Hindu cihatçılığı
Hindistan Pakistan’ın Keşmir bölgesine füze saldırısı düzenleyerek riskli bir “sınırlı savaş” başlattı. Pakistan Hindistan’a bağlı Keşmir bölgesine topçu misillemesi yaparak savaşın sınırlı kalmasını istediğini ortaya koydu. Umarım böyle olur ve iki nükleer güç daha fazla ileri gitmez.
1945’ten bu yana Keşmir nedeniyle defalarca karşı karşıya gelen iki ülke, Anglo-Sakson bakiyesi sorunun girdabı içinde ne yazık ki...
İngiltere, sömürgeci ve işgalci politikalarıyla etkisi bugün de süren sorunlar bıraktı; Filistin meselesi, Kıbrıs meselesi, Kürt meselesi, Keşmir meselesi... Anglo-Sakson İngiltere’nin sorunlarını devralan Anglo-Sakson ABD de bu sorunları emperyalist ihtiyaçlarına göre kullandı.
Yeni bir dünya, işte bu tür sorunları çözebilmek için ihtiyaç en başta.
PAKİSTAN’DAKİ CİA ÖRGÜTLERİ
Bu kez “sınırlı savaş” 22 Nisan’da 26 kişinin ölümüne yol açan terör saldırısıyla tetiklendi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe örgütünün bir kolu olan Direniş Hareketi üstlendi. Hindistan ise doğrudan Pakistan’ı sorumlu ilan etti.
Pakistan suçlamaları reddetti ve uluslararası soruşturma açılmasını istedi ancak Hindistan kabul etmedi.
Evet, Pakistan’da böyle yüzlerce örgüt var ama bunların Pakistan devletinin doğrudan kumandası altında olduğunu iddia etmek güç. Doğru, bir dönem Pakistan istihbaratı üzerinden pek çok örgütü yönlendirdiler ama o örgütler aslında Pakistan istihbaratından çok ABD istihbaratının kontrolündeydi. Çünkü bu örgütler, ABD’nin yeşil kuşak projesi kapsamında SSCB’ye karşı Pakistan’da eğitip Afganistan’da harekete geçirdiği örgütlerdi.
PAKİSTAN: CİHAT, BATI KAYNAKLI
Hindistan’ın iddialarının aksine, aslında bu örgütlerin asıl hedefi Pakistan’dır. Son bir yılda bu örgütler Pakistan’daki Çin tesislerine saldırdı, İran’a saldırdı ve Hindistan’a saldırdı. Yani bu örgütler Pakistan’ın komşularıyla ilişkilerini sabote etmeye çalışıyor aslında.
Nitekim Hindistan’a düzenlenen saldırının ardından Pakistan Savunma Bakanı Muhammed Asıf çok net ortaya koydu; “ABD’nin bölge politikaları nedeniyle terörün mağduruyuz” dedi, “Pakistan’ın geçmişte SSCB’ye karşı Afganistan savaşına katılarak ABD adına cihatçıları eğitmek ve yerleştirmek için bir üs haline gelmesi hataydı” dedi, “Batı tarafından icat edilen cihat kavramı, Pakistan toplumunun dokusunu değiştirdi ve bugünkü sorunlara zemin hazırladı” dedi (cumhuriyet.com.tr, 28.4.2025).
MODİ’NİN İÇ POLİTİKA HEDEFİ
Ancak Hindistan tüm bunları görmezden geldi ve riskli bir “sınırlı savaş” başlattı. Çünkü Hindistan Başbakanı Modi için bu savaş, iç politikayı pekiştirme amaçlı dış basınçtır.
“Hindu milliyetçiliği” adı altında “Hindu cihatçılığı” yapan Bharatiya Janata Partisi lideri Narendra Modi, ülkenin adını da Bharat yapmaya çalışıyor. Ülkedeki Müslümanların, azınlık grupların, kast sistemine göre daha altta olanların çareyi komünistlerin yönettiği eyaletlere kaçmakta bulduğu ağır bir süreç yaşanıyor Hindistan’da...
İşte Modi’nin terör saldırısını bahane ederek Pakistan’a riskli “sınırlı savaş” açması, bu iç politikasının bir uzantısıdır.
MODİ’NİN FIRSATÇILIĞI
Hindistan Dışişleri Bakanı Vikram Misri, Sindoor Operasyonu adını verdikleri bu saldırıyı “terör saldırısını önleme” ve “Hindistan’a gönderilmesi muhtemel teröristleri etkisiz hale getirme” amaçlı diye tarif etti.
“Önleyici vuruş”, jeopolitikçiliğin ürettiği ve sürekli savaş riski doğuran bir yöntem; Alman emperyalizminden ABD emperyalizmine geçti, Bush bir doktrin olarak Irak’ta uyguladı, Şaron ve Netanyahu Filistin’de uyguladı, şimdi Modi bunu Pakistan’da uygulamak istiyor.
Rusya’nın Ukrayna’da Atlantik’le boğuştuğu, Çin’in ABD’nin açtığı ticaret savaşıyla uğraştığı bir süreçte Modi, Pakistan üzerinden içeride Hindu cihatçılığını pekiştirmeye çalışıyor.
Ama eski dünyaya ait bu anlayışlar, yeni dünyanın doğum sancılarını artırıyor son tahlilde...
/././
Erdoğan ‘telef’ sözünü geri mi aldı?
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Sırrı Süreyya Önder’in cenaze programının çıkışında yumruklu saldırıya uğramasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine “Geçmiş olsun” telefonu açmasını şöyle yorumladı: “Sayın cumhurbaşkanının açtığı telefon bir değer taşıyor. Ben geçmiş olsun telefonunu dikkate alıp ‘telef’ sözünün geri alındığını düşünüyorum.”
Özel öyle düşünüyor olabilir ama geçmiş olsun telefonu, gerçekten de “Erdoğan’ın telef sözünü geri aldığı” anlamına gelir mi?
SİYASAL İKLİM İLE SALDIRININ BAĞI
Özgür Özel’e yapılan saldırı ile Erdoğan’ın yakın zamanda söylediği “telef” sözü arasında bir “siyasal iklim” bağının kurulmaması zaten olası değildi. Kamuoyu da ilk andan itibaren sosyal medyada o sözü anımsadı.
Zira Erdoğan’ın “Bakalım cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek” demesi ve bunu örneklerken de önceki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na atıf yapması, haliyle akıllara “iki genel başkana iki saldırı” çağrışımı oluşturdu.
Öyle ki Erdoğan’ın uçağının kadrolu gazetecilerinden Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül bile saldırı sonrası “Özgür Özel hak etti” derken aslında o bağdan hareket ediyordu.
Ve asıl önemlisi, Erdoğan’ın “cumhurbaşkanlığına heves eden CHP’li telef olacak” demesi, propaganda etmeye çalıştıkları gibi Ekrem İmamoğlu’na operasyonun bir yolsuzluk operasyonu olmadığını, gerçekte cumhurbaşkanlığı çarpışması olduğunu ortaya koyuyordu.
PROFESYONEL İLK İFADE
Özgür Özel’e saldıran şahıs, 2004 yılında 19 ve 17 yaşındaki çocuklarını kurşunlayan, ölmediklerini fark edince mutfaktan bıçak alıp yaralı çocuklarını öldüren ama 2020’de şartlı tahliye ile serbest kalan biri. Ayrıca aile içi şiddet, cinsel taciz, esrar içmek ve satmak, polise mukavemetten de birçok kez gözaltına alınmış bir isim. Kayıtlara göre akıl hastalığına dair bir emare de yok.
Peki saldırı sonrasında müdahale edilirken “Osmanlı çocuğuyum” diyen şahıs, Özel’e neden saldırdı? CNN Türk’ün ulaştığı gözaltındaki ilk ifadesine göre şu yanıtı veriyor:
“Ben daha önceden yemek kartı için Cumhuriyet Halk Partisi’ne başvurdum ancak partili olmadığım için bana yemek vermediler. Bundan dolayı da uzun zamandır sinirliydim. CHP’nin sokağa gençleri çağırmasıyla ilgili daha önceden biriktirdiğim sinirimi içimde muhafaza ediyordum. Taksim’de kaldığım apart otelden çıktım, program olduğunu duydum. Oraya gittiğimde aslında bir saldırı niyetim yoktu ancak gördüğüm anda da sinirlerime hâkim olamadım.”
İKİ MESAJ
Bu ifade gerçekten de saldırgana mı ait, ilerleyen aşamalarda anlaşılacaktır. Bu ilk ifadeyle işlenmek istenen iki profesyonel mesaj var:
1) “CHP, CHP’li olmayanlara yemek kartı bile vermiyor.”
2) “CHP’nin gençleri sokağa çağırması, vatandaşları öfkelendirmiş durumda.”
İlk mesajla, “belediyeleri silkeleme” operasyonunda işlenmeye çalışıldığı gibi CHP, “partizanlık yapan, kaynakları kendinden olana peşkeş çeken bir parti” olarak resmedilmeye çalışılıyor.
İşin acı tarafı, öyle kutuplaştırılmış bir siyasal zemin oluşturuldu ki kendi kutuplarında nasılsa “Bir yurttaşın yemek kartına mahkûm hale gelmiş olmasından, 23 yıldır iktidarda olan AKP sorumludur” denmeyeceğini varsayıyorlar.
CHP’nin gençleri sokağa çağırması “suçlaması” ise önemli. Gerçi CHP’nin gençleri, yaşlıları, tüm yurttaşları sokağa çağırması suç teşkil etmiyor ama daha ilginci CHP’nin gençleri değil, aslında gençlerin CHP’yi sokağa çağırmış olduğuydu. Burada kimin kimi çağırdığı değil de hedef alınan, sokağın iktidara karşı ayakta oluşudur.
TEK GÖSTERGE: OPERASYONLARIN DURDURULMASI
Bu tür provokatif saldırılar, siyasal süreçleri etkileme amaçlıdır. CHP, Kılıçdaroğlu’na yapılan Çubuklu saldırısından da dersler çıkararak bu saldırının peşine düşmeli, izini sürmeli, üstünün örtülmesini engellemelidir.
“Telef” sözünün geri alındığını varsaymak, en hafifinden siyasi saflıktır. İktidar, iktidarda kalmak için “belediyeleri silkeleme”yi de “CHP’li cumhurbaşkanı adaylarını telef etmeyi” de sürdürmek isteyecektir. Erdoğan’ın “Geçmiş olsun” telefonu, Özel’in varsaydığı gibi “telef” sözünün geri alındığı anlamına gelmemektedir; o sözün geri alındığının tek göstergesi, hukuksuz operasyonlara son verilmesi olacaktır.
Yanlış sonuçlar çıkarmak ve meseleleri hafife almak, CHP’ye ve Türkiye’ye pahalıya mal olur.
/././
Avrupa’dan Mehmetçiğe vize muafiyeti!
ABD’nin NATO’yu Ukrayna’ya genişletme hamlesinin en ağır sonuçlarından biri Ukrayna’nın “Amerikan sömürgesine” dönüşmesi oldu: Trump’ın Zelenski’ye zorla kabul ettirdiği “ABD-Ukrayna Yeniden Yapılandırma Yatırım Fonu”, Ukrayna’nın Düyunu Umumiye’sidir.
Anlaşma Beyaz Saray yetkilileri tarafından “ABD’nin bugüne kadarki askeri ve finansal desteğinin karşılığında, Ukrayna’nın doğal kaynaklarına erişim imkânı” diye tarif ediliyor. Burada “erişim imkânı” kısaca “çökme” anlamına geliyor.
Çünkü Ukrayna’nın doğal kaynaklardan elde ettiği her türlü gelirin yüzde 50’si bu fona aktarılacak, fonu da 3’ü ABD’li, 3’ü Ukraynalı yönetecek.
UKRAYNA’DA AVRUPA KAYBETTİ
ABD’nin Ukrayna hamlesinin bir diğer kaybedeni de Batı Avrupa oldu. ABD’nin zoruyla Rusya’ya uyguladıkları ambargo en çok Batı Avrupa ekonomilerini vurdu. Rusya’nın ucuz enerjisi yerine ABD’nin pahalı LNG’si sanayi maliyetlerini artırdı, Avrupa ekonomileri daraldı, işsizlik ve enflasyon arttı.
Ama Batı Avrupa başkentleri ve AB şefleri hâlâ bundan bir ders çıkarmış görünmüyor. Trumplı ABD Ukrayna’da barış ararken AB Ukrayna’yı Rusya’ya karşı savaş pozisyonunda tutabilme peşinde. Dahası Trump’ın Ukrayna müzakerelerinden çekilme olasılığı karşısında da B planı hazırlamaya çalışıyorlar.
AB’nin başındaki bir başka problem de “Avrupa Güvenlik Mimarisi” sorunu. Zira ABD’nin oluşturduğu AB-Rusya cepheleşmesi, şimdi Brüksel’i ek savunma problemleriyle de karşı karşıya getirdi.
ÜÇ DENİZ GİRİŞİMİ
Avrupa’nın nasıl bir güvenlik mimarisi şekillendireceği konusu, daha önce bu köşede incelediğimiz gibi, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Üstelik şimdi bir de “Avrupa içinde Avrupa” konusu var. Gerçi yeni değil, geçen yıllarda bu köşede yine değinmiştik ama konjonktür bu “Avrupa içinde Avrupa” çabasını da hızlandırdı. Polonya merkezli “Üç Deniz Girişimi”nden bahsediyoruz.
2015’te Polonya’nın Hırvatistan’la birlikte başlattığı ve Baltık, Adriyatik ve Karadeniz’i esas olan Üç Deniz Girişimi, artık 13 AB üyeli bir platform. Üstelik ABD, AB Komisyonu, Almanya ve Japonya’dan sonra, geçen hafta Türkiye de Üç Deniz Girişimi’nin stratejik ortağı oldu.
Böylece Avrupa’yla Rusya’nın arasında Baltık’tan Akdeniz’e inen stratejik bir hat oluştu. Ve böylece önce kalkınma projesi gibi sunulan girişim, kıtanın kuzey-güney yönünde inşa olan bir güvenlik platformuna dönüşmeye başladı.
WASHİNGTON’UN İKİ AMACI
ABD, Üç Deniz Girişimi’ni iki nedenle destekliyor.
1) Öncelikle 13 AB üyesinin oluşturduğu bu yapıyı, 14+1 üyeli Çin - Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Platformu’na karşı bir dengeleyici olarak görüyor.
2) Öte yandan FransaAlmanya merkezli Batı Avrupa’ya karşı Polonya merkezli bir Doğu Avrupa’nın öne çıkmasını, Avrupa’nın daha kolay kontrolü olarak değerlendiriyor Washington.
AB’YE DEĞİL, SAVUNMASINA ÇAĞRI
Türkiye mi? Üç Deniz Girişimi’ne sadece AB üyesi ülkeler üye olabiliyor. Türkiye, girişime katkı sunabilecek ülkeler grubu olarak nitelenen stratejik ortaklar içinde. Ve bunun bir AB üyeliği hevesi oluşturmaması için de baştan uyarıyorlar.
Türk gazetecilerle bir araya gelen Polonya Dışişleri Bakan Yardımcısı Anna Radwan açık açık söyledi: “Türkiye’nin Avrupa güvenlik mimarisinde yer alması konusunda bir irade var. O mimari şu an doğuyor. Ancak savunma alanındaki yaklaşımlar, AB üyelik tartışmalarının dışındadır.” (BBC Türkçe, 1.5.2025).
Yani sadece kendilerini koruyacak Mehmetçik istiyorlar, Mehmet’in turistine bile tahammülleri yok!
/././
Meloni’nin teşekkürü
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin, Türkiye-İtalya 4. Hükümetlerarası Zirvesi için Roma’da bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ettiği “teşekkür”, her yurttaşın içini acıtacak türdendi.
Meloni Erdoğan’a şöyle teşekkür etti: “Türkiye kaynaklı göç sayısı sıfıra indi. Teşekkür ediyorum. Şu ana kadar yaptıklarımızla gurur duyabiliriz. Sağlam dostluğumuzu daha ileri götüreceğiz.”
Bu teşekkürün açılımı şu: Erdoğan’a, Suriye ve Afganistan kaynaklı göçmenleri Türkiye’de tuttuğu, tekini bile İtalya ve Avrupa’ya bırakmadığı için teşekkür ediyorlar!
AVRUPA’NIN İSTİLASINI ÖNLEME MİSYONU!
AB şeflerinin sık sık dile getirdiği bu teşekkürler, AKP hükümetinin Türkiye’yi AB önlerinde bir göçmen deposu, bir tampon ülke yapmasınadır.
Bunu kendileri de itiraf ediyor zaten.
Örneğin 24 Kasım 2016’da TRT’de gazetecilerin karşısına çıkan Başbakan Binali Yıldırım, Avrupa’nın güvenliğini sağlayan bir ülkenin başbakanı olmakla övündü: “Düşünün, Türkiye olmasa ne olacak? Bütün bu Ortadoğu’dan, kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek ve çok büyük bir sorunla yaşamak zorunda kalacaklar.”
Gazetecilerden hiçbiri ne yazık ki Yıldırım’a “Peki Avrupa’nın istilasını önleyerek Türkiye’nin istilasını sağlamış olmuyor musunuz bu durumda?” diye sormadı.
AVRUPA’NIN HUZURUNU SAĞLAMA MİSYONU!
Sadece Başbakan Yıldırım mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı duruma işaret ediyordu.
Erdoğan 3 Mayıs 2019’da şöyle diyordu: “Bugün Avrupa ülkeleri hâlâ huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye’nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur.”
Ve yine gazetecilerden Erdoğan’a “Peki Avrupa’nın huzur içinde yaşamasını sağlayarak Türkiye’nin huzursuzluk içinde olmasını sağlamıyor musunuz bu durumda?” diye soran olmadı elbette.
Peki Türkiye neden Başbakan Yıldırım’ın ifadesiyle “Avrupa’nın istilasını ” önlüyor, neden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “Avrupa’nın huzurunu” sağlıyor?
Mesele Türkiye’nin AB ile 16 Aralık 2013’te imzaladığı “Geri Kabul Anlaşması” karşılığında alınacak üç beş milyar Avroluk fon mu? Elbette etkisi vardır. Ama başka nedenlerin de olduğu anlaşılıyor.
NEDEN TUSAŞ YERİNE BAYKAR?
Roma’daki Türkiye-İtalya 4. Hükümetlerarası Zirvesi sırasında özel bir tören vardı. Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar ile Leonardo Genel Müdürü Roberto Cingolani, Erdoğan ve Meloni’nin önünde, 6 Mart 2025’te imzaladıkları işbirliği mutabakat zaptını karşılıklı teslim ettiler.
Güzel. Bir Türk şirketinin uluslararası şirketlerle yararlı işbirlikleri yapması elbette önemli başarıdır. Ama ortada şöyle bir sorun var:
Neden kamu şirketi olan TUSAŞ değil de özel bir şirket olan Baykar bu tür işbirlikleri yapıyor?
TUSAŞ Baykar’dan daha mı başarısız?
Değil, en iyi 10 sıralamasında Baykar’dan da TUSAŞ’tan da ikişer İHA var.
Öte yandan Leonardo özel bir şirket değil. İtalya Ekonomi ve Maliye Bakanlığı, yüzde 30.2 ile şirketin en büyük hissedarı. Dolayısıyla İtalya’nın kamu şirketiyle Türkiye’nin kamu şirketinin anlaşma yapması, çok daha uygun olurdu.
Açık ki iktidar, halkın/ kamunun şirketi olan TUSAŞ yerine, şahıs/aile şirketi Baykar’ı bu tip işbirlikleri için öne çıkarıyor. İtalya ilk değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan Baykar’ı daha önce çeşitli ülke ziyaretlerinde de hep öne çıkarmıştı.
BATI BATARKEN
Tekrar göçmen konusunu dönersek...
Batı’nın 500 yıldır uygarlığa yaptığı liderlik bitiyor; ilerici özelliklerini çoktan yitiren Batı batıyor. Göç konusu da Batı’nın ikiyüzlülüğünü resmediyor.
Suriye’den, Afganistan’dan göçlerin esas nedeni, emperyalist Batı’nın saldırganlığıdır. İşgal ettikleri, bombaladıkları yerlerden insanlar çaresizce yeni bir hayat için kaçıyor.
Ama AB hiçbir sorumluluk almıyor. Yoksul, ezilmiş, eğitimsiz kalmış göçmenlere sınırlarını kapatıyor ancak sırtından para kazanacağı göçmenlere kapılarını açıyor. Baksanıza, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “dünyanın dört bir yanından bilim insanlarının ve araştırmacılarının Avrupa’ya göç etmesini teşvik edeceklerini” söylüyor. (AA, 29.4.2025)
Bilim insanı ve araştırmacı olmayanlar ise Türkiye’nin sorunu!
/././
Şara İsrail'le anlaşma yolunda
ABD, yaptırımların kaldırılması için Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmet eş Şara’dan 8 şartı yerine getirmesini istemişti. HTŞ lideri Şara (Colani) 8 şartın 5’ini kabul ettiklerini, diğer üçünü de görüşmeye hazır olduklarını Washington’a yazılı olarak iletti (cumhuriyet.com.tr, 26.4.2025)
Şara’nın kabul ettiği şartlardan ikisi kritik önemde:
1) “Suriye’deki Filistinli grupların faaliyetlerini izlemek için bir komite kurulacak.” (Bu, adım adım Filistinli gruplara Suriye’nin yasaklanması demek.)
2) “Suriye’nin, İsrail de dahil olmak üzere hiçbir taraf için tehdit kaynağı haline gelmesine izin verilmeyecek.”
Geçen hafta ABD Kongre Üyesi Cory Mills Şam’ı ziyaret edip Şara’yla görüşmüş, dönüşünde de izlenimini aktarmıştı: “Mills, Şara’nın ABD’nin endişelerini gidermeye açık olduğunu, İsrail ile ilişkilerin normalleştirildiği İbrahim Anlaşmalarına katılmakla ilgilendiğini aktardı.” (Harici, 24.4.2025).
Bu arada İngiltere Suriye’ye uygulanan yaptırımları parça parça kaldırmaya başladığını duyurdu.
MAZLUM ABDİ’DEN ANKARA’YA MESAJ
Suriye’de Türkiye’yi ilgilendiren bir gelişme daha vardı. PKK’nin Suriye kolu PYD ile Barzani’lerin Suriye’deki kolu ENKS, “Rojova Birlik ve Ortak Tutum Konferansı” düzenledi.
Konferans sonrasında açıklanan sonuç bildirgesinde, “ortak Kürt heyeti” oluşturulacağı ilan edildi. Yine sonuç bildirgesinde “Suriye’deki Kürt sorununa demokratik ve ademi merkeziyetçi adil çözüm” ile “Kürtlerin anayasal haklarının güvence altına alınması” hedefleri yer aldı.
Suriye’deki Kürt konferansını, Türkiye’den DEM ve DBP ile Irak’tan KDP ve KYB izledi.
Bu arada DEM heyeti, PYD’nin askeri birimi olan YPG’nin komutanı (aynı zamanda SDG lideri) Mazlum Abdi’yle de görüştü. Abdi, DEM üzerinden Ankara’ya “Öcalan’ın çağrısının başarısı için elimizden geleni yapacağız” mesajı verdi.
ANKARA SDG’Yİ KABULLENME YOLUNDA
Böylece Suriye’de önce HTŞ ile SDG (Omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu örgüt) arasında, ardından da PYD ile ENKS arasında anlaşmalar sağlandı.
Sırada HTŞ’nin İsrail’le anlaşması var.
Bu üç anlaşmayı da esas olarak kotaran ABD’dir. Nitekim HTŞ lideri ve Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmet eş Şara (Colani) ve SDG Komutanı Mazlum Abdi arasında yapılan 12 maddelik anlaşma için iki taraf da ABD’nin sponsorluğuna işaret etmişti.
Bu sürecin Türkiye’ye yansıması da oldu. Örneğin PYD yöneticilerinden Salih Müslim ile röportaj yaptığı için gazeteci Nevşin Mengü “alenen terör propagandası yapma” suçlamasıyla daha iki ay önce “1 yıl 3 ay hapis cezası” almıştı. Oysa Ankara şimdi SDG’yi kabullenme yolunda. Örneğin Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, “PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG” yerine “Suriye Demokratik Güçleri (SDG)” demeye başladı bile.
ABD-İSRAİL-KÜRT İTTİFAKI KAZANDI
Kısacası Ankara’nın 8 Aralık 2024’te Beşşar Esad’ın devrilmesini bir zafer diye propaganda etmesinin üzerinden daha 5 ay geçmeden, hem İsrail hem de PYD/YPG kendi zaferlerini ilan etmeye başladılar.
Şam’ın İsrail’le anlaşması ve bu ülkeyi tanıması üç ciddi sonuç doğuracaktır:
1) İsrail, 1967’den beri işgal ettiği Suriye topraklarına meşruiyet sağlayacaktır.
2) Filistin’i destekleyen “direniş ekseni” içindeki kilit role sahip Suriye eksenden düşmüş olacaktır.
3) İsrail’le anlaşan Arap ülkeleri sayısı arttıkça, Filistin devletinin tanınması şartı ve baskısı zayıflayacaktır.
Sonuç mu?
Ankara’nın “Halep 82, Kudüs 83” propagandası ile Suriye’de yürüttüğü mücadeleden kazançlı çıkan ABD-İsrail-Kürt ittifakı oldu.Üstelik, Esad karşıtlığı ve Astana oyalaması ile sürecin böyle sonuçlanabileceği konusunda yapılan onca uyarı varken...
Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet