Çağımızın çürüyen devleti (I)
Sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında onun ne gibi zaaflar göstereceğinin bilgisini sağlayacağı için kıymetli bir düşünsel girişim olacaktır.
Her gün siyasi tartışmalarda “devlet şöyle, devlet böyle, devlet şunu yapsın, devlet bunu yapmasın” diye konuşup duruyoruz. Ama gelin, bu hafta bir adım geri atıp düşünelim: Devlet nedir?
Marx ve Engels, 1848’de, Komünist Manifesto’da modern devletin ne olduğu sorusuna çok kısa bir yanıt verir: Modern devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini sevk ve idare eden bir komiteden başka bir şey değildir.1
Bu, “manifesto” düzeyinde kuşkusuz yeterli ve doğruluğu tartışılamayacak bir önerme. Modern toplum kapitalist toplum, o toplumun egemen sınıfı da sermayedar sınıfı olduğuna göre, modern devlet de sermaye devleti, yani sermaye sınıfının işlerini görmek için kurulmuş devlettir. Öte yandan devleti bu şekilde, salt araçsal bir biçimde tanımladığımızda, onun kendi içerisinde sürekli sorunlarla boğuşması, zaman zaman da bu sorunlar nedeniyle krize girip kasılması ve işlevlerini yerine getiremez hale gelmesini ancak “tasarım hatası” ile açıklayabilir hale geliriz. Oysa toplumsal olguları, onları oluşturan ilişkilerden bağımsız, akıllı ya da akılsız tasarımdan ibaret görmek onları açıklamak için iyi bir yöntem değildir.
Dahası, bu tanımdaki “ortak işler”in ne olduğu sorusu orta yerde durmaktadır.
***
Takibi sürdürelim. Engels, 1884’te Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devleti Kökeni’ni yazar ve devleti şöyle tanımlar:
Devlet (…) belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; o toplumun kendi kendisiyle, uzlaşmaz bir çelişkiye düştüğünün, ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği uzlaşmaz zıtlıklara bölündüğünün bir itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların çatışan ekonomik çıkarları, çatışan sınıfların kısır bir kavga içinde birbirlerini ve toplumu kemirmemeleri için, bu çatışmayı hafifletecek, “düzenin” sınırları içinde tutacak, açıkça toplumun üzerinde yer alan bir güç gerekli olmuştur ve toplumdan kaynaklanan ama kendini onun üstüne koyan, topluma gitgide daha çok yabancılaşan bu güç devlettir.2
Burada “ortak iş”in en genel anlamda ne olduğuna dair çok önemli bir saptama var: Herhangi bir sınıflı toplum (dolayısıyla kapitalist toplum da), toplumun çoğunluğunun emeğinin küçük bir egemen azınlık tarafından kontrol altına alınması ve zenginlik biriktirmek amacıyla sömürülmesine dayanır. Doğa insanları zengin ve yoksul yaratmadığına göre, insanların zenginlik ve yoksulluk içine doğmaları, böylelikle sınıfların insan ömrünü aşan bir süreklilik kazanması ancak toplumsal düzenin sürekliliğiyle mümkündür. Sömürülen çoğunluk buna kendiliğinden rıza göstermeyeceğine göre, rıza üretilmelidir. Bunun da iki yolu vardır: İkna, yani ideoloji ve dayatma, yani şiddet.
Dolayısıyla devletin kaynağında, insan oldukları için kendiliğinden hizaya girip sömürüye boyun eğmeyen ezilenlerin hizaya sokulması ve hizada tutulması ihtiyacı var. Böylelikle “ortak iş”in ne olduğunu da saptamış bulunuyoruz. Güzel.
Ne var ki, bu halen bize modern devletin niye sık sık krize girdiğini açıklamıyor.
***
Herhangi bir devletten değil, sermaye devletinden bahsettiğimize göre, sermayedar sınıfın özelliklerine bakmak bize onun devleti konusunda da fikir verecektir.
Kendisinden önceki egemen sınıflardan farklı olarak, sermayedar sınıf, en azından olağan koşullarda, kendisini doğrudan doğruya devlet hiyerarşisi olarak kurgulamaz. Aksine, devleti kendisinin dışında ve müstakil bir örgütmüş gibi kurgularken kendisini “sivil toplum” alanında tutar. Bunun sebebi sermayedar sınıfın doğası gereği demokrat olması, despotik hiyerarşilere kökten karşı olması değildir. Herhangi bir sermayedar hiyerarşiye yalnızca kendisinin üzerinde bir güç istemediği için karşıdır, örneğin fabrika ya da plazada işçilerin üzerinde hiyerarşinin en katısını kurmakta hiçbir sakınca görmez. Dolayısıyla sermaye devletinin sermayedar sınıfa dışsal ve demokratik niteliği, o devletin ancak böyle olduğunda sermayedar sınıfın temel iç dinamiği olan rekabeti yansıtabilecek olmasından kaynaklanır. Yani devlet, her sermayedarın yalnızca kendisi için isteyeceği ama tüm sermayedarlar birbirleriyle rekabet halinde olduğu için hiçbirinin tek başına ilanihaye sahip olamayacağı bir güç merkezidir.
Ne var ki bu, onun bir arzu nesnesi olmaktan çıkacağı, sermayedar sınıfın devleti ele geçirmek için rekabet etmeyeceği anlamına gelmez. Dahası, sermayedar sınıfın iç eşitsizliği, yani bazı sermaye öbekleri tekelleşme düzeyi arttıkça, bu tekeller kendi çıkarları için devleti (ya da devletin kimi fonksiyonlarını) ele geçirebilecek ya da bir süreliğine “kiralayabilecek” kadar güçlü hale gelir. Bu ortamda devletin kendisi, tekeller arasındaki çetin rekabetin başlıca alanlarından biri haline gelir ve bu mücadele devletin üzerine ek bir çelişki bindirir.
Dolayısıyla sermaye devletinin zaman zaman yaşadığı siyasi krizlerin iki kaynağı olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, devrimci dönemlerde görülen, sınıf mücadelesinin yoğunluğundan kaynaklanan, devletin sınıf egemenliğini sürdürme işlevini yerine getirmekte zorlandığı sınıflararası çelişkiler; ikincisi, bir yanda sermayenin sınıf egemenliğinin ezilenler tarafından neredeyse hiç sorgulanmadığı, diğer yanda tekelleşmiş sermaye öbeklerinin birbirleriyle mücadele konusunda “fazla” rahatladığı sınıf-içi çelişkiler.
Marksist teoriye aşina olanların tahmin edeceği üzere, tekelleşme faktöründen bahsetmeye başladığımızda, Lenin’e ve emperyalizm teorisine geliyoruz. Zira kapitalizmin güncel aşamasının emperyalizm olduğunu göz önünde bulundurmadan, devlet gibi temel bir olguyu anlamamız mümkün değil.
***
Sene 1916, dünya tarihte görülmemiş ölçekte bir savaşla kan gölüne dönmüş durumda. Öte yandan her savaş gibi bu savaşı da salt devletlerarası bir çatışmadan ibaret görmek mümkün. Lenin bu hataya düşmüyor. Emperyalizm eserinin her satırında, olgunun temelinde emperyalist güçlerin dünyanın geri kalanını mali tutsaklıklar yoluyla paylaştığını ve (paylaşılmış bir dünya ancak paylaşanlar arasında yeniden paylaşılabileceği için) bir paylaşım savaşına giriştiğini; dünya savaşının emperyalistler arası rekabetin doğal sonucu olduğunu yazıyor. Ama sadece teorisyen değil devrimci olduğu için, bir yandan da işçi sınıfının tüm emperyalist ülkelerde savaşa nasıl onay verdiğini araştırıyor:
Kapitalizm, tüm dünyayı “kupon kesmek” kadar kolayca talan eden bir avuç son derece zengin ve güçlü devlet ortaya çıkarmıştır (...) böyle devasa bir süper kârla (bu kârlar kapitalistlerin “kendi” ülkelerinin işçilerini sömürerek elde ettiklerinden fazla olduğu için) işçi önderlerini ve işçi aristokrasisinin üst tabakasını rüşvetle elde etmek olanaklıdır. (...) Bu burjuvalaşmış işçi tabakası, diğer bir deyişle “işçi aristokrasisi”, yaşam tarzları, kazançlarının büyüklüğü ve bütün görünümleriyle küçük burjuvadır. Bunlar (…) burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içindeki gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi vekilleri, reformizmin ve şovenizmin gerçek aracı durumundadırlar.3
Çok alıntılanan bu çarpıcı pasajın konumuz açısından özel bir önemi var: Emperyalizm, birkaç ülkede öbeklenmiş sermaye tekellerinin dünyanın geri kalanını öncelikle mali ama aynı zamanda siyasi, askeri, teknolojik, kültürel boyunduruğa alması, bu yolla olağanüstü kârlar elde etmesi ise, bu, tahakküm altındaki ülkelerde de sermayenin kâr oranlarının olağanüstü düşmesi anlamına gelir. Yani, emperyalizm emperyalist sermayeye, bir kısmını bulundukları ülkedeki işçi sınıfının sömürüye rızasını satın almak için kullanacağı maddi kaynağı yoktan var ederek yaratmamakta, emperyalist olmayan kapitalist ülkelerden çekerek sömürünün yarattığı çelişkileri bu ülkelere ihraç etmektedir. Böylelikle emperyalist devlet, Engels’in tanımladığı “sürdürme” fonksiyonunu, aynı fonksiyonu başka devletler için zorlaştırarak yerine getirmektedir.
Buna ek olarak, emperyalist devlet, emperyalist sermaye için özel bir “tahsilatçılık” işlevi üstlenmek durumundadır. Zira emperyalist sermayenin temel birikim yolu, anapara toplamı sürekli büyüyen uluslararası borçların faizidir ve bu birikimin sorunsuz sürdürülebilmesi için tahsilatı garanti altına alacak bir mekanizmanın bulunması zorunludur. Lenin’in döneminde bu mekanizma, çoğu durumda emperyalist devletin bizzat borç veren (ve gerektiğinde tahsilatı için topla tüfekle kapıya dayanan) özneye dönüşmesiydi. 2. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası zorbalık çok zorlaşınca aynı amaç için emperyalistler tarafından kontrol edilen çarpık bir uluslararası kredi kefalet kooperatifi niteliğindeki IMF kuruldu. Ama ihtiyaçta da, ihtiyacın yerine getirilme mantığında da bir değişiklik olmadı: Emperyalizm çağında sadece emperyalist devletler değil bütün devletler, uluslararası rant mekanizmalarına gömülmüş, ülkesindeki sermayedar sınıfın çıkarları doğrultusunda rantiyeleşmiş devlettir.
Ve Lenin’in bu konudaki yargısı çok nettir: Rantiye devlet, asalak ve çürümekte olan kapitalizmin devletidir.4
***
Bu genel girişin ardından, konuyu önümüzdeki birkaç hafta boyunca çeşitli boyutlarıyla inceleyeceğiz. Modern devletinin ortaya çıkışından bu yana, bilhassa da yoğun mücadelelerle dolu 20. yüzyıl boyunca nasıl bir tarihsel dönüşüm geçirerek bugünkü halini aldığını; bunun onu hangi araçlarla donattığını, hangi becerileri kazandırdığını ve nasıl çelişkiler yüklediğini inceleyeceğiz.
Gerekçemiz ise Lenin’le aynı: Sosyalist devrimin ilk aşaması, mevcut sermaye devletinin yıkılıp yerine bir işçi devletinin kurulması ise; sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında onun ne gibi zaaflar göstereceğinin bilgisini sağlayacağı için kıymetli bir düşünsel girişim olacaktır. Devletin muhafazakâr ideoloji tarafından olumlu, liberal ideoloji tarafından ise olumsuz anlamda ne denli fetişleştirildiği düşünüldüğünde, doğal olarak bu düşünsel girişimin önemli bir boyutunun da uydurmayla gerçeğin birbirinden ayrılması olması gerekecek.
1Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, yayına hazırlayan G. Doğan Görsev, 4. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2016, s.10.
2Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2018, s.190-191.
3Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2019, s.16.
4Lenin, Emperyalizm, s.107.
/././
Çağımızın çürüyen devleti (II): Leviathan’ın yükselişi
Çağımızın çürüyen devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyayı yeniden paylaşmaya hazırlanan emperyalist güçlerin insanlığa düşman hale gelmiş devletlerinin, çok daha büyük bir ölçekte hortlamış halidir.
Geçtiğimiz hafta modern devlet tartışmasına genel bir giriş yapmıştık. Bu hafta, meselenin tarihsel arka planını, biraz da dönemlere ayırmaya çalışarak inceleyeceğiz.
Thomas Hobbes, 1651’de yazdığı ve modern devlet tartışmalarının ilk örneklerinden biri olan anıtsal eserinde, devleti Eski Ahit’te bahsedilen her insandan güçlü dev deniz canavarı Leviathan’a benzetmişti. Ne var ki, eğer ekonomide kapladığı yer itibariyle karşılaştıracaksak, o dönemdeki devlet “dev” ise günümüz devleti için daha da büyük bir sıfat bulmak gerekir, zira 20. yüzyıla, hatta bu yüzyılın gerçek açılışı olan I. Dünya Savaşı’na kadar devletin gelirleri de harcamaları da bugüne göre ekonominin hayli mütevazı bir kısmını oluşturuyordu. Kapitalist üretim biçiminin ilk ortaya çıktığı, 19. yüzyılın son çeyreği itibariyle emperyalist karakter kazanan, devamında da bu karakterini koruyan beş ülkeye (tarihsel sırayla İngiltere, ABD, Fransa, Almanya ve Japonya) baktığınızda, 1914 yılına kadar devletin ekonomideki payının yüz 10’u pek geçmediğini görürsünüz. Bilhassa ABD’de, İç Savaş yılları haricinde devletin ekonomideki payı nadiren yüzde 2’yi aşmaktadır. Bugün bu oran bu beş ülkenin tamamı için yüzde 35’in, Fransa için yüzde 50’nin üzerindedir.1 Arada ekonominin ne denli büyüdüğü de hesaba katılırsa, Hobbes’un Leviathan’ı günümüz devletinin yanında hayli cüce kalmaktadır.
Yani, verilere salt kronolojik olarak bakıp basit bir yorum yaparsak, günümüzün devleti emperyalizm çağının bakiyesidir.
Geçtiğimiz hafta, Marx ve Engels’in 19. yüzyıl boyunca devleti esasen sınıf mücadelesini baskılayan ve sınıf çelişkilerinin düzene yıkıcı ölçekte zarar vermemesini sağlayan bir kurum olarak gördüğünü; Lenin’in ise buna ek olarak devletin “emperyalist çıkarların taşıyıcısı” rolünü saptadığını yazmıştık.
Gelin, bu iki fonksiyonun 20. yüzyıl boyunca devleti nasıl şekillendirdiğini takip edelim…
***
Verilere biraz daha detaylı baktığımızda, emperyalist rekabetin gerçekten de devleti devleştirdiğini görürüz ve buna tek delil dünya savaşları dönemlerinde olağanüstü büyüyen devlet harcamaları değildir. Emperyalist sermaye öbekleri birbirleriyle sadece savaşta değil “barış”ta da devleti kullanarak rekabet etmekte, bu faktör devleti büyütmektedir.
Buna en iyi örnek Almanya’nın emperyalist yükselişidir. Alman devleti, Almanya’nın birliğinin sağlandığı 1870’den itibaren yakın rakipleri olan İngiltere ve Fransa’dan çok daha büyük hale gelmişti; zira bu iki emperyalist gücün sahip olduğu sömürge avantajından yoksun Alman sermayesi, dünyada kendisine ancak iç rekabeti baskılayarak ve tüm rekabet gücünü rakip emperyalist öbeklere yönelterek yer açabilecek durumdaydı. Ülkeyle aynı yıl (ve Merkez Bankası niteliği taşıyacak Reichsbank’tan altı yıl önce) kurulan Deutsche Bank’ın esprisi buydu: Neredeyse tüm sanayi tekellerinin ortak olduğu ve bu tekellerin hepsine ortak olan Deutsche Bank, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden müstakil bir şirketten ziyade Alman sermayesinin finans kooperatifi gibiydi. Ve bu yapı, başka pek çok girişimin yanı sıra, I. Dünya Savaşı’na kadarki süreçte emperyalist rekabet açısından Alman sermayesinin en önemli girişimi olan, İngiliz ve Fransız sermayesinin Süveyş Kanalı’na karşı geliştirilen Bağdat Demiryolu’nu finanse etmişti.
Kendisi bir devlet bankası olmasa da Deutsche Bank’ın üstlendiği bu “anonim” rol, Alman devletinin üstlendiği paralel rolün göstergesiydi. Alman devleti gerek şansölye Bismarck yönetiminde gerekse sonrasında Alman sermayesinin uluslararası koçbaşı işlevini görmüş ve doğrudan doğruya sermaye tarafından yerine getirilemeyecek işlevler üstlenmişti. Örneğin Osmanlı devletinin rakip emperyalistler olan İngiliz ve Fransız nüfuzundan kopartılıp bir Alman müttefikine dönüştürülmesinin en önemli adımlarından biri Osmanlı ordusunun neredeyse doğrudan doğruya Alman genelkurmayına bağlanmasıydı. Bu, yer yer halen yüzlerce yıl öncesinden kalan topları kullanmakta olan Osmanlı ordusunun modernizasyonu konusunda Krupp, Rheinmetall ya da “Mavzer” tüfeklerinden tanıdığımız Mauser gibi Alman silah tekellerine Avrupalı rakipleri karşısında olağanüstü ve kendi başlarına durup dururken yaratamayacakları bir avantaj sağlamıştı.
Ne var ki, devletin bu şekilde emperyalizmin savaş makinesi haline gelmesi ters tepecek, 1917 itibariyle kapitalist devlet, sermaye egemenliğini daha önce hiç olmadığı kadar “iç düşmana,” yani işçi sınıfına karşı savunmak zorunda kalacaktı.
***
1917 Ekiminde açılan Sovyet Yüzyılı, emekçi insanlığın emperyalist kana susamışlığa yanıtıydı.
Detaylara girmeyeceğim. Kapitalizmin kendi gelişim sürecini tamamlayıp son aşaması olan emperyalizme varması ile, bu toplumun ezilen sınıfı olan işçi sınıfının devrimi yapabilecek olgunluğa ulaşması diyalektik ve paralel süreçlerdi. 1871’de yaşanan Paris Komünü’nü incelerken Engels olağanüstü bir tespitle, “burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya henüz yönetemiyor” demişti2 ve haklıydı. 1917’de ise, bu eksiklik Bolşevik Parti tarafından kapatıldı ve işçi sınıfı dünyanın en büyük ülkelerinden birinde siyasi iktidarı ele geçirdi.
İşin ilginç yanı, egemenlerin bir süredir bunun tedirginliğini yaşıyor olmasıydı. Örneğin Alman İmparatorluğunu neredeyse bizzat kurmuş Bismarck’ın onlarca yıllık kariyerine mal olan olay, işçi hareketini zorla ezme konusundaki ısrarının başta İmparator olmak üzere Alman egemenlerini tedirgin etmesiydi. Ne var ki, sermayenin çıkarları tedirginlik tanımamıştı: Şiddetlenen rekabet dünyayı aralarında paylaşmış olan emperyalist ülkeleri birbiriyle boğazlaşmaya zorlamış, insanlık da gereken cevabı vermişti.
Ekim Devrimi ve devamında yaşanan Kemalist Devrim sonucunda, Dünya Savaşı büyük ölçüde “sonuçsuz” kaldı. Emperyalizm yarışında geriden gelen Almanya, Japonya ve İtalya’nın çok değil yirmi yıl sonra aynı şeyi yapıp başka bir sonuç almayı beklemeleri bu yüzden tesadüf değildi. Alman emperyalizminin Nazizm biçimini alan pervasızlığı, ona Versailles Antlaşmasıyla emperyalizm yarışından çekilmesinin dayatılmış olmasıydı.
Konumuz açısından büyüteç altına almamız gereken yer ise burası değil, ABD.
***
Yazının başında değindiğimiz verilere yakından bakıldığında, ABD’de devletin ekonomideki payının II. Dünya Savaşı’ndan yıllar önce, 1932 itibariyle artmaya başladığı görülür. Bu, 1929 Ekonomik Buhranı karşısında F.D. Roosevelt’in Başkanlığında uygulamaya konulan ve New Deal (Yeni Anlaşma) adıyla bilinen ekonomi programının sonucudur.
J.M. Keynes’in teorisine dayanan bu program çok basit bir gerçeğe, kapitalist bir ekonomide de devlet müdahalesiyle istihdamın ve refahın artırabilecek olmasına dayanıyordu. Program, isminin de işaret ettiği üzere yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu ve ABD’de ekonomik buhranın yarattığı korkunç toplumsal sonuçları umursamadan finansal yollarla kâr peşinde koşmaya devam eden sermayedar sınıfın miyopluğunu3 aşan bir devlet aklının ürünüydü.
Öte yandan, eski uzlaşmanın sürdürülemez hale gelmesinin tek sebebi buhran değildi; Sovyet sosyalizminin buhrandan hiç etkilenmeden büyümeye devam etmesi iki sistemden hangisinin emekçi halkın iyiliğine olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermeye başlamıştı.
II. Dünya Savaşı Sovyetler Birliği’nin zaferiyle sonuçlandığında, tüm emperyalist ülkeler aralarındaki rekabeti baskılayıp ABD hegemonyası altında ortak bir cephe oluşturmayı kabul etmek zorunda kaldı. Almanya ve Japonya zaten yenilmiş ve işgal altındaydı, Fransa ve İngiltere’nin de kendi başına emperyalistlik yapacak ne ekonomik ne de politik gücü kalmıştı. Bilhassa Fransa’da Komünist Parti neredeyse seçimle iktidara gelecek durumdaydı. Sosyalizm tehdidinin kısa vadede yeni bir dünya savaşıyla bertaraf edilmesi mümkün olmadığı için emperyalist sermaye dünya çapında geri adım attı ve New Deal “Refah Devleti” uygulamalarıyla tüm gelişkin kapitalist ülkelere, kısa bir süre sonra da “Kalkınmacı Devlet” uygulamalarıyla henüz sanayileşmemiş kapitalist ülkelere yaygınlaştırıldı.
***
Çağımızın devleti, günümüzdeki boyutuna, savaşın bitiminden 1970’lerin ortalarına kadar geçen otuz yılda ulaştı.
Bu süre zarfında yeni sosyalist devrimler yaşanmış olsa da, sosyalizmin emperyalist ülkeler üzerinde yarattığı basınç giderek zayıfladı. Keynesçi politikaların terk edilip neoliberal politikalara geçilmesi sadece bu politikaların 1971-73 yılları arasında yeni bir krizle karşı karşıya kalmasının değil, aynı zamanda bu politik rahatlamanın sonucuydu. 1973 Eylülünde Şili’de seçimle iktidara gelmiş sosyalist devlet başkanı Allende’yi deviren ve bu ülkeyi neoliberal ekonomi politikalarının laboratuvarına dönüştüren emperyalistler, Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış olsa da tehdidin savuşturulduğuna kaniydi.
Ne var ki bu dönüşüm, devletin boyunda değil işlevinde bir değişiklik anlamına geldi. Neoliberalizmin sembol ismi olan ABD Başkanı Ronald Reagan, göreve başladığı yemin töreninde “devlet sorunların çözümü değil, sorunun kendisidir” demişti, ama neoliberal siyaset devleti küçültmekten ziyade, onun sınıf uzlaşmacı karakterini geri çekip doğrudan doğruya sermaye çıkarlarının taşıyıcısı karakterini (tekrar) güçlendirdi.
Çağımızın çürüyen devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyayı yeniden paylaşmaya hazırlanan emperyalist güçlerin insanlığa düşman hale gelmiş devletlerinin, çok daha büyük bir ölçekte hortlamış halidir ve benzer şekilde davranması beklenmelidir.
Haftaya neoliberal dönemde yaşanan dönüşümü detaylandıracağız ve güncel çelişkileri mercek altına almaya başlayacağız.
Nevzat Evrim Önal /soL
1Devlet gelirlerinin ekonomideki payı: https://www.imf.org/external/datamapper/rev@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU; devlet harcamalarının ekonomideki payı: https://www.imf.org/external/datamapper/exp@FPP/USA/FRA/GBR/DEU/JPN. Sayfanın aşağısındaki karşılaştırmalı grafiklerde kolaylık olması için beş “klasik” emperyalist ülke olan İngiltere, ABD, Fransa, Almanya ve Japonya’yı seçtim. Yazıda yürüteceğimiz tartışmaya paralel olarak siz de farklı ülkeler seçerek karşılaştırma yapabilirsiniz.
2Engels bu tespiti Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabına yazdığı Giriş’te yapıyor. (çev. Kenan Somer, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1991, s.10.)
3Öyle ki, ABD’de sanayinin durmasıyla hızla yükselen işsizlik ve bundan kaynaklı yoksulluk gıda talebini düşürdükçe, tarımsal işletmeler de kâr oranını korumak için üretimi kısıyor ve işçi çıkartıyor, bu yüzden gıdaya erişim giderek zorlaşıyordu. J. E. Poppendieck, “Hunger and public policy: Lessons from the Great Depression”, Journal of Nutrition Education 24(1), 1992, 6S-11S.
/././
soL












