğramış evlerden şekilsiz, kokusuz, tarihsiz ve soğuk bir tek tiplik çıkmış. Yanında ise yıkılmış ama kendini teslim etmemiş harabeler bin bir acıyı fısıldıyor, annelerin çığlığını duyar gibi oluyorum.
Yağmur yağıyor. Surların turistik yüzünün ardında kadim bir tarih uzanıyor Dicle’nin akışına. Kimler gelmiş, kimler geçmiş duygusunun verdiği dinginlik ile bugünün sıkışmışlığı at başı koşturuyor içimde. Davullar gümbürdüyor. Dört Ayaklı Minare’den bir güvercin havalanıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sokakta yürüyorum. Hrant’ın güvercin tedirginliğini hatırlatıyor zihnim. Elimi uzatıyorum güvercinlere doğru… Göz göze geliyoruz üç yaşında bir kız çocuğu ile. Gözleri kara üzüm habbesi. Gözleri yarınlar, gözleri çocuk, gözleri tertemiz… Küçük ellerini avcumun içine alıyorum. Yağmurdan sonra açan güneşin billur ışıltısı dağıtıyor hüznümü.
Memleketimi seviyorum. Memleketimi seviyorum.
/././
Mümkünlerin kıyısı…-Asaf Güven Aksel-
"Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyması ve buna örgütlenmesi, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir."
Hatırlarsınız, “İki Şehrin Hikâyesi”nin o çok bilindik girişini. “Zamanların en iyisi, en kötüsü; akıl çağı, budalalık çağı…” Birbirini çelenlerin, birbirine karşıtların bir arada bulunduğu bir devir. Işık mevsimi, karanlık mevsimi. Cennete giden yol, cehenneme varan yol. Umut baharı, hüzün kışı. Her şey var, hiçbir şey yok…
Ekonomik ve sosyal çalkantıların 1700’lerinin, son dilime bir büyük devrim eşiğinde girişinin Paris’inden, Londra’sından manzaralar aktarırken, Dickens’ın o müthiş kaleminden çıkan bu tasvir, bir nebze, Türkiye’nin uzun zamandır içinden geçmekte olduğu zamanlara da uyuyor gibi, değil mi? Daraltırsak, özellikle, son günlerimize…
Aslında, iktidarı protesto gösterilerinde bir eylemcinin elindeki dövizde, bu ünlü “roman girişi”, yine en az o kadar bilinen ve sıkça kullanılan bir Turgut Uyar cümlesinde de özetlenmişti: “Bütün mümkünlerin kıyısında”… Dövizde, buna bir zamir eklenmişti. “Bütün mümkünlerin kıyısındayız”. Biz.
Bir parantez olsun, Turgut Uyar’ın, mücadele dövizlerine, duvarlarına bunca dize vermesinden, yakın dönem şiirine ve “eylemci” kuşak kimliğine ilişkin bir yeniden analiz gereği doğar sanki, bir ara konuşalım…
Toplumların yol ayrımında, yön tayininde, uzun süre “pat” durumu görülmez pek tarihte. İyi ve kötü, ışık ve karanlık, umut ve hüzün, “zıtların birliği” gösterisini sürgit sahneleyemez. Biri tabii yok olmasa da, bir diğeri galebe çalar eninde sonunda.
Türkiye de, bütün mümkünlerin kıyısında, bir adım atmaya hazırlanıyor. Zamanların en’lerinde… Kıyı. Bir yöne bir adım daha demek midir kıyı? Ve mümkünlerden, ânın elverdiğince mümkün olan tarafa. Hangisi?
* * *
19 Mart’tan bu yana süren, İmamoğlu ateşleyicisini çok aşan boyuta vararak, genel oy hakkının ve yasalılığın iptali tehdidine karşı durmaktan başlayıp, ekmek, adalet, özgürlük ve eşitlik talebi ekseninde yükselen ve bilince çıksın çıkmasın, bütün bir sermaye sistemi arazlarını hükümet nezdinde nesnel olarak bir yerinden karşısına alan eylemlilik, “boykot” aşamasında girdiği yeni kulvarda, iktidarın şaşkın hamlelerinin de etkisiyle, bir “aydın tavrı” sorgusunu gündeme taşıdı. Kendiliğindenliğin kaçınılmaz izlerini taşıyarak.
Boykot listesine alınan markalara, kuruluşlara resmî zevat ziyaretleri komedisiyle, 2 Nisan’daki alışveriş durdurma çağrısını kırmak üzere bebek bezi reyonu ve çekirdek külahı önünde kuyruk olmakla eğlence malzemesi sunan iktidar, protestolara ve boykota destek veren sanatçıları işsiz bırakarak, gözaltına alarak, gülüşmeleri donduran sert bir hamle yaptı.
Bu hamleyle, toplumun sanatçılara, ünlülere daha önceden başlayan “sessizlik” eleştirisi ve destek talebi, bu baskılara, haksızlıklara maruz kalanların yanında yer alma, ses yükseltme çağrısına vardı ve bir başka “boykot” başlığı oluştu.
Önce, toplumun kendiliğinden tanımında, “ünlü”ler, sanatçılar, bir “aydın” köşeli parantezine alınarak, buna uygun davranmaları beklendi. Sonra, halka genişledi, unvan ve işlevi itibariyle “hoca”lar da meydana davet edildi.
Yavuz Bingöl sakilliğine, Demirkubuz küsücülüğüne, Yılmaz Erdoğan akilliğine aldırmazsanız, pek de yabana atılamayacak düzeydeki tartışma, uyarı ve karşılıklı eleştiriyle, kimi gerekçeli kimi kibirli savunmayla, ölü toprağıyla bilinen bu cenah, arzulanan düzeyde olmasa da, kendince hareketlendi, en azından “şöhret”in ve “ağır imaj”ın herhangi bir politik muafiyeti olmadığı gündeme geldi.
Burada, aydın, ünlü, sanatçı arasındaki aynılaştırmanın değerlendirilmesine hiç gerek yok şu an için. Toplumun beklentisi, etki alanının, sözü dinlenirliğinin, dikkat çekiciliğinin yüksek olduğunu düşündüğü, bildiği isimlerin kendi haklı mücadelelerine güç katmasıyken, buna kavramsal sorguyla yaklaşmak, tavırsızlığı makulleştirmek riski bile barındırır. Aydın tavrı ünlüden bekleniyor ve görülmediğinde tepki veriliyorsa, görüldüğünde güç kazanmış hissediliyorsa, mümkünlerin kıyısında ince kavramlar sorun edilmez.
İktidar cenahında kalmakta ya da tavırsızlıkta kendi çıkarını bulanlara, Castillo şiiriyle seslenmenin de yersiz olduğu söylenemez böyle bakılınca.
tarafsız aydınları / yurdumun / sorguya çekilecek / günün birinde / o gün / basit insanlar / tarafsız aydınların / kitaplarında şiirlerinde / yer almayanlar / her gün ekmek getirenler onlara / gelip soracaklar / ne yaptınız / acı çekerken yoksullar?... / tarafsız aydınları / güzel yurdumun / susup kalacaksınız / kendi utancınızla…
Aydın mı, ünlü mü ayrıştırması, devasa bir turnusolun gündeme geldiği koşullarda, belirsizleşir.
Sanatçı, aydın, ünlü, bir cumhuriyet yurttaşlığı ve hakları paydasında, ekmeğini onuruyla ve özgür duruşuyla kazanabilme paydasında, emekçi sınıfın, halkın talebiyle buluştuğunu somut olarak görmek ve idrak etmekle yüz yüzeyken, sanat icrası ve sömürüsüz ülke ortaklığı ayan olurken, ekmek ve gül, hürriyetle randevulaşırken, mümkünlerin kıyısında, atılacak bir adımın yönünü belirleyeceğiz.
Bunu, kendiliğindenin sınırındaki olanaklara sırt çevirmeden, örgütlü güç müdahalesinde bulunabildiğimiz, “göze alma ve aldırma” güveni vermemiz oranında başarabileceğiz.
Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyduğunu kavraması ve buna örgütlenmesi de, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir. Kıyı, nedir ki başka? O kıyıdaki “biz” zamiri kim ki başka?
* * *
Daha önceki benzerleri gibi bu sürecin de öne çıkan sloganlarından biri olan, “Susma, Sustukça…” son derece iyi niyetlidir, tamam. Hem ilhamını aldığı örnek mesele bakılırsa, hem yakın tarih Türkiyesi’ndeki iktidar uygulamaları açısından, çok da haklı bin mücadele çağrısı olarak görülebilir. Bununla birlikte, bazı ünlülerin, siyasetçilerin “kendilerini koruma reflekslerini” de kapsayabilir ama. Aydın tavrı için ölçüt, sıranın kendisine gelme riski yokken de, susarak, hem vartayı atlatmayı hem kazancını korumayı umabileceği koşullarda da, haksızlığa isyan olmalıdır. Sıra bana gelmesin diye değil, kimsede olmasın diye. Korunmacılıkla değil, korumacılıkla. Nâzım’ın “enayi”si, Sierra Maestra’nın Che’si gibi.
Susma, sıra bir öncekinden bir sonrakine gelmesin diye… Hiç tanımadığın bir önceki için, bir sonraki için… Castillo, kendi utancınla susup kalacağını yazmasın bir gün diye.
Susma, varsın sırayı hiç yoktan sana getirsin…
Ünlü mü, aydın mı diye soralım mı ille? Böyle bir sloganla da ölçeriz, bu ideolojidir. Ama, an bu an değil. Şimdi, zamanların en iyisindeyiz, ve ışığın mevsimindeyiz, ve... zıddında…
Yani, şimdi bütün mümkünlerin kıyısında bir adım atmaktayız…. Umudun baharına, akıl çağına. Bir bir yok edilenlerin, bir bir var oluşuna… Zamir eki biziz…
* Saray rejiminin soygun düzenine, yoksullaştıran ekonomi programına, adaletsizliklerine karşı harekete geçen halkı, ‘milli ekonomi düşmanı’ ilan edenler, kasalarını doldurmayı sürdürüyor. Elektrik dağıtım bedeli yüzde 34.5 artırıldı, bu artış faturalara yüzde 25 zam olarak yansıtıldı.
* 21 dağıtım bölgesinde Mehmet Cengiz gibi patronların kasasına 100 milyarlarca lira akıtıldı.
* 2008-2013 yılları arasında elektrik dağıtımının tümü özelleştirildi.
21 bölgeye ayrılan enerji dağıtım işi Mehmet Cengiz, Ahmet Çalık gibi iktidarla içli dışlı sermayedarlar arasında pay edildi
***
Zamlar elektriğe değil ‘özele’
EPDK, Elektrik faturalarına yansıyacak yüzde 25'lik zammı duyurdu. Dağıtım bedellerinde yine elektrik bedelinden fazla artışa gidildi. Özel şirketlere giden bedeller son 4 yılda yüzde 642 arttı.
5 Nisan 2025’ten geçerli olmak üzere konut elektrik tarifelerine yüzde 25 zam yapıldı. Zamla birlikte, dağıtım bedellerinde yüzde 34.5’lik artış dikkat çekti. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), dağıtım bedellerinin son 4 yılda yüzde 642 arttığını ve faturaların yüzde 70’ini oluşturduğunu açıkladı.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), konut elektrik aboneleri için yeni tarifeyi Resmi Gazete’de yayımlayarak yürürlüğe soktu. Buna göre, Enerji bedeli, yüksek tüketim kademesinde yüzde 16.1 artışla 1.61546 TL/kWh’ye çıktı. Dağıtım bedeli ise yüzde 34.5 zamlanarak 1.836166 TL/kWh oldu. Bu artışlar, ortalama bir konut abonesinin elektrik faturasına yüzde 25’lik zam olarak yansıdı
EMO’nun hesaplamalarına göre, 2021’de 183.4 TL olan 230 kWh’lik (aylık) konut faturası, 2025’te 595.8 TL’ye yükseldi. Bu, elektrik faturalarında yüzde 224.8’lik bir artış anlamına geliyor.
“Dağıtım bedeli şişirildi, dağıtım şirketlerine kaynak aktı”
EMO, yaptığı açıklamada faturalardaki en büyük artışın dağıtım bedelinden kaynaklandığını vurguladı. 2021’de 56.9 TL olan dağıtım bedeli, 2025’te 422.3 TL’ye çıkarak yüzde 642 artış gösterdi. Aynı dönemde enerji bedeli yalnızca yüzde 24.5, fon ve vergiler ise yüzde 69.6 arttı.
Açıklamada, “Faturaların yüzde 70.9’u dağıtım bedelinden oluşuyor. Bu, özelleştirilen dağıtım şirketlerinin kâr odaklı politikalarının bir sonucudur” denildi.
Yine EMO’nun hesaplamalarına göre dağıtım bedeli enerji bedeliyle aynı oranda artsaydı, fatura 595.8 TL yerine 228 TL olacaktı.
EMO: ‘Enerji temel bir haktır”
EMO, elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin yurttaşlara ek maliyet getirdiğini belirterek, “Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim temel bir haktır. Kamu kaynakları özel şirketlere aktarılmamalıdır” çağrısında bulundu.
Yavuzyılmaz: ‘Vatandaşın cebinden ayda 5 milyar TL fazla para çıkacak’
CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, elektrik zammını “vatandaşı soyma”olarak niteledi. Yavuzyılmaz, “5 Nisan itibarıyla konut abonelerinin elektrik faturalarına yapılan yüzde 25’lik zamla, 495 TL’lik fatura 619 TL’ye, 1.045 TL’lik fatura ise 1.307 TL’ye çıkıyor” dedi. Yavuzyılmaz, Türkiye’deki 42 milyon 389 bin 208 konut abonesinin yüzde 97’sinin bu zamdan etkileneceğini vurguladı.
Zam kararıyla birlikte yurttaşların cebinden ayda fazladan 5 milyar TL daha çıkacağını söyleyen Yavuzyılmaz, “Bu kaynaklar, AK Parti’nin tamamını özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak” dedi. Yavuzyılmaz, “Bunun adı vatandaşı soymaktır” ifadelerini kullandı.
Elektrik sektöründeki özelleştirmelere de değinen Yavuzyılmaz, “AK Parti’nin enerji politikaları sonucunda ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş durumda. Dağıtım ve perakende satışın yüzde 100’ü zaten özelleştirildi. Geriye sadece iletim sistemi kaldı, onun da özelleştirme süreci devam ediyor” diye konuştu.
Yavuzyılmaz, hükümetin bu politikaları nedeniyle, özel elektrik şirketlerinin “gönüllü hizmetkarı” durumuna geldiğini söyleyerek, “Vatandaşın sırtından özel şirketler zengin ediliyor” şeklinde tepki gösterdi.
***
Muhalefetten elektrik zammına tepki: Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar
EPDK zamlarına tepki gösteren CHP’li vekiller iktidarın halkın cebinden elini çekmediğini belirterek; “Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor" dedi.
CHP Milletvekilleri EPDK tarafından yapılan zamlara tepki gösterdi. Gökan Zeybek; “Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar” derken, Murat Emir,. “Millet seni affetmeyecek”, Burhanettin Bulut ise, "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor” diye tepki gösterdi.
"Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar"
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, EPDK tarafından yapılan zamlara ilişkin, "Memleketi karanlığa gömdüler Ekonomi programları bunlara kalırsa tıkır tıkır işliyor ama ellerini halkın cebinden çekmiyorlar. Şimşek'li geçen iki yılda elektriğe toplamda yüzde 94 zam... AYIP. Türk milleti bu yapılanları unutmayacak ve sizi tarihe gömecek" dedi.
"Millet seni affetmeyecek"
CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Murat Emir, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zam haberine tepki gösterdi. Emir sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
"Saatler önce ‘ekonomide milletin aleyhine kampanya yapanları benim milletim affetmeyecek’ diyen Erdoğan'ın tensipleri ile elektriğe ;
Konut abonelerine yüzde 25,
Kamu ve özel hizmetlere yüzde 15,
Sanayiye yüzde 10,
Tarımsal faaliyetlere yüzde 12,4,
Doğalgaza da yüzde 20-24 arasında zam geldi!
Millet seni affetmeyecek!!!" diye tepki gösterdi.
“İnsafınız kurusun”
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Burhanettin Bulut, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı açıklama ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zamlara tepki gösterdi. Bulut yaptığı paylaşımda şunları kaydetti: "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor. Saray ve avanelerinin lokmaları büyürken vatandaşınki her gün küçülüyor. Memura, emekçiye kaşığın ucuyla zam veren iktidar, elektrikte konut abonelerine yüzde 25 zam yaptı. İnsafınız kurusun!"
“Konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak''
CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımla elektriğe yapılan zamma tepki gösterdi.
Yavuzyılmaz'ın paylaşımı şöyle:
''Yaparsa AK Parti yapar. 5 Nisan 2025 tarihi itibarıyla; AK Parti, aylık elektrik tüketimi bin 45 TL’ye kadar olan konut abonelerinin faturalarına yüzde 25 zam yaptı. 495 TL’lik elektrik faturası 619 TL’ye, bin 45 TL’lik fatura bin 307 TL’ye çıkıyor. Türkiye’deki toplam konut abone sayısı: 42 milyon 389 bin 208 adet. Zamdan etkilenecek konut abone sayısı 41 milyon 189 bin 208 adet, yani konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak. Alınan bu zam kararıyla fatura ödemeleri için vatandaşların cebinden her ay 5 milyar lira daha fazla para çıkacak. Bu paralar, AK Parti’nin yüzde 100’ünü özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak. Bunun adı vatandaşı soymaktır.
AK Parti’nin berbat enerji politikası nedeniyle ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş, elektrik dağıtımının ve perakende satışının yüzde 100’ü özelleştirilmiş durumda. Geriye bir tek elektrik iletim sistemi kalıyor. O da özelleştirme sürecinde. AK Parti, bu hatalı özelleştirmeler nedeniyle, sektördeki özel elektrik üretim ve dağıtım şirketlerinin adeta gönüllü hizmetkarı durumda. Sonuç zam üstüne zam.''
Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’nin hesaplarını inceleyen müfettişler, yurttaşların Gazze ve Suriye gibi ülkelere insani yardım yapılması için bağışladığı paraların genel merkeze gönderilmediğini belirledi.
Depremde çadır satması ile gündem olan ve uzun yıllardır yolsuzluk iddiaları ile anılan Kızılay’ın başmüfettişleri, Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’ni denetledi.
BirGün’ün ulaştığı teftiş raporunda yer alan bilgilere göre, yurttaşların Filistin-Gazze, Suriye, Afganistan, Pakistan ve Ukrayna’ya insani yardım için yaptığı bağışlar ile fitre, zekat ve kurban bağışları Kızılay Genel Merkezi’ne gönderilmedi. Müfettişler gönderilmeyen paranın, 2 milyon 837 bin TL olduğunu belirledi.
Müfettiş raporunda, Bağış ve Bağışçı İşlemleri Yönetmeliği’ne atıf yapılarak, “Yönetmeliğin ilgili maddesinde ‘Genel Merkez tarafından gerçekleştirilen ulusal proje, kampanya ve faaliyetlerde bağışın Şubeler tarafından kabul edilmesi durumunda, bağış tutarı bağışçı bilgileri ile birlikte tahsilatı takip eden iş gününde Genel Merkez bağış hesaplarına gönderilir’ denilmektedir. Bu hüküm gereğince şartlı bağışların Genel Merkeze aktarılması gerekmektedir” ifadeleri yer aldı. Raporda, Endonezya Devleti’nin deprem felaketinde kullanılması için Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’ne yaptığı yaklaşık 1 milyon TL’lik bağışın da “şartlı bağış” olarak kaydedilmediği belirtildi.
Raporun bir başka dikkati çeken kısmı ise 6 Şubat 2023’teki deprem felaketinde yapılan döviz bağışlarıyla ilgili bölümü oldu. Raporda, Kızılay İstanbul İl Merkezi’nin döviz hesaplarında yer alan paranın TL’ye çevrildiği ve 2023 Ekim tarihli döviz kuruna göre toplam 25 milyon 800 bin TL’ye denk gelen “depremde kullanılması şartlı ile yapılan bağışlara” dair işlemlere için 5 Kasım 2024 tarihinde soruşturma başlatıldığı ifade edildi. 25,8 milyon TL’nin nerede olduğu ve soruşturmanın akıbeti ise açıklanmadı.
GENEL MERKEZ DOĞRULADI
Kızılay Genel Merkezi’nden BirGün’e yapılan açıklamada ise “Kızılay yönetmeliklerinde şartlı ve şartsız bağışların nasıl kullanılacağı net bir şekilde belirlenmiştir. Tarafımıza gönderdiğiniz inceleme raporunda da Kızılay Şubesi’nin şartlı bir bağış aldığı görülmektedir. İlgili şube hiçbir şekilde söz konusu bağışı şartı dışında kullanma imkanına sahip değildir. Ancak söz konusu belgede ilgili şubenin kendisine yapılan şartlı bir bağışı süresi içerisinde Genel Merkez hesaplarına aktarmadığı anlaşılmaktadır. Bu eksikliğin de yine Kızılay yönetmeliklerinde yaptırımı net olarak belirlenmiştir. Söz konusu bağışın kaybolması gibi bir durum asla söz konusu olamaz. İnceleme belgesinden de görüleceği gibi Kızılay iç denetim mekanizmalarıyla her türlü eksikliği tespit etmekte ve gerekli yaptırımı hayata geçirmektedir” denildi.
PARALEL ŞUBE OLARAK BİLİNİYOR
Kızılay’ın İstanbul’da iki merkezi şubesi bulunuyor. İmza attığı tüm skandallara rağmen uzun yıllar Kızılay Başkanlığı koltuğunda oturan önceki Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın kararı ile İstanbul’da kurulan ikinci şube "paralel şube" olarak isimlendiriliyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olan Binali Yıldırım’ın kardeşi İlhami Yıldırım, 2009 yılında Kızılay Çekmeköy Şube Başkanlığı ve 2013 ile 2019 yılları arasında da Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı görevlerini yürüttü. Kerem Kınık ise 2019’da Kızılay’ın İstanbul Şubesi’ni yeniden İlhami Yıldırım’a ve ekibine teslim etmek istemedi. Ancak İlhami Yıldırım, 2019 yılında üçüncü defa Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı görevine seçildi. Kerem Kınık ise bu gelişmenin ardından İstanbul’da bir şube daha kurdu. İstanbul İl Merkezi Şubesi ismi verilen Kızılay şubesinin başına da dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin AKP’li Meclis Üyesi Kadem Ekşi getirildi. Tüm ilçe şubeleri, İstanbul İl Merkezi Şubesi’ne bağlandı, Kızılay Genel Merkezi de tüm iş ve işlemleri bu şube üzerinden yürütmeye başladı.
***
Tüketim boykotu başarılı olabilir mi?-Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ-
Bir ekonomik mücadele olarak tüketim boykotu, belirli bir sermayedara ait metaların tüketiminin topluca reddedilmesi ve böylece talebin düşürülmesiyle beraber sermayenin yeniden üretiminin sekteye uğratılmasıdır.Görsel yapay zekâyla üretilmiştir
Tüketim boykotu, toplumsal hoşnutsuzluğun yüksek olduğu ülkelerde, bir süredir en sık tartışılan eylem biçimlerinden biri. Tartışmalarda ise hemen herkesin aklında, tüketim boykotunun başarılı olup olamayacağı sorusu var. Tarihsel örneklere bakıldığında, disiplinle uygulanıp başarı kazanan pek çok tüketim boykotundan bahsetmek mümkün. Hatta bunlardan kimileri, otoriter ve faşist iktidarlar karşısında yıkıcı birer araca dahi dönüşmüştür.
DOĞRUDAN BOYKOT
Başlı başına bir ekonomik mücadele fiili olarak tüketim boykotu, belirli bir sermayedara ait metaların tüketiminin halk tepkisi dolayısıyla topluca reddedilmesi ve böylece talebin düşürülmesiyle beraber sermayenin yeniden üretiminin sekteye uğratılmasıdır. Bu fiil karşısında sermayedarın boykota konu olan nedenleri ortadan kaldırması ve boykotu örgütleyen öznelerle sessiz de olsa bir anlaşmaya varması beklenir. Aksi takdirde ya boykot yıkıcı olur, azalan taleple üretim durur ve üretime koşulan sermaye zarara uğrar ya da sermayedar boykotu aşmayı sağlayan başka yollar bulur ve boykot başarısız olur.
Tarihte halkın sahiplendiği birçok başarılı boykot örneği sayılabilir. Bunlardan Apartheid sermayesine yönelik ANC ve SACP’ın çağırısıyla örgütlenen ve özellikle 1980’li yılların ikinci yarısında etkili olan tüketim boykotu, Güney Afrika ekonomisi üzerindeki görece yıkıcılığı düşünüldüğünde, son derece önemli bir örnektir.1 Boykot, halkın büyük kesiminin ırkçı burjuva kesimine ait metaları tüketmeyi reddetmesi ve ihtiyaçlarını küçük üreticiler, tüketim kooperatifleri ve dayanışma ağlarından karşılaması sayesinde dikkate değer bir başarı sağladı. Başarılı olan boykot, daha sonra yabancı sermayenin ülkeden çekilmesi konusunda dünya halklarının desteğini de pekiştirmiş ve bu destek GM, Ford ve IBM gibi onlarca markanın ülkeyi terk etmesinde etkili olmuştur.
GREV BAĞLANTILI BOYKOT
İşçiler grev ilan edip üretimi bıraktıklarında, ilgili ürün veya hizmet üretilmediğinden değişim sürecine de aktarılamaz. Böylece meta namevcut olduğu sürece, giderlerini karşılamayı sürdüren sermaye zarar etmeye başlar. Bu noktada sermayedarın işçilere karşı alacağı önlemler arasında, ekonomik açıdan lokavttan grev kırıcılığına ve siyasal açıdan grev erteleme kararından kolluk kuvvetleri saldırısına kadar pek çok koşul bulunur. Bunlardan hangilerine ne ölçüde başvurulabileceği mevcut ve potansiyel işçi sınıfı örgütlülüğü ve mücadelesinin ivmesine doğrudan bağlıdır. Harvey tam burada, sermayedara karşı bir hamle olarak tüketim boykotunun da dikkate alınabilecek bir eylem olduğunu anımsatır.2
Belirtildiği üzere, işçilerin greviyle birlikte üretimin konusu olan metanın arzı da kesilir. Ne var ki meta ürün formundaysa, marketlerden/mağazalardan üretim depolarına kadar belirli bir nicelik satıştaki varlığını korumayı sürdürür. Hatta ürün talebi yüksek bir ürünse, arzın düşmesinden ötürü fiyatlarda kısa süreli bir artış dahi yaşanabilir. Burada grev, eğer bir tüketim boykotuyla örtüşebilirse, karşılıklı olarak hem grevin hem de boykotun başarı şansı artar. Metaya ilişkin talebin durmasıyla, üretilse dahi tüketilmeyecek bir meta söz konusudur çünkü. Böylece sermayenin yeniden üretimi adeta felce uğrar. Sermayedar zamana karşı bir yarışa girmek zorunda kalır.
Güney Afrika’daki tüketim boykotu birçok grevle örtüşmüş ve böylece hem grevlerin hem de boykotların başarı oranı artmıştır. Ayrıca işçi sınıfı ve halkın diğer kesimlerinin ortak çıkarlar etrafında bir araya geldiği yeni olanaklar doğmuştur.
TÜKETİM KOOPERATİFLERİ
Boykotların uzun süreli olması halkın ihtiyaçlarını karşılamadaki alternatiflere de bağlıdır. Neticede meta üretiminin büyük kısmı “sermayedarlar” elindedir ve bir sermayedardan bir başkasına yönelmek nihai bir çözüm değildir. Bu nedenle özellikle büyük boykotlar sırasında başvurulan tüketim kooperatifleri burada daha kalıcı bir çözüm olarak ortaya çıkar. Böylesi kooperatifler siyasi parti ve sendikalar gibi emek merkezli kurumlarca kurulup yönetilerek, (varsa) işçilerin ortak mülkiyetindeki fabrikalardan ve üretim kooperatifleri ya da kırda ve kentte küçük üreticilerden doğrudan aldıkları ürünleri, kar amacı gütmeden halka ulaştırmayı amaçlarlar. Halka ihtiyaç duyduğu tüketim metalarını ucuz ve kaliteli biçimde ulaştırırken, işçi sınıfı ve alt ara sınıfları ortak çıkarlar etrafında bir araya getirirler.
Güney Afrika örneğinde, boykotla koşut olarak pek çok tüketim kooperatifinin kurulduğuna rastlanır. Bu kooperatifleri ANC ama daha çok da SACP ve etkisi altındaki sendika konfederasyonu COSATU örgütlemiştir.
Kaynaklara göre kooperatiflerin ilk işi, üyelerinden topladıkları küçük katkılarla ortak bir bütçe oluşturmaktı. Bu bütçeyle kırda ve kentte küçük üreticilerden doğrudan ürün tedariği gerçekleştirdiler. ANC, SACP ve COSATU, bu sırada arka planda kooperatiflerin lojistiğini destekliyordu. Kooperatiflerde un, şeker, meyve, sebze gibi temel gıdalardan giyecek ve yakacak gibi farklı ihtiyaçlara değin ürünler bulunuyordu. Kooperatiflerin işleyişten ürün seçimine kadar tüm yönetimi, üye ve çalışanlarının doğrudan katılımıyla gerçekleşiyordu. Bütün bütçe akışı şeffaf biçimde halka açık bir noktada paylaşılmaktaydı.
Güney Afrika örneğinin de gösterdiği üzere, bir boykotun doğru örgütlendiğinde ve yönetildiğinde, bırakalım başarılı olmayı, tüketim kooperatifleri gibi uzun süreli ve daha kalıcı çözümlere dahi kapı aralayabileceği aşikardır.
------
1 Bkz. J. N. Wilhelm de Jager, “Political Consumerism in the South African and British Anti-Apartheid Movements”, Political Consumerism içinde, OUP, 2019, ss. 58-63.
2 David Harvey, Marx, Capital, and the Madness of Economic Reason, OUP, 2018, s. 76.
***
Kuzey Kıbrıs’ta da eğitim gericileştirilmek isteniyor -Berkay Sağol-
Kuzey Kıbrıs’ta Disiplin Tüzüğü’nde yapılan değişiklikle, 18 yaş altı öğrenci kız çocuklarının türbanla okula gelmelerinin yani çocuklar üzerinden din istismarının önünü açtı. Tepkilerden sonra ise ilgili madde kaldırıldı.
Kıbrıs Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile Bakanlar Kurulu, Disiplin Tüzüğü‘nde yaptıkları değişiklikle, 18 yaş altı öğrenci kız çocuklarının türbanla okula gelmelerinin önünü açtı. Çocuklar üzerindeki din istismarının önünü açan değişiklikte 18 yaş altı çocukların soyut kavramlar olan dini inanç seçimi için yeterli gelişimlerini tamamlamış olduğu ve kendi seçimlerini yapabileceği şeklinde bir fikir ortaya çıktı.
Ancak öğretmenlerden, siyasi partilerden ve milletvekillerinden gelen tepkilerden sonra ise tüzükte ilgili madde kaldırıldı. Maddenin kaldırılmasına rağmen, okullarda bu baskının ve dayatmanın devam ettiği belirtildi.
Disiplin Tüzüğüne eklenip çıkarılan maddede şu ifadeler yer aldı: “Öğrencilerin dini inançlarından dolayı başlarını örtmek istemeleri halinde, yalnızca bone üzerinde bandana yerleştirerek başlarını örtebilirler. Bone ve bandana üzerinde herhangi bir şekil, desen, yazı, sembol ve işaret bulunamaz. Bone ve bandana okul üniforması ile uyumlu renkte, düz ve sade olmalıdır.”
Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS) Başkanı Selma Eylem, tüzüğe eklenmek isteyen sonradan çıkarılan ve yaratılan baskı ortamına tepki gösterdi. Eylem, ilahiyat koleji, Kuran kursları, tarikat yapılanmaları, zikir evleri, kültür anlaşmaları adı altında yürütülen misyonerlik çalışmaları ve dini sembol takan öğretmen atamalarıyla eğitimin bilinçli bir şekilde dini muhafazakârlaştırılmaya çalışıldığını söyledi.
Eylem, “AKP’nin Türkiye’de olduğu gibi ülkemizde de yapmak istediği, eğitimde dinî muhafazakârlaştırma, dindar nesil yetiştirme, sorgulamayan, biat eden bir toplum modeli yaratmaktır; bu hedefle ortaya koyduğu ideolojik politikalardır. Tüm okullar imam hatipleştirilmeye çalışılmakta, Kıbrıs Türk toplumuna dayatılan ekonomik, siyasi, sosyal politikaların kalıcılaşması için Türkiye’de olduğu gibi burada da toplumsal farklılıkları ve hoşgörüyü yok etmeye, bölmeye, halkı birbirine düşman etmeye uğraşılmaktadır” dedi.
Eğitim sisteminin dini motiflerle dizayn edilmesinin bir özgürlük meselesi değil, toplumu kutuplaştırma çabası olduğunu belirten Eylem, “Bilimsel, laik eğitim sistemine sahip çıkmak için mücadeleye devam edeceğiz ve toplumun desteğini bekliyoruz. Koltuk uğruna boyun eğen, geleceğimize, çocuklarımıza ihanet eden kuklalara karşı da, talimatları veren ve organize edip dayatanlara karşı da öğretmenlerimiz ve sendikamız, boyun eğmeyecek, geleceğimiz, çocuklarımız, toplumumuz için her türlü mücadeleye devam edecektir” diye konuştu.
ÖĞRETMENLERE TEHDİT
Kıbrıs’ta Hak ve Özgürlük Platformu ile bir camii imamı öğretmenleri tehdit etti. Hak ve Özgürlük Platformu Başkanı Mustafa Tıngır, yaptığı açıklamada, “Öğretmen kimliği adı altında yapılan bu vandallıkları kabul etmiyoruz. Okul da bizim, cami de bizim, üniversiteler de bizim. Aidiyet hissetmeyen Rum tarafına gidebilir” dedi.
Hamitköy Camii imamı İbrahim Damar’ın da sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda, “ Benim dinime hakaret eden, devleti bile okula sokmayan bu zihniyeti öldüğü vakit ben de camiye sokmayacağım. Selasını vermeyeceğim. Cenaze namazını kıldırmayacağım. Açık söylüyorum, başörtüsüne karşı gelen kafirdir. Kafirin cenaze namazı kılınmaz” ifadelerini kullandı.
***
Yangında önce arabaları kurtarmışlar
Bolu’daki 78 kişinin hayatını kaybettiği Grand Kartal Otel’deki yangın faciasına ilişkin bilirkişi raporu, yaşanan ihmaller ortaya koydu. Oksijen’de yer alan habere göre, oteldeki görevlilerin yangını haber aldıktan sonra otoparka koşarak arabaları kurtarmaya çalıştığı tespit edildi.Raporda 12 dakika boyunca kimsenin uyandırılmadığı, bu süre zarfında herkesin otelden çıkmasının mümkün olabileceği vurgulandı. Raporda ayrıca zorla açılan otopark kapısının yangının söndürülmesinin önüne geçtiği bildirildi.
***
Binlerce tarla borca karşılık satışa çıktı
Bankalara borcunu ödeyemeyen çiftçiler, ellerindekini de ipotek altında kaybediyor. Ürettiğinden kazanamayan çiftçilerin tarlaları, borçları karşılığında bankalar tarafından birer birer satılıyor. Üreticinin bankalara borcu da artışta.
Çiftçilerin bankalara olan borçları, 2024 yılı sonunda 868 milyar 627 milyon 299 bin lira iken bu yılın ocak ayında 899 milyar 745 milyon 729 bin liraya çıktı. 2025 Şubat ayında ise 935 milyar 936 milyon 324 bin liraya yükseldi. Takipteki borçlar yüzde 37 arttı. Çiftçi borçları, yalnızca iki ayda 67 milyar lira yükseldi. CHP Niğde Milletvekili ve Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu Üyesi Ömer Fethi Gürer, çiftçilerin borçlarını ödeyememesi nedeniyle tarlaların icra yoluyla satışa çıkarıldığına dikkati çekti, bu durumun tarım sektörü için ciddi bir tehdit oluşturduğunu ifade etti.Gürer’in paylaştığı verilere göre, sadece mart ayında toplam 2 bin 937 tarla, icra daireleri ve sulh hukuk mahkemeleri tarafından satışa çıkarıldı. Mart ayının ilk 24 gününde 1959 tarlanın satış ihalesi yapılırken, 24-31 Mart arasında 978 tarla daha satışa açılacak. Tarlaların ihale yoluyla en çok satışa çıkarıldığı kent Kayseri oldu. Kayseri’de 42, Balıkesir’de 41, Eskişehir’de 40, Kırklareli’de 33, Afyon’da 32, Ankara’da 30, Bursa’da 29 tarla satışa çıktı. Çiftçilerin bankalara olan borçlarını ödeyememesi nedeniyle takibe düşen borç tutarının hızla arttığını belirten Gürer, “2024 Aralık ayında 3 milyar 621 milyon 920 bin TL olan takipteki borç tutarı, 2025 Ocak ayında 4 milyar 480 milyon 112 bin TL’ye, Şubat 2025’te ise 4 milyar 969 milyon 351 bin TL’ye ulaştı. Bu artış, iki aylık süreçte takipteki borç tutarının 1 milyar 347 milyon 431 bin TL arttığını göstermektedir. 2 ayda çiftçilerin bankalara zamanında ödeyemediği için takibe alınan borçları yüzde 31 artış gösterdi. Takibe düşen borçlardaki bu artış, daha fazla çiftçinin artık borçlarını ödeyemediğini ve bankalar tarafından takibe alındığını gösteriyor” diye konuştu. Gürer, açıklamasında çiftçilerin borçlarının ilk taksitlerinin 2027 yılına ertelenmesi ve borç faizlerin silinmesi için verdiği kanun teklifinin Meclis’te görüşülmesi çağrısında bulundu.
***
Marx’ın 11. Tezi -Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ-
Marx, on birinci tezde ilan ettiği düşünceyle eylem arasındaki sürekliliği materyalist tarih kavramsallaştırmasıyla somutlaştırmış olur. Düşünce ile eylem arasındaki diyalektik birliğin nihai amacı ise insanlığın özgürleşmesidir.
Karl Marx Feuerbach Üzerine Tezler’in on birincisinde felsefi literatüre damga vuracak o ünlü sözü söyler: “Filozoflar dünyayı yalnızca farklı şekillerde yorumlamışlardır, mesele onu değiştirmektir.”1 Bu tezin okuyucuya ilettiği iki argüman vardır. Bunlardan ilki Marx’ın düşünce ile eylem arasında tezat bir ilişki kurmadığı, başka bir ifadeyle ikili arasında bir sürekliliğe işaret ettiğidir. İkinci argüman ise filozofların daha en başından Varlığın en genel zeminini keşfetme çabası olarak felsefeyi bir yorumlama etkinliği formunda inşa etmiş olmalarıdır ve artık bunun değiştirilme zamanı gelmiştir.
Kuşku yok ki Marx bu konuda haklıdır. Felsefi düşünce daha en başından Varlığın en genel zeminini keşfetme çabası olarak parıldamıştır. Batı düşünce tarihi kitaplarında çoğunlukla ilk filozof olarak aktarılan Miletli Thales’in arkhe (ilk neden, başlangıç) problemini ele alması ve Thales sonrasında pre-Sokratik filozofların bu problemi derinlemesine işlemeye devam etmesi bu iddianın tarihsel kanıtlarından biri olarak gösterilebilir. Kozmolojiden ontolojiye geçişi tamamlayan en önemli unsurlardan biri ilk neden probleminin rasyonel bir söylem eşliğinde yanıtlanmaya çalışılmasıdır. Bu eksende, aklın, felsefi düşüncenin temel, hatta tek kategorisi olduğu ileri sürülebilir. Varlık zemininde söz konusu yorumlama çabasına eşlik eden ve onun merkezini işgal eden akıl kategorisi altında tüm önemli ikiliklerin (bilinç-varlık, özne-nesne, öz-görünüş, zorunluluk-özgürlük) uzlaştırılmaya çalışıldığı bir çerçeve yapılandırılmıştır. Felsefe tarihi akla dayalı bu yapılandırmanın tarihidir. Var olanın özünde rasyonel olmadığı ve akla doğru getirilmesi gerektiği iddiası bu çabadan kaynaklanır. Akıl ile var olan uyum içine sokulduğunda artık dünya akla karşıt bir konumda yer almayı bırakır, daha çok düşünce tarafından kavranır ve bir Kavram olarak tanımlanır.2 Böylece maddi nesnelliğin düşünce karşısındaki görece dışsal karakteri aşılmış ve dünya, düşüncenin mutlaklığına doğru çekilmiş olur.
Felsefe tarihinde açığa çıkan bu girişimin en üst noktasında Alman İdealist felsefesinin olduğu söylenebilir. Modern felsefede ortaya çıkan iki temel gelenek, rasyonalizm (akılcılık) ve empirizm (deneycilik), bilinç ile var olan arasındaki gerilimi incelemenin en önemli iki kaynağıdır. Empirizm bir yandan bilince dışsal bir dünyanın varlığını temellendirirken, diğer yandan bu dünyadaki farklı sosyal grupların çatışan çelişkilerini bize göstermiş, rasyonalizm ise bu çelişkilerin hangi ide (kavram) dolayımıyla aşılabileceğini, potansiyel düzlemde insanlar arasında inşa edilebilecek dayanışmanın ve olası yeni bir yaşamın imkanını rasyonel ilkelerle gerekçelendirmeye çabalamıştır. Sonrasında Kant bu iki geleneği eleştirel felsefe başlığı altında uzlaştırmaya niyetlenmiş, ama var olan çatallanmalar felsefesinde tam anlamıyla aşılamadığı için bu görevi tamamlamak Hegel’e düşmüştür. Hegel aklı ve özgürlüğü bir arada düşündüğünde modern Batı felsefesi geleneğinden önemli bir sonuç çıkarır: özgürlük rasyonalitenin öğesidir, aklın içinde bulunabileceği tek formdur.3 Felsefe düşünüre göre tinin (yani kendisinin bilincinde olan aklın) tek ve zorunlu hakikatinin özgürlük olduğu bilgisini bize verir. Başka bir ifadeyle, felsefi tarih tinin tüm özelliklerinin özgürlük dolayımıyla var olduğunu, her şeyin özgürlüğün dolayımı olduğunu bize anlatır. Tam da bu sebeple insani özgürleşmenin tarihi ile aklın tarihi aynıdır. Özgürlük olarak akıl kavrayışıyla felsefe de sınırına ulaşmış görünür. Hegel tam da bu aşamada felsefe tarihinin nihai sonunu ilan etmiştir.
BİLİNCİN EN GELİŞMİŞ FORMU OLARAK FELSEFE
Bu sebeple 19. yüzyılın otuzlar ve kırklarında Almanya’da felsefe, bilincin en gelişmiş formlarından birisi olarak değerlendirilmiştir ve ilginçtir ki o dönem Avrupa’sının pek çok bölgesindeki somut maddi koşullar bu bilincin çok gerisindedir. Başka bir ifadeyle, bilinç maddi koşulları öncelemiştir. Tam da bu sebeple yerleşik düzenin eleştirisi o bilincin eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi çalışması bunun en nitelikli örneğidir. Eserin iki temel sorusu vardır. Kitap ilk olarak felsefenin temel problemine, yani varlık ile bilinç ilişkisi meselesine materyalist bir yanıt verme uğraşı içindedir. Bu bağlamda ekonomik ilişkilerin temelinde yatan unsurların neler olduğu gösterilmeye çalışılır. Böylelikle tarihsel gelişim sürecinin temeline daha derinlemesine girilmekte, bir toplum formundan diğerine geçişin arka planındaki maddi ilişkiler ve güçler açığa çıkarılmaktadır. Kitap ikinci olarak Alman felsefesinin (Alman ideolojisi) bir eleştirisi olarak formüle edilmiştir. Bu polemikteki başlıca problem mevcut gerçekliğin nasıl değiştirilebileceği sorusuyla alakalıdır.
Düşünürler bu çalışmayla birlikte iki yeni iddiayı düşünce tarihine taşımışlardır. Bunlardan ilki, felsefe, bilincin en gelişmiş formlarından biri olduğu için böyle bir bilinç formunun eleştirisinin yapılabilmesinin yeni bir teorik hattı gerektiriyor oluşudur. Marx’ın sosyal teorisinin ekonomik koşulların yerleşik düzendeki bütünlüğüne ve rolüne karşı eleştirel sorumluluğunu beyan etmesi bu yeni hatla ilgili bize ipucu vermektedir. Felsefe ekonomik-sosyal teoriye eklemlenmiştir. Ön plana çıkan ikinci iddia ise sınırına ulaşmış olarak görünen felsefenin artık yorumlayıcı etkinlik olmaktan çıkarak dünyayı değiştirme eylemine katılacak olmasıdır. Böylece Marx on birinci tezde ilan ettiği düşünceyle eylem arasındaki sürekliliği materyalist tarih kavramsallaştırmasıyla somutlaştırmış olur. Düşünce ile eylem arasındaki diyalektik birliğin nihai amacı ise insanlığın özgürleşmesidir.
-----
1Hayalet Karl Marx: Seçme Yazılar, çev. Volkan Çıdam, ed. Güçlü Ateşoğlu, Ayrıntı Yay., s. 200.
2 Herbert Marcuse, Olumsuzlamalar, çev. Kurtul Gülenç, Ayrıntı Yay., 2020, s. 139.
3 Georg W. F. Hegel, Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte, Werke, XIII, 1840-47, s. 34.