Çağımızın çürüyen devleti (I + II) -Nevzat Evrim Önal /soL-

Çağımızın çürüyen devleti (I)

Sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında onun ne gibi zaaflar göstereceğinin bilgisini sağlayacağı için kıymetli bir düşünsel girişim olacaktır.

Her gün siyasi tartışmalarda “devlet şöyle, devlet böyle, devlet şunu yapsın, devlet bunu yapmasın” diye konuşup duruyoruz. Ama gelin, bu hafta bir adım geri atıp düşünelim: Devlet nedir?

Marx ve Engels, 1848’de, Komünist Manifesto’da modern devletin ne olduğu sorusuna çok kısa bir yanıt verir: Modern devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini sevk ve idare eden bir komiteden başka bir şey değildir.1

Bu, “manifesto” düzeyinde kuşkusuz yeterli ve doğruluğu tartışılamayacak bir önerme. Modern toplum kapitalist toplum, o toplumun egemen sınıfı da sermayedar sınıfı olduğuna göre, modern devlet de sermaye devleti, yani sermaye sınıfının işlerini görmek için kurulmuş devlettir. Öte yandan devleti bu şekilde, salt araçsal bir biçimde tanımladığımızda, onun kendi içerisinde sürekli sorunlarla boğuşması, zaman zaman da bu sorunlar nedeniyle krize girip kasılması ve işlevlerini yerine getiremez hale gelmesini ancak “tasarım hatası” ile açıklayabilir hale geliriz. Oysa toplumsal olguları, onları oluşturan ilişkilerden bağımsız, akıllı ya da akılsız tasarımdan ibaret görmek onları açıklamak için iyi bir yöntem değildir.

Dahası, bu tanımdaki “ortak işler”in ne olduğu sorusu orta yerde durmaktadır.

***

Takibi sürdürelim. Engels, 1884’te Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devleti Kökeni’ni yazar ve devleti şöyle tanımlar:

Devlet (…) belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; o toplumun kendi kendisiyle, uzlaşmaz bir çelişkiye düştüğünün, ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği uzlaşmaz zıtlıklara bölündüğünün bir itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların çatışan ekonomik çıkarları, çatışan sınıfların kısır bir kavga içinde birbirlerini ve toplumu kemirmemeleri için, bu çatışmayı hafifletecek, “düzenin” sınırları içinde tutacak, açıkça toplumun üzerinde yer alan bir güç gerekli olmuştur ve toplumdan kaynaklanan ama kendini onun üstüne koyan, topluma gitgide daha çok yabancılaşan bu güç devlettir.2

Burada “ortak iş”in en genel anlamda ne olduğuna dair çok önemli bir saptama var: Herhangi bir sınıflı toplum (dolayısıyla kapitalist toplum da), toplumun çoğunluğunun emeğinin küçük bir egemen azınlık tarafından kontrol altına alınması ve zenginlik biriktirmek amacıyla sömürülmesine dayanır. Doğa insanları zengin ve yoksul yaratmadığına göre, insanların zenginlik ve yoksulluk içine doğmaları, böylelikle sınıfların insan ömrünü aşan bir süreklilik kazanması ancak toplumsal düzenin sürekliliğiyle mümkündür. Sömürülen çoğunluk buna kendiliğinden rıza göstermeyeceğine göre, rıza üretilmelidir. Bunun da iki yolu vardır: İkna, yani ideoloji ve dayatma, yani şiddet.

Dolayısıyla devletin kaynağında, insan oldukları için kendiliğinden hizaya girip sömürüye boyun eğmeyen ezilenlerin hizaya sokulması ve hizada tutulması ihtiyacı var. Böylelikle “ortak iş”in ne olduğunu da saptamış bulunuyoruz. Güzel.

Ne var ki, bu halen bize modern devletin niye sık sık krize girdiğini açıklamıyor.

***

Herhangi bir devletten değil, sermaye devletinden bahsettiğimize göre, sermayedar sınıfın özelliklerine bakmak bize onun devleti konusunda da fikir verecektir.

Kendisinden önceki egemen sınıflardan farklı olarak, sermayedar sınıf, en azından olağan koşullarda, kendisini doğrudan doğruya devlet hiyerarşisi olarak kurgulamaz. Aksine, devleti kendisinin dışında ve müstakil bir örgütmüş gibi kurgularken kendisini “sivil toplum” alanında tutar. Bunun sebebi sermayedar sınıfın doğası gereği demokrat olması, despotik hiyerarşilere kökten karşı olması değildir. Herhangi bir sermayedar hiyerarşiye yalnızca kendisinin üzerinde bir güç istemediği için karşıdır, örneğin fabrika ya da plazada işçilerin üzerinde hiyerarşinin en katısını kurmakta hiçbir sakınca görmez. Dolayısıyla sermaye devletinin sermayedar sınıfa dışsal ve demokratik niteliği, o devletin ancak böyle olduğunda sermayedar sınıfın temel iç dinamiği olan rekabeti yansıtabilecek olmasından kaynaklanır. Yani devlet, her sermayedarın yalnızca kendisi için isteyeceği ama tüm sermayedarlar birbirleriyle rekabet halinde olduğu için hiçbirinin tek başına ilanihaye sahip olamayacağı bir güç merkezidir.

Ne var ki bu, onun bir arzu nesnesi olmaktan çıkacağı, sermayedar sınıfın devleti ele geçirmek için rekabet etmeyeceği anlamına gelmez. Dahası, sermayedar sınıfın iç eşitsizliği, yani bazı sermaye öbekleri tekelleşme düzeyi arttıkça, bu tekeller kendi çıkarları için devleti (ya da devletin kimi fonksiyonlarını) ele geçirebilecek ya da bir süreliğine “kiralayabilecek” kadar güçlü hale gelir. Bu ortamda devletin kendisi, tekeller arasındaki çetin rekabetin başlıca alanlarından biri haline gelir ve bu mücadele devletin üzerine ek bir çelişki bindirir.

Dolayısıyla sermaye devletinin zaman zaman yaşadığı siyasi krizlerin iki kaynağı olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, devrimci dönemlerde görülen, sınıf mücadelesinin yoğunluğundan kaynaklanan, devletin sınıf egemenliğini sürdürme işlevini yerine getirmekte zorlandığı sınıflararası çelişkiler; ikincisi, bir yanda sermayenin sınıf egemenliğinin ezilenler tarafından neredeyse hiç sorgulanmadığı, diğer yanda tekelleşmiş sermaye öbeklerinin birbirleriyle mücadele konusunda “fazla” rahatladığı sınıf-içi çelişkiler.

Marksist teoriye aşina olanların tahmin edeceği üzere, tekelleşme faktöründen bahsetmeye başladığımızda, Lenin’e ve emperyalizm teorisine geliyoruz. Zira kapitalizmin güncel aşamasının emperyalizm olduğunu göz önünde bulundurmadan, devlet gibi temel bir olguyu anlamamız mümkün değil.

***

Sene 1916, dünya tarihte görülmemiş ölçekte bir savaşla kan gölüne dönmüş durumda. Öte yandan her savaş gibi bu savaşı da salt devletlerarası bir çatışmadan ibaret görmek mümkün. Lenin bu hataya düşmüyor. Emperyalizm eserinin her satırında, olgunun temelinde emperyalist güçlerin dünyanın geri kalanını mali tutsaklıklar yoluyla paylaştığını ve (paylaşılmış bir dünya ancak paylaşanlar arasında yeniden paylaşılabileceği için) bir paylaşım savaşına giriştiğini; dünya savaşının emperyalistler arası rekabetin doğal sonucu olduğunu yazıyor. Ama sadece teorisyen değil devrimci olduğu için, bir yandan da işçi sınıfının tüm emperyalist ülkelerde savaşa nasıl onay verdiğini araştırıyor:

Kapitalizm, tüm dünyayı “kupon kesmek” kadar kolayca talan eden bir avuç son derece zengin ve güçlü devlet ortaya çıkarmıştır (...) böyle devasa bir süper kârla (bu kârlar kapitalistlerin “kendi” ülkelerinin işçilerini sömürerek elde ettiklerinden fazla olduğu için) işçi önderlerini ve işçi aristokrasisinin üst tabakasını rüşvetle elde etmek olanaklıdır. (...) Bu burjuvalaşmış işçi tabakası, diğer bir deyişle “işçi aristokrasisi”, yaşam tarzları, kazançlarının büyüklüğü ve bütün görünümleriyle küçük burjuvadır. Bunlar (…) burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içindeki gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi vekilleri, reformizmin ve şovenizmin gerçek aracı durumundadırlar.3

Çok alıntılanan bu çarpıcı pasajın konumuz açısından özel bir önemi var: Emperyalizm, birkaç ülkede öbeklenmiş sermaye tekellerinin dünyanın geri kalanını öncelikle mali ama aynı zamanda siyasi, askeri, teknolojik, kültürel boyunduruğa alması, bu yolla olağanüstü kârlar elde etmesi ise, bu, tahakküm altındaki ülkelerde de sermayenin kâr oranlarının olağanüstü düşmesi anlamına gelir. Yani, emperyalizm emperyalist sermayeye, bir kısmını bulundukları ülkedeki işçi sınıfının sömürüye rızasını satın almak için kullanacağı maddi kaynağı yoktan var ederek yaratmamakta, emperyalist olmayan kapitalist ülkelerden çekerek sömürünün yarattığı çelişkileri bu ülkelere ihraç etmektedir. Böylelikle emperyalist devlet, Engels’in tanımladığı “sürdürme” fonksiyonunu, aynı fonksiyonu başka devletler için zorlaştırarak yerine getirmektedir.

Buna ek olarak, emperyalist devlet, emperyalist sermaye için özel bir “tahsilatçılık” işlevi üstlenmek durumundadır. Zira emperyalist sermayenin temel birikim yolu, anapara toplamı sürekli büyüyen uluslararası borçların faizidir ve bu birikimin sorunsuz sürdürülebilmesi için tahsilatı garanti altına alacak bir mekanizmanın bulunması zorunludur. Lenin’in döneminde bu mekanizma, çoğu durumda emperyalist devletin bizzat borç veren (ve gerektiğinde tahsilatı için topla tüfekle kapıya dayanan) özneye dönüşmesiydi. 2. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası zorbalık çok zorlaşınca aynı amaç için emperyalistler tarafından kontrol edilen çarpık bir uluslararası kredi kefalet kooperatifi niteliğindeki IMF kuruldu. Ama ihtiyaçta da, ihtiyacın yerine getirilme mantığında da bir değişiklik olmadı: Emperyalizm çağında sadece emperyalist devletler değil bütün devletler, uluslararası rant mekanizmalarına gömülmüş, ülkesindeki sermayedar sınıfın çıkarları doğrultusunda rantiyeleşmiş devlettir.

Ve Lenin’in bu konudaki yargısı çok nettir: Rantiye devlet, asalak ve çürümekte olan kapitalizmin devletidir.4

***

Bu genel girişin ardından, konuyu önümüzdeki birkaç hafta boyunca çeşitli boyutlarıyla inceleyeceğiz. Modern devletinin ortaya çıkışından bu yana, bilhassa da yoğun mücadelelerle dolu 20. yüzyıl boyunca nasıl bir tarihsel dönüşüm geçirerek bugünkü halini aldığını; bunun onu hangi araçlarla donattığını, hangi becerileri kazandırdığını ve nasıl çelişkiler yüklediğini inceleyeceğiz.

Gerekçemiz ise Lenin’le aynı: Sosyalist devrimin ilk aşaması, mevcut sermaye devletinin yıkılıp yerine bir işçi devletinin kurulması ise; sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında onun ne gibi zaaflar göstereceğinin bilgisini sağlayacağı için kıymetli bir düşünsel girişim olacaktır. Devletin muhafazakâr ideoloji tarafından olumlu, liberal ideoloji tarafından ise olumsuz anlamda ne denli fetişleştirildiği düşünüldüğünde, doğal olarak bu düşünsel girişimin önemli bir boyutunun da uydurmayla gerçeğin birbirinden ayrılması olması gerekecek.

1Karl Marx ve Friedrich EngelsKomünist Manifesto, yayına hazırlayan G. Doğan Görsev, 4. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2016, s.10.

2Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2018, s.190-191.

3Vladimir İlyiç LeninEmperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2019, s.16.

4Lenin, Emperyalizm, s.107.

/././

Çağımızın çürüyen devleti (II): Leviathan’ın yükselişi

Çağımızın çürüyen devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyayı yeniden paylaşmaya hazırlanan emperyalist güçlerin insanlığa düşman hale gelmiş devletlerinin, çok daha büyük bir ölçekte hortlamış halidir.

Geçtiğimiz hafta modern devlet tartışmasına genel bir giriş yapmıştık. Bu hafta, meselenin tarihsel arka planını, biraz da dönemlere ayırmaya çalışarak inceleyeceğiz.

Thomas Hobbes, 1651’de yazdığı ve modern devlet tartışmalarının ilk örneklerinden biri olan anıtsal eserinde, devleti Eski Ahit’te bahsedilen her insandan güçlü dev deniz canavarı Leviathan’a benzetmişti. Ne var ki, eğer ekonomide kapladığı yer itibariyle karşılaştıracaksak, o dönemdeki devlet “dev” ise günümüz devleti için daha da büyük bir sıfat bulmak gerekir, zira 20. yüzyıla, hatta bu yüzyılın gerçek açılışı olan I. Dünya Savaşı’na kadar devletin gelirleri de harcamaları da bugüne göre ekonominin hayli mütevazı bir kısmını oluşturuyordu. Kapitalist üretim biçiminin ilk ortaya çıktığı, 19. yüzyılın son çeyreği itibariyle emperyalist karakter kazanan, devamında da bu karakterini koruyan beş ülkeye (tarihsel sırayla İngiltere, ABD, Fransa, Almanya ve Japonya) baktığınızda, 1914 yılına kadar devletin ekonomideki payının yüz 10’u pek geçmediğini görürsünüz. Bilhassa ABD’de, İç Savaş yılları haricinde devletin ekonomideki payı nadiren yüzde 2’yi aşmaktadır. Bugün bu oran bu beş ülkenin tamamı için yüzde 35’in, Fransa için yüzde 50’nin üzerindedir.1 Arada ekonominin ne denli büyüdüğü de hesaba katılırsa, Hobbes’un Leviathan’ı günümüz devletinin yanında hayli cüce kalmaktadır.

Yani, verilere salt kronolojik olarak bakıp basit bir yorum yaparsak, günümüzün devleti emperyalizm çağının bakiyesidir.

Geçtiğimiz hafta, Marx ve Engels’in 19. yüzyıl boyunca devleti esasen sınıf mücadelesini baskılayan ve sınıf çelişkilerinin düzene yıkıcı ölçekte zarar vermemesini sağlayan bir kurum olarak gördüğünü; Lenin’in ise buna ek olarak devletin “emperyalist çıkarların taşıyıcısı” rolünü saptadığını yazmıştık.

Gelin, bu iki fonksiyonun 20. yüzyıl boyunca devleti nasıl şekillendirdiğini takip edelim…

***

Verilere biraz daha detaylı baktığımızda, emperyalist rekabetin gerçekten de devleti devleştirdiğini görürüz ve buna tek delil dünya savaşları dönemlerinde olağanüstü büyüyen devlet harcamaları değildir. Emperyalist sermaye öbekleri birbirleriyle sadece savaşta değil “barış”ta da devleti kullanarak rekabet etmekte, bu faktör devleti büyütmektedir.

Buna en iyi örnek Almanya’nın emperyalist yükselişidir. Alman devleti, Almanya’nın birliğinin sağlandığı 1870’den itibaren yakın rakipleri olan İngiltere ve Fransa’dan çok daha büyük hale gelmişti; zira bu iki emperyalist gücün sahip olduğu sömürge avantajından yoksun Alman sermayesi, dünyada kendisine ancak iç rekabeti baskılayarak ve tüm rekabet gücünü rakip emperyalist öbeklere yönelterek yer açabilecek durumdaydı. Ülkeyle aynı yıl (ve Merkez Bankası niteliği taşıyacak Reichsbank’tan altı yıl önce) kurulan Deutsche Bank’ın esprisi buydu: Neredeyse tüm sanayi tekellerinin ortak olduğu ve bu tekellerin hepsine ortak olan Deutsche Bank, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden müstakil bir şirketten ziyade Alman sermayesinin finans kooperatifi gibiydi. Ve bu yapı, başka pek çok girişimin yanı sıra, I. Dünya Savaşı’na kadarki süreçte emperyalist rekabet açısından Alman sermayesinin en önemli girişimi olan, İngiliz ve Fransız sermayesinin Süveyş Kanalı’na karşı geliştirilen Bağdat Demiryolu’nu finanse etmişti.

Kendisi bir devlet bankası olmasa da Deutsche Bank’ın üstlendiği bu “anonim” rol, Alman devletinin üstlendiği paralel rolün göstergesiydi. Alman devleti gerek şansölye Bismarck yönetiminde gerekse sonrasında Alman sermayesinin uluslararası koçbaşı işlevini görmüş ve doğrudan doğruya sermaye tarafından yerine getirilemeyecek işlevler üstlenmişti. Örneğin Osmanlı devletinin rakip emperyalistler olan İngiliz ve Fransız nüfuzundan kopartılıp bir Alman müttefikine dönüştürülmesinin en önemli adımlarından biri Osmanlı ordusunun neredeyse doğrudan doğruya Alman genelkurmayına bağlanmasıydı. Bu, yer yer halen yüzlerce yıl öncesinden kalan topları kullanmakta olan Osmanlı ordusunun modernizasyonu konusunda Krupp, Rheinmetall ya da “Mavzer” tüfeklerinden tanıdığımız Mauser gibi Alman silah tekellerine Avrupalı rakipleri karşısında olağanüstü ve kendi başlarına durup dururken yaratamayacakları bir avantaj sağlamıştı.

Ne var ki, devletin bu şekilde emperyalizmin savaş makinesi haline gelmesi ters tepecek, 1917 itibariyle kapitalist devlet, sermaye egemenliğini daha önce hiç olmadığı kadar “iç düşmana,” yani işçi sınıfına karşı savunmak zorunda kalacaktı.

***

1917 Ekiminde açılan Sovyet Yüzyılı, emekçi insanlığın emperyalist kana susamışlığa yanıtıydı.

Detaylara girmeyeceğim. Kapitalizmin kendi gelişim sürecini tamamlayıp son aşaması olan emperyalizme varması ile, bu toplumun ezilen sınıfı olan işçi sınıfının devrimi yapabilecek olgunluğa ulaşması diyalektik ve paralel süreçlerdi. 1871’de yaşanan Paris Komünü’nü incelerken Engels olağanüstü bir tespitle, “burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya henüz yönetemiyor” demişti2 ve haklıydı. 1917’de ise, bu eksiklik Bolşevik Parti tarafından kapatıldı ve işçi sınıfı dünyanın en büyük ülkelerinden birinde siyasi iktidarı ele geçirdi.

İşin ilginç yanı, egemenlerin bir süredir bunun tedirginliğini yaşıyor olmasıydı. Örneğin Alman İmparatorluğunu neredeyse bizzat kurmuş Bismarck’ın onlarca yıllık kariyerine mal olan olay, işçi hareketini zorla ezme konusundaki ısrarının başta İmparator olmak üzere Alman egemenlerini tedirgin etmesiydi. Ne var ki, sermayenin çıkarları tedirginlik tanımamıştı: Şiddetlenen rekabet dünyayı aralarında paylaşmış olan emperyalist ülkeleri birbiriyle boğazlaşmaya zorlamış, insanlık da gereken cevabı vermişti.

Ekim Devrimi ve devamında yaşanan Kemalist Devrim sonucunda, Dünya Savaşı büyük ölçüde “sonuçsuz” kaldı. Emperyalizm yarışında geriden gelen Almanya, Japonya ve İtalya’nın çok değil yirmi yıl sonra aynı şeyi yapıp başka bir sonuç almayı beklemeleri bu yüzden tesadüf değildi. Alman emperyalizminin Nazizm biçimini alan pervasızlığı, ona Versailles Antlaşmasıyla emperyalizm yarışından çekilmesinin dayatılmış olmasıydı.

Konumuz açısından büyüteç altına almamız gereken yer ise burası değil, ABD.

***

Yazının başında değindiğimiz verilere yakından bakıldığında, ABD’de devletin ekonomideki payının II. Dünya Savaşı’ndan yıllar önce, 1932 itibariyle artmaya başladığı görülür. Bu, 1929 Ekonomik Buhranı karşısında F.D. Roosevelt’in Başkanlığında uygulamaya konulan ve New Deal (Yeni Anlaşma) adıyla bilinen ekonomi programının sonucudur.

J.M. Keynes’in teorisine dayanan bu program çok basit bir gerçeğe, kapitalist bir ekonomide de devlet müdahalesiyle istihdamın ve refahın artırabilecek olmasına dayanıyordu. Program, isminin de işaret ettiği üzere yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu ve ABD’de ekonomik buhranın yarattığı korkunç toplumsal sonuçları umursamadan finansal yollarla kâr peşinde koşmaya devam eden sermayedar sınıfın miyopluğunu3 aşan bir devlet aklının ürünüydü.

Öte yandan, eski uzlaşmanın sürdürülemez hale gelmesinin tek sebebi buhran değildi; Sovyet sosyalizminin buhrandan hiç etkilenmeden büyümeye devam etmesi iki sistemden hangisinin emekçi halkın iyiliğine olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermeye başlamıştı.

II. Dünya Savaşı Sovyetler Birliği’nin zaferiyle sonuçlandığında, tüm emperyalist ülkeler aralarındaki rekabeti baskılayıp ABD hegemonyası altında ortak bir cephe oluşturmayı kabul etmek zorunda kaldı. Almanya ve Japonya zaten yenilmiş ve işgal altındaydı, Fransa ve İngiltere’nin de kendi başına emperyalistlik yapacak ne ekonomik ne de politik gücü kalmıştı. Bilhassa Fransa’da Komünist Parti neredeyse seçimle iktidara gelecek durumdaydı. Sosyalizm tehdidinin kısa vadede yeni bir dünya savaşıyla bertaraf edilmesi mümkün olmadığı için emperyalist sermaye dünya çapında geri adım attı ve New Deal “Refah Devleti” uygulamalarıyla tüm gelişkin kapitalist ülkelere, kısa bir süre sonra da “Kalkınmacı Devlet” uygulamalarıyla henüz sanayileşmemiş kapitalist ülkelere yaygınlaştırıldı.

***

Çağımızın devleti, günümüzdeki boyutuna, savaşın bitiminden 1970’lerin ortalarına kadar geçen otuz yılda ulaştı.

Bu süre zarfında yeni sosyalist devrimler yaşanmış olsa da, sosyalizmin emperyalist ülkeler üzerinde yarattığı basınç giderek zayıfladı. Keynesçi politikaların terk edilip neoliberal politikalara geçilmesi sadece bu politikaların 1971-73 yılları arasında yeni bir krizle karşı karşıya kalmasının değil, aynı zamanda bu politik rahatlamanın sonucuydu. 1973 Eylülünde Şili’de seçimle iktidara gelmiş sosyalist devlet başkanı Allende’yi deviren ve bu ülkeyi neoliberal ekonomi politikalarının laboratuvarına dönüştüren emperyalistler, Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış olsa da tehdidin savuşturulduğuna kaniydi.

Ne var ki bu dönüşüm, devletin boyunda değil işlevinde bir değişiklik anlamına geldi. Neoliberalizmin sembol ismi olan ABD Başkanı Ronald Reagan, göreve başladığı yemin töreninde “devlet sorunların çözümü değil, sorunun kendisidir” demişti, ama neoliberal siyaset devleti küçültmekten ziyade, onun sınıf uzlaşmacı karakterini geri çekip doğrudan doğruya sermaye çıkarlarının taşıyıcısı karakterini (tekrar) güçlendirdi.

Çağımızın çürüyen devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyayı yeniden paylaşmaya hazırlanan emperyalist güçlerin insanlığa düşman hale gelmiş devletlerinin, çok daha büyük bir ölçekte hortlamış halidir ve benzer şekilde davranması beklenmelidir.

Haftaya neoliberal dönemde yaşanan dönüşümü detaylandıracağız ve güncel çelişkileri mercek altına almaya başlayacağız.

Nevzat Evrim Önal /soL

1Devlet gelirlerinin ekonomideki payı: https://www.imf.org/external/datamapper/rev@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU; devlet harcamalarının ekonomideki payı: https://www.imf.org/external/datamapper/exp@FPP/USA/FRA/GBR/DEU/JPN. Sayfanın aşağısındaki karşılaştırmalı grafiklerde kolaylık olması için beş “klasik” emperyalist ülke olan İngiltere, ABD, Fransa, Almanya ve Japonya’yı seçtim. Yazıda yürüteceğimiz tartışmaya paralel olarak siz de farklı ülkeler seçerek karşılaştırma yapabilirsiniz.

2Engels bu tespiti Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabına yazdığı Giriş’te yapıyor. (çev. Kenan Somer, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1991, s.10.)

3Öyle ki, ABD’de sanayinin durmasıyla hızla yükselen işsizlik ve bundan kaynaklı yoksulluk gıda talebini düşürdükçe, tarımsal işletmeler de kâr oranını korumak için üretimi kısıyor ve işçi çıkartıyor, bu yüzden gıdaya erişim giderek zorlaşıyordu. J. E. Poppendieck, “Hunger and public policy: Lessons from the Great Depression”, Journal of Nutrition Education 24(1), 1992, 6S-11S.

/././

soL

soL "Köşebaşı + Gündem" -30 Ekim 2025-

Adliyenin karşısında bekleyiş: ‘Casusluk’ ifadeleri bize ne anlatıyor?(Emre Alım-Yiğit Günay)

26 Ekim Pazar günü, uzun bir gündü. Casusluk soruşturması kapsamında ifadeler alındı, Merdan Yanardağ tutuklandı. Peki o günden geriye ne kaldı?

Artık gazetecilerin hayatının parçası haline gelmiş olan Çağlayan Adliyesi’nin önündeki kafede oturuyoruz.

Herkesin kulağı, “şapkadan çıkmış” olan figürün, Hüseyin Gün’ün ne diyeceğinde. Ekrem İmamoğlu ve Necati Özkan’ın ifadeleri de merak konusu. Ama herkesin aklı, Merdan Yanardağ’da.

Masanın etrafında, Tele1 çalışanları var. Tele1’in Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, 24 Ekim Cuma sabahı kanal binasına gelen polislerce gözaltına alındı. O Pazar sabahı, diğer tutuklularla birlikte adliyeye getirildi, sabah 10:30’da. Yanardağ Adliye’nin altında, çalışma arkadaşları dışında bekliyor.

Her yer polis. Barikatlar, ne olur ne olmaz diye, bir kaleyi istihkam edercesine iki sıra yapılıp, ara bağlantılarla tahkim edilmiş.

Mahalle tarafında ufak bir alan bırakılmış. CHP otobüsünün etrafında birkaç yüz kişi var. Özgür Özel, “tüm İstanbul’u” oraya çağırdı, ama hem polisler hem de CHP’liler çok fazla kişinin gelmeyeceğini bilir gibiler.

Yine de, etrafta İmamoğlu destekçisi CHP’liler de çok. Polisler de, CHP’liler de kafede koltuk kapma yarışı içinde. Tüm bu keşmekeşin ortasında gazeteciler, bir masanın etrafına sığıyor.

Kalabalığın ortasında, yalnızlar.

Bekleyiş, saatlerce sürüyor. Saat 16:00’ya yaklaşırken, Hüseyin Gün’ün ifadesi düşüyor. Sohbet kesiliyor, yüzler telefonlara dönüyor, herkes harıl harıl okumaya dalıyor.

* * *

Savcılığa teslim edilen deliller oldukça kapsamlı. Hüseyin Gün’e ait telefon bunların başında geliyor. Çünkü bu sayede Whatsapp ve Wickr gibi mesajlaşma uygulamaları üzerinden yaptığı görüşmeler incelenebiliyor. Ayrıca Gün’e ait 4’ü yurtiçi 4’ü yurtdışından alınmış 8 telefon numarasına ait baz kayıtlarına bakılıyor, dünyanın neresinden sinyal verdiği tespit ediliyor. Gün’ün telefonuna kaydettiği 721 not da okunuyor.

Bu deliller tek tek gösterilerek Gün’e 100’den fazla soru yöneltiliyor. Göze ilk çarpan, bu delillerin çoğunlukla kronolojik bir sırayla değil, birbirinden farklı tarihlerde olmalarına rağmen gruplandırılarak değerlendirilmiş olması.

Bunun bir sorgu tekniği olduğu öne sürülebilir. Fakat Başsavcılığın Cuma günü yaptığı açıklama ve yandaş basına sızdırdığı daha ayrıntılı açıklama ele alınınca, meselenin Gün’e yönelik değil, kamuoyuna yönelik bir taktik olduğu anlaşılıyor. Kronoloji olmayınca, birbirinden tamamen kopuk, üstelik de ucu iktidara da dokunabilecek olaylar, başka türlü bir algı yaratmak için kullanılıyor.

1974’te Almanya’da doğan, İngiltere’de okuyan, çeşitli bankalarda çalıştıktan sonra Avicenna Capital isimli yatırım şirketini kuran Gün’e savcılığın yönelttiği soruların bir bölümü, 2010-2016 yılları arasına dair elde edilen bilgilere dayanıyor.

Bu tarihlerde Hüseyin Gün’ün görüştüğü tanınmış isimlere odaklanılmış. Bunlar kim mi?

- MI6 eski direktörü ve İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Richard Moore
- İngiltere eski Özel Kuvvetler Komutanı John Taylor Holmes
- Ermenistan eski Başbakanı Karapetyan Karen
- Ermenistan eski Cumhurbaşkanı Sarkisyan Armen
- İsrail eski Başbakanı Ehud Olmert
- Fethullahçı Aytaç Ocaklı

Hüseyin Gün bu isimlerle “ticari faaliyetleri” için görüştüğünü söylüyor ve detay vermiyor. Savcılık da bu konuda başka bir soru sormuyor.

* * *

“Bir tuhaflık var bu adamda.”

Gözleri telefonlarında, 262 sayfalık ifadeyi okuyan gazeteciler, ara ara kafalarını kaldırıp birbirlerine aynı şeyi söylüyor.

Çok fazla ilişkisi var. Devlet başkanları, istihbaratçılar, Fethullahçılar…

Merdan içeride. Dışarıdaki gazetecilerin birinci önceliği, Yanardağ’ın akıbeti. Meslektaşlarına karşı savcılığın elinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, Gün’e sorulan sorulardaki bağlantılar, herkeste kuşku uyandırıyor.

Kanal, TMSF’nin eline geçmiş. Değil yarın yeniden haber yapıp yapmayacakları, hâlâ bir iş sahibi olup olmayacaklarını bile bilmiyorlar. Ama o an, herkes yarınını unutuyor. TMSF, kayyım, Tele1 geride kalıyor. Gazeteciler, Gün’ün ifadesini kavramaya çabalıyor.

* * *

Gün’ün görüştüğü isimler gerçekten dikkat çekici. Peki, savcılık niye 2010-2016 arasında görüşülen isimlere dair başka soru sormuyor?

İlk akla gelen yanıt, Hüseyin Gün’ün “ticari faaliyetler” gerekçesinin haklılık payı olması. Gün, gerçekten de uluslararası iş yapıyor, çok farklı ülkelerden çok sayıda kişi ve kurumla çalışıyor.

Ama, esas yanıt, başka bir yerde yatıyor. Hüseyin Gün, 2010-2016 arasında, AKP iktidarınca pek muteber sayılıyor.

Türkiye’nin Londra Büyükelçisi, Gün’le birlikte iş yapıyor. İçişleri Bakanlığı “Fuat Avni” isimli hesabın sahibini bulmak istiyor, Gün’ün kapısını çalıyor.

huseyn-gun-egemen-bagis.jpgToplantıya Egemen Bağış’ın yanında Kürşat Tüzmen, o günlerde Başbakan Danışmanı olan İbrahim Kalın, AKP’de farklı görevlerde bulunan Yaşar Yakış ve Nursuna Memecan da katıldı. Kaynak: Bahadır Özgür

Büyük bir ironi, fakat Gün o dönem, TMSF’den de şirket almaya çalışıyor.

3 Mart 2009’da Cem Garipoğlu, Münevver Karabulut’u canice öldürüyor, aile oğlanı gizliyor. 4 ay sonra aile, holdingin en büyük iştiraklerinden Multinet’i TMSF’ye devrediyor. 2010’da şirkete iki büyük talip çıkıyor. Hüseyin Gün’ün Avicenna Capital’i, şirketi son anda Fransızlara kaptırıyor.

Kısacası, 2010-2016 arasında Hüseyin Gün, AKP’nin en sevdiği patron profiline uyuyor. Batıyla yoğun ilişkiler yürütüyor, Türkiye’deki satışlardan pay kapmaya çalışıyor, bütün AKP’liler gibi Fethullahçılarla görüşüyor, yeri geldiğinde “devletin imdadına” koşuyor.

Haliyle Başsavcılık, bu kısımları pek kurcalamıyor. Ama açıklama ve sorularında kronolojiyi allak bullak ediyor. Çünkü, kamuoyu da pek kurcalamadan, ortaya atılan tüm o isimlerin yarattığı karmaşada “casusluk” iddiasına inansın istiyor.

* * *

“Hiçbir şey yok.”

İfadede “Yanardağ” aratıp ilgili bölümleri okumayı ilk bitiren gazeteci, masaya duyuruyor.

“Bomboş. Birkaç defa kanala bağışta bulunmuş, o kadar. Mesajlar hepimizin izleyicilerle aramızda geçen mesajlar. Hiçbir şey yok.”

Yanardağ’ın, geçelim casus olmayı, herhangi bir kire bulaşmış olacağına inanmayan meslektaşları, Hüseyin Gün’e sorulan sorular ve alınan yanıtların bu kadar boş olmasına da inanamıyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın son dönemdeki siyasi davalarını yakından takip eden gazeteciler, zorlama da olsa, uydurma da olsa daha fazlasını bulmayı bekliyor.

İlk kez umut yeşeriyor masada. “Yahu”, deniyor, “bu kadarsa bırakmaları lazım Merdan Ağabey’i”.

Merdan Yanardağ'ın Tele1 Genel Merkezi'ndeki odası.

* * *

Hüseyin Gün’ün savcılık ifadesinde 2016-2018 yılları arasında üzerinde durulan tek isim Chris McGrath. Eski bir istihbaratçı ve tıpkı Hüseyin Gün gibi siber güvenlik alanında “danışmanlık” yapıyor. Nitekim ikiliyi bir araya getiren kişi, İngiltere’nin eski Özel Kuvvetler Komutanı John Taylor Holmes.

McGrath ve Gün’ün kimi zaman birlikte çalıştıkları, kimi zaman da birbirlerine müşteriler buldukları görülüyor. Aralarındaki en ilginç diyalog, 15 Mayıs 2018 gününden. Yani, henüz Gün, en azından savcılığın sorularına ve şüphelilerin ifadelerine bakılırsa, CHP’lilerle ilişkiye geçmemişken.

McGrath’ın Gün’e gönderdiği ve gizlice çekildiği anlaşılan fotoğrafta dönemin Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci ve Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Londra’da bir otelin bahçesinde görüyor. Ancak McGrath’ın odağında bakanlar değil, onların yanında oturan takım elbiseli kişi var. Fotoğrafı Hüseyin Gün’e atıyor ve “Kuzen burada” diyor. Gün, fotoğrafı anında “kuzen”e iletiyor, “kuzen” etrafına bakınsa da fotoğrafı çekeni göremiyor. Sonrasında ikili arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

McGrath: Ona söyle, sağ tarafında puro içen bir MI6’li var. Tepemizde dolaşan helikopteri benim ayarladığımı söyle.
Gün: Türk’ümü henüz ortaya çıkarmayacağım. Türk’üm bir hayalet.
McGrath: Onu göremezsin. Görüyorsan bil ki seni sokmuştur.

Yani iki ortak, bakanların yanında bulunan kendi tanıdıklarıyla kafa bulup eğleniyor.

1McGrath'ın Gün'e gönderdiği fotoğraf. Solda "kuzen" dedikleri şahıs, sağda dönemin Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci

McGrath’ın Gün ile ilişkisi, özel İngiliz istihbarat şirketi Clearwater’da yönetici olarak çalışmaya başlamasıyla sona eriyor.

Ama Türkiye devletinin ilişkisi sona ermiyor. McGrath bugüne dek Türkiye-İsviçre merkezli Prodaft adlı siber güvenlik şirketinde direktör olarak görev yapıyordu. Şirket, son bir yıl içerisinde Türkiye’de iki bakanlıktan ihale aldı. Yani Gün üzerinden CHP’lilerin “veri sızdırdığı” söylenen isim, zaten bizzat bakanlıktan aldığı ihalelerle verilere doğrudan erişebiliyordu. Cuma günü başlayan casusluk soruşturmasında adının geçmesi üzerine şirket, McGrath’ın görevine son verdi.

* * *

Savcılık, sabahtan beri adliyenin nezaretinde bekleyen isimleri bir türlü ifadeye almıyor. CHP’li avukatlar, adliyenin dışında bir basın açıklaması düzenleyerek, durumu protesto ediyor.

Bu sırada masada, bir kez daha kayyım konuşuluyor.

“Neye uğradığımızı şaşırdık. TMSF’ciler Cuma akşamı kanala geldiklerinde avukat sordular, avukat getirebilmemiz bile saatlerimizi aldı.”

Kayyım ekibi, Cuma akşamı Murat Taylan Tele1 Ana Haber Bülteni'ni sunduğu sırada kanala girdi. Taylan’a yayını kesme talimatı verdi. Taylan, çok soğukkanlı ve profesyonel bir şekilde durumu izleyiciye aktarıp bülteni kesti.

TELE1'e kayyum atandıTele1'e kayyım atanan an. Murat Taylan telefonundan kayyımı öğrendiği sırada, kayyım heyetinin başkanı 'yayını kesmesi' talebini kulağına kulaklıktan söylüyor.

Tele1 çalışanları, bir süre ne yapacaklarını bilemediler, olan biteni anlamaya çalıştılar. Yanardağ’ın yokluğunda, ne işler ne çalışanlar koordine edilebildi. Sol kamuoyu da Tele1’le ilk gece hızlı bir dayanışma geliştiremedi.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, kanal binasına geldi. Kayyım İbrahim Paşalı’nın odasına geçti, elektronik sigarasını tüttürüp muhabbet etti.

“Basbayağı geyik çevirdiler. ‘Yahu buraya kadar geldik, bari yayına alıver’, ‘Efendim sonra kayyıma da kayyım atarlar’ seviyesinde kakara kikiri… Sinirlerimiz bozuldu.”

* * *

Hüseyin Gün’ün 2018’den sonra McGrath başka iş bulunca birlikte çalışmaya başladığı isim, eski CIA görevlisi Aaron Barr.

İfadede sorulan mesajlaşmalarda, İkilinin önce bir “proje” için Türkçe bilen dilbilimci aradıklarını görüyoruz. Ancak bu kişinin “güvenlik onayına” sahip olması gerekiyor. Aranan isim Leeds’te bulunuyor. Sadece dilbilimci olmadığı anlaşılan bu kişinin açık kaynak analizinde oldukça deneyimli olduğu üzerinde duruluyor.

Bu “proje” için sahada olmaları gerektiğinin altını çizen Barr, yapılacak işi şöyle tanımlıyor:

“Kitleyi, trendleri, algıyı, kilit kanaat önderlerini, onları etkileme yollarını ölçebiliriz. Bunu çok ince detaylara/psikometriğe kadar bölebiliriz. Botlar etkilemede etkili değildir. Etkili olmanın yolu, kilit etki platformları ve kişilikler inşa etmek veya kilit kanaat önderlerini etkilemektir. Biz bu istihbaratı sağlayabiliriz.”

Mayıs 2018’deki bu diyalogdan bir ay sonra, Barr Türkiye’ye ilişkin hazırladığı bir çalışmayı Gün’e gönderiyor. Çalışmanın konusu 23 Haziran’da başkanlık sisteminde yapılacak ilk seçimler.

“Analizlerimize dayanarak (Muharrem) İnce’nin hızlı yükselişini daha araştırmaya başladığımızda öngördük. O sırada insanlar ve gazeteler hâlâ onun 3. olacağını söylüyordu.”

Gün ifadesinde Muharrem İnce’yle “manevi annem” dediği Seher Alaçam aracılığıyla tanıştığını ancak bu çalışmayı “merak ettiği için” yaptırdığını söyledi.

Bu tarihlerde PiiQ isimli şirket üzerinden faaliyetlerini sürdüren Barr ve Gün’ün bir sonraki çalışmalarında adres yine Türkiye. Eylül 2018’deki mesajlaşmalarda bu çalışmanın öznesi “MU” olarak kodlanmış. 

Savcılığa göre adı geçen kişi Murat Ülker. Barr, çalışmanın sonuçlarını şöyle anlatıyor:

“Kendi tescilli dijital yaşam analiz platformumuz aracılığıyla şunu bulduk: Muhafazakâr milliyetçilerin özellikle onu hedef almasının nedeni, dinci sağın MU ve ailesini kendilerinden biri olarak görmesi ve onlardan birinin gemiyi terk ediyor algısı oluşması. Bunun MU tarafından ele alınması gerekiyor ve işte burada PiiQ devreye giriyor.”

Yani 2018’de Hüseyin Gün, Türkiye’deki sermaye gruplarına veri analiz işi yapmayı sürdürüyor.

* * *

Sonunda, akşamüzeri sularında, diğerlerinin ifade işlemleri başlıyor. Bekleyiş, masanın etrafındaki gazetecilerin de sinirlerini geriyor. Özgür Özel’in çağrısı toplanan CHP’liler, adliyenin dışındaki alanda volta atıyor.

Kafenin tıklım tıklım dolu bahçe kısmında, arka masada 8-10 CHP’li genç, bağıra bağıra tribün tezahüratlarından uyarladıkları İmamoğlu şarkıları söylemeye başlıyor. Hâlâ Hüseyin Gün’ün ifadesini anlamaya çalışan Tele1 çalışanları, daha fazla geriliyor.

Gençler apolitik İmamoğlu tezahüratlarından birdenbire Çav Bella ve Gündoğdu Marşı’na dönünce, bir gazeteci, dişlerinin arasından “Ben susturacağım bunları” diye fısıldıyor. Diğerleri, arkadaşlarını sakinleştiriyor. Gergin bekleyiş sürüyor.

* * *

Tarihler 18 Aralık 2018’i gösterdiğinde Ekrem İmamoğlu, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak duyuruldu.

31 Mart 2019'da düzenlenen seçimlerde İmamoğlu, AKP’li rakibi Binali Yıldırım’ı geride bıraktı. İktidar sonuçları kabul etmedi, YSK 23 Haziran 2019'da seçimlerin yenilenmesine karar verdi.

Savcılığın soruşturmasına göre Hüseyin Gün ve Ekrem İmamoğlu ekibinin teması bu aralıkta sağlandı.

Hüseyin Gün ile “manevi annem” dediği Seher Alaçam, İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan’ın Etiler’deki ofisine gitti. Burada Alaçam, Gün’den İmamoğlu’nun kampanyasına yardımcı olmasını istedi.

Gün'ün anlatımına göre, Necati Özkan kendisinden o dönem AKP yönetiminde olan İBB veritabanındaki seçmen bilgilerinin "dark web"de paylaşıldığı duyduğunu, bu bilgiyi kontrol etmesini istedi.  Aaroon Barr, açık kaynaklı darkweb'i kontrol ettiğinde bu verileri buldu. Daha sonra verileri Özkan'ın talebi üzerine analiz edip, politika önerileri haline getirdiler ve İmamoğlu'na raporladılar.

Burada soru işareti yaratan nokta verilerin kaynağı. Gün’ün “Darkweb’te bulduk” dediği veriler İBB’nin personelinin belediye sistemine girerken kullandığı adres ve şifreler. Gün’ün iddiasına göre, bu bilgiler kimliği belirsiz kişiler tarafından çalındı ya da sızdırıldı.

Gün ve Barr bu kullanıcı profilleri üzerinden İBB veritabanından gerekli bilgileri çekti ve kendi geliştirdikleri yazılımla analiz etti.

Peki, bu verilerde neler vardı? Gün’den dinleyelim:

"Göndermiş olduğum rapor içeriğinde İstanbul ilinde farklı bölgelerin ne gibi talepleri olduğu, neye ihtiyaç duydukları ya da neye kızgın oldukları yönünde bilgiler bulunmakta idi. Bunun dışında Ekrem İmamoğlu'nun ne şekilde davranması gerektiği de belirtilirdi. Ben de Necati Özkan'a bu bilgiler doğrultusunda İstanbul gönüllüleri olan toplulukta olan kişilerin sosyal medya üzerinden etkileşimde bulunmalarını söylüyordum. Fakat bu konuda kendilerini çok yeterli görmüyordum."

Hüseyin Gün'ün şirketinin faaliyetleri sosyal medyayı da kapsıyor. Gün'ün mesajlarında, sosyal medyada AKP'li trollerin İmamoğlu aleyhindeki haberlerine karşı atılabilecek adımlar hakkında önerilerde bulunduğu görülüyor:

"Gerçek zamanlı analizimiz, şu anda en çok araştırılan konunun Binali Yıldırım ile FETÖ arasındaki geçmiş ilişkiler/bağlantılar olduğunu gösteriyor. AKP trolleri İmamoğlu’na PKK/FETÖ ile ilgili temelsiz suçlamalar yönelttiği için, bu durum İmamoğlu’nun dijital ekibine bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı değerlendirin ve sizinle ilişkilendirilemeyecek kanallardan Binali Yıldırım-FETÖ geçmiş konuşmalarını, videolarını vs. yaygınlaştırın. Böylece İmamoğlu’na yönelik temelsiz suçlamalar bastırılabilir."

Bu süreçte Hüseyin Gün, rüştünü ispatlamak için Necati Özkan’a iki defa gövde gösterisi yapıyor.

İlk olarak Ekrem İmamoğlu’nun başdanışmanı Murat Ongun’un telefonuna casus yazılım yüklendiğini tespit ettiklerini ve böylece Ongun’un yer aldığı her ortamın rahatlıkla dinlenebileceği konusunda uyarıyor.

Sonrasında İBB’nin teknoloji iştiraki BELBİM’in başındaki Melih Geçek’e ait Fokus Bilişim adlı şirketin veritabanına sızıyor ve elde ettiği bilgileri Özkan’a gösteriyor.

Gün’ün anlatımına göre bu raporlama işlemi İmamoğlu seçimi kazanana dek sürdü.

* * *

Saat 18:40 civarında, Merdan Yanardağ’ın ifade tutanağı düşüyor. Masada bir kez daha yüzler telefonlara gömülüyor.

“E tamam işte, hiçbir şey yok.”

Hüseyin Gün’ün ifadesi okunduğunda verilen tepki, bir kez daha masaya hakim oluyor.

Konu, bu kez, kanala ne olacağına geliyor. Herkesin ortak şikayeti, Tele1’de birliktelik, ortak hareket etme yeteneği, örgütlülük olmaması.

“Ben bu yüzden sendikaya üye olmuştum, neredeler şimdi” diyor bir gazeteci.

Masadakiler, işten çıkmaları halinde ne olacağını konuşuyor. Tele1’in de eksilmesiyle, televizyonda gazetecilik yapılabilecek mecraların sayısı iyice azaldı.

Ama mesele yalnızca mesleği yapabilmek değil. Aynı zamanda geçinebilmek.

15 Temmuz sonrası muhalif kanalların kapatıldığı dalgayı hatırlatıyor, masadakilerden biri: 

“Çok iyi hatırlıyorum. Bir ay önce iş teklif eden muhalif kanallar, diğerleri kapatılıp piyasada nitelikli gazeteci bolluğu olunca bir ay sonra aynı ücretin yarısını teklif etmişti.”

Masada kayyıma karşı birlikte bir şeyler yapma fikirleri kimi anlarda dalga dalga yayılıyor, ama her seferinde, geçinebilmek için kayyımın altında dahi olsa çalışmak zorunda kalacak iş arkadaşlarının durumunun beton somutluğuna çarpıp parçalanıyor.

* * *

2019’da İmamoğlu’nun farkı açarak zaferle çıktığı seçimden sonra ilk buluşma tebrik için yapıldı. Hüseyin Gün'ün ifadesine göre Gün ve "manevi annem" dediği Seher Elçili Alaçam, Necati Özkan aracılığıyla Ekrem İmamoğlu'yla görüştü. Gün, o ziyareti şu sözlerle aktardı:

"Bu ziyarette kendisini seçimi kazanması nedeniyle tebrik ettik. Kendisi de manevi annem ve bana hitaben 'Kampanya sürecindeki yardımlarınızdan dolayı çok teşekkür ederim' dedi. Bu görüşme yaklaşık olarak 10 dakika kadar sürdü ve ayrıldık. Devamı süreçte kendisi ile görüşmem olmadı."

1Hüseyin Gün ve Seher Alaçam'ın Ekrem İmamoğlu'na ziyaretinden.

Özkan ve Gün daha sonra Eylül ayında, bu defa İBB için dijital uygulamalar geliştirmek üzere bir araya geldi.

Gün'ün telefonuna aldığı notlara göre, İBB için hazırladığı projeler sosyal yardım dağıtımı, gönüllü yönetimi ve İmamoğlu'nun uluslararası imajı gibi başlıklara odaklanıyordu.

Bu toplantıda Hüseyin Gün hazırladıkları demo programı İBB'den bir ekibe sundu. Necati Özkan’ın ifadesine göre Gün fahiş bir fiyat teklifinde bulunduğu için proje hayata geçmedi.

Savcılığın araştırmasına göre ikili bu görüşmenin ardından 5 yıl boyunca iletişime geçmedi.

2025 yılında, 19 Mart operasyonundan sadece 9 gün önce Hüseyin Gün ve Necati Özkan son kez mesajlaştı:

“Necati Bey,

Uzun zaman oldu konuşmayalı, hatırlayacağınız üzere en son diyaloğumuz Eylül 2019. Umarım afiyettesinizdir demek isterdim ancak size karşı yürütülen akıl dışı komplo çabalarını yeni duydum. Çok geçmiş olsun. Yardımcı olabileceğim bir şey varsa, lütfen çekinmeden söyleyin. Bunu tüm samimiyetimle iletmek istiyorum. Birbirimizi iyi tanımıyor olsak da, Jöntürk terbiyesi gereği, aynı düşüncelere sahip olanların zor zamanda birbirine destek olması gerektiğine inanıyorum.

Hüseyin”

“Teşekkürler Hüseyin bey. Dostluğunuz yeter. Selam ve sevgi.”

* * *

Saat gece 22:00’ye yaklaşırken, sona kalan Necati Özkan’ın ifadesi düşüyor. Artık birçoğu 12 saattir kafede beklemekte olan gazeteciler, tüm gerginlik ve yorgunluklarıyla, bir kez daha ifadeye göz atmaya başlıyor.

Gün boyu etrafta olan CHP’liler dağılmış durumda. Polislerin de sayısı azaldı.

Masanın etrafındakiler, tıklım tıklım kafede ve Adliye’nin etrafındaki harala güreleye rağmen, bütün gün ne kadar yalnız olduklarını iliklerine kadar hissediyor.

Masada, Tele1 çalışanlarının yanında dayanışmak için bekleyen yalnızca iki gazeteci var.

Bu süreçte TKP'nin Cumartesi günü Tele1 önünde yaptığı eylem dışında eylem yapılmadı. Konuşma yapan kişi TKP İstanbul İl Başkanı Ahmet Dincel.

Biri hatırlıyor: “Ergenekon sürecinde gazeteci arkadaşlarımız alındığında, kampanyayı örgütlemek için bir mail grubu kurulmuştu. 300’den fazla üyesi vardı. Hâlâ duruyor grup. Geçenlerde şöyle bir isimlere baktım, hâlâ gazeteci olan belki 30 kişi ancak vardır.

Meslek, yalnızca siyasi baskılarla, kayyımla, iddianameler ve mahpusla bitmiyor. Medya sektörü öyle bir hal almış ki, etrafta hâlâ dolanan polis memurlarından çok daha düşük maaş alan gazeteciler, bu zorlu mesleği ne kadar sürdürebileceklerini kestiremiyor.

O masadaki bekleyişin gece 02:00’ye kadar süreceğini ve Yanardağ’ın tutukluluğuyla biteceğini de o sırada kimse kestiremiyor.

* * *

Peki ifadelerde Merdan Yanardağ’la ilgili ne var?

Hüseyin Gün’ün yurtdışındaki faaliyetleri hariç tutulduğunda soruşturmanın üç seçime odaklandığı görülüyor.

“Merak” için araştırma yaptığı 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “manevi annesi”nin ricası üzerine İmamoğlu’nun kampanyasına destek verdiği 2019 yerel seçimleri ve Merdan Yanardağ üzerinden yön verdiği savunulan 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi.

Hüseyin Gün’ün “manevi annesi” Seher Alaçam aracılığıyla tanıştığı kişiler listesine bu noktada Merdan Yanardağ da ekleniyor.

Gün’ün ifadesine göre, Yanardağ’ın gazeteciliğini takdir eden Alaçam, TELE1’e dönem dönem bağışta bulunuyordu.

Merdan Yanardağ ifadesinde bu bağışları muhasebeleştirerek kayda geçirdiğinin altını çizdi.

Seher Alaçam’ın 2022’deki ölümünden sonra Gün, bu geleneği kendisinin sürdürmek istediğini söyledi. Bu kapsamda Yanardağ’la yüz yüze görüştüklerini ve bir kez de şoförü aracılığıyla TELE1 için bağışta bulunduğunu söyledi.

Merdan Yanardağ ise “Hüseyin Gün’den hiçbir ad altında para almadım” dedi.

Savcılıkla telefon şifresini paylaşan Merdan Yanardağ, Hüseyin Gün’le mesajlaşmalarının okunmasını istedi.

İfade tutanağında yer alan mesajlarda Hüseyin Gün’ün çoğunlukla CHP’den şikayet ettiği, muhalefeti beceriksiz bulduğunu söylediği görülüyor.

Sayfalarca süren yazışma içerisinde savcının “talimat” saydığı sadece bir cümle bulunuyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs 2023’teki seçim yenilgisinden sonra 22 Haziran’dan TELE1’in konuğu olmuş, Merdan Yanardağ’ın sorularını yanıtlamıştı.

Bu programın öncesinde ve sonrasında Gün ile Yanardağ’ın mesajlaştığı görülüyor.

Yayın öncesindeki mesajlarda Gün, seçim yenilgisini eleştiriyor ve partiye değişim çağrısında bulunuyordu.

Kılıçdaroğlu ile mülakatta seçimin neden kaybedildiği de konuşuldu.

Yayından sonraki mesajlaşmada ise bu konu bir kez daha gündeme geldi.

Yanardağ’ın bu görüşmeyi bitirirken “Soru desteğiniz için teşekkürler” demesi suç sayıldı.

Savcı, bu sorudan Yanardağ’ın talimatla gazetecilik yaptığı, İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı yapmak için kurulduğu iddia edilen bir örgüte üye olduğunu hatta bu örgüt adına tüm medyayı dizayn ettiğini savundu.

Bu bahaneyle Merdan Yanardağ’ın ifade vermesi dahi beklenmeden, Yanardağ’a bile ait olmayan şirketlerin sahibi olduğu TELE1’e hukuksuz şekilde el konuldu.

Yanardağ, savunmasını şu sözlerle noktaladı:

“Ben sol görüşlü ve yurtsever bir gazeteciyim. Ülkemin aleyhine halkımızın aleyhine herhangi bir faaliyet içerisinde olmam düşünülemez bu bana yöneltilebilecek en çirkin suçlama olur bunu reddediyorum. Sosyalist ve yurtsever bir gazeteci olarak sürdürdüğüm meslek yaşamımda lekelemelere dönük olduğu kanaatindeyim. Bu her şeyden önce kendi hayatıma ihanet etmek olur. Bugüne kadar doğrudan ya da dolaylı bir biçimde belirtilen ilişkiler içinde kesinlikle olmam.”

* * *

Masadaki gazetecilerden biri, “soL’a kayyım atansa ne olur” diye bize soruyor.

“Tabelayı alırlar. Bir hafta içinde eskisi gibi çalışmaya başlarız sanıyorum” diyoruz.

Gün boyu örgütlülük olmamasından yakınan bir diğer gazeteci, “İşte, ben de bu rahatlıktan istiyorum” diyor.

Bekleyiş sürüyor.

/././

Erdoğan-Albayrak ilişkisini tozlu raflardan indiriyoruz: Bu öykü bir yerden tanıdık gelmiyor mu?-Ali Ufuk Arikan-

AKP’nin harcında Albayraklar, Albayrakların harcında ve yükselişinde Erdoğan’ın imzası vardı. Gelin şimdi bu öyküyü ve bugüne uzanan uçlarını tozlu raflardan hep birlikte indirelim.

“Sanıkların 3 ile 75 yıl arasında değişen ağır hapis cezalarına çarptırılmasının istendiği iddianamede, ***'ı 'geleceğin başkanı' yapmak amacıyla çete oluşturulduğu ifade edildi. Organize olarak ihalelere fesat karıştırıldığı ve şartnamelerin ***'ın menfaatleri doğrultusunda hazırlandığı iddia edilen iddianamede, 'Siyasal ve sosyal görüşten kaynaklanan bir amaçla, cürüm işlemek için devasa bir teşekkül oluşturuldu' denildi.”

Yukarıda yerine yıldız koyduğumuz boşluklardan ilkini Ekrem İmamoğlu, ikincisini de Aziz İhsan Aktaş olarak dolduralım ve devam edelim.

“*** başkan yapmak istiyordu. Bunun için emin bir kişiye, düzenli olarak para gönderiyordu. O da paraları, değişik hesaplarda saklıyordu.”

Evet, burada da peşine düşülen ve başkanlık için zulalanan paralardan söz ediliyor.

Yukarıda boşluk doldurmuştuk, aynı şekilde devam edelim.

Zaten bildiğimiz gündem, yandaşların klasik, aylardır devam eden İmamoğlu-Aktaş-Akpolat haberleri işte, neden boşluk doldurmalı bir giriş yaptık ki bu habere?

Çünkü İmamoğlu ve Aktaş yanlış cevap, yukarıdaki boşluklarımız için doğru şıklar Erdoğan ve Albayrak olmalıydı.

Yukarıdaki alıntılar, Erdoğan-Albayrak ilişkilerine odaklanacağımız bu habere hazırlanırken arşivde karşılaştığımız eski gazete küpürlerinden.

Dönemin Sabah gazetesinden...

Ülkemizde bugün devam eden davalara çok benzer bir eksen, benzer iddialar olduğunu açıkça görebiliyoruz sanıyoruz.

Peki, neden böyle bir giriş ve neden Albayrak-Erdoğan ilişkilerini masaya yatırıyoruz?

Gelin hep birlikte detaylara bakalım ama önce yukarıdaki girişin sağlaması niteliğindeki -Hürriyet gazetesi arşivinden- bir alıntıyı daha araya alalım:

“Büyükşehir Belediyesi ihaleleriyle zengin olan Albayrak Grubu sahip ve yöneticileri, ağırlıklı olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi oluşumu için ödendiği iddia edilen komisyonlarla ilgili sorgulandı.Albayrak Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak, ‘Erdoğan’ın işaret ettiği bir fona para aktardıkları' iddialara ilişkin sorulara, ‘‘Belediye birimlerince yapılan ihalelerde, Harun Karaca ve Ahmet Ergün aracılığıyla, Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatları doğrultusunda, herhangi bir komisyon ödenmemiştir. İhaleler nedeniyle, herhangi bir vakfa, özel veya tüzel kişiye, veya siyasi bir partiye, herhangi bir ödeme yapılmamıştır’’ karşılığını verdi.”

Yollar nasıl kesişti?

2001’e gidelim, İstanbul 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Albayrak Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak, Erdoğan döneminde İBB’den 33 ihale aldığını söylüyor ama burada akçeli bir ilişki olmadığını savunuyor.

Dönemin parasıyla tam 140 milyon doları kazanmışlar bu ihalelerden.

Mahkemenin iddiası o ki, bu ihaleler karşılığında Erdoğan’ın siyasi planları için oluşturulan hesaplara para aktarılmış.

Zaten hedeflerinin “Erdoğan’ı Başbakan yapmak” olduğu iddiası davanın en kritik başlığı.

O davanın bir duruşmasında Erdoğan ile Albayraklar ilişkisinin evveliyatını anlatan Mustafa Albayrak, önemli bir uç veriyor aslında: 

“Erdoğan, ağabeyim Nuri'nin yakın arkadaşıdır. Bu samimiyetten dolayı, kardeşlerim, araçlarını bir iki kere kullanmak üzere vermiş olabilirler.“

Albayraklar ile Erdoğan ailesinin ilişkisinin kökleri bu ikilinin 1970'li yıllarda İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde birlikte okuduğu yıllara dayanıyor.

O tarihte başlayan ilişkiler, bugüne kadar sürüyor.

Bu ikili birbirine o kadar yakın ki, arada sadece ihale bağı yok, aile bağı da var. Öyle ki, Nuri Albayrak’ın çocuklarının nikah şahitlerinden birisi Erdoğan.

Biri siyaset basamaklarını hızla tırmanırken diğeri de inşaat ve taşımacılık patronluğu üzerinden yol alıyor o yıllarda.

Sonrasındaysa yollar hiç ayrılmıyor, birlikte büyümeye devam ediyorlar, her anlamıyla.

İBB’den Albayraklar'a giden büyük ihalelerin, yolsuzluk iddialarının kaynağında bu eski hukuk var.

Peki, yolsuzluk suçlamaları ne oldu?

Başlarken açtığımız parantezi kapatalım.

Albayraklar İstanbul’da otobüsçülük ve minibüsçülük yapıyorlar. Erdoğan İBB Başkanlığı koltuğuna oturana kadar da öyle büyük bir mali güçleri yok.

Bugün onlarca sektörde faaliyet gösteren bu devasa holdingin sitesinde yer alan "kilometre taşları" adlı bir bölüm var. Aslında fazla söze gerek yok, onu aktarsak dahi yeterli:

1952'de kurulan ve doğru düzgün bir faaliyeti olmayan bir inşaat şirketi, minibüsçülükten bozma bir personel taşımacılığı girişimi ve atık yönetimi şirketi. 1952'den 1992'ye kadar, yani koca 40 yıla sadece bunlar sığmış. Sitenin ilgili bölümüne, Erdoğan'ın İBB Başkanlığı ve AKP iktidarı dönemiyle birlikte eklenen "kilometre taşları" sayısı tam 46!

Büyüme yukarıdaki görselden de anlaşılacağı üzere İBB koltuğuna Erdoğan oturunca başlıyor.

2001 yılına gidelim, Milliyet gazetesinin bir haberine.

Dönemin Milliyet gazetesinden bir haber: İstanbul Belediyesi'ndeki ihaleler böyle hortumlanıyor. İstanbul Belediyesi ile Albayraklar şirketleri arasındaki 5 ana ihale grubunda hortum yapıldığı ortaya konuldu.

İBB’nin açıklamasına dayanarak Albayraklara Erdoğan döneminde 36 ihale verildiği belirtiliyor haberde. 

Yine aynı habere göre, bu ihale bedelinin 140 milyon dolar, yani dönemin parasıyla yaklaşık 195 trilyon lira olduğu ifade ediliyor.

Minibüsçülükle işe başlayan bir firmanın büyümesi için gerçekten çok ciddi bir kaynak.

Sonrası davalar…

"Erdoğan’ı başbakan yapmak hedefiyle bir çete kurduğu ve yolsuzluklar yaptığı" iddiasıyla yargılanıyor Albayraklar.

Erdoğan’a yakın birçok isim bu operasyonlar kapsamında gözaltına alınıyor.

Yeni Şafak operasyonları 10 yıl sonra "linç günleri" olarak haberleştirip, operasyon kapsamında ceza alan ve tamamı sonradan AKP'li olan isimleri gösteren bu fotoğrafı paylaşıyordu.

İmamoğlu’nun da bugünlerde çok benzer suçlamaların hedefi olduğunu yeniden hatırlatalım. 

Erdoğan için İBB ihaleleri üzerinden Albayraklara para aktardığı, onların da Erdoğan'ın siyasi hareketini güçlendirmek, Erdoğan'ı başbakan yapmak için fon oluşturduğu iddia ediliyor. 

Aradaki fark o dönem patronların önünü açtığı Erdoğan bu operasyona rağmen kolaylıkla iktidara yürüyecekti. İmamoğlu ise bugün çeşitli suçlamalarla cezaevinde.

Biz haberimize devam edelim ve dönemin davalarına dönelim.

Albayraklar dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde "çete" suçlamasıyla yargılanırken şaşırtıcı olmayan bir şekilde çetecilik suçlaması DGM kapsamından çıkarılıyor, dosya ağır ceza mahkemelerine havale ediliyor.

Sonra Erdoğan iktidara geliyor ve söz konusu suçlamalar tasdik edilip cezaya dönüşse de oldukça sembolik kalıyor.

Dönemin gazete arşivine gidelim:

“Mahkeme heyeti, Mustafa Albayrak, kardeşleri Kazım ve Muzaffer Albayrak ile şirketin ihale bölümünde çalışan Hüseyin Yılmaz, Mehmet Sami Polat, Tamer Öztürk ve Osman Temur’un “ihaleye fesat karıştırmak” suçundan, Belediye’nin İhale Komisyonu’nda yer alan Basri Saygı, Mustafa Döner, Ömer Gaziler ve Beytullah Ateş’in de “görevi ihmal” suçundan 2 ay 27’şer gün hapis cezasına çarptırılmalarını kararlaştırdı. Daha sonra bu cezaları paraya çeviren mahkeme, sanıkların bir daha suç işlemeyeceklerine kanaat getirerek cezalarını erteledi.”

Evet, Albayraklar ceza alıyordu ama buna değecekti.

Şu haberle bu faslı kapatalım:

“Uzmanların yaptığı araştırmalar, Büyükşehir-Akbil-Albayrak üçgenindeki usulsüzlükleri tespit etmekle kalmadı. Akbil'de, 250 milyon dolarlık bir usulsüzlük yapıldığı ancak bunu tespit etmenin mümkün olmadığı ifade edildi. Bu paranın, Tayyip Erdoğan öncülüğünde başlayan parti kurma çalışmalarında kullanıldığı ileri sürüldü.”

soL'da rüşvet çarkını tüm detaylarıyla anlattığımız haberde, yukarıda sözü edilen akbil davasının hakimi İsmail Rüştü Cirit'in nasıl düşüp bayıldığını ve sonraki öyküsünü aktarmıştık, meraklısına...

Albayraklar nasıl büyüdü?

Sanıyoruz bu sorunun yanıtını giriş düzeyinde de olsa verdik.

Erdoğan’ın "Akbil yolsuzluğu" haberi basına yansıdığı yıl kurulan partisi AKP’nin harcında Albayraklar, Albayrakların harcında ve yükselişinde Erdoğan’ın imzası vardı.

Sonrasında da birlikte büyümeye devam ettiler.

Nasıl mı?

AKP iktidarının emek düşmanlığının en öne çıkan başlıklarından biri, halka ait ne varsa “babalar gibi satılması”, yani özelleştirmeler oldu, biliyoruz.

Buradan boyuna göre epey büyük paylar alacaktı Albayraklar.

Kuruluşta katkıları vardı, büyümede de olmalıydı.

Sümer Holding’e ait Ereğli Tekstil’i, Balıkesir SEKA’yı ve Trabzon Limanı’nı mideye indirdiler.

Sadece bir hatırlatma: Balıkesir Seka’yı İBB döneminde 140 milyon dolarlık ihale alan Albayraklar sadece 1,1 milyon dolara satın alacaktı. O dönem  fabrikanın içinde bulunan malzemeler ve demirbaşların değeri bile bu miktarın üzerindeydi, dönemin basınında fabrikanın değerinin 50 milyon doların üzerinde olduğu belirtiliyordu.

Büyümenin özelleştirmeden daha ballı bir yolu var mı?

Albayraklar AKP ile birlikte büyümeye devam etti.

AKP içi kavga ve Albayraklar

Şimdi geldik haberin ana konusuna.

Bugünlerde Albayrakların adını en çok AKP içinde süren şiddetli kavgada duyuyoruz.

Ali Yerlikaya doğal hedef, “emoji bakan” dediler!

Mehmet Şimşek, büyüyen ve ihracatlara doyamayan bu grup için bir diğer ana hedef. Onlarca kez Merkez Bankası’nı ve Mehmet Şimşek’i hedef almalarının bir nedeni siyasiyse, diğer neden de tabii ki parayla ilgili.

Son dönemde tüm bunların yanı sıra yargı içinde bazı isimleri açık hedef alan manşetler atmaya da başladılar.

Buna eklenen son halka ise “mülkiyet hakkı hedef alınıyor” haberi oldu.

AKP içinde kavga büyürken, onlar da bu kavganın önemli parçalarından, taraflarından biri haline geliyor.

Uzun süre gündem oldu, Show TV ve Habertürk’ü satın alan Can Holding ile Hakan Fidan arasında bir bağ olduğu öne sürüldü. Bu iddialara dair hiçbir açıklama, yalanlama ya da düzeltme gelmiş değil. Gelmeyecek gibi de.

Ancak bu haberlerin ardından şimdi adı geçen kanalları Yeni Şafak’ın da sahibi olan Albayrakların alacağı iddiası gündemde.

Bu hamle Albayrakların giderek daha da büyük bir güç ve aktör olacağına yorumlanmalı.

Fidan’ın Erdoğan ailesi tarafından sevilmediği iddiaları da düşünülünce, Albayraklar belli ki bu cephede kendi tahkimatlarını giderek sağlamlaştırma kararlılığında.

Sadece Yeni Şafak mı? Karşımızda devasa bir holding var

Söz konusu grup yıllardır sadece taşıma ve basın işleriyle bilinse de aslında çok daha devasa bir güç biriktirdiğini görmek gerekiyor.

Buraya gelmeden çok sık yapılan bir hatayı düzelterek devam edelim, iki soyadının birbirine karışması, hatların karışmasına neden olduğu için.

Yeni Şafak grubunun sahibi olan Albayraklar ile Sabah gazetesinin sahibi olan Albayraklar aynı aile değilller. Sabah'ın sahipleri Damat Berat Albayrak'ın ailesiyle Yeni Şafak'ın sahibi Albayraklar farklı aileler, sadece soyadı benzerliği.

Devam edelim...

Albayraklar minibüsçülükle başlayan büyüme öykülerini artık inanılmaz boyutlara taşımış durumda.

İnşaat, savunma sanayi, kağıt üretimi, şeker üretimi, araç üstü ekipman, tekstil, döküm, limancılık, toplu taşıma, nakliyat, yayımcılık, dağıtım, filo kiralama, bilgi teknolojileri ve turizm gibi alanlarda faaliyet yürüten devasa bir holding haline geldiler.

Asist filo kiralama, Sistemli Dağıtım (İstanbul’da İSKİ, TEDAŞ, İGDAŞ; Ankara ve Trabzon’da TEDAŞ olmak üzere yurt genelinde faaliyet yürüten bir firma), Mezra Ziraat, Platform Taşımacılık, Yeşil Adamlar, Nakil Lojistik, Trabzon Limanı işletmesi, Ereğli Tekstil, Vogel Spor Tekstil, TÜMOSAN Döküm, Erzurum ve Erzincan Şeker Fabrikaları (Sukkar), Varaka Kâğıt ve TÜMOSAN savunma grubun sahibi olduğu şirketlerden sadece bazıları.

Yeni Şafak, TVNET, TV Net Radyo, Ketebe Yayınları, GZT ise yayıncılık alanında Albayrakların sahibi olduğu bazı markalar.

Devlet hastanesi ihalesinden yurtdışında stadyum inşaatına, sayaç okumadan kamuya personel taşımacılığı hizmeti sunmaya kadar binlerce ihale yağıyor Albayraklar'a.

Şirketin sadece 2011 ile 2021 yılları arasında kamudan tam 1 milyar 468 milyon TL değerinde 19 ayrı inşaat ihalesi aldığı haberleri geçtiğimiz yıllarda basına yansımıştı.

Bu miktar faaliyet gösterdikleri tek bir hizmet kolundan!

Bunun dışında hangi alanlardan ihaleler kaptıklarını anlamak için yukarıdaki faaliyet kolları ve şirketlerin bir bölümüne bakmak yeterli.

Fazla uzatmadan, sadece iki örnek verelim. İlki TÜMOSAN'a dair:

"TÜMOSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nuri Albayrak, ürettikleri motor güçlerini 530 beygire kadar çıkardıklarını ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarını yerli motorla karşılamaya başlayacaklarını bildirdi."

İkinci örnek ise AKP'nin patronlar eliyle adeta çıkarma yaptığı Afrika'dan:

"Albayrak Grubu liman yatırımları gerçekleştirdiği Somali, Gine, Gambiya, Kongo, Ekvator Ginesi gibi Afrika ülkelerinde liman operasyonu dışında inşaat, tarım, toplu taşıma ve katı atık yönetimi alanlardaki yatırımlarıyla dikkat çekerken, Grup bünyesinde tarım alanında faaliyet gösteren TÜMOSAN ve Sukkar firmaları Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları listesinde yer alıyor. ...Albayrak Grubu uluslararası alanda Gine Cumhuriyeti’nin farklı bölgelerinde hayata geçirdiği tarım projeleriyle de biliniyor. Yakın zamanda Gambiya, Sierra Leone, Kongo ve Somali’de de tarımsal üretim faaliyetlerine başlamayı planlayan Albayrak Grubu, Afrika Kalkınma Bankası ile iş birliği halinde tasarladığı özel bir üretim/hizmet modeli ile Afrika ülkelerinin gıda güvenliği ve gıdada kendine yetebilme sorunlarına saha temelli çözümler sunmaya devam ediyor."

İBB’den alınan 140 milyon dolarlık ihaleyle başkalaşan serüven, kamudan alınan milyarlarca liralık ihaleler, AKP'nin gözünü diktiği uluslarası faaliyetlerde kapılan rollerle tüm hızıyla ve heybetiyle sürüyor.

Üstelik biriken bu güç, belli ki önümüzdeki dönemde yapılacak yeni hamlelerle, AKP içi kavga da düşünüldüğünde bambaşka boyutlara taşınacak. 

Bu savaşın nereye gittiğini bu arka planı akıllarda tutarak takip etmekte büyük fayda olacak.

/././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...