soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Nisan 2025-

Adana'daki karnavaldan ABD propagandası çıktı: 'Katillerin halka konser vermesi kabul edilemez'

Turizm Bakanlığı Adana'da düzenlediği karnavalda sahneye gizlice ABD ordusunu çıkardı, türkü söyletti. ABD'nin bölgede katliamlarını sürdürdüğünü hatırlatan Adana Halk Temsilcileri Meclisi, "Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız" dedi.

Adana’da bu yıl Portakal Çiçeği Karnavalı’nın 13'üncüsü düzenleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ev sahipliğini yaptığı organizasyon kapsamında kentte çok sayıda kültürel, sanatsal ve sportif etkinlik yapılıyor.

Uluslararası nitelikteki karnaval kapsamında Japonya, Letonya, Macaristan, Rusya, Ukrayna'nın yanı sıra birçok ülkeden ekipler Adana'ya geldi. Bu ekiplerden biriyse yurttaşlar tarafından tepkiyle karşılandı.

Karnavalda Almanya'dan gelen Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri'nin "Avrupa Bandosu" da konser verdi. NATO üyeleri için Avrupa'yı dolaşan grup, yabancı şarkıların yanı sıra "Adana Köprü Başı" türküsünü seslendirdi. Konsere, karnavalın önceden duyurulan programında yer verilmemesi dikkat çekti. 

Filistin, Suriye ve Yemen'de ABD destekli saldırılar sürerken ABD ordusuna bağlı müzik topluluğunun Türkiye'de konser vermesini ikiyüzlülük olarak tanımlayan Adana Halk Temsilcileri Meclisi (AHTM) bir açıklama yayınladı.

ABD ordusunun İncirlik'teki askeri üsten ivedilikle gitmesi gerektiğini vurgulayan AHTM, açıklamada şu sözlere yer verdi:

“Yemen'de sivillere dönük katliam yapan, Suriye'de ve Filistin'de yapılan sivil katliamlarını destekleyen, halk düşmanı Birleşik Devletler ordusuna bağlı herhangi bir topluluğun Portakal Çiçeği Karnavalı'nda Adana halkına müzik ziyafeti(!) vermesi ikiyüzlülüktür, kabul edilemez!

Bölgemizde terör estiren bir devletin ordusunun 'sempatik' yüzlerine, karnaval programında yer vermeksizin, gizli saklı propaganda alanı açmanın nasıl bir maksadı olduğunu biliyoruz. Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız! Amerikan Ordusu İncirlik'ten defolup gidecek!”

                                                    ***

Kaynaklar elektrik şirketlerine aktarılıyor: 'Dağıtım bedeli faturaların yüzde 70'ini aştı'

EMO'nun elektrik zammı açıklamasında dağıtım şirketlerinin son 4 yılda yaptığı fahiş zamlara vurgu yapıldı, kaynakların patronlara aktarıldığına işaret edildi. Buna göre dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu bugün yürürlüğe giren elektrik zammı hakkında bir basın açıklaması yaptı. 

Perakende satış tarifesi kapsamındaki konutların elektrik faturalarına yüzde 25 zam yapıldığına dikkat çekilen açıklamada, düşük kademedeki konutların faturalarının yüzde 70'inin dağıtım bedelinden oluştuğuna vurgu yapıldı

Dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığına işaret edilen açıklamada, "Enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalması, piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne sermektedir" denildi.

'Dağıtım bedelinin faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez'

Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Resmi Gazete'de bugün yayımlanan ve yürürlüğe giren tarife değişikliği incelendiğinde; konutlar için günlük 8 kWh olarak belirlenen limitin altında kalan abonelere uygulanan perakende enerji bedeline zam yapılmazken, yüksek kademedeki abonelere 1 kWh için 1,391181 TL olarak uygulanan birim fiyat, yüzde 16,1 artışla 1,61546 TL'ye yükseltilmiştir. Konut abonelerine 1,365179 TL olarak uygulanan dağıtım bedeli ise yüzde 34,5 artışla 1,836166 TL olmuştur. Böylece, konut abonelerinin dağıtım bedeline her iki kademede yüzde 34,5 artış yapılarak, fatura toplamına yüzde 25 zam yansıtılmıştır.

EMO hesaplamalarına göre, 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartlarını korumak için aylık 230 kWh enerji tüketeceği varsayılmaktadır. Günlük ortalaması 8 kWh'i geçmeyen bu tüketim için aile bütçesinden ayrılması gereken 476,6 TL, bu zamla birlikte 595,8 TL'ye yükselmiştir. Nisan 2024 itibarıyla oluşacak düşük tüketimli konut faturasının yalnızca yüzde 19,1'i enerji bedelinden oluşacaktır. Faturanın yüzde 70,9'unu ise dağıtım bedeli oluşturmaktadır. Fon ve vergilerin oranı ise yüzde 10'da kalmaktadır. Son tarife değişikliğiyle, zaten yüzde 65,9 düzeyinde olan dağıtım bedelinin payı artarak yüzde 70'i de aşmıştır. 2022 yılında 4 kişilik bir ailenin asgari tüketim faturasının toplamında yüzde 22 düzeyinde olan dağıtım bedelinin, Nisan 2025'te faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez."

                   EMO'nun hazırladığı tabloya göre son 4 yılda değişen faturalar

'Dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı, dar gelirli vatandaşlardan şirketlere kaynak aktarıldı'

EMO'nun verilerine göre 1 Nisan 2021'de 4 kişilik ailenin elektrik asgari faturası 183,4 TL idi. Aradan geçen 4 yıllık dönemin sonunda, 1 Nisan 2025 itibarıyla yüzde 224,8 artışla 595,8 TL'ye yükseldi. 

Oda dağıtım bedelinin yüzde 642 arttığını, enerji bedelindeyse yalnızca yüzde 24,5 artış olduğunu ifade etti:

"Özetle, dağıtım bedelindeki fahiş artış yaşanmasa, dağıtım maliyetlerindeki artış enerji üretim maliyetlerindeki gibi şekillense, fatura toplamına yansıyan artış yüzde 24,5 ile sınırlı kalırdı. Bu durumda, 1 Nisan 2025 itibarıyla aynı tüketime sahip konutlara 595,8 TL yerine 228 TL fatura edilirdi. Aradaki fark, elektrik dağıtım özelleştirmelerinin yurttaşlara yarattığı yükün son 4 yıllık kısmı olarak nitelendirilebilir. Bu rakamlar, enerji üretim maliyetlerinin artmadığı koşullarda bile dağıtım bedeline zam yapıldığını ve özellikle dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığını işaret etmektedir."

'EPDK kapatılsın, Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı kurulsun'

EMO açıklamasında, faturanın en önemli kalemi olması gereken enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalmasının, "piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne serdiği" belirtildi. 

EPDK'nin "kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre transfer edilmesi dışında işlevi kalmadığı" ve kapatılması gerektiği, yerine kamulaştırma işlemlerini yürütecek "Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı"nın kurulması gerektiği söylendi.

Odanın açıklaması şöyle:

"Dağıtım bedelindeki bu artış, hizmetin fahiş fiyatla verildiğinin temel göstergesidir. Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim, tüm yurttaşlar için temel haktır. Kamu eliyle yürütülmesi gereken hizmetin özelleşmesi, pahalılık yaratmanın yanında, kamu kaynaklarının özel sektöre sınırsızca aktarılmasına yol açmıştır. Dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığı bir Türkiye tablosu, artık geride bırakılmalıdır. Enerji alanında, ticari ve siyasi çıkarlardan uzak, üretim sektörleri başta olmak üzere genel ekonomiyi destekleyecek şekilde tarifeleri belirleyebilecek özerk bir yönetim hayata geçirilmelidir. Arz güvenliğini sağlamak ve toplam maliyeti düşürmek için özelleştirilen üretim tesisleri ve dağıtım bölgelerinin kamulaştırılması acilen gündeme alınmalıdır."

                                                           ***

Kitleler…-Aydemir Güler-

Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir. 

İktidarın bakış açısına göre bütün toplumsal hareketler manipülasyon, provokasyon! 

Haziran 2013 için de, Mart 2025 için de böyle dediler. Kazanamadıkları her şeyde gizli bir elin çevirdiği dolaplar var buna göre. Ne demeli? Kişi kendinden bilir işi!

Siyasette her akımın, toplumda her kesimin kitle hareketleriyle mesafesi aynı olmaz. İstisnaları çok olsa da, düzen yanlısı akımların ve sağın kitlelerle arasının iyi olamayacağını büyük puntolarla yazabiliriz. 

Padişah selamlığa giderken çocukları dizerlermiş yol kenarına: “Padişahım çok yaşa, padişahım çok…” 

Bu gelenek bindirilmiş kıtalar halinde sürüyor. Haksızlık mı ediyorum? 

Klasik faşizmin kitlelerin omuzlarında iktidara yükselmesi veya bizde dinci gericiliğin “iyi günlerinde” nüfusun yarısından fazlasının desteğini alması, o kadar kayırıldı ki, bunlara biraz haksızlık etmekte sakınca olmayacaktır. 

Oysa faşizmin kitle desteğinin arkasında dev tekeller vardı! Faşizm devleti ele geçirmişti geçirmesine, ama önceki rejimin de, bir tek önüne kırmızı halı sermediği kalmıştı! 

Türkiye’de AKP öncesinde faşizme en benzeyen rejim 12 Eylül’dür ve darbeye giden süreçte inanılmaz bir düzen mutabakatı vardır. Öyle ki, büyük ve kutsal ittifakta, sola sırt çeviren, devrimci ve komünist harekette yıkıcı bir tehdit gören sosyal-demokrasinin de yeri ayrılmıştı. Üyeleri cinayetlere kurban gidiyor olsa da! Hal böyleyken generallerin anayasasının neredeyse oy birliğiyle geçmesinde kitle faktörü mü arayacağız? 

Günümüzün şeriatçı-faşist yükseliş sürecinde ise çok sayıda omuzlanıp kırılan kapı vardır. Bu kabadayılığı “dışarıdan” alkışlayan, cesaretlendirenler değişebilmiş, ama hep orada olmuşlardır. Kah Sabancı sahne alır, kah Koç. Baykal Erdoğan’ın elinden tutar, yasaların etrafından dolanırlar. 163.maddeye karşı çıkmayı, demokratlığın gereği sayan solcuların ruhu, AKP’yi demokrasinin mimarı ve devrimci ilan edenlerde yaşamıştır. “Ilımlı İslam” ABD ve AB desteğiyle Türkiye’de erken ilan edilmiş, başka yerlerde kadifeden dokunduğu söylenen, türlü renklere boyanan “devrim”in rengi bizde yeşile durmuş, Arap “Baharı” halüsinasyonu on yıl önce yaşatılmış… 

Bütün bunlara kuşkusuz bir kitle faktörü eşlik etti. Ancak bu, bağımsız, başlı başına ağırlık merkezi oluşturan bir faktör değildir. Kaldı ki, “renkli devrim” lafını, tırnak içine almadan kullanmak, yüzlerce yıldır kaderlerini fizik ötesi güçlerden koparıp yeryüzüne taşıyan, eşitliği, özgürlüğü, adaleti ve bilimin topluma rehber kılınmasını erdem haline getiren büyük insanlığa hakaret olur. 

Haklı olarak abartarak söyleyelim, sağda dinamizmin kaynağı, tam da manipülasyon ve provokasyondur. O nedenledir ki, nereye baksalar, kendilerini var etmiş olan Sorosgil mekanizmaların benzerlerinin izini ararlar. 

Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir. 

Evet, büyük kırılmaları gereksindikleri zamanlar, geçici olarak sömürü düzeni ve sağ siyaset de kitleye yaslanabilir. Ama bu örneklerin doluştuğu kategori, sahtekârlık düzeyinde manipülatiftir. Kapitalizm bu manipülasyonun önünü büyük krizine faşizmle çare aradığı dönemeçte açtı. İnsanlığın sosyalizme yürüyüşünü kırmak için huruç harekâtına karar verdiğinde tekrarladı. 

Sonuç olarak, kitle hareketi hem düzeni değiştirmek isteyenlerin hem de düzenin muhafızlarının kullanabileceği alelade bir enstrüman zannedilir oldu. Gericiliğin bir araya getirdiği güruhlarla emekçi halkların görkemi birbirine denkleştirildi.

Şimdi kapitalizm, tarihsel olarak kitle dendiğinde ilk akla gelmesi gereken seçme-seçilme hakkını açıkça gasp ediyor. Bu yola “demokrasinin beşiği” denen Batıda seçimlere katılım oranlarının baş aşağı gittiği uzun bir sürenin ardından girildi. Emperyalist ülkelerde seçmenlerin yarısının katıldığı bir oylamada, onun da yarısına yakın bir “kitle onayı” dünyanın kaderine el koymaya yetiyorsa, uğruna büyük mücadeleler verilen, Aydınlanmanın siyasette somutlanmasını temsil eden, en önemlisi başlangıçta örgütlü kitlelerin omuzlarında yükselen genel oyun itibarı nasıl korunabilirdi ki?

Batısıyla doğusuyla kapitalizm seçme-seçilme hakkına saldırıyı olağanlaştırırken, düzenin muhafazasında kitle dinamiğine atfedilen yer de çöker. Onca yoksulluğun, görülmemiş eşitsizlik uçurumlarının üstünde kitlelere dayanan bir siyasal sistem varlığını sürdüremezdi. 

Bugün gözlerimizin önünde çöküyor. Kapitalist düzenin siyasal tarzı, karşıtlarını komplolarla, kumpaslarla, manipülasyon ve provokasyonlarla bertaraf etmeyi olağanlaştırıyor. Değil kitle hareketlerini önemsemek, sadece oyla bile toplumun onayını arayan mekanizmalar çöpe atılıyor. Dünyada ve Türkiye’de ortam, solun kitle hareketini geri almasına, itildiği tenha sokaklardan geniş meydanlara çıkmasına elverişli hale gelecektir.

                                                       /././

Altüst oluş dönemi ABD-İngiltere ilişkilerine nasıl yansıyacak?-Erhan Nalçacı-  

Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir.

3 Nisan “ABD’nin Kurtuluş Günü” olarak ilan edildi ve Trump hemen dünyanın bütün devletlerine ek gümrük vergileri açıkladı.

1970’li yıllardan itibaren sanayisini yurtdışına çıkaran ve üretim sektörünü iyice küçülten ABD sermayesi ülkeyi büyük bir uluslararası pazara çevirdi. 340 milyon nüfusu ve büyük bir toplumsal eşitsizliği içerse de yüksek tüketim standartları nedeniyle bu pazar bütün tekellerin ve devletlerinin hedefi haline geldi.

Kısa sürede okunma eğilimi olan bir yazıya ayrıntılı bir tablo koymak okuyucuya haksızlık belki ama Tablo 1’deki verilere döneceğiz yazı boyunca. Tablo bize İngiltere haricinde ABD’nin en çok ticaret yaptığı ülkelere karşı büyük bir ticari açık verdiğini gösteriyor.

Tablo 1: ABD’nin en çok ticaret yaptığı ve İngiltere’nin en çok ihracat yaptığı on ülke. Ayrıca tablo bu on ülkeyle ABD’nin ticari dengesini ve İngiltere’nin toplam ihracatında on ülkenin kapladığı yeri yüzde olarak veriyor.*

t1

ABD’nin verdiği ticari açık uzun bir süre ABD için sorun olmadı, aksine “orta sınıfları” tüketim üzerinden düzene bağlamasında çok işlevliydi. Nasılsa dolar rezerv paraydı, istediği kadar dolar basabiliyor ve kolayca borçlanarak ticari açığını kapatabiliyordu. Ancak bir noktadan sonra ABD başta Çin olmak üzere rakiplerine karşı bu çarkı döndüremez hale geldi.

Giderek büyüyen ticari açık, dünya pazarlarından dışlanması, dev kamu borcu, doların rezerv para olarak tehdit altında olması vb. birçok nedenden dolayı ABD’nin emperyalist hegemonyanın tepe ülkesi olması riske girmiş oldu.

Trump şimdi bunu geri çevirmeye çalışıyor. Hemen bütün ülkelere %10 ile %50 civarında ek gümrük vergileri ilan edildi. 

Düşünün, ulusal sınırların içinde de olsa dünyada yüz binlerce fabrika üretime katılan milyarlarca işçisiyle sınır ötesi başka fabrikalar için ara ürün üretiyor. Üretimin bu kadar toplumsallaştığı bir dönem olmamıştır dünyada. Evet, bu değer zincirinden emperyalist düzendeki yerine göre bazı devletler ve tekeller kâr elde ederken bazıları zarar ediyor. Üretenlerin hepsi sömürülüyor ayrıca.

Ancak bu eşitsiz durumun çözümü dünyayı birbirine bağlayan toplumsallaşmış üretimin yüksek gümrük duvarları ile kesintiye uğratılması değildir. Aksine dünyayı ileriye çekecek gelişme sınırların önemsizleşmesi ve toplumun eşitliği sağlayacak şekilde üretim araçlarının da toplumsallaştırılmasıdır.

Sermaye sınıfı bunu yapamaz doğal olarak ve gümrük duvarları ile çarkı geri çevirmeye çalışıyor. Altüst oluş döneminin başlıca iktisadi yapısı bunun üzerine kuruluyor.

Bu gericilik 2008 gibi mali sermayenin çöküşünü, ekonomik durgunluğu, halkın daha da yoksullaşmasını ve daha kötüsü savaşları getirecektir.

Emekçi sınıflar için bu durum Türkiye’de yaşanan “yönetememe krizinin” aslında ülkeden ülkeye eşitsiz de olsa bütün dünyaya yayılması anlamına geliyor. Bu iktidarını arayan emekçi sınıflar için büyük bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Altüst oluş çağının bütün geleneksel ittifakları da yıkma eğilimli olduğunu görüyoruz. Bir kez de kadim bir emperyalist ittifak gibi duran ABD-İngiltere ilişkisine bu gözle bakalım. Eğer burada bir ayrışma olursa bu emperyalizmli dünyaya uyumu marifet sayan sermayesi ve siyasileri ile Türkiye’yi de etkileyecektir:

İngiltere 1500’lü yılların sonundan itibaren Amerika’nın kuzey doğusunu kolonileştirmeye başladı. Ayrıntıya gerek yok, 1765 ve 1783 yılları arasında İngiliz Krallığı’na karşı verilen bağımsızlık savaşı ile ABD kuruldu. Bu unutulmuştur artık, 1812’de ABD ve İngiltere savaşmışlar, hatta Beyaz Saray İngilizler tarafından bombalanmıştır, ancak savaş İngiltere’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Bu tarihten itibaren ABD Amerika kıtası üzerinde, İngiltere ise Afrika ve Asya’da sömürge düzeni oluşturmak ve yayılmak üzere birbirlerine sırtlarını dönerek faaliyet gösterdi. Her iki devletin ırkçı ve halk düşmanı politikaları ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütünleşecekti.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD kapitalist dünyanın üretimine katkı, askeri gücü ve nükleer silahları, mali gücü, kültür üretimi vb. ile bariz şekilde İngiltere’den emperyalizmin patronajını almaya hazırdı ve aldı da. İngiliz sermayesi bir süre sonra ABD emperyalizminin baş yardakçılığına terfi edecekti.

1956’da Mısır halkı Süveyş Kanalını devletleştirince İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a saldıracaklardı. ABD desteklemedi bu saldırıyı, daha üst bir emperyalist akılla davranmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa’ya hemen geri çekilin yoksa kafanıza yıkarım dünyayı demesiyle sonlandırdılar işgali. Bu, 1982’deki Falkland Savaşı’nı saymazsak İngiltere’nin ABD’den bağımsız son emperyalist operasyonu oldu. 

Bundan sonra ortak ırkçılıkları, dinci gericilikleri, sosyalizme karşı besledikleri ölümcül kin ve dünya halklarına karşı duydukları düşmanlıkla hep birlikte hareket edeceklerdi. NATO’nun başlıca unsuru olacaklar, İngiltere’nin 1950’li yıllarda nükleer silahlara sahip olmasına ABD izin ve destek verecekti.

Fetihçilik döneminin sömürgeciliği sonlanıyor ve modern emperyalist sömürü ve bağımlılık yaratma mekanizmaları devreye giriyordu.

Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de birlikte cinayet işleyecek, halkların geleceğini karartacaklardı. Türkiye de dâhil onlarca ülkede askeri darbeleri ve gerici iktidarları destekleyeceklerdi.

Şimdi altüst oluş döneminde bu ittifak sürdürülebilecek mi? Yine Tablo 1’e bakarsanız, İngiltere için ABD pazarının ne kadar önemli olduğunu fark edersiniz. ABD için ise o kadar kritik değil, gerçi tek ticaret fazlası verdiği ülke İngiltere. Zaten İngiltere’ye %10 ek vergi getirerek torpil geçmiş oldular. Ancak bu ek vergi bile İngiltere kökenli şirketleri oldukça zorlayacaktır.

Öte yandan ABD’nin Avrupa’daki ittifak sistemi ve liderliğini geri çekmesi, Ukrayna’yı bir yeni sömürge olarak görmesi Avrupa ülkelerini ortada bıraktı. İngiltere, eğer aralarında gizli bir anlaşma yoksa, Ukrayna’nın savaşı sürdürmesini sağlayan başlıca güç olarak ortaya çıkıyor.

Tekrar ve umutsuzca Avrupa’nın silahlanmasına ve ABD’den bağımsız kendi yayılım alanlarını icat etmeye çalışıyorlar. Türkiye’ye ordusu ve son yıllarda gelişen silah üretimi nedeniyle göz kırpılıyor, cilveleşiliyor.

Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir. Çünkü bütün düzen partileri içinde ABD ve İngiltere’nin ayrı ayrı delegeleri bulunuyor.

Bu yol kaybı, çürüme ve krizin içinde emekçi sınıfların kendi karakterlerini ortaya koymaları ve umutlanmaları için ne kadar çok neden var.

Avukat halkın ve hakkın dilidir -Sedat Vural*

Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır…

Öncelikle, tüm avukatların 5 Nisan “Avukatlar Gününü” kutlarım.

Aynı dilekleri halen Ankara Barosu'na kayıtlı emekli bir avukat olarak ne yazık ki meslek örgütümüz barolar için kullanamıyorum. Çünkü son yıllarda barolar, ki temel işlevleri olan ayrıca toplumu  birleştirici hak, hukuk, adalet ilkeleri yerine, siyasal iktidarın tuzağına düşerek toplumu ayrıştıran siyasal çatışmaların bir parçası yandaşı ve savunmanı konumuna düşürüldüler.

Bu tutumları nedeniyledir ki, yasal çalışmaların dışında kalarak, hukuk ve insan hakları konusunu tamamen siyasal iktidarın anlayış tekeline bıraktılar…

Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır.

Gerek uluslararası gerekse iç hukuka göre, avukatın görev ve sorumlulukları; yargının kurucu unsurlarından biri olarak kamu hizmeti gereği kamu yararını korumak; yargılamada adalet ve hakkaniyete uygun bir kararın oluşması için hukuki katkı yapmak; hukuk kurallarının tam uygulanmasını sağlamak; ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı insan haklarını ve temel özgürlükleri yüceltmeye çalışmaktır.

Aynı zamanda avukat, kamu yararına aykırı işlem ve uygulamaların hak ve adalete uygun hale getirilmesi; hukukun üstün kılınması, demokratikleştirilmesi ve toplumsallaşması konusunda da taraftır… Bu taraflık savunmanlık mesleğinin içerik, nitelik ve saygınlığından kaynaklanmaktadır…

Hukuka aykırı işlemlere karşı da yargı denetiminin işlemesini ve idarenin hukuk alanı içerisinde hareket etmesini sağlamak da avukatın anayasal ve yasal kamu hizmetinin gereğidir.

Yine çok iyi bilinmelidir ki, Fransız yazar Molier’in söylediği gibi;

"Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı."

*Avukat, Ankara Barosu Toplumsal Hukuk ve Ekonomi Politik Savunmanı

Şark İklimi -Ayşe Şule Süzük-

"Birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?"

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. İçimde bir burulma ve bu burulmaya karışan ince bir sevinç, sevince eşlik eden çiçeğe durmuş bir umut; acı bahar Nisan’ı müjdeliyor. Hep söylenildiği ve Tanpınar’a atıf yapıldığı üzere bu ülke, çocuklarının kendisinden başka bir şey düşünmesine müsaade etmiyor. Narsist bir sevgili gibi, huysuz bir çocuk gibi, üzerine titrenen bir evlat gibi yüzüm hep ona dönük. Bana hep yetersizlik duygusu yaşatıyor, bunu fark ediyorum epeydir. Öyle kendisiyle meşgul olmamı istiyor ki çevremdeki güzelliklerin ayırdına varamıyorum, anında beni hırpalıyor, bana zulmediyor, beni kahrediyor. Yetersizlik duygusu elimi kolumu bağlıyor, “şıvgalarımı kırıyor.” 

Çaresizim.

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. Her şey birbirine karışıyor, her şey bu karmaşa içinde kendi yatağını bulacakmış gibi görünüyor, ne dersiniz?  

Günler yavaş yavaş uzuyor.

“Günler gelip geçmekteler,
 Kuşlar gibi uçmaktalar.”

Diyor şair yüz yıllar öncesinden ve aynı duyguyu avcuma hapsederek usulca uzaklaşıyor. Günler gelip geçiyorlar. Kuşlar gibi uçuyorlar. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin günü yakaladığı o ân ile geçmiş zamanların Beyazıt’ı, 1950’lerin sonundaki öğrenci olayları ve giderek 1960 Darbesi’ne uzanan sürecin anlatıldığı Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı, romanın kahramanı Günsel… Ekranda öğrencilerin sel olup aktığı o ânı gördüğümde aklıma hemen Günsel geliyor. Sahaflar, Beyazıt, Çorlulu Ali Paşa… Hafıza bir tuhaf kutu… Nereden ne çıkacağı hiç belli olmuyor, hem de hiç.

Hop oturup hop kalktığımız günlerde başlıyor Diyarbakır yolculuğum. Ankara’dan çıkıyoruz yola. Türkiye’nin kalbine belalı bir bayram yolundan sağ salim gelince içim ferahlıyor. Sonra içimin ferahlaması içimi daraltıyor. Hep aynı suçluluk ile hayran olduğum şehr-i Ankara’da kendimi daha güçlü duyumsuyorum. Sanki Cumhuriyet sırtımı sıvazlıyor, memleketimi seviyor olmak gözlerimi yakıyor. Ankara Garı’ndan başlayan yolculuk Kurtalan Ekspresi ile Diyarbakır’da bitecek. Toplumsal bellekteki acı hatırlayışlar peşimi bırakmıyor, gözümü kaçırıyorum. Ankara Garı, 10 Ekim, 2015, bombalar, dostlar, benim insanlarım, insanlarım, kayıplarımız…

İçimdeki büyük çanı susturuyorum. Bir GAP turu sevinci kondurma gayreti içindeyim elimde tuttuğum resme. Tasasız bir turist olarak yolla bütünleşmek ve yolun tadını çıkarmak istiyorum. Yolculuklar heyecan veriyor. Yalnız bu duyguya teslim olmak istiyorum fakat huzursuzluğum geçecek gibi değil. Ankara’nın keskin havası içinden demiryolları ve gar binası meydan okuyormuş gibi geliyor. “Ellerinde pankartlar geliyor bu çocuklar” duygusu olur mu? Olur. Oluyor.

Tanpınar şöyle diyor “Beş Şehir” denemelerinde “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.”

Tam da bu hesaplaşmaya eşlik eden birbirinden geçen, birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?

"Mezopotamya'nın Altın Üçgeni" olarak adlandırılan Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa'yı tatilde yaklaşık 500 bin kişi ziyaret etti” diye yazmış gazeteler. Olağanın üstünde bir hareketlilik ile “Doğu’nun Paris’i” anlaşılan dolup dolup boşalacak. Turlarla bir şehri anlamak elbette mümkün değil. Bu bir tanışma, tanımayı ise sonraya bırakacağım gibi görünüyor ancak ilk bakışta aşk gibi bir şey hissettiğim. Ancak gönlümün de akası var herhalde ki nihayetinde tren penceresinden akıp giden Kırıkkale, Kayseri, Sivas ve Malatya’ya, bozkıra, çiçeklenmiş ağaçlara, akıp giden yola sevgiyle karışık hüzünle bakıyorum. Ah o burukluk, bir türlü peşimi bırakmıyor. Dilimde sürekli “ne güzel memleket” nakaratı… Bu memleket boyun eğmez duygusu. 

“Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim”

Yine Beş Şehir’e dair şöyle der Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktir. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”

Tam da bu, bir şehri, bir insanı, bir ülkeyi, bu ülkeyi sevmekle başlayacak her şey. Kaderim, kaderine bağlı ey güzel yüzlü memleketim… Nâzım’dan Pir Sultan’a, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na, Tanpınar’dan, Aziz Nesin’e, Onat Kutlar’dan Orhan Kemal’e, Âşık Veysel’den Ahmet Arif’e, Oğuz Atay’a, Tevfik Fikret’e… Saydıkça sayasım geliyor, coşuyorum.

“Tarih boyunca Amida, Amidi, Amid, Kara-Amid Diyar-Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır adlarını alan kent Güneydoğu Anadolu bölgesinin orta bölümünde El-Cezire denilen bölgede Bereketli hilalin kalbinde yer almaktadır. Diyarbakır'ın köklü tarihi 12 bin yıl önceye uzanıyor” diyor.  Kadim bir kent karşımda uzanıyor. Dokuz bin yıllık olan surlardan söz ediyor rehberimiz. “Çin Seddi'nden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve en sağlam surlarından biri olarak kabul edilir” diyor. Suriçi’nin kaderini görüyorum sonra. Dönüşüme uğramış evlerden şekilsiz, kokusuz, tarihsiz ve soğuk bir tek tiplik çıkmış. Yanında ise yıkılmış ama kendini teslim etmemiş harabeler bin bir acıyı fısıldıyor,  annelerin çığlığını duyar gibi oluyorum.

Yağmur yağıyor. Surların turistik yüzünün ardında kadim bir tarih uzanıyor Dicle’nin akışına. Kimler gelmiş, kimler geçmiş duygusunun verdiği dinginlik ile bugünün sıkışmışlığı at başı koşturuyor içimde. Davullar gümbürdüyor. Dört Ayaklı Minare’den bir güvercin havalanıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sokakta yürüyorum. Hrant’ın güvercin tedirginliğini hatırlatıyor zihnim. Elimi uzatıyorum güvercinlere doğru… Göz göze geliyoruz üç yaşında bir kız çocuğu ile. Gözleri kara üzüm habbesi. Gözleri yarınlar, gözleri çocuk,  gözleri tertemiz… Küçük ellerini avcumun içine alıyorum. Yağmurdan sonra açan güneşin billur ışıltısı dağıtıyor hüznümü. 

Memleketimi seviyorum. Memleketimi seviyorum.

                          /././

Mümkünlerin kıyısı…-Asaf Güven Aksel-

"Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyması ve buna örgütlenmesi, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir."

Hatırlarsınız, “İki Şehrin Hikâyesi”nin o çok bilindik girişini. “Zamanların en iyisi, en kötüsü; akıl çağı, budalalık çağı…” Birbirini çelenlerin, birbirine karşıtların bir arada bulunduğu bir devir. Işık mevsimi, karanlık mevsimi. Cennete giden yol, cehenneme varan yol. Umut baharı, hüzün kışı. Her şey var, hiçbir şey yok…

Ekonomik ve sosyal çalkantıların 1700’lerinin, son dilime bir büyük devrim eşiğinde girişinin Paris’inden, Londra’sından manzaralar aktarırken, Dickens’ın o müthiş kaleminden çıkan bu tasvir, bir nebze, Türkiye’nin uzun zamandır içinden geçmekte olduğu zamanlara da uyuyor gibi, değil mi? Daraltırsak, özellikle, son günlerimize…

Aslında, iktidarı protesto gösterilerinde bir eylemcinin elindeki dövizde, bu ünlü “roman girişi”, yine en az o kadar bilinen ve sıkça kullanılan bir Turgut Uyar cümlesinde de özetlenmişti: “Bütün mümkünlerin kıyısında”… Dövizde, buna bir zamir eklenmişti. “Bütün mümkünlerin kıyısındayız”. Biz.

Bir parantez olsun, Turgut Uyar’ın, mücadele dövizlerine, duvarlarına bunca dize vermesinden, yakın dönem şiirine ve “eylemci” kuşak kimliğine ilişkin bir yeniden analiz gereği doğar sanki, bir ara konuşalım…

Toplumların yol ayrımında, yön tayininde, uzun süre “pat” durumu görülmez pek tarihte.  İyi ve kötü, ışık ve karanlık, umut ve hüzün, “zıtların birliği” gösterisini sürgit sahneleyemez. Biri tabii yok olmasa da, bir diğeri galebe çalar eninde sonunda.

Türkiye de, bütün mümkünlerin kıyısında, bir adım atmaya hazırlanıyor. Zamanların en’lerinde… Kıyı. Bir yöne bir adım daha demek midir kıyı? Ve mümkünlerden, ânın elverdiğince mümkün olan tarafa. Hangisi?

* * *

19 Mart’tan bu yana süren, İmamoğlu ateşleyicisini çok aşan boyuta vararak, genel oy hakkının ve yasalılığın iptali tehdidine karşı durmaktan başlayıp, ekmek, adalet, özgürlük ve eşitlik talebi ekseninde yükselen ve bilince çıksın çıkmasın, bütün bir sermaye sistemi arazlarını hükümet nezdinde nesnel olarak bir yerinden karşısına alan eylemlilik, “boykot” aşamasında girdiği yeni kulvarda, iktidarın şaşkın hamlelerinin de etkisiyle, bir “aydın tavrı” sorgusunu gündeme taşıdı. Kendiliğindenliğin kaçınılmaz izlerini taşıyarak.

Boykot listesine alınan markalara, kuruluşlara resmî zevat ziyaretleri komedisiyle, 2 Nisan’daki  alışveriş durdurma çağrısını kırmak üzere bebek bezi reyonu ve çekirdek külahı önünde kuyruk olmakla eğlence malzemesi sunan iktidar,  protestolara ve boykota destek veren sanatçıları işsiz bırakarak, gözaltına alarak, gülüşmeleri donduran sert bir hamle yaptı.

Bu hamleyle, toplumun sanatçılara, ünlülere daha önceden başlayan “sessizlik” eleştirisi ve destek talebi, bu baskılara, haksızlıklara maruz kalanların yanında yer alma, ses yükseltme çağrısına vardı ve bir başka “boykot” başlığı oluştu.

Önce, toplumun kendiliğinden tanımında, “ünlü”ler, sanatçılar, bir “aydın” köşeli parantezine  alınarak, buna uygun davranmaları beklendi. Sonra, halka genişledi, unvan ve işlevi itibariyle “hoca”lar da meydana davet edildi.

Yavuz Bingöl sakilliğine, Demirkubuz küsücülüğüne, Yılmaz Erdoğan akilliğine aldırmazsanız, pek de yabana atılamayacak düzeydeki tartışma, uyarı ve karşılıklı eleştiriyle, kimi gerekçeli kimi kibirli savunmayla, ölü toprağıyla bilinen bu cenah, arzulanan düzeyde olmasa da, kendince hareketlendi, en azından “şöhret”in ve “ağır imaj”ın herhangi bir politik muafiyeti olmadığı gündeme geldi.

Burada, aydın, ünlü, sanatçı arasındaki aynılaştırmanın değerlendirilmesine hiç gerek yok şu an için. Toplumun beklentisi, etki alanının, sözü dinlenirliğinin, dikkat çekiciliğinin yüksek olduğunu düşündüğü, bildiği isimlerin kendi haklı mücadelelerine güç katmasıyken, buna kavramsal sorguyla yaklaşmak, tavırsızlığı makulleştirmek riski bile barındırır. Aydın tavrı ünlüden bekleniyor ve görülmediğinde tepki veriliyorsa, görüldüğünde güç kazanmış hissediliyorsa, mümkünlerin kıyısında ince kavramlar sorun edilmez.

İktidar cenahında kalmakta ya da tavırsızlıkta kendi çıkarını bulanlara, Castillo şiiriyle seslenmenin de yersiz olduğu söylenemez böyle bakılınca.

tarafsız aydınları / yurdumun / sorguya çekilecek / günün birinde / o gün / basit insanlar / tarafsız aydınların / kitaplarında şiirlerinde / yer almayanlar / her gün ekmek getirenler onlara / gelip soracaklar / ne yaptınız / acı çekerken yoksullar?... / tarafsız aydınları / güzel yurdumun / susup kalacaksınız / kendi utancınızla…

Aydın mı, ünlü mü ayrıştırması, devasa bir turnusolun gündeme geldiği koşullarda, belirsizleşir.

Sanatçı, aydın, ünlü, bir cumhuriyet yurttaşlığı ve hakları paydasında, ekmeğini onuruyla ve özgür duruşuyla kazanabilme paydasında, emekçi sınıfın, halkın talebiyle buluştuğunu somut olarak görmek ve idrak etmekle yüz yüzeyken, sanat icrası ve sömürüsüz ülke ortaklığı ayan olurken, ekmek ve gül, hürriyetle randevulaşırken, mümkünlerin kıyısında, atılacak bir adımın yönünü belirleyeceğiz.

Bunu, kendiliğindenin sınırındaki olanaklara sırt çevirmeden, örgütlü güç müdahalesinde bulunabildiğimiz, “göze alma ve aldırma” güveni vermemiz oranında başarabileceğiz.

Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyduğunu kavraması ve buna örgütlenmesi de, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir. Kıyı, nedir ki başka? O kıyıdaki “biz” zamiri kim ki başka?

* * *

Daha önceki benzerleri gibi bu sürecin de öne çıkan sloganlarından biri olan, “Susma, Sustukça…” son derece iyi niyetlidir, tamam. Hem ilhamını aldığı örnek mesele bakılırsa, hem yakın tarih Türkiyesi’ndeki iktidar uygulamaları açısından, çok da haklı bin mücadele çağrısı olarak görülebilir. Bununla birlikte, bazı ünlülerin, siyasetçilerin “kendilerini koruma reflekslerini” de kapsayabilir ama. Aydın tavrı için ölçüt, sıranın kendisine gelme riski yokken de, susarak, hem vartayı atlatmayı hem kazancını korumayı umabileceği koşullarda da, haksızlığa isyan olmalıdır. Sıra bana gelmesin diye değil, kimsede olmasın diye. Korunmacılıkla değil, korumacılıkla. Nâzım’ın “enayi”si, Sierra Maestra’nın Che’si gibi.

Susma, sıra bir öncekinden bir sonrakine gelmesin diye… Hiç tanımadığın bir önceki için, bir sonraki için… Castillo, kendi utancınla susup kalacağını yazmasın bir gün diye.

Susma, varsın sırayı hiç yoktan sana getirsin…

Ünlü mü, aydın mı diye soralım mı ille? Böyle bir sloganla da ölçeriz, bu ideolojidir. Ama, an bu an değil. Şimdi, zamanların en iyisindeyiz, ve ışığın mevsimindeyiz, ve... zıddında…

Yani, şimdi bütün mümkünlerin kıyısında bir adım atmaktayız…. Umudun baharına, akıl çağına. Bir bir yok edilenlerin, bir bir var oluşuna… Zamir eki biziz…

                                                      /././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Nisan 2025-

Prof. Dr. Naci Görür'ün bu görüntülerine tepki yağdı: Japon deprem uzmanının konut projesi için "Burada afet olmaz" dedi İstan...