EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Nisan 2025-


Cengizleri ihya

* Saray rejiminin soygun düzenine, yoksullaştıran ekonomi programına, adaletsizliklerine karşı harekete geçen halkı, ‘milli ekonomi düşmanı’ ilan edenler, kasalarını doldurmayı sürdürüyor. Elektrik dağıtım bedeli yüzde 34.5 artırıldı, bu artış faturalara yüzde 25 zam olarak yansıtıldı. 

* 21 dağıtım bölgesinde Mehmet Cengiz gibi patronların kasasına 100 milyarlarca lira akıtıldı.

* 2008-2013 yılları arasında elektrik dağıtımının tümü özelleştirildi.

21 bölgeye ayrılan enerji dağıtım işi Mehmet Cengiz, Ahmet Çalık gibi iktidarla içli dışlı sermayedarlar arasında pay edildi

                                                ***

Zamlar elektriğe değil ‘özele’

EPDK, Elektrik faturalarına yansıyacak yüzde 25'lik zammı duyurdu. Dağıtım bedellerinde yine elektrik bedelinden fazla artışa gidildi. Özel şirketlere giden bedeller son 4 yılda yüzde 642 arttı.

5 Nisan 2025’ten geçerli olmak üzere konut elektrik tarifelerine yüzde 25 zam yapıldı. Zamla birlikte, dağıtım bedellerinde yüzde 34.5’lik artış dikkat çekti. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), dağıtım bedellerinin son 4 yılda yüzde 642 arttığını ve faturaların yüzde 70’ini oluşturduğunu açıkladı.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), konut elektrik aboneleri için yeni tarifeyi Resmi Gazete’de yayımlayarak yürürlüğe soktu. Buna göre, Enerji bedeli, yüksek tüketim kademesinde yüzde 16.1 artışla 1.61546 TL/kWh’ye çıktı. Dağıtım bedeli ise yüzde 34.5 zamlanarak 1.836166 TL/kWh oldu. Bu artışlar, ortalama bir konut abonesinin elektrik faturasına yüzde 25’lik zam olarak yansıdı

EMO’nun hesaplamalarına göre, 2021’de 183.4 TL olan 230 kWh’lik (aylık) konut faturası, 2025’te 595.8 TL’ye yükseldi. Bu, elektrik faturalarında yüzde 224.8’lik bir artış anlamına geliyor.

“Dağıtım bedeli şişirildi, dağıtım şirketlerine kaynak aktı”

EMO, yaptığı açıklamada faturalardaki en büyük artışın dağıtım bedelinden  kaynaklandığını vurguladı. 2021’de 56.9 TL olan dağıtım bedeli, 2025’te 422.3 TL’ye çıkarak yüzde 642 artış gösterdi. Aynı dönemde enerji bedeli yalnızca yüzde 24.5, fon ve vergiler ise yüzde 69.6 arttı.

Açıklamada, “Faturaların yüzde 70.9’u dağıtım bedelinden oluşuyor. Bu, özelleştirilen dağıtım şirketlerinin kâr odaklı politikalarının bir sonucudur” denildi.

Yine EMO’nun hesaplamalarına göre dağıtım bedeli enerji bedeliyle aynı oranda artsaydı, fatura 595.8 TL yerine 228 TL olacaktı.

EMO: ‘Enerji temel bir haktır”

EMO, elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin yurttaşlara ek maliyet getirdiğini belirterek, “Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim temel bir haktır. Kamu kaynakları özel şirketlere aktarılmamalıdır” çağrısında bulundu.

Yavuzyılmaz: ‘Vatandaşın cebinden ayda 5 milyar TL fazla para çıkacak’

CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, elektrik zammını “vatandaşı soyma”olarak niteledi. Yavuzyılmaz, “5 Nisan itibarıyla konut abonelerinin elektrik faturalarına yapılan yüzde 25’lik zamla, 495 TL’lik fatura 619 TL’ye, 1.045 TL’lik fatura ise 1.307 TL’ye çıkıyor” dedi. Yavuzyılmaz, Türkiye’deki 42 milyon 389 bin 208 konut abonesinin yüzde 97’sinin bu zamdan etkileneceğini vurguladı.

Zam kararıyla birlikte yurttaşların cebinden ayda fazladan 5 milyar TL daha çıkacağını söyleyen Yavuzyılmaz, “Bu kaynaklar, AK Parti’nin tamamını özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak” dedi. Yavuzyılmaz, “Bunun adı vatandaşı soymaktır” ifadelerini kullandı.

Elektrik sektöründeki özelleştirmelere de değinen Yavuzyılmaz, “AK Parti’nin enerji politikaları sonucunda ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş durumda. Dağıtım ve perakende satışın yüzde 100’ü zaten özelleştirildi. Geriye sadece iletim sistemi kaldı, onun da özelleştirme süreci devam ediyor” diye konuştu.

Yavuzyılmaz, hükümetin bu politikaları nedeniyle, özel elektrik şirketlerinin “gönüllü hizmetkarı” durumuna geldiğini söyleyerek, “Vatandaşın sırtından özel şirketler zengin ediliyor” şeklinde tepki gösterdi. 

                                                         ***

Muhalefetten elektrik zammına tepki: Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar

EPDK zamlarına tepki gösteren CHP’li vekiller iktidarın halkın cebinden elini çekmediğini belirterek; “Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor" dedi.


CHP Milletvekilleri EPDK tarafından yapılan zamlara tepki gösterdi. Gökan Zeybek; “Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar” derken, Murat Emir,. “Millet seni affetmeyecek”, Burhanettin Bulut ise, "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor” diye tepki gösterdi.

"Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar"

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, EPDK tarafından yapılan zamlara ilişkin, "Memleketi karanlığa gömdüler Ekonomi programları bunlara kalırsa tıkır tıkır işliyor ama ellerini halkın cebinden çekmiyorlar. Şimşek'li geçen iki yılda elektriğe toplamda yüzde 94 zam... AYIP. Türk milleti bu yapılanları unutmayacak ve sizi tarihe gömecek" dedi.

"Millet seni affetmeyecek"

CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Murat Emir, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zam haberine tepki gösterdi. Emir sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

"Saatler önce ‘ekonomide milletin aleyhine kampanya yapanları benim milletim affetmeyecek’ diyen Erdoğan'ın tensipleri ile elektriğe ;

Konut abonelerine yüzde 25,

Kamu ve özel hizmetlere yüzde 15,

Sanayiye yüzde 10,

Tarımsal faaliyetlere yüzde 12,4,

Doğalgaza da yüzde 20-24 arasında zam geldi!

Millet seni affetmeyecek!!!" diye tepki gösterdi.

“İnsafınız kurusun”

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Burhanettin Bulut, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı açıklama ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zamlara tepki gösterdi. Bulut yaptığı paylaşımda şunları kaydetti: "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor. Saray ve avanelerinin lokmaları büyürken vatandaşınki her gün küçülüyor. Memura, emekçiye kaşığın ucuyla zam veren iktidar, elektrikte konut abonelerine yüzde 25 zam yaptı. İnsafınız kurusun!"

“Konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak''

CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımla elektriğe yapılan zamma tepki gösterdi. 

Yavuzyılmaz'ın paylaşımı şöyle:

''Yaparsa AK Parti yapar. 5 Nisan 2025 tarihi itibarıyla; AK Parti, aylık elektrik tüketimi bin 45 TL’ye kadar olan konut abonelerinin faturalarına yüzde 25 zam yaptı. 495 TL’lik elektrik faturası 619 TL’ye, bin 45 TL’lik fatura bin 307 TL’ye çıkıyor. Türkiye’deki toplam konut abone sayısı: 42 milyon 389 bin 208 adet. Zamdan etkilenecek konut abone sayısı 41 milyon 189 bin 208 adet, yani konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak. Alınan bu zam kararıyla fatura ödemeleri için vatandaşların cebinden her ay 5 milyar lira daha fazla para çıkacak. Bu paralar, AK Parti’nin yüzde 100’ünü özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak. Bunun adı vatandaşı soymaktır.

AK Parti’nin berbat enerji politikası nedeniyle ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş, elektrik dağıtımının ve perakende satışının yüzde 100’ü özelleştirilmiş durumda. Geriye bir tek elektrik iletim sistemi kalıyor. O da özelleştirme sürecinde. AK Parti, bu hatalı özelleştirmeler nedeniyle, sektördeki özel elektrik üretim ve dağıtım şirketlerinin adeta gönüllü hizmetkarı durumda. Sonuç zam üstüne zam.'' 

                                                     ***

Dosta güven, düşmana korku mücadelesi -Mesut Baylav-

“Kime, nasıl, ne kadar, ne zaman güveneceğini de bu mücadele üzerinden hesap eden ileri işçilerin sayısının artması, mücadelenin seyri bakımından önemli bir yerde duruyor.”

Kim kime kolay kolay güvenir? Bir insanın başka bir insana güvenebilmesinin çok çeşitli zeminleri ve kıstasları vardır elbet. Yıllar içerisinde yaşanan olumlu ya da olumsuz deneyimler, başka insanlardan duyulanlar, yaşam koşulları gibi birçok etken güven ya da güvensizlik meselelerinde yer tutar. Bu yazıda kastettiğimiz ‘güven’ elbette sırtını çivili bir duvara yaslamak ve başına gelecekleri beklemek anlamına gelmiyor.

Meselemiz işçiler arasında süren güven tartışmalarına dair çeşitli gözlemler ve deneyimler üzerinden bazı değerlendirmeler yapabilmek. Bunu da Antep’te fabrikalarda çalışan işçilerle aslında uzun zamanın biriktirdiklerine dayanarak yapmak. Başta aynı fabrikada çalışan işçiler olmak üzere genel olarak bir güvensizlik halinin olduğu malum. Gel gelelim bunun sebepleri de çok çeşitli. En çok öne çıkanlara bir bakmakta fayda var.

‘Ben varım ama diğerleri yok’ yaklaşımı

“Fabrikada bir şikayetimiz vardı (Buraya birçok şikayet konusu ekleyebiliriz), yönetimle görüşmeye gidelim dedik, gittik arkamı bir döndüm, kimse kalmamış.”

Antep’te güven konusunu konuştuğumuz işçilerin anlattıklarından bir kesit paylaştık. Çok yaygın bir söylem. Ne kadarının doğru ve yaşanmış olduğuna dair bir tespitte bulunmak zor. Ama birçoğunun tartışmada bir kanıt sunma gerekçesiyle dile getirildiği de kesin. Kendisini korkusuz diğer işçileri korkan ve kaçan olarak gösteren bu yaklaşımın temelinde esas olarak “Ben varım ama diğerleri yok” yaklaşımı var. Ve diğer işçileri de ikna etmenin mümkün olmayacağına dair çeşitli gerekçelerle yaklaşımın kendisi beslenmiş oluyor. Elbette bu durumu yaşayan işçiler var. Ve bu yaşanmışlığın yansımaları ve etkileri güvensizliği perçinliyor. Kendi yaşamamış olanlar ise eğer patronun karşısına çıksa arkasında kimsenin kalmayacağı bir senaryoyu kuruyor olabilir.

Birliğin önündeki engel yalakalık mı?

“Yalaka çok yalaka, koyun gibi hepsi...”

Bu da başka bir yaygın söylem. Fabrikalarda işçilerin deyimi ile “yalaka” işçiler elbette var. Yanındaki işçinin konuştuğunu fabrika yönetimine ulaştıranlar, diğer işçinin kuyusunu kazanlar, çavuşlar, amirler vs. Böyle işçilerin sayısının çok sınırlı sayıda olduğunu aslında işçilerle konuştuğumuzda da anlayabiliyoruz. Ancak fabrikada birlik olunmamasının gerekçesi olarak “yalaka” diye tarif edilen işçilerin gösteriliyor olması tek başına meseleyi açıklamaktan uzak. Üstelik birlik olmanın önündeki engel olarak “yalaka” işçileri gösteren işçilerden ikisi de birbirini “yalaka” olarak tarif edebiliyor. Bu da başka bir karmaşa halini doğuruyor.

‘Bu işçiden olmaz da kimden olur?​’

“Bu işçiden bir şey olmaz…”

Bu da en yaygınlarından biri. Güvensizliğe dair açıklanan çok sayıda gerekçenin ardından gelen bir cümle de diyebiliriz buna.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Şu tespiti yaparak başlayalım. “İşçiden bir şey olmaz” diyen işçilerin önemli bir bölümünün esas olarak kendine ve değişime güvenmediği gerçeği. Ve buradan yola çıkarak bütün işçileri aynı torbaya atıp hiçbirinden bir şey olmayacağı sonucuna varması. Bu tespit masa başından yapılmış bir tespit değil. Kuşkusuz işçiler, bir sorumluluk alıp fabrikasındaki sorunlar etrafından bir birlik oluşturma yoluna girmeye cesaret edemeyebilir. Kolay değil elbet; işten atılma kaygısı, bu iş için bir mesai harcamak vs. Bu yolu zorlamayınca elbette işin kolay yanlarından biri diğer işçilerin bir şey yapmamasına çıkabiliyor. Ve sonuç olarak, “Bu işçiyle bir şey yapılmaz, arkanı dönünce satar insanı” noktasına varılabiliyor. Mesela bunu ciddi işçi mücadelelerine öncülük etmiş işçilerden duymak daha zor. Melike Tekstil’de son yıllarda yaşanan eylemlerde işçilerin temsilcisi olan bir işçi şöyle düşünüyor: “Bu işçiden bir şey olmayacak da kimden olacak? Bu düşünce işçilerin önündeki en büyük engellerden biri. İş bırakma süreçlerinde işçiler böyle düşünmüyor ama içeri girince işler değişiyor. Daha dün birlikte dışarda mücadele ediyorduk işte, içeri girince ne değişti?​”

Birlik en fazla içeride lazım

Evet, içeri girince ne değişiyor? İş bırakma eylemlerinin yaşandığı fabrikalarda işçilerin dışarıda birbirine güveni ile fabrika içerisinde birbirine güveni arasında farklar var. Bu dediğimizden işçiler eyleme başlayınca güven problemi de çözülmüş oluyor sonucu çıkmasın. Çünkü öyle değil. Antep, son yıllarda en fazla iş bırakma eylemlerinin yapıldığı şehir. Bu süreçte işçilerin dışarıdayken birbirlerine güvenini etkileyen sınırlı da olsa bir birliğe sahip olmaları öne çıkıyor. Bu birlik fikri işçilerin birbirine güvenini olumlu etkiliyor. Ancak oralarda da durum (Eğer sağlam bir örgütlülük yoksa ki son yıllarda yaşanan eylemlerde böyle bir örgütlülükten bahsedilemez) pamuk ipliğine bağlı. Durumlar hızla bir güvensizlik ve birbirini suçlama haline dönebiliyor. İşçiler eylemlerde bunu ifade de ediyorlar: “Şimdi birliğiz, içeri girince böyle olmayacağız.”

Bu kabulleniş içeri girdiğinde durumun aynen ifade edildiği gibi sürmesine sebep oluyor elbet. Oysa işçiye birliği en fazla fabrikanın içerisinde lazım. Zira zam için dışarı çıkan işçiler çeşitli kazanımlar elde etse dahi içeri girip işbaşı yaptıklarında başına gelecekleri yaşıyor. İşten atmalar, baskılar, istifaya zorlamalar vb. Bunlar son yıllarda iş bırakma eylemi yapan fabrikaların neredeyse tamamında yaşandı ve işçiler bunu deneyimledi. İşçilerin ana gövdesinde “İş bırakıp dışarı çıkalım da sonrasına dışarda bakarız” eğilimi hakim. Yani iş bırakıp fabrika dışına çıkınca birlik olmanın daha kolay ve rahat olacağı düşüncesi var. Ancak işçilerin kendi deneyimleri gösteriyor ki kurulduğu hissedilen o geçici birlik, yanıltıcı olduğu kadar gerçekliğe de uygun düşmüyor ve kısa sürede dağılan, içeriye girince de unutulan bir hale bürünüyor.

Herkes başkasını suçluyor

Bir örnekle devam edelim. 2023 şubat ayında Milat Halı Fabrikasında iş bırakan işçiler “Sonuna kadar devam, birliğimizi bozmak yok” diyerek, kendi aralarında yaptıkları toplantıdan ayrılırken yarım saat sonra bölünmeyle karşı karşıya kalmış ve hiçbir talebi kazanamadan içeri girmek durumunda kalmıştı. “Bunun sebebi nedir?​” sorusuna bütün işçiler başka işçileri suçlayarak yanıt veriyordu. Bu bazen fabrikalardaki bölüm isimleriyle de karşılık buluyor. Misal, “Konfeksiyon dağıldı o yüzden oldu” ya da “Dokuma sağlam durmadı” gibi... Günün sonunda herkesin birbirini suçladığı, sınırlı da olsa kurulan birlik ve güven ortamının dağıldığı ve işçilerin başına geleni yaşayacakları bir tablo ortaya çıkmış oluyor. Elbette bu durumların ortaya çıkmasında patronların işçileri bölmek için hayata geçirdiği çok çeşitli hamlelerin etkileri var. Ve bu hamlelerin hepsi devreye sokulunca bölünmeler, parçalanmalar alıp başını gidebiliyor. Bu deneyimlerin sayısı oldukça fazla ve benzer.

Güvenin örgütlenmesi mücadelesi

2025 şubat-mart aylarında Antep’te fabrikalarda yaşanan eylemler, direnişler ciddi sonuçlar ve deneyimler biriktirdi. Bu deneyimlerin bir kısmında işçilerin birbirine güvenmesi açısından olumlu deneyimler ortaya çıkarken kimilerinde daha olumsuz deneyimlerle eylemler sonlandı. Kimi yerlerde iş bırakma eylemlerinin bitiminde yine “Bu işçiden bir şey olmayacağını gördük, hemen bölündüler, bunun için mi eylem yaptık biz?​” gibi düşünceler kendini daha güçlü var etti.

Çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmek için örgütlü bir mücadelenin öyle ya da böyle parçası olan işçiler açısından bu dönem güven meselesi de birliğini güçlendirme meselesi de daha somut ve koşullar hesaba katılarak yapılıyor ve daha uzun soluklu bir mücadeleye ihtiyaç olduğu fikri ortaya çıkıyor. Kime, nasıl, ne kadar, ne zaman güveneceğini de bu mücadele üzerinden hesap eden ileri işçilerin sayısının artması, mücadelenin seyri bakımından önemli bir yerde duruyor. İleri işçilerin birliği de güveni de örgütlemesi konusunda alacağı sorumluluk bugün Antep işçisinin kendi eylem biçiminin de tartışılmasına da olanak sağlayacak ve “Her yıl bir defa oluşan geçici ve dağınık birliklerden” öteye geçerek fabrikalarda kalıcı birlikler oluşturma tartışmasının yolunu da açacaktır, açmalıdır. Birlikten kastımız iş yerlerine dayanan, olabildiğince demokratik yollarla ve yine olabildiğince geniş bir işçi grubunun temsiliyeti üzerinden komitelerini oluşturmak ve bu komiteler aracılığıyla mücadele etmenin olanaklarını yaratmak. Anlatmak istediğimiz tek başına mekanik bir ilişki bütünü değil. İşçilerin her gün en az 8 saat birlikte olduğu fabrikadaki diğer işçilerle başka bir duygudaşlık kazanması bu birliklerin oluşabilmesinde önemli bir mesele. Bu duygudaşlık sadece fabrika içerisinde sağlanması mümkün olmayan aynı zamanda fabrika dışındaki zamanların da değerlendirilmesini kapsayan bir çabayı gerektiriyor.

Ünaldı’da da birlik kendiliğinden oluşmadı

Birlik olma, güven gibi konular konuşulduğunda “Eskiden birlik vardı. Şimdi öyle mi?​” diye soran ve yanıt olarak “Şimdi işçi birbirinin kuyusunu kazıyor” diyen işçilerin sayısı çok.

Sanki birlik dediğimiz şey geçmişte kendiliğinden oluşmuş ve yıllar geçtikçe de kendiliğinden ortadan kaybolmuş gibi bir yaklaşımın dile gelmiş hali. Böyle değil elbette. Geçmiş diye tarif edilen dönemlerden verilen örnekler, önemli mücadeleler verilerek oluşturulan birlikler ve bunun üzerinden işçiler arasında oluşan güvenin sonucu olarak ortaya çıkmış örnekler. Ünaldı direnişi Antep işçi sınıfının tarihi bakımından en önemli örneklerden biri olmayı sürdürüyor. Özellikle o dönemi yaşayanlar ya da bilenler açısından, “Ünaldı’da böyle miydi? Şimdi birlik yok” cümlesi çokça kullanılır. Yalan ya da yanlış değil, bugün işçilerin birliği henüz çok sınırlı düzeyde. Ancak hazırda bir birlik olacak da işçiler ona dahil olacakmış gibi bir yaklaşımın bir karşılığı da yok gerçekliği de. Ünaldı’da da öyle olmadı, başka örneklerde de durum öyle değil. İleri işçilerin uzun süreçte ilmek ilmek ördüğü mücadeleler sonucu ortaya çıkan sonuçlar bugün işçilerin yaşadığı süreçlere benzer.

Kendisini sürecin dışında tarif etmekle ve bir gün bir yerlerde birlik oluşursa iyi olacağını söylemekle olmuyor, olmayacak. Başta ileri işçilerin işçi sınıfının geçmiş mücadele deneyimlerinden öğrenmesi, kendi pratiğinden öğrenmesi ve sonuçlar çıkarması bugün işçi ve emekçilerin daha güçlü hamleler yapabilmesi, örgütlerini kurabilmesi açısından kritik.

                                                      /././

Genel grevin gücünü gösterme zamanı -Kansu Yıldırım-

Anayasal hakların ilgasına, gösteri hakkını kullananların darbedilmesine ve tutuklanmasına, hukukun askıya alınmasına karşı gençlerin çağrısıyla başlayan 2 Nisan tüketim boykotu hem iktidarda hem de sermaye örgütlerinde huzursuzluk yarattı. Boykot günlük ticari işlemlerde bir süreliğine kesinti yaratsa da, aslında ekonomiden siyasete doğru bir mesaj niteliğindeydi. Mesajın yerine ulaştığı da düşük prodüksiyonlu alışveriş mizanseni kurgulayan bakanlardan, boykot karşıtı açıklama yapan patron örgütlerinden, boykot hakkını kullanan yurttaşların gözaltına alınmasından belli oldu.

“Tüketimden gelen güç” şeklinde ifade edilen boykot potansiyelini ortaya koydu ve amacına ulaştı. Bu aşamadan sonra tüketim boykotunu “Hayatı durdurma” ya da “İktidarı sarsma” potansiyeline sahip bir eylem olduğunu varsayarak siyasetin merkezine yerleştirmek patinaj etkisi yaratacaktır. Çünkü kapitalizm her şeyden önce bir “üretim” tarzıdır; boykottan öte genel grev ve genel direnişe giden yolun taşlarını hazırlamamız gerekir.

Kapitalizmde önce üretim, sonra tüketim

Tüketim, bölüşüm alanıyla ilgili bir olgudur. Bir toplumdaki sınıfların tüketime yaptıkları harcamalar gelirleriyle, borçlanma durumlarıyla ve sahip oldukları servetle doğru orantılıdır. Gelir ve servetin oluşumu ise, üretim araçlarının mülkiyet yapısının biçimine, yani nüfusun hangi kesiminin tekelinde olduğuna, toplumsal artığa kim tarafından hangi koşullarda el koyulduğuna, ücretlerin genel seviyesine göre belirlenir. Bu da sınıf iktidarı sorunudur; devlet iktidarında emekçilerin mi sermayenin mi söz sahibi olduğuyla ilişkilidir.

Sermaye açısından bakıldığında, tüketilecek metaların üretimi artı-değerin elde edilmesine bağlıdır. Marx, Kapital’in üçüncü cildinde metaların üretken ya da bireysel tüketime girmek üzere, üretim araçları ya da temel geçim aracı olarak satın alındığını belirtir ve toplumun tüketim gücünün, bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücüyle belirlendiğini yazar. Bu da birikim eğilimiyle, sermayeyi genişletme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsüyle bağlantılıdır.

Marx’ın “Yasanın iç çelişkilerinin açımlanması” başlığı altında izah ettiği bu durumu biraz daha detaylandırabiliriz. Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenmeyen emeğe el konmasıyla ve bu ödenmeyen emeğin genel olarak maddeleşen emeğe oranıyla belirlenir: Yani, kâr ve bu kârın kullanılan sermayeye oranıyla. Sermaye açısından asıl olan, toplumun ne kadar tükettiğinden önce, artı-değere el koymak ve birikim yapmaktır. Marx’ın ifadesiyle, “Sermayenin genişlemesi, üretimin hem çıkış hem de sonuç noktası, hem itici gücü hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir.”

Özetle kapitalist üretim tarzı, artı-değerin yaratılmasına ve el konmasına, mülksüzleştirmeye, artık nüfusun büyütülmesine, toplumun örgütsüzleştirilmesine, ranta ve pazarın genişletilmesine dayanır.

Grev korkusu

TOBB, ASKON, AESOB, İTO, İSO, BTSO, ASO gibi sermaye örgütü yöneticilerinin “milli zarar” diye nitelendirdiği boykotla başlayan huzursuzluğunun arkasında yapısal bir faktör bulunur. Bir günlük tüketim boykotuyla kâr ve cirolarının ne kadar düşeceğinden önce, tüketim alanında başlayan hareketliliğin üretim sürecine sıçrama ihtimali patronlar açısından esas risktir. Antep’te bulunan Eruslu Global’e ait Ecoplast Fabrikasında çalışan bir işçinin boykot çağrısını paylaştığı için işten çıkarılması veya Eğitim-Bir-Sen’in, üyelerine gönderdiği “Boykot çağrısı yapanları bildirin” mesajı haberleri bunun kanıtlarıdır.

Sermayenin toplumsal egemenliğini sağlayan etkenlerin başında örgütlü hareket etmesi ve kolektif bilincini diri tutması gelir. Patronlar, hem devam eden hem de yeni yasaklattıkları grevlerin, ekonomik darboğaz ve siyasi kriz koşullarında başlamasına karşı önleyici ve baskılayıcı tedbirler alırlar.

2024 sonunda Birleşik Metal-İş Sendikasının örgütlü olduğu Hitachi, GE Grid Solutions, Schneider Elektrik, Green Transfo, Arıtaş Kriyojenik işçilerinin grevinin cumhurbaşkanı kararıyla, “Milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle 60 gün süreyle yasaklanması; Tekgıda-İş Sendikasına üye Polonez Fabrikası işçilerinin yürüyüş ve gösteri haklarının engellenmesi; Başpınar işçilerinin hakları için mücadele veren BİRTEK-SEN Başkanı Mehmet Türkmen’in patronların isteğiyle tutuklanması önümüzde durmaktadır. Yüzlerce günü deviren Temel Conta ve Lezita grevleri devam etmektedir.

İktidarın ve patronların en büyük ve gerçek korkusu, artı-değere el koymayı kesintiye uğratacak, meta ve hizmet üretimini aksatacak, sermayenin yılda en az 1.8 trilyon liralık kâr marjını düşürecek genel grevdir.

AKP’nin “agresif büyüme” modeli doğrultusunda sermayeye altın tepside sunduğu en önemli şey, kesintisiz üretim ve kâr oranlarını yükseltme yollarıdır. Başkanlık sistemiyle 2018’de ivmelenen kârlılık 2019’daki 250.5 milyar TL’den 2023’te 1.8 trilyon TL’ye çıktı. 2009’da şirketlerin toplam net kârı olan 53.5 milyar TL’nin bugünkü parasal değeri 582 milyar TL iken, şirket kârlılıkları enflasyonun üzerinde artarak 1.8 trilyon TL’ye ulaştı. Ocak 2009-aralık 2023 arası dönemde tüketici enflasyonu yüzde 1055 olurken, net kâr artışı yüzde 2 bin 46 oldu.

Grev ve sınıf

Grevin bir özelliği de işçi sınıfını sadece ekonomik alanla sınırlamaması, siyasi ve kültürel hegemonya oluşturmasına yardımcı olmasıdır. Raymond Williams, işçi sınıfı kültürü dendiğinde sanat veya dilden önce, temel kolektivizm fikri ve onu baz alan kurumların, davranışların, düşünme alışkanlıklarının ve yönelimlerin anlaşılması gerektiğini yazmıştı. Grev, ücret ve hak kazanımlarını elde etmek dışında, sınıf bilincinin ve iradesinin oluşumunda, bu iradenin örgüt formuna kavuşmasında, ekonomik taleplerin siyasileşmesinde en önemli araçlardandır.

“Üretimden gelen güç” genel grev olarak kullanıldığında bir toplumdaki tüm mübadele ve dolaşım sürecini, reel sektörü, finansal sistemi, siyasi karar alma mekanizmalarını doğrudan etkileyeceği için iktidarın önlemleri de daha sert ve şiddetli olacaktır. 15-16 Haziran’dan hatırlayacağımız üzere sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan edilebilir. Bu da işçilerin tekil iradelerinden ziyade, sendikaların ve konfederasyonların tutumuna göre şekillenecektir. Ne var ki, bağımsız sendikalar ve konfederasyonlar içindeki mücadeleci sendikalar dışında halihazırda hiçbir emek örgütünde genel grevi örgütleyecek kadro ve irade yok. Bunu zorlamanın ve koşullarını oluşturmanın yolları emekçilerin kendi elinde.

Akıllara kazınan o pankartta yazdığı gibi: “Gücümüz birliğimizden gelir...”

                                                           /././

Genel grev ve Güney Kore devlet başkanının sonu -Yücel Demirer-

Güney Kore Anayasa Mahkemesi, cuma günü Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un görevden alınmasına oy birliğiyle karar verdi. Mahkeme’nin Yoon’un sıkıyönetim ilanının anayasada belirtilen “ulusal kriz” koşulunu karşılamadığına, bu sebeple anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğuna hükmettiği gün başkent Seul’da 14 bin polis görev yaptı. Muhalefet kararı “halkın zaferi” olarak nitelerken, Yoon’u devlet başkanlığına aday gösteren, iktidardaki Halkın Gücü Partisi karara saygı duyduğunu ilan etti.

Başkanlık sistemiyle yönetilen Güney Kore siyasetini altüst eden kaos, Yoon’un 3 Aralık 2024 gecesi sıkıyönetim ilan etmesiyle başlamıştı. Parlamentoda çoğunluğa sahip olan Demokratik Partinin kendisi ile girdiği yoğun rekabeti hazmedemeyen Yoon, muhalefete “Kuzey Kore ile iş birliği yapmak” ve “Devlet düşmanı olmak” gibi benzerlerine Türkiye’den alışık olduğumuz ithamlar yönelterek sıkıyönetim ilan etti. Ordu birlikleri, aksiyon filmlerini andıran bir operasyonla parlamentonun camlarını kırarak binaya girdi.

Yoon’un kararı sadece Demokrat Parti tarafından değil, kendi partisi tarafından da tepkiyle karşılandı. 4 Aralık gününün ilk saatlerinde, binayı saran asker barikatını beden gücüyle aşarak parlamentoya giren 190 milletvekili, oy birliğiyle sıkıyönetimi iptal etti. Bu karar üzerine askerler geri çekilmeye başladı ve birkaç saat sonra Yoon sıkıyönetimi kaldırdığını açıkladı.

Aynı günün sabahında darbeye karışan asker ve polis şefleri hakkında suç duyurusunda bulunan muhalefet, Yoon’un azledilmesi için de resmi süreci başlattı. Oluşan kitlesel itiraz üzerine Yoon 7 Aralık’ta yaptığı konuşmayla özür diledi. İzleyen saatlerde parlamento önünde toplanan devasa kitle tarafından protesto edilen Yoon hakkında verilen azil önergesi, Halkın Gücü Partisinin oylamayı boykot etmesi nedeniyle reddedildi.

Darbe girişimi sırasında savunma bakanlığı görevinde bulunan Kim Yong Hyun 8 Aralık’ta tutuklandı. Aynı gün içişleri bakanı istifa etti. Yoon’un görevinden azledilmesi için 14 Aralık’ta yeni bir oylama yapıldı ve 300 milletvekilinden 204’ünün oyuyla görevden alındı.

30 Aralık’ta ‘Yolsuzlukları Soruşturma Kurumu’na ifade vermeyi reddeden Yoon hakkında tutuklama emri çıkarıldı. 3 Ocak’ta tutuklama için harekete geçildiyse de Yoon’un korumaları ve destekçileri tutuklamayı engelledi.

14 Ocak tarihinde Anayasa Mahkemesi Yoon’a karşı azil davası açtı, ancak Yoon duruşmaya katılmadı. 15 Ocak’ta 1000 civarında güvenlik görevlisinin katıldığı ve saatlerce süren bir itiş kakış sonrasında, otobüsler ve dikenli tellerden oluşan barikatla çevrili konutuna girilen Yoon tutuklandı. Yargılanması devam ederken tartışmalı bir kararla 8 Mart’ta serbest bırakıldı.

Darbe girişiminin yaşandığı gün ve sonrasında dramatik anlar yaşandı. Kadın Muhalefet Milletvekili Ahn Gwi Ryeong’un parlamentoyu kuşatan bir askerin kendisine doğrulttuğu tüfeğin namlusunu kavrarken söylediği “Utanmıyor musun?​” sözleri üzerine askerin uzaklaştığı görüntüler direnişin simgesel zirvelerinden biri oldu. Parlamentoda verilen mücadelede, 1979’da gerçekleştirilen ve sekiz yıl süren askeri darbe döneminde öğrenci hareketinde aktif olarak yer almış olan milletvekilleri önemli rol oynadı.

Milyonlarca kişi beş hafta boyunca sokakları bırakmadı ve kitlenin parlamentoya koşup asker ablukasını yarması sıkıyönetimin iptalinin önünü açtı. Bu süreçte direnişin en önemli bileşenlerinden biri işçi sınıfı oldu. 1.2 milyon üyeye sahip Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu, 4 Aralık günü yaptığı açıklamada “Bu onun rejiminin sonunu işaret etmektedir. Bizler, bu ulusun insanları ile birlikte seyirci kalmayacağız” sözleriyle Yoon istifa edene kadar süresiz genel grev çağrısı yaptı. 5 Aralık’ta Metal İşçileri Sendikası üyeleri, General Motors, Hyundai ve metal işleme sektöründeki diğer iş yerlerinde iki saatlik uyarı grevi gerçekleştirdi. Aynı tarihte Demir Yolu İşçileri Sendikası da iş bıraktı.

Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonunun on binlerce üyesi 11 Aralık günü Kia Fabrikası ve diğer fabrikalarda dört saatlik grev gerçekleştirdi. 12 Aralık’ta, 10 bin sendikalı işçi başkent Seul’de Yoon’un istifasını isteyen sloganlar eşliğinde başkanlık sarayına yürüdü.

İşçilerin katkısı krizin başlangıç günleriyle sınırlı kalmadı. 27 Mart 2025 günü Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Yoon’un yargılamasını yeterince hızlı yapmayan Anayasa Mahkemesinin kararını açıklayacağı duruşma tarihini bir an önce saptaması talebiyle genel greve gitti ve Yoon Suk Yeol’dan kurtuluş ertesinde yapılacak sosyal reformlar için adım atılması çağrısında bulundu.

Güney Kore İstihdam ve Çalışma Bakanlığı ve İşverenler Federasyonunun yapılan genel grevin işçi haklarıyla ilgisi bulunmayan yasa dışı bir eylem olduğu yönündeki eleştirisine karşı Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu; “İşçilerin siyasal talepler için mücadele etmesi anayasal bir haktır... Genel grev yoluyla işçilerin ve vatandaşların yaşam hakkını koruyacağız ve demokrasiyi bir an önce kuracağız.” açıklamasını yaptı. Yoon’un görevden alınma tarihinin açıklanmaması halinde her perşembe günü genel grevin tekrarlanacağını bildirdi.

Şeyhmuz Güzel, artık klasikleşmiş bulunan ‘Grev’ başlıklı kitabında grevin nesnel ögeleri arasında “Ekonomik ve toplumsal koşulları korumak veya değiştirmek istek ve amacının olması”nı da sayıyor. Güney Kore Anayasa Mahkemesinin Yoon’u görevden alma kararına Şeyhmuz Güzel’in sunduğu çerçeve içinde bakıldığında, yaşananların sivil darbeci bir cumhurbaşkanının siyasal kaderinden çok daha fazlasını etkileyeceğini ve Güney Kore demokrasisi açısından önemli sonuçlar doğuracağını düşünmek mümkün.

Geride kalan kriz dolu aylarda Güney Kore’de sokaklardan ayrılmayan halkın ve kitle içindeki işçilerin darbenin geriye püskürtülmesine katkısı büyük oldu. Bu tarihsel dönüm noktasında Güney Kore işçi sınıfı, hem parlamento içi muhalefete cesaret ve enerji vermesiyle hem de güvenlik bürokrasisi ve yargı sisteminin bilinçli bir biçimde yavaş işletilen çarklarını hızlandırma yönündeki mücadelesiyle demokrasinin soyut bir kavram olmayıp, halkın merkezinde olduğu yöntemlerle yeniden üretilen bir süreç ürünü olduğunu bize gösterdi ve ülkemizin işçi sendikaları tarafından örnek alınmayı bekliyor.

                                                      /././

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" +AKP’nin ete kemiğe bürünmüş hali: Mesut Özil -11 Nisan 2025-

Kumpaslarınız vız gelir bize-Ebru Çelik- Gazetemiz BirGün yazarı  Timur Soykan  ve Cumhuriyet yazarı  Murat Ağırel ’in gözaltına alınmasının...