soL "Köşebaşı + Gündem" -30 Ekim 2025-

Adliyenin karşısında bekleyiş: ‘Casusluk’ ifadeleri bize ne anlatıyor?(Emre Alım-Yiğit Günay)

26 Ekim Pazar günü, uzun bir gündü. Casusluk soruşturması kapsamında ifadeler alındı, Merdan Yanardağ tutuklandı. Peki o günden geriye ne kaldı?

Artık gazetecilerin hayatının parçası haline gelmiş olan Çağlayan Adliyesi’nin önündeki kafede oturuyoruz.

Herkesin kulağı, “şapkadan çıkmış” olan figürün, Hüseyin Gün’ün ne diyeceğinde. Ekrem İmamoğlu ve Necati Özkan’ın ifadeleri de merak konusu. Ama herkesin aklı, Merdan Yanardağ’da.

Masanın etrafında, Tele1 çalışanları var. Tele1’in Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, 24 Ekim Cuma sabahı kanal binasına gelen polislerce gözaltına alındı. O Pazar sabahı, diğer tutuklularla birlikte adliyeye getirildi, sabah 10:30’da. Yanardağ Adliye’nin altında, çalışma arkadaşları dışında bekliyor.

Her yer polis. Barikatlar, ne olur ne olmaz diye, bir kaleyi istihkam edercesine iki sıra yapılıp, ara bağlantılarla tahkim edilmiş.

Mahalle tarafında ufak bir alan bırakılmış. CHP otobüsünün etrafında birkaç yüz kişi var. Özgür Özel, “tüm İstanbul’u” oraya çağırdı, ama hem polisler hem de CHP’liler çok fazla kişinin gelmeyeceğini bilir gibiler.

Yine de, etrafta İmamoğlu destekçisi CHP’liler de çok. Polisler de, CHP’liler de kafede koltuk kapma yarışı içinde. Tüm bu keşmekeşin ortasında gazeteciler, bir masanın etrafına sığıyor.

Kalabalığın ortasında, yalnızlar.

Bekleyiş, saatlerce sürüyor. Saat 16:00’ya yaklaşırken, Hüseyin Gün’ün ifadesi düşüyor. Sohbet kesiliyor, yüzler telefonlara dönüyor, herkes harıl harıl okumaya dalıyor.

* * *

Savcılığa teslim edilen deliller oldukça kapsamlı. Hüseyin Gün’e ait telefon bunların başında geliyor. Çünkü bu sayede Whatsapp ve Wickr gibi mesajlaşma uygulamaları üzerinden yaptığı görüşmeler incelenebiliyor. Ayrıca Gün’e ait 4’ü yurtiçi 4’ü yurtdışından alınmış 8 telefon numarasına ait baz kayıtlarına bakılıyor, dünyanın neresinden sinyal verdiği tespit ediliyor. Gün’ün telefonuna kaydettiği 721 not da okunuyor.

Bu deliller tek tek gösterilerek Gün’e 100’den fazla soru yöneltiliyor. Göze ilk çarpan, bu delillerin çoğunlukla kronolojik bir sırayla değil, birbirinden farklı tarihlerde olmalarına rağmen gruplandırılarak değerlendirilmiş olması.

Bunun bir sorgu tekniği olduğu öne sürülebilir. Fakat Başsavcılığın Cuma günü yaptığı açıklama ve yandaş basına sızdırdığı daha ayrıntılı açıklama ele alınınca, meselenin Gün’e yönelik değil, kamuoyuna yönelik bir taktik olduğu anlaşılıyor. Kronoloji olmayınca, birbirinden tamamen kopuk, üstelik de ucu iktidara da dokunabilecek olaylar, başka türlü bir algı yaratmak için kullanılıyor.

1974’te Almanya’da doğan, İngiltere’de okuyan, çeşitli bankalarda çalıştıktan sonra Avicenna Capital isimli yatırım şirketini kuran Gün’e savcılığın yönelttiği soruların bir bölümü, 2010-2016 yılları arasına dair elde edilen bilgilere dayanıyor.

Bu tarihlerde Hüseyin Gün’ün görüştüğü tanınmış isimlere odaklanılmış. Bunlar kim mi?

- MI6 eski direktörü ve İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Richard Moore
- İngiltere eski Özel Kuvvetler Komutanı John Taylor Holmes
- Ermenistan eski Başbakanı Karapetyan Karen
- Ermenistan eski Cumhurbaşkanı Sarkisyan Armen
- İsrail eski Başbakanı Ehud Olmert
- Fethullahçı Aytaç Ocaklı

Hüseyin Gün bu isimlerle “ticari faaliyetleri” için görüştüğünü söylüyor ve detay vermiyor. Savcılık da bu konuda başka bir soru sormuyor.

* * *

“Bir tuhaflık var bu adamda.”

Gözleri telefonlarında, 262 sayfalık ifadeyi okuyan gazeteciler, ara ara kafalarını kaldırıp birbirlerine aynı şeyi söylüyor.

Çok fazla ilişkisi var. Devlet başkanları, istihbaratçılar, Fethullahçılar…

Merdan içeride. Dışarıdaki gazetecilerin birinci önceliği, Yanardağ’ın akıbeti. Meslektaşlarına karşı savcılığın elinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, Gün’e sorulan sorulardaki bağlantılar, herkeste kuşku uyandırıyor.

Kanal, TMSF’nin eline geçmiş. Değil yarın yeniden haber yapıp yapmayacakları, hâlâ bir iş sahibi olup olmayacaklarını bile bilmiyorlar. Ama o an, herkes yarınını unutuyor. TMSF, kayyım, Tele1 geride kalıyor. Gazeteciler, Gün’ün ifadesini kavramaya çabalıyor.

* * *

Gün’ün görüştüğü isimler gerçekten dikkat çekici. Peki, savcılık niye 2010-2016 arasında görüşülen isimlere dair başka soru sormuyor?

İlk akla gelen yanıt, Hüseyin Gün’ün “ticari faaliyetler” gerekçesinin haklılık payı olması. Gün, gerçekten de uluslararası iş yapıyor, çok farklı ülkelerden çok sayıda kişi ve kurumla çalışıyor.

Ama, esas yanıt, başka bir yerde yatıyor. Hüseyin Gün, 2010-2016 arasında, AKP iktidarınca pek muteber sayılıyor.

Türkiye’nin Londra Büyükelçisi, Gün’le birlikte iş yapıyor. İçişleri Bakanlığı “Fuat Avni” isimli hesabın sahibini bulmak istiyor, Gün’ün kapısını çalıyor.

huseyn-gun-egemen-bagis.jpgToplantıya Egemen Bağış’ın yanında Kürşat Tüzmen, o günlerde Başbakan Danışmanı olan İbrahim Kalın, AKP’de farklı görevlerde bulunan Yaşar Yakış ve Nursuna Memecan da katıldı. Kaynak: Bahadır Özgür

Büyük bir ironi, fakat Gün o dönem, TMSF’den de şirket almaya çalışıyor.

3 Mart 2009’da Cem Garipoğlu, Münevver Karabulut’u canice öldürüyor, aile oğlanı gizliyor. 4 ay sonra aile, holdingin en büyük iştiraklerinden Multinet’i TMSF’ye devrediyor. 2010’da şirkete iki büyük talip çıkıyor. Hüseyin Gün’ün Avicenna Capital’i, şirketi son anda Fransızlara kaptırıyor.

Kısacası, 2010-2016 arasında Hüseyin Gün, AKP’nin en sevdiği patron profiline uyuyor. Batıyla yoğun ilişkiler yürütüyor, Türkiye’deki satışlardan pay kapmaya çalışıyor, bütün AKP’liler gibi Fethullahçılarla görüşüyor, yeri geldiğinde “devletin imdadına” koşuyor.

Haliyle Başsavcılık, bu kısımları pek kurcalamıyor. Ama açıklama ve sorularında kronolojiyi allak bullak ediyor. Çünkü, kamuoyu da pek kurcalamadan, ortaya atılan tüm o isimlerin yarattığı karmaşada “casusluk” iddiasına inansın istiyor.

* * *

“Hiçbir şey yok.”

İfadede “Yanardağ” aratıp ilgili bölümleri okumayı ilk bitiren gazeteci, masaya duyuruyor.

“Bomboş. Birkaç defa kanala bağışta bulunmuş, o kadar. Mesajlar hepimizin izleyicilerle aramızda geçen mesajlar. Hiçbir şey yok.”

Yanardağ’ın, geçelim casus olmayı, herhangi bir kire bulaşmış olacağına inanmayan meslektaşları, Hüseyin Gün’e sorulan sorular ve alınan yanıtların bu kadar boş olmasına da inanamıyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın son dönemdeki siyasi davalarını yakından takip eden gazeteciler, zorlama da olsa, uydurma da olsa daha fazlasını bulmayı bekliyor.

İlk kez umut yeşeriyor masada. “Yahu”, deniyor, “bu kadarsa bırakmaları lazım Merdan Ağabey’i”.

Merdan Yanardağ'ın Tele1 Genel Merkezi'ndeki odası.

* * *

Hüseyin Gün’ün savcılık ifadesinde 2016-2018 yılları arasında üzerinde durulan tek isim Chris McGrath. Eski bir istihbaratçı ve tıpkı Hüseyin Gün gibi siber güvenlik alanında “danışmanlık” yapıyor. Nitekim ikiliyi bir araya getiren kişi, İngiltere’nin eski Özel Kuvvetler Komutanı John Taylor Holmes.

McGrath ve Gün’ün kimi zaman birlikte çalıştıkları, kimi zaman da birbirlerine müşteriler buldukları görülüyor. Aralarındaki en ilginç diyalog, 15 Mayıs 2018 gününden. Yani, henüz Gün, en azından savcılığın sorularına ve şüphelilerin ifadelerine bakılırsa, CHP’lilerle ilişkiye geçmemişken.

McGrath’ın Gün’e gönderdiği ve gizlice çekildiği anlaşılan fotoğrafta dönemin Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci ve Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Londra’da bir otelin bahçesinde görüyor. Ancak McGrath’ın odağında bakanlar değil, onların yanında oturan takım elbiseli kişi var. Fotoğrafı Hüseyin Gün’e atıyor ve “Kuzen burada” diyor. Gün, fotoğrafı anında “kuzen”e iletiyor, “kuzen” etrafına bakınsa da fotoğrafı çekeni göremiyor. Sonrasında ikili arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

McGrath: Ona söyle, sağ tarafında puro içen bir MI6’li var. Tepemizde dolaşan helikopteri benim ayarladığımı söyle.
Gün: Türk’ümü henüz ortaya çıkarmayacağım. Türk’üm bir hayalet.
McGrath: Onu göremezsin. Görüyorsan bil ki seni sokmuştur.

Yani iki ortak, bakanların yanında bulunan kendi tanıdıklarıyla kafa bulup eğleniyor.

1McGrath'ın Gün'e gönderdiği fotoğraf. Solda "kuzen" dedikleri şahıs, sağda dönemin Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci

McGrath’ın Gün ile ilişkisi, özel İngiliz istihbarat şirketi Clearwater’da yönetici olarak çalışmaya başlamasıyla sona eriyor.

Ama Türkiye devletinin ilişkisi sona ermiyor. McGrath bugüne dek Türkiye-İsviçre merkezli Prodaft adlı siber güvenlik şirketinde direktör olarak görev yapıyordu. Şirket, son bir yıl içerisinde Türkiye’de iki bakanlıktan ihale aldı. Yani Gün üzerinden CHP’lilerin “veri sızdırdığı” söylenen isim, zaten bizzat bakanlıktan aldığı ihalelerle verilere doğrudan erişebiliyordu. Cuma günü başlayan casusluk soruşturmasında adının geçmesi üzerine şirket, McGrath’ın görevine son verdi.

* * *

Savcılık, sabahtan beri adliyenin nezaretinde bekleyen isimleri bir türlü ifadeye almıyor. CHP’li avukatlar, adliyenin dışında bir basın açıklaması düzenleyerek, durumu protesto ediyor.

Bu sırada masada, bir kez daha kayyım konuşuluyor.

“Neye uğradığımızı şaşırdık. TMSF’ciler Cuma akşamı kanala geldiklerinde avukat sordular, avukat getirebilmemiz bile saatlerimizi aldı.”

Kayyım ekibi, Cuma akşamı Murat Taylan Tele1 Ana Haber Bülteni'ni sunduğu sırada kanala girdi. Taylan’a yayını kesme talimatı verdi. Taylan, çok soğukkanlı ve profesyonel bir şekilde durumu izleyiciye aktarıp bülteni kesti.

TELE1'e kayyum atandıTele1'e kayyım atanan an. Murat Taylan telefonundan kayyımı öğrendiği sırada, kayyım heyetinin başkanı 'yayını kesmesi' talebini kulağına kulaklıktan söylüyor.

Tele1 çalışanları, bir süre ne yapacaklarını bilemediler, olan biteni anlamaya çalıştılar. Yanardağ’ın yokluğunda, ne işler ne çalışanlar koordine edilebildi. Sol kamuoyu da Tele1’le ilk gece hızlı bir dayanışma geliştiremedi.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, kanal binasına geldi. Kayyım İbrahim Paşalı’nın odasına geçti, elektronik sigarasını tüttürüp muhabbet etti.

“Basbayağı geyik çevirdiler. ‘Yahu buraya kadar geldik, bari yayına alıver’, ‘Efendim sonra kayyıma da kayyım atarlar’ seviyesinde kakara kikiri… Sinirlerimiz bozuldu.”

* * *

Hüseyin Gün’ün 2018’den sonra McGrath başka iş bulunca birlikte çalışmaya başladığı isim, eski CIA görevlisi Aaron Barr.

İfadede sorulan mesajlaşmalarda, İkilinin önce bir “proje” için Türkçe bilen dilbilimci aradıklarını görüyoruz. Ancak bu kişinin “güvenlik onayına” sahip olması gerekiyor. Aranan isim Leeds’te bulunuyor. Sadece dilbilimci olmadığı anlaşılan bu kişinin açık kaynak analizinde oldukça deneyimli olduğu üzerinde duruluyor.

Bu “proje” için sahada olmaları gerektiğinin altını çizen Barr, yapılacak işi şöyle tanımlıyor:

“Kitleyi, trendleri, algıyı, kilit kanaat önderlerini, onları etkileme yollarını ölçebiliriz. Bunu çok ince detaylara/psikometriğe kadar bölebiliriz. Botlar etkilemede etkili değildir. Etkili olmanın yolu, kilit etki platformları ve kişilikler inşa etmek veya kilit kanaat önderlerini etkilemektir. Biz bu istihbaratı sağlayabiliriz.”

Mayıs 2018’deki bu diyalogdan bir ay sonra, Barr Türkiye’ye ilişkin hazırladığı bir çalışmayı Gün’e gönderiyor. Çalışmanın konusu 23 Haziran’da başkanlık sisteminde yapılacak ilk seçimler.

“Analizlerimize dayanarak (Muharrem) İnce’nin hızlı yükselişini daha araştırmaya başladığımızda öngördük. O sırada insanlar ve gazeteler hâlâ onun 3. olacağını söylüyordu.”

Gün ifadesinde Muharrem İnce’yle “manevi annem” dediği Seher Alaçam aracılığıyla tanıştığını ancak bu çalışmayı “merak ettiği için” yaptırdığını söyledi.

Bu tarihlerde PiiQ isimli şirket üzerinden faaliyetlerini sürdüren Barr ve Gün’ün bir sonraki çalışmalarında adres yine Türkiye. Eylül 2018’deki mesajlaşmalarda bu çalışmanın öznesi “MU” olarak kodlanmış. 

Savcılığa göre adı geçen kişi Murat Ülker. Barr, çalışmanın sonuçlarını şöyle anlatıyor:

“Kendi tescilli dijital yaşam analiz platformumuz aracılığıyla şunu bulduk: Muhafazakâr milliyetçilerin özellikle onu hedef almasının nedeni, dinci sağın MU ve ailesini kendilerinden biri olarak görmesi ve onlardan birinin gemiyi terk ediyor algısı oluşması. Bunun MU tarafından ele alınması gerekiyor ve işte burada PiiQ devreye giriyor.”

Yani 2018’de Hüseyin Gün, Türkiye’deki sermaye gruplarına veri analiz işi yapmayı sürdürüyor.

* * *

Sonunda, akşamüzeri sularında, diğerlerinin ifade işlemleri başlıyor. Bekleyiş, masanın etrafındaki gazetecilerin de sinirlerini geriyor. Özgür Özel’in çağrısı toplanan CHP’liler, adliyenin dışındaki alanda volta atıyor.

Kafenin tıklım tıklım dolu bahçe kısmında, arka masada 8-10 CHP’li genç, bağıra bağıra tribün tezahüratlarından uyarladıkları İmamoğlu şarkıları söylemeye başlıyor. Hâlâ Hüseyin Gün’ün ifadesini anlamaya çalışan Tele1 çalışanları, daha fazla geriliyor.

Gençler apolitik İmamoğlu tezahüratlarından birdenbire Çav Bella ve Gündoğdu Marşı’na dönünce, bir gazeteci, dişlerinin arasından “Ben susturacağım bunları” diye fısıldıyor. Diğerleri, arkadaşlarını sakinleştiriyor. Gergin bekleyiş sürüyor.

* * *

Tarihler 18 Aralık 2018’i gösterdiğinde Ekrem İmamoğlu, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak duyuruldu.

31 Mart 2019'da düzenlenen seçimlerde İmamoğlu, AKP’li rakibi Binali Yıldırım’ı geride bıraktı. İktidar sonuçları kabul etmedi, YSK 23 Haziran 2019'da seçimlerin yenilenmesine karar verdi.

Savcılığın soruşturmasına göre Hüseyin Gün ve Ekrem İmamoğlu ekibinin teması bu aralıkta sağlandı.

Hüseyin Gün ile “manevi annem” dediği Seher Alaçam, İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan’ın Etiler’deki ofisine gitti. Burada Alaçam, Gün’den İmamoğlu’nun kampanyasına yardımcı olmasını istedi.

Gün'ün anlatımına göre, Necati Özkan kendisinden o dönem AKP yönetiminde olan İBB veritabanındaki seçmen bilgilerinin "dark web"de paylaşıldığı duyduğunu, bu bilgiyi kontrol etmesini istedi.  Aaroon Barr, açık kaynaklı darkweb'i kontrol ettiğinde bu verileri buldu. Daha sonra verileri Özkan'ın talebi üzerine analiz edip, politika önerileri haline getirdiler ve İmamoğlu'na raporladılar.

Burada soru işareti yaratan nokta verilerin kaynağı. Gün’ün “Darkweb’te bulduk” dediği veriler İBB’nin personelinin belediye sistemine girerken kullandığı adres ve şifreler. Gün’ün iddiasına göre, bu bilgiler kimliği belirsiz kişiler tarafından çalındı ya da sızdırıldı.

Gün ve Barr bu kullanıcı profilleri üzerinden İBB veritabanından gerekli bilgileri çekti ve kendi geliştirdikleri yazılımla analiz etti.

Peki, bu verilerde neler vardı? Gün’den dinleyelim:

"Göndermiş olduğum rapor içeriğinde İstanbul ilinde farklı bölgelerin ne gibi talepleri olduğu, neye ihtiyaç duydukları ya da neye kızgın oldukları yönünde bilgiler bulunmakta idi. Bunun dışında Ekrem İmamoğlu'nun ne şekilde davranması gerektiği de belirtilirdi. Ben de Necati Özkan'a bu bilgiler doğrultusunda İstanbul gönüllüleri olan toplulukta olan kişilerin sosyal medya üzerinden etkileşimde bulunmalarını söylüyordum. Fakat bu konuda kendilerini çok yeterli görmüyordum."

Hüseyin Gün'ün şirketinin faaliyetleri sosyal medyayı da kapsıyor. Gün'ün mesajlarında, sosyal medyada AKP'li trollerin İmamoğlu aleyhindeki haberlerine karşı atılabilecek adımlar hakkında önerilerde bulunduğu görülüyor:

"Gerçek zamanlı analizimiz, şu anda en çok araştırılan konunun Binali Yıldırım ile FETÖ arasındaki geçmiş ilişkiler/bağlantılar olduğunu gösteriyor. AKP trolleri İmamoğlu’na PKK/FETÖ ile ilgili temelsiz suçlamalar yönelttiği için, bu durum İmamoğlu’nun dijital ekibine bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı değerlendirin ve sizinle ilişkilendirilemeyecek kanallardan Binali Yıldırım-FETÖ geçmiş konuşmalarını, videolarını vs. yaygınlaştırın. Böylece İmamoğlu’na yönelik temelsiz suçlamalar bastırılabilir."

Bu süreçte Hüseyin Gün, rüştünü ispatlamak için Necati Özkan’a iki defa gövde gösterisi yapıyor.

İlk olarak Ekrem İmamoğlu’nun başdanışmanı Murat Ongun’un telefonuna casus yazılım yüklendiğini tespit ettiklerini ve böylece Ongun’un yer aldığı her ortamın rahatlıkla dinlenebileceği konusunda uyarıyor.

Sonrasında İBB’nin teknoloji iştiraki BELBİM’in başındaki Melih Geçek’e ait Fokus Bilişim adlı şirketin veritabanına sızıyor ve elde ettiği bilgileri Özkan’a gösteriyor.

Gün’ün anlatımına göre bu raporlama işlemi İmamoğlu seçimi kazanana dek sürdü.

* * *

Saat 18:40 civarında, Merdan Yanardağ’ın ifade tutanağı düşüyor. Masada bir kez daha yüzler telefonlara gömülüyor.

“E tamam işte, hiçbir şey yok.”

Hüseyin Gün’ün ifadesi okunduğunda verilen tepki, bir kez daha masaya hakim oluyor.

Konu, bu kez, kanala ne olacağına geliyor. Herkesin ortak şikayeti, Tele1’de birliktelik, ortak hareket etme yeteneği, örgütlülük olmaması.

“Ben bu yüzden sendikaya üye olmuştum, neredeler şimdi” diyor bir gazeteci.

Masadakiler, işten çıkmaları halinde ne olacağını konuşuyor. Tele1’in de eksilmesiyle, televizyonda gazetecilik yapılabilecek mecraların sayısı iyice azaldı.

Ama mesele yalnızca mesleği yapabilmek değil. Aynı zamanda geçinebilmek.

15 Temmuz sonrası muhalif kanalların kapatıldığı dalgayı hatırlatıyor, masadakilerden biri: 

“Çok iyi hatırlıyorum. Bir ay önce iş teklif eden muhalif kanallar, diğerleri kapatılıp piyasada nitelikli gazeteci bolluğu olunca bir ay sonra aynı ücretin yarısını teklif etmişti.”

Masada kayyıma karşı birlikte bir şeyler yapma fikirleri kimi anlarda dalga dalga yayılıyor, ama her seferinde, geçinebilmek için kayyımın altında dahi olsa çalışmak zorunda kalacak iş arkadaşlarının durumunun beton somutluğuna çarpıp parçalanıyor.

* * *

2019’da İmamoğlu’nun farkı açarak zaferle çıktığı seçimden sonra ilk buluşma tebrik için yapıldı. Hüseyin Gün'ün ifadesine göre Gün ve "manevi annem" dediği Seher Elçili Alaçam, Necati Özkan aracılığıyla Ekrem İmamoğlu'yla görüştü. Gün, o ziyareti şu sözlerle aktardı:

"Bu ziyarette kendisini seçimi kazanması nedeniyle tebrik ettik. Kendisi de manevi annem ve bana hitaben 'Kampanya sürecindeki yardımlarınızdan dolayı çok teşekkür ederim' dedi. Bu görüşme yaklaşık olarak 10 dakika kadar sürdü ve ayrıldık. Devamı süreçte kendisi ile görüşmem olmadı."

1Hüseyin Gün ve Seher Alaçam'ın Ekrem İmamoğlu'na ziyaretinden.

Özkan ve Gün daha sonra Eylül ayında, bu defa İBB için dijital uygulamalar geliştirmek üzere bir araya geldi.

Gün'ün telefonuna aldığı notlara göre, İBB için hazırladığı projeler sosyal yardım dağıtımı, gönüllü yönetimi ve İmamoğlu'nun uluslararası imajı gibi başlıklara odaklanıyordu.

Bu toplantıda Hüseyin Gün hazırladıkları demo programı İBB'den bir ekibe sundu. Necati Özkan’ın ifadesine göre Gün fahiş bir fiyat teklifinde bulunduğu için proje hayata geçmedi.

Savcılığın araştırmasına göre ikili bu görüşmenin ardından 5 yıl boyunca iletişime geçmedi.

2025 yılında, 19 Mart operasyonundan sadece 9 gün önce Hüseyin Gün ve Necati Özkan son kez mesajlaştı:

“Necati Bey,

Uzun zaman oldu konuşmayalı, hatırlayacağınız üzere en son diyaloğumuz Eylül 2019. Umarım afiyettesinizdir demek isterdim ancak size karşı yürütülen akıl dışı komplo çabalarını yeni duydum. Çok geçmiş olsun. Yardımcı olabileceğim bir şey varsa, lütfen çekinmeden söyleyin. Bunu tüm samimiyetimle iletmek istiyorum. Birbirimizi iyi tanımıyor olsak da, Jöntürk terbiyesi gereği, aynı düşüncelere sahip olanların zor zamanda birbirine destek olması gerektiğine inanıyorum.

Hüseyin”

“Teşekkürler Hüseyin bey. Dostluğunuz yeter. Selam ve sevgi.”

* * *

Saat gece 22:00’ye yaklaşırken, sona kalan Necati Özkan’ın ifadesi düşüyor. Artık birçoğu 12 saattir kafede beklemekte olan gazeteciler, tüm gerginlik ve yorgunluklarıyla, bir kez daha ifadeye göz atmaya başlıyor.

Gün boyu etrafta olan CHP’liler dağılmış durumda. Polislerin de sayısı azaldı.

Masanın etrafındakiler, tıklım tıklım kafede ve Adliye’nin etrafındaki harala güreleye rağmen, bütün gün ne kadar yalnız olduklarını iliklerine kadar hissediyor.

Masada, Tele1 çalışanlarının yanında dayanışmak için bekleyen yalnızca iki gazeteci var.

Bu süreçte TKP'nin Cumartesi günü Tele1 önünde yaptığı eylem dışında eylem yapılmadı. Konuşma yapan kişi TKP İstanbul İl Başkanı Ahmet Dincel.

Biri hatırlıyor: “Ergenekon sürecinde gazeteci arkadaşlarımız alındığında, kampanyayı örgütlemek için bir mail grubu kurulmuştu. 300’den fazla üyesi vardı. Hâlâ duruyor grup. Geçenlerde şöyle bir isimlere baktım, hâlâ gazeteci olan belki 30 kişi ancak vardır.

Meslek, yalnızca siyasi baskılarla, kayyımla, iddianameler ve mahpusla bitmiyor. Medya sektörü öyle bir hal almış ki, etrafta hâlâ dolanan polis memurlarından çok daha düşük maaş alan gazeteciler, bu zorlu mesleği ne kadar sürdürebileceklerini kestiremiyor.

O masadaki bekleyişin gece 02:00’ye kadar süreceğini ve Yanardağ’ın tutukluluğuyla biteceğini de o sırada kimse kestiremiyor.

* * *

Peki ifadelerde Merdan Yanardağ’la ilgili ne var?

Hüseyin Gün’ün yurtdışındaki faaliyetleri hariç tutulduğunda soruşturmanın üç seçime odaklandığı görülüyor.

“Merak” için araştırma yaptığı 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “manevi annesi”nin ricası üzerine İmamoğlu’nun kampanyasına destek verdiği 2019 yerel seçimleri ve Merdan Yanardağ üzerinden yön verdiği savunulan 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi.

Hüseyin Gün’ün “manevi annesi” Seher Alaçam aracılığıyla tanıştığı kişiler listesine bu noktada Merdan Yanardağ da ekleniyor.

Gün’ün ifadesine göre, Yanardağ’ın gazeteciliğini takdir eden Alaçam, TELE1’e dönem dönem bağışta bulunuyordu.

Merdan Yanardağ ifadesinde bu bağışları muhasebeleştirerek kayda geçirdiğinin altını çizdi.

Seher Alaçam’ın 2022’deki ölümünden sonra Gün, bu geleneği kendisinin sürdürmek istediğini söyledi. Bu kapsamda Yanardağ’la yüz yüze görüştüklerini ve bir kez de şoförü aracılığıyla TELE1 için bağışta bulunduğunu söyledi.

Merdan Yanardağ ise “Hüseyin Gün’den hiçbir ad altında para almadım” dedi.

Savcılıkla telefon şifresini paylaşan Merdan Yanardağ, Hüseyin Gün’le mesajlaşmalarının okunmasını istedi.

İfade tutanağında yer alan mesajlarda Hüseyin Gün’ün çoğunlukla CHP’den şikayet ettiği, muhalefeti beceriksiz bulduğunu söylediği görülüyor.

Sayfalarca süren yazışma içerisinde savcının “talimat” saydığı sadece bir cümle bulunuyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs 2023’teki seçim yenilgisinden sonra 22 Haziran’dan TELE1’in konuğu olmuş, Merdan Yanardağ’ın sorularını yanıtlamıştı.

Bu programın öncesinde ve sonrasında Gün ile Yanardağ’ın mesajlaştığı görülüyor.

Yayın öncesindeki mesajlarda Gün, seçim yenilgisini eleştiriyor ve partiye değişim çağrısında bulunuyordu.

Kılıçdaroğlu ile mülakatta seçimin neden kaybedildiği de konuşuldu.

Yayından sonraki mesajlaşmada ise bu konu bir kez daha gündeme geldi.

Yanardağ’ın bu görüşmeyi bitirirken “Soru desteğiniz için teşekkürler” demesi suç sayıldı.

Savcı, bu sorudan Yanardağ’ın talimatla gazetecilik yaptığı, İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı yapmak için kurulduğu iddia edilen bir örgüte üye olduğunu hatta bu örgüt adına tüm medyayı dizayn ettiğini savundu.

Bu bahaneyle Merdan Yanardağ’ın ifade vermesi dahi beklenmeden, Yanardağ’a bile ait olmayan şirketlerin sahibi olduğu TELE1’e hukuksuz şekilde el konuldu.

Yanardağ, savunmasını şu sözlerle noktaladı:

“Ben sol görüşlü ve yurtsever bir gazeteciyim. Ülkemin aleyhine halkımızın aleyhine herhangi bir faaliyet içerisinde olmam düşünülemez bu bana yöneltilebilecek en çirkin suçlama olur bunu reddediyorum. Sosyalist ve yurtsever bir gazeteci olarak sürdürdüğüm meslek yaşamımda lekelemelere dönük olduğu kanaatindeyim. Bu her şeyden önce kendi hayatıma ihanet etmek olur. Bugüne kadar doğrudan ya da dolaylı bir biçimde belirtilen ilişkiler içinde kesinlikle olmam.”

* * *

Masadaki gazetecilerden biri, “soL’a kayyım atansa ne olur” diye bize soruyor.

“Tabelayı alırlar. Bir hafta içinde eskisi gibi çalışmaya başlarız sanıyorum” diyoruz.

Gün boyu örgütlülük olmamasından yakınan bir diğer gazeteci, “İşte, ben de bu rahatlıktan istiyorum” diyor.

Bekleyiş sürüyor.

/././

Erdoğan-Albayrak ilişkisini tozlu raflardan indiriyoruz: Bu öykü bir yerden tanıdık gelmiyor mu?-Ali Ufuk Arikan-

AKP’nin harcında Albayraklar, Albayrakların harcında ve yükselişinde Erdoğan’ın imzası vardı. Gelin şimdi bu öyküyü ve bugüne uzanan uçlarını tozlu raflardan hep birlikte indirelim.

“Sanıkların 3 ile 75 yıl arasında değişen ağır hapis cezalarına çarptırılmasının istendiği iddianamede, ***'ı 'geleceğin başkanı' yapmak amacıyla çete oluşturulduğu ifade edildi. Organize olarak ihalelere fesat karıştırıldığı ve şartnamelerin ***'ın menfaatleri doğrultusunda hazırlandığı iddia edilen iddianamede, 'Siyasal ve sosyal görüşten kaynaklanan bir amaçla, cürüm işlemek için devasa bir teşekkül oluşturuldu' denildi.”

Yukarıda yerine yıldız koyduğumuz boşluklardan ilkini Ekrem İmamoğlu, ikincisini de Aziz İhsan Aktaş olarak dolduralım ve devam edelim.

“*** başkan yapmak istiyordu. Bunun için emin bir kişiye, düzenli olarak para gönderiyordu. O da paraları, değişik hesaplarda saklıyordu.”

Evet, burada da peşine düşülen ve başkanlık için zulalanan paralardan söz ediliyor.

Yukarıda boşluk doldurmuştuk, aynı şekilde devam edelim.

Zaten bildiğimiz gündem, yandaşların klasik, aylardır devam eden İmamoğlu-Aktaş-Akpolat haberleri işte, neden boşluk doldurmalı bir giriş yaptık ki bu habere?

Çünkü İmamoğlu ve Aktaş yanlış cevap, yukarıdaki boşluklarımız için doğru şıklar Erdoğan ve Albayrak olmalıydı.

Yukarıdaki alıntılar, Erdoğan-Albayrak ilişkilerine odaklanacağımız bu habere hazırlanırken arşivde karşılaştığımız eski gazete küpürlerinden.

Dönemin Sabah gazetesinden...

Ülkemizde bugün devam eden davalara çok benzer bir eksen, benzer iddialar olduğunu açıkça görebiliyoruz sanıyoruz.

Peki, neden böyle bir giriş ve neden Albayrak-Erdoğan ilişkilerini masaya yatırıyoruz?

Gelin hep birlikte detaylara bakalım ama önce yukarıdaki girişin sağlaması niteliğindeki -Hürriyet gazetesi arşivinden- bir alıntıyı daha araya alalım:

“Büyükşehir Belediyesi ihaleleriyle zengin olan Albayrak Grubu sahip ve yöneticileri, ağırlıklı olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi oluşumu için ödendiği iddia edilen komisyonlarla ilgili sorgulandı.Albayrak Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak, ‘Erdoğan’ın işaret ettiği bir fona para aktardıkları' iddialara ilişkin sorulara, ‘‘Belediye birimlerince yapılan ihalelerde, Harun Karaca ve Ahmet Ergün aracılığıyla, Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatları doğrultusunda, herhangi bir komisyon ödenmemiştir. İhaleler nedeniyle, herhangi bir vakfa, özel veya tüzel kişiye, veya siyasi bir partiye, herhangi bir ödeme yapılmamıştır’’ karşılığını verdi.”

Yollar nasıl kesişti?

2001’e gidelim, İstanbul 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Albayrak Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak, Erdoğan döneminde İBB’den 33 ihale aldığını söylüyor ama burada akçeli bir ilişki olmadığını savunuyor.

Dönemin parasıyla tam 140 milyon doları kazanmışlar bu ihalelerden.

Mahkemenin iddiası o ki, bu ihaleler karşılığında Erdoğan’ın siyasi planları için oluşturulan hesaplara para aktarılmış.

Zaten hedeflerinin “Erdoğan’ı Başbakan yapmak” olduğu iddiası davanın en kritik başlığı.

O davanın bir duruşmasında Erdoğan ile Albayraklar ilişkisinin evveliyatını anlatan Mustafa Albayrak, önemli bir uç veriyor aslında: 

“Erdoğan, ağabeyim Nuri'nin yakın arkadaşıdır. Bu samimiyetten dolayı, kardeşlerim, araçlarını bir iki kere kullanmak üzere vermiş olabilirler.“

Albayraklar ile Erdoğan ailesinin ilişkisinin kökleri bu ikilinin 1970'li yıllarda İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde birlikte okuduğu yıllara dayanıyor.

O tarihte başlayan ilişkiler, bugüne kadar sürüyor.

Bu ikili birbirine o kadar yakın ki, arada sadece ihale bağı yok, aile bağı da var. Öyle ki, Nuri Albayrak’ın çocuklarının nikah şahitlerinden birisi Erdoğan.

Biri siyaset basamaklarını hızla tırmanırken diğeri de inşaat ve taşımacılık patronluğu üzerinden yol alıyor o yıllarda.

Sonrasındaysa yollar hiç ayrılmıyor, birlikte büyümeye devam ediyorlar, her anlamıyla.

İBB’den Albayraklar'a giden büyük ihalelerin, yolsuzluk iddialarının kaynağında bu eski hukuk var.

Peki, yolsuzluk suçlamaları ne oldu?

Başlarken açtığımız parantezi kapatalım.

Albayraklar İstanbul’da otobüsçülük ve minibüsçülük yapıyorlar. Erdoğan İBB Başkanlığı koltuğuna oturana kadar da öyle büyük bir mali güçleri yok.

Bugün onlarca sektörde faaliyet gösteren bu devasa holdingin sitesinde yer alan "kilometre taşları" adlı bir bölüm var. Aslında fazla söze gerek yok, onu aktarsak dahi yeterli:

1952'de kurulan ve doğru düzgün bir faaliyeti olmayan bir inşaat şirketi, minibüsçülükten bozma bir personel taşımacılığı girişimi ve atık yönetimi şirketi. 1952'den 1992'ye kadar, yani koca 40 yıla sadece bunlar sığmış. Sitenin ilgili bölümüne, Erdoğan'ın İBB Başkanlığı ve AKP iktidarı dönemiyle birlikte eklenen "kilometre taşları" sayısı tam 46!

Büyüme yukarıdaki görselden de anlaşılacağı üzere İBB koltuğuna Erdoğan oturunca başlıyor.

2001 yılına gidelim, Milliyet gazetesinin bir haberine.

Dönemin Milliyet gazetesinden bir haber: İstanbul Belediyesi'ndeki ihaleler böyle hortumlanıyor. İstanbul Belediyesi ile Albayraklar şirketleri arasındaki 5 ana ihale grubunda hortum yapıldığı ortaya konuldu.

İBB’nin açıklamasına dayanarak Albayraklara Erdoğan döneminde 36 ihale verildiği belirtiliyor haberde. 

Yine aynı habere göre, bu ihale bedelinin 140 milyon dolar, yani dönemin parasıyla yaklaşık 195 trilyon lira olduğu ifade ediliyor.

Minibüsçülükle işe başlayan bir firmanın büyümesi için gerçekten çok ciddi bir kaynak.

Sonrası davalar…

"Erdoğan’ı başbakan yapmak hedefiyle bir çete kurduğu ve yolsuzluklar yaptığı" iddiasıyla yargılanıyor Albayraklar.

Erdoğan’a yakın birçok isim bu operasyonlar kapsamında gözaltına alınıyor.

Yeni Şafak operasyonları 10 yıl sonra "linç günleri" olarak haberleştirip, operasyon kapsamında ceza alan ve tamamı sonradan AKP'li olan isimleri gösteren bu fotoğrafı paylaşıyordu.

İmamoğlu’nun da bugünlerde çok benzer suçlamaların hedefi olduğunu yeniden hatırlatalım. 

Erdoğan için İBB ihaleleri üzerinden Albayraklara para aktardığı, onların da Erdoğan'ın siyasi hareketini güçlendirmek, Erdoğan'ı başbakan yapmak için fon oluşturduğu iddia ediliyor. 

Aradaki fark o dönem patronların önünü açtığı Erdoğan bu operasyona rağmen kolaylıkla iktidara yürüyecekti. İmamoğlu ise bugün çeşitli suçlamalarla cezaevinde.

Biz haberimize devam edelim ve dönemin davalarına dönelim.

Albayraklar dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde "çete" suçlamasıyla yargılanırken şaşırtıcı olmayan bir şekilde çetecilik suçlaması DGM kapsamından çıkarılıyor, dosya ağır ceza mahkemelerine havale ediliyor.

Sonra Erdoğan iktidara geliyor ve söz konusu suçlamalar tasdik edilip cezaya dönüşse de oldukça sembolik kalıyor.

Dönemin gazete arşivine gidelim:

“Mahkeme heyeti, Mustafa Albayrak, kardeşleri Kazım ve Muzaffer Albayrak ile şirketin ihale bölümünde çalışan Hüseyin Yılmaz, Mehmet Sami Polat, Tamer Öztürk ve Osman Temur’un “ihaleye fesat karıştırmak” suçundan, Belediye’nin İhale Komisyonu’nda yer alan Basri Saygı, Mustafa Döner, Ömer Gaziler ve Beytullah Ateş’in de “görevi ihmal” suçundan 2 ay 27’şer gün hapis cezasına çarptırılmalarını kararlaştırdı. Daha sonra bu cezaları paraya çeviren mahkeme, sanıkların bir daha suç işlemeyeceklerine kanaat getirerek cezalarını erteledi.”

Evet, Albayraklar ceza alıyordu ama buna değecekti.

Şu haberle bu faslı kapatalım:

“Uzmanların yaptığı araştırmalar, Büyükşehir-Akbil-Albayrak üçgenindeki usulsüzlükleri tespit etmekle kalmadı. Akbil'de, 250 milyon dolarlık bir usulsüzlük yapıldığı ancak bunu tespit etmenin mümkün olmadığı ifade edildi. Bu paranın, Tayyip Erdoğan öncülüğünde başlayan parti kurma çalışmalarında kullanıldığı ileri sürüldü.”

soL'da rüşvet çarkını tüm detaylarıyla anlattığımız haberde, yukarıda sözü edilen akbil davasının hakimi İsmail Rüştü Cirit'in nasıl düşüp bayıldığını ve sonraki öyküsünü aktarmıştık, meraklısına...

Albayraklar nasıl büyüdü?

Sanıyoruz bu sorunun yanıtını giriş düzeyinde de olsa verdik.

Erdoğan’ın "Akbil yolsuzluğu" haberi basına yansıdığı yıl kurulan partisi AKP’nin harcında Albayraklar, Albayrakların harcında ve yükselişinde Erdoğan’ın imzası vardı.

Sonrasında da birlikte büyümeye devam ettiler.

Nasıl mı?

AKP iktidarının emek düşmanlığının en öne çıkan başlıklarından biri, halka ait ne varsa “babalar gibi satılması”, yani özelleştirmeler oldu, biliyoruz.

Buradan boyuna göre epey büyük paylar alacaktı Albayraklar.

Kuruluşta katkıları vardı, büyümede de olmalıydı.

Sümer Holding’e ait Ereğli Tekstil’i, Balıkesir SEKA’yı ve Trabzon Limanı’nı mideye indirdiler.

Sadece bir hatırlatma: Balıkesir Seka’yı İBB döneminde 140 milyon dolarlık ihale alan Albayraklar sadece 1,1 milyon dolara satın alacaktı. O dönem  fabrikanın içinde bulunan malzemeler ve demirbaşların değeri bile bu miktarın üzerindeydi, dönemin basınında fabrikanın değerinin 50 milyon doların üzerinde olduğu belirtiliyordu.

Büyümenin özelleştirmeden daha ballı bir yolu var mı?

Albayraklar AKP ile birlikte büyümeye devam etti.

AKP içi kavga ve Albayraklar

Şimdi geldik haberin ana konusuna.

Bugünlerde Albayrakların adını en çok AKP içinde süren şiddetli kavgada duyuyoruz.

Ali Yerlikaya doğal hedef, “emoji bakan” dediler!

Mehmet Şimşek, büyüyen ve ihracatlara doyamayan bu grup için bir diğer ana hedef. Onlarca kez Merkez Bankası’nı ve Mehmet Şimşek’i hedef almalarının bir nedeni siyasiyse, diğer neden de tabii ki parayla ilgili.

Son dönemde tüm bunların yanı sıra yargı içinde bazı isimleri açık hedef alan manşetler atmaya da başladılar.

Buna eklenen son halka ise “mülkiyet hakkı hedef alınıyor” haberi oldu.

AKP içinde kavga büyürken, onlar da bu kavganın önemli parçalarından, taraflarından biri haline geliyor.

Uzun süre gündem oldu, Show TV ve Habertürk’ü satın alan Can Holding ile Hakan Fidan arasında bir bağ olduğu öne sürüldü. Bu iddialara dair hiçbir açıklama, yalanlama ya da düzeltme gelmiş değil. Gelmeyecek gibi de.

Ancak bu haberlerin ardından şimdi adı geçen kanalları Yeni Şafak’ın da sahibi olan Albayrakların alacağı iddiası gündemde.

Bu hamle Albayrakların giderek daha da büyük bir güç ve aktör olacağına yorumlanmalı.

Fidan’ın Erdoğan ailesi tarafından sevilmediği iddiaları da düşünülünce, Albayraklar belli ki bu cephede kendi tahkimatlarını giderek sağlamlaştırma kararlılığında.

Sadece Yeni Şafak mı? Karşımızda devasa bir holding var

Söz konusu grup yıllardır sadece taşıma ve basın işleriyle bilinse de aslında çok daha devasa bir güç biriktirdiğini görmek gerekiyor.

Buraya gelmeden çok sık yapılan bir hatayı düzelterek devam edelim, iki soyadının birbirine karışması, hatların karışmasına neden olduğu için.

Yeni Şafak grubunun sahibi olan Albayraklar ile Sabah gazetesinin sahibi olan Albayraklar aynı aile değilller. Sabah'ın sahipleri Damat Berat Albayrak'ın ailesiyle Yeni Şafak'ın sahibi Albayraklar farklı aileler, sadece soyadı benzerliği.

Devam edelim...

Albayraklar minibüsçülükle başlayan büyüme öykülerini artık inanılmaz boyutlara taşımış durumda.

İnşaat, savunma sanayi, kağıt üretimi, şeker üretimi, araç üstü ekipman, tekstil, döküm, limancılık, toplu taşıma, nakliyat, yayımcılık, dağıtım, filo kiralama, bilgi teknolojileri ve turizm gibi alanlarda faaliyet yürüten devasa bir holding haline geldiler.

Asist filo kiralama, Sistemli Dağıtım (İstanbul’da İSKİ, TEDAŞ, İGDAŞ; Ankara ve Trabzon’da TEDAŞ olmak üzere yurt genelinde faaliyet yürüten bir firma), Mezra Ziraat, Platform Taşımacılık, Yeşil Adamlar, Nakil Lojistik, Trabzon Limanı işletmesi, Ereğli Tekstil, Vogel Spor Tekstil, TÜMOSAN Döküm, Erzurum ve Erzincan Şeker Fabrikaları (Sukkar), Varaka Kâğıt ve TÜMOSAN savunma grubun sahibi olduğu şirketlerden sadece bazıları.

Yeni Şafak, TVNET, TV Net Radyo, Ketebe Yayınları, GZT ise yayıncılık alanında Albayrakların sahibi olduğu bazı markalar.

Devlet hastanesi ihalesinden yurtdışında stadyum inşaatına, sayaç okumadan kamuya personel taşımacılığı hizmeti sunmaya kadar binlerce ihale yağıyor Albayraklar'a.

Şirketin sadece 2011 ile 2021 yılları arasında kamudan tam 1 milyar 468 milyon TL değerinde 19 ayrı inşaat ihalesi aldığı haberleri geçtiğimiz yıllarda basına yansımıştı.

Bu miktar faaliyet gösterdikleri tek bir hizmet kolundan!

Bunun dışında hangi alanlardan ihaleler kaptıklarını anlamak için yukarıdaki faaliyet kolları ve şirketlerin bir bölümüne bakmak yeterli.

Fazla uzatmadan, sadece iki örnek verelim. İlki TÜMOSAN'a dair:

"TÜMOSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nuri Albayrak, ürettikleri motor güçlerini 530 beygire kadar çıkardıklarını ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarını yerli motorla karşılamaya başlayacaklarını bildirdi."

İkinci örnek ise AKP'nin patronlar eliyle adeta çıkarma yaptığı Afrika'dan:

"Albayrak Grubu liman yatırımları gerçekleştirdiği Somali, Gine, Gambiya, Kongo, Ekvator Ginesi gibi Afrika ülkelerinde liman operasyonu dışında inşaat, tarım, toplu taşıma ve katı atık yönetimi alanlardaki yatırımlarıyla dikkat çekerken, Grup bünyesinde tarım alanında faaliyet gösteren TÜMOSAN ve Sukkar firmaları Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları listesinde yer alıyor. ...Albayrak Grubu uluslararası alanda Gine Cumhuriyeti’nin farklı bölgelerinde hayata geçirdiği tarım projeleriyle de biliniyor. Yakın zamanda Gambiya, Sierra Leone, Kongo ve Somali’de de tarımsal üretim faaliyetlerine başlamayı planlayan Albayrak Grubu, Afrika Kalkınma Bankası ile iş birliği halinde tasarladığı özel bir üretim/hizmet modeli ile Afrika ülkelerinin gıda güvenliği ve gıdada kendine yetebilme sorunlarına saha temelli çözümler sunmaya devam ediyor."

İBB’den alınan 140 milyon dolarlık ihaleyle başkalaşan serüven, kamudan alınan milyarlarca liralık ihaleler, AKP'nin gözünü diktiği uluslarası faaliyetlerde kapılan rollerle tüm hızıyla ve heybetiyle sürüyor.

Üstelik biriken bu güç, belli ki önümüzdeki dönemde yapılacak yeni hamlelerle, AKP içi kavga da düşünüldüğünde bambaşka boyutlara taşınacak. 

Bu savaşın nereye gittiğini bu arka planı akıllarda tutarak takip etmekte büyük fayda olacak.

/././

AKP'ye geçiş ve itirafçılık tartışmaları: Muhittin Böcek değil, CHP gerçekleri...

Son dönemde soL’da sıklıkla vurguladığımız AKP içi kriz CHP’yi gölgelese de orada da kaos devam ediyor. Muhittin Böcek bunun son sayfası oldu ama belli ki gerisi de gelecek. Peki, CHP cephesinde neler oluyor?

“Her geçmek isteyen AKP’ye geçemiyor. Adnan Beker AKP’ye geçmek istedi. AKP kabul etmedi, CHP’ye geçti. Benim öğrendiğim Muhittin Böcek de geçmek istedi, kabul edilmedi.”

Bu sözler AKP’nin yandaş isimlerinden Rasim Ozan Kütahyalı’ya ait.

Çok ciddiye alınır biri mi diye tartışmanın bir yere kadar anlamı var.

Önemli olan ortaya çıkan zeminin kendisi. Sadece son dönemde CHP'den istifa edip AKP’ye geçen belediye başkanlarını hatırlayalım:

“Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, Beykoz Belediye Başkan Vekili Özlem Vural Gürzel, Aydın Söke Belediye Başkanı Mustafa İberya Arıkan, Aydın Yenipazar Belediye Başkanı Malik Ercan, Aydın Sultanhisar Belediye Başkanı Osman Yıldırımkaya, Gaziantep Şehitkamil Belediye Başkanı Umut Yılmaz, Seydişehir Belediye Başkanı Hasan Ustaoğlu, Yalova Altınova Belediye Başkanı Yasemin Fazlaca, Ardahan Göle Belediye Başkanı Gökhan Budak."

Bu isimlere son olarak Burcu Köksal’ın ekleneceği iddiası gündeme gelmiş, Köksal bir günlük sessizliğin ardından iddiaları yalanlamıştı.

Köksal şimdilik parti içinde yönetime karşı savaş bayrağı açıp kalırken, CHP'den istifa eden Antalya Aksu Belediye Başkanı İsa Yıldırım ise AKP ile temasta olduğunu ve oraya geçmek istediğini açıkladı.

Yıldırım, geçiş için Erdoğan'ın onayını bekleyenlerden biri. 

Yani CHP’den AKP’ye geçiş tartışmalarının gerçek anlamda güçlü bir arka planı var.

Son olarak Bayrampaşa krizini hatırlayalım.

CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, bir bölümünü bizzat kendisinin partiye kattığı ve belediyenin AKP’ye geçmesine neden olan eski CHP’lilere ilişkin şunu diyordu:

“CHP listelerinden seçilip sonra istifa eden 4 bağımsız meclis üyesi, onurunu satanlar, siz Bayrampaşa'da başınız önünüzde yürüyeceksiniz.”

CHP'den ayrılıp AKP'ye geçen isimlerin paylaştığı fotoğraf

"Bu kadar kolay çizgi değiştirip CHP’den AKP’ye geçen isimleri o koltuklara getirenlerin hiç mi suçu yok?" sorusunu CHP’nin iç meselesi deyip geçiyoruz. Biz konumuza dönüyoruz...

CHP'nin içi gerçekten çok karışık durumda.

Kurultay, Kılıçdaroğlu, Köksal, Böcek ve CHP

Son kurultay sürecinde Kılıçdaroğlu'nun sessiz ama kriz yaratan tutumu, AKP'nin Gürsel Tekin hamlesi ve onlarca ihraç tam da bu karışık zeminden güç alıyor.

Rasim Ozan Kütahyalı gibi yandaş isimlerin de bu karışık zemini fırsata çevirdiği ortada.

CHP'ye yakın isimlerin parti geçişleri ve operasyonlar konusunda "herkesin birbirine bağlı bir kiri var" değerlendirmesi, düzenin tüm unsurlarıyla nasıl bir çürüme yarattığının işareti aslında.

Yani "her şey AKP'nin köpürtmesi, bunların hiçbiri gerçek değil" savunmasının bir yerden sonra hiçbir anlamı bulunmuyor.

Tam da bu yüzden "hem Köksal'ın hem de Böcek'in AKP'ye geçmek istediği ama Erdoğan tarafından veto edildikleri için geçemedikleri" iddiası, yaptıkları aksi yöndeki açıklamalar kadar rağbet görüyor.

Gelelim Böcek meselesindeki son duruma.

Dün Halktv’den gazeteci İsmail Saymaz’ın paylaşımı büyük tartışma yarattı. Saymaz, “Yolsuzluk soruşturması kapsamında tutuklanan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in etkin pişmanlıktan yararlanmak için başsavcılığa başvurduğu ifade ediliyor. Antalya Başsavcılığı, başvuruyu değerlendiriyor. Konu, Başsavcı Yakup Ali Kahveci’nin masasında” demişti.

İsim var, ayrıntı var ve detaylar var.

Saymaz’ın bu mesajıyla benzer sıralarda TGRT ekranlarında da aynı içerikte bir tartışma yürüyordu.

TGRT Haber Ankara Temsilcisi  Fatih Atik, “Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in itirafçı olmak istediği bilgisi bana ulaştı. CHP içinden gelen bilgi böyle, sağlık problemleri var, içerde kalmak istemiyor” diyor, Böcek’in etkin pişmanlıktan yararlanmak istediğini aktarıyordu.

Bu tartışmalar sürerken Böcek konusunda AKP’ye geçmek istediği iddiasını gündeme getiren Rasim Ozan Kütahyalı da topa giriyor ve Saymaz’ın mesajını alıntılayarak şu iddiayı dile getiriyor:

“Muhittin Böcek, cezaevinde savcı ile görüşmüş İsmail. Böcek’in itiraf edeceğini savcıya ifade ettiği mevzu başlıkları korkunç. Bence polis-adliye muhabirliği kökenli bir gazeteci olarak o başlıkları öğren, şok yaşayacaksın.  Böcek’in avukatları da müvekkillerinin tüm gerçekleri açıkça ifade vermesi için görüş bildirmiş kendisine. Özellikle Antalya CHP ve CHP genel merkezinden birkaç isimle ilgili de çok detaylı ifade vereceğini belirtmiş Muhittin Böcek. Mesele artık Antalya Cumhuriyet Başsavcısı Yakup Ali Kahveci’de düğümleniyor… Önümüz kış ama Antalya’yı çok ama çok sıcak günler bekliyor…”

Şimdi biraz geriye gidelim, bir hafta kadar…

AKP’nin eski yöneticilerinden ve vekillerinden Şamil Tayyar, İmamoğlu’nu hedef alan Beşiktaş iddianamesinin merkezindeki isim Rıza Akpolat’a dair “eğer yalnız bırakılır ve sahiplenilmezsem Ekrem İmamoğlu aleyhine konuşurum” dediği iddiasında bulunuyordu. 

Yani yandaşların itirafçı olacak dediği kritik isimlerin arasına Akpolat da ekleniyordu.

Tüm bu tartışmalar CHP içinden yapılan karşı açıklamaları akıllara getiriyor.

Özgür Çelik'in Bayrampaşa’da "kendilerini satan" isimleri hedef aldığında olduğu gibi Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu da insanların baskı ve tehditle itirafçı yapıldığını söylüyordu bir süredir.

Bu açıklamalar doğrudur, AKP’nin bu isimlere baskı yapmadığını düşünmek için fazlasıyla saf olmak gerekiyor.

Ancak aynı şekilde bu tabloyu sadece baskıyla açıklamaya kalkmak da halkı saf yerine koymak oluyor.

CHP’nin siyaset yapma tarzı, aday belirleme yöntemleri ve tercihleri diğer düzen partileriyle aynı eksen üzerinden ilerliyor.

Parası olan patronlar, parti yöneticileri aday oluyor, sonrasında paraları ve koltukları riske girince de kendilerini kurtaracak olan yol neyse o mübah hale geliyor.

Kısacası AKP’nin saldırganlığı ne kadar doğruysa CHP içi çürüme haberleri de o kadar doğru.

Ortada çelişki değil, bir kez daha birbirini tamamlayan bir doğrultu var.

Bu nedenle de Böcek’in bu yönde bir başvuru yapmadım açıklaması, kimseyi tatmin etmiyor, inandırıcı da gelmiyor.

***

HTŞ bağlantılı isimler IŞİD'den tutuklandı: 'TSK ve MİT ile çalıştık' diye savunma yapıp Suriye'de işbirliği teklif ettiler

Muğla’da cihatçı bir grup IŞİD operasyonunda tutuklandı. Avukatları, "IŞİD’le değil, El Kaide ve HTŞ ile temas halindeler" savunması yaptı, ayrıca "TSK ve MİT’le işbirliği içinde olduklarını" vurguladı.

Muğla’da geçen ay düzenlenen IŞİD operasyonunda, “Fecr İslam Gençliği” adlı cihatçı topluluğun lideri Şafii İ., kardeşi Onur İ. ve Abdulkadir F. tutuklandı. Tutuklanan isimlerden Onur İ.’nin geçmişte Suriye’de silahlı faaliyet gösterdiğine dair istihbarat bulunduğu, ayrıca AFAD’da kentsel arama kurtarma ve tehlikeli madde eğitimi aldığı ortaya çıktı.

2015'ten bu yana HTŞ ile temasta

HalkTV'den İsmail Saymaz'ın haberine göre, “Fecr İslam Gençliği” adlı topluluğun, 10 yılı aşkın süredir Muğla’nın Şeyh Mahallesi’nde faaliyet gösterdiği, kullandıkları binanın medrese olarak da işlev gördüğü belirlendi. Topluluğun lideri 41 yaşındaki Şafii İ., Van’dan Muğla’ya göç eden ve inşaat işiyle uğraşan bir ailenin üyesi. Dört çocuk babası olan Şafii İ.’nin kardeşi 29 yaşındaki Onur İ. ise İnşaat Teknisyenliği bölümü öğrencisiydi.

İki kardeşin de aralarında bulunduğu beş kişinin 2015’te yasadışı yollardan Suriye’ye geçerek, Heyet Tahrir Şam’ın (HTŞ) kontrolündeki bölgeye gittikleri tespit edildi. Onur İ., sorgusunda burada silahlı faaliyet değil, savaş mağduru ailelerin kaldığı kampta kömür dağıtımı yaptıklarını ileri sürdü. 2021’de yeniden Suriye’ye geçtiklerini, bu kez Türkmendağı bölgesinde gıda yardımı yaptıklarını söyledi.

El Kaide'ci isimle buluşmuş

Soruşturma dosyasına göre Onur İ. ve arkadaşları, 2025'in Şubat–Mart aylarında yeniden İdlib’e giderek Türkiye’de “El Kaide üyeliği” suçlamasıyla sarı kategoride aranan, “Musa Ebu Cafer” kod adlı Musa Olğaç ile görüştü. Onur İ., Olğaç’la sosyal medya üzerinden tanıştığını ve “ayaküstü yarım saat sohbet ettiklerini” söyledi.

İki hafta sonra ağabeyi Şafii İ. de bölgeye giderek Olğaç’la tanıştı. Onur İ., bu görüşmeyi “Musa hoca Türkleri toplayıp haftada bir konuşma yapardı. Katılanlar genelde Türk vatandaşı olup daha önce El Nusra’da bulunmuş 40-50 kişiden oluşuyordu” sözleriyle anlattı.

Topluluğun adresinde yapılan aramada ise gri kategoride aranan Feyzullah Birışık’a ait kitaplar bulundu. Onur İ., Birışık’ın 2014–2015 yıllarında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi yurdunda "dini sohbetler" düzenlediğini ve kitap gönderdiğini söyledi.

'Şeri hükümlere göre yönetilmek isterdim'

Sorgusunda “Türkiye Cumhuriyeti’ni tağut ya da dar’ül harp olarak görüyor musunuz?” sorusuna yanıt veren Onur İ., “Demokratik ve laik düzeni benimsemiyorum. Kuran ve sünnet dışında hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Şeri hükümlere göre yönetilmek isterdim” dedi. Buna rağmen IŞİD ile hiçbir bağlantısının olmadığını savundu.

AFAD'dan 'tehlikeli kimyasallar' eğitimi almış

Onur İ.’nin İnsani Yardım Vakfı (İHH) üyesi ve AFAD gönüllüsü olduğu tespit edildi. 23 Ekim 2024’te Muğla’da orta seviye kentsel arama kurtarma eğitimi aldığı, 7–8 Mart 2024 tarihlerinde ise “Tehlikeli Madde Eğitimi” kapsamında endüstriyel ve evsel kimyasallar hakkında farkındalık eğitimi gördüğü öğrenildi. AFAD yetkilileri, bu tür eğitimlere katılanlardan sabıka kaydı istendiğini, Onur İ.’nin sabıka kaydı bulunmadığı için kabul edildiğini açıkladı.

Çocukları hedef almışlar

Topluluğun kullandığı dairede yapılan aramada, Şafii İ.’ye ait not defteri ele geçirildi. Notlarda “Bizim Muğla’da davet yaparken asıl olan gözetimi kaybetmememiz lazım. Asıl hedef cihad hazırlığı olacak” ifadeleri yer aldı. Şafii İ., bu sözlerle Muğla’da silahlı bir harekete çağrı yapmadığını, Müslümanların zarar gördüğü ülkelere yönelik “bilgilendirme” anlamında yazdığını söyledi.

Ayrıca defterde “Çocuk kampı araştır, altyapı kuruldu, sahaya çıkmaya hazırlar” gibi ifadeler de bulundu. Şafii İ., bu notları “akrabalarıyla düzenledikleri piknik ve kamp etkinliklerine dair planlama” olarak savundu. Kampları genellikle Muğla Akbük’te yaptıklarını söyledi.

Avukattan 'biz de sizdeniz' savunması: 'Temas edilen isimler MİT'le işbirliği içinde'

Şafii ve Onur İ.’nin avukatı Onur Güler, müvekkillerinin IŞİD üyeliği iddiasıyla tutuklanmalarına karşın, asıl suçlamaların El Kaide ve HTŞ bağlantısına dayandığını belirtti. Güler, sorguda adı geçen Musa Olğaç ve Feyzullah Birışık gibi isimlerin Türkiye’nin sahadaki operasyonlarında TSK ve MİT’le işbirliği içinde olduklarını savundu.

Güler ayrıca, “Münfesih Örgüt Teorisi” olarak bilinen Suriye’de faaliyet gösteren selefi grupların da tıpkı PKK ile yürütülen "çözüm" sürecinde olduğu gibi bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürdü.

Bu teoriye göre, silahlı faaliyeti sonlandırmış örgütlerin kendilerini “feshetmiş” sayılması ve üyelerinin doğrudan mevcut siyasi düzene geçişinin önünün açılması hedefleniyor. Avukat Güler, “HTŞ dahil olmak üzere bu grupların yeni Suriye’de yönetime katıldığını, bu nedenle ‘Münfesih Örgüt Teorisi’nden yararlanmaları gerektiğini” söyledi.

***

Cumhuriyeti çıkmaz sokaktan kurtarmak -Ali Rıza Aydın

Halkın ve meclislerin değil sermaye sınıfının, siyasal iktidarının ve bunların gerici işbirlikçilerinin söz ve karar sahibi olduğu düzen cumhuriyet olmaz.

Kurtuluş ve kuruluştan gelen aydınlanma, kamuculuk, yurttaşlık ve cumhuriyet birikimi bugün çıkmaz sokağa sıkıştırılmış durumda. Kimilerince 102. yıl kutlamalarında “ülkenin gururu” olarak tanımlanan günün siyaseti emperyalizmi, kapitalizmi, dinsel ve etnik gericiliği, sömürüyü içeriyor. Karşıdevrimi içeriyor. Eğer cumhuriyetin gerçek sahipleri her yıl olduğu gibi bu yıl da kutlamalar bitince düzenin dümen suyunda yaşama sessizliğine bürünmeye devam edecekse çıkmaz sokağa daha çok sıkışılacak.

Çıkmaz sokağın duvarlarını emperyalizm ve işbirlikçiler, NATO’cular, işgalci ve yağmacılar, holdingler ve tarikatlar, çıkarcılar ve gericiler, cinayetleri yaşam tarzı yapanlar, hırsızlar ve rantçılar, savaş sevdalıları, bilim ve sanat düşmanları, burjuva devleti ve hukuku, sandıktan önce ve sonra genel oy hakkını çalanlar, liberal kuşatmacılar, kamu kaynaklarını ve hizmetini satanlar, karşı devrimciler ve cumhuriyetçiler, sömürücüler örüyor, koruyor. 

Cumhuriyetçiler siyaseten teslim alınan biçimsel cumhuriyete sığmıyorsa da “toplumun tüm kesimleri ekonomik sıkıntı içinde” diyenler muhalefet yaptığını sanıp halkı, sömürülenleri özveriye, suskunluğa, rızaya çağırıyor.

Kurtuluş ve kuruluş cumhuriyetinin ilerici, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı, devrimci kanadı ne kadar savaşırsa savaşsın gerici, işbirlikçi, karşı devrimci, sömürücü kanat hep yan kulvarda oldu; 1946 ve sonrasında da -kimi zaman frenlenmesine karşın- egemenliği elde tuttu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 militarist el atmalar da gösterdi ki sermaye sınıfının egemenliğinin ve siyasal iktidarının sürdürülebilmesi bir yandan emperyalist işbirliğine diğer yandan gericiliğe dayandırılırken emekçilerin baskı ve denetim altında tutulmasından hiç vazgeçilmedi.

Cumhuriyetin niteliklerinin dokunulmazlığı, egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusa ait olması, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvencesi, meydan buluşmaları, olası seçimler halkı ne kadar canlı tutarsa tutsun sonuç değişmiyor. Nedeni çok açık. Anayasanın ekonomi politiği değişmiyor, sömürü sürüyor.

Evet toplum içinde devletin, devlet içinde siyasal iktidarın tanımlanması ve sınırlandırılması, hak ve özgürlükler, anayasallık ve hukuk savaşımlarla kazanılmıştır, hafife alınmaz ama bir yandan da bu kurumlar sömürücü düzenin araçlarıdır. Sömürücü düzen tarafından biçimlendirilirler.

Örneklersek, çalışma düzeninin hukuka bağlanması sömürüyü ortadan kaldırmamış biçimini değiştirmiştir. Bu düzene de başka değişikliklerle her an el atılmaktadır. Cılız olumluluklar uzun yaşatılamamakta ya uygulama ya da yargısal denetim yollarıyla gasp edilmektedir.

Uyulmayan Anayasa ve yasa hükümleri, uygulanmayan yargı kararları ya da çifte standart uygulamalar artık olağanlaştırıldı; “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” çağrıları da ciddiye alınmaz oldu. Liberalizmin yüzü kızarıyor mudur?

Aradan çok geçmedi. 2008 yılında AKP’nin Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yaptığı düzenleme Anayasa Mahkemesi'nden dönerken “yöntem bakımından dini siyasete alet etmesi, içerik yönünden de başkalarının haklarını ihlale ve kamu düzeninin bozulmasına yol açması nedeniyle laiklik ilkesine açıkça aykırı olduğu sonucuna” ulaşılmadı mı?

Yine aynı yıl AKP “demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle” suçu sabit görülerek mali yaptırıma tabi tutulmadı mı? Bugün laiklik ilkesi, cumhuriyet nerede? AKP nerede?

Anayasal cumhuriyetle yetinilemeyeceğine, sömürücülere güvenilemeyeceğine ilişkin çok örnek var.

Liberal ideoloji sınırsız sömürünün önünü açarken, bireysel özgürlükler ve demokrasi yanılsamasıyla halkı kıskaç altına alırken cumhuriyeti de halkın egemenliği ve iktidarından uzaklaştırma, ilkelerinden kopma, sömürücü düzene hizmet etme aracı durumuna sokuyor.

Cumhuriyet emekçilerin egemenliğinin, yönetim ve yaşam tarzının, kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesinin yolunu açması gerekirken sömürücülerin biçimsel aracı olma yolunda.

İlkeleriyle, organlarıyla, hukukuyla bütün kurumları sömürücüler için çalıştırılan bir biçimselliğin adı dahi cumhuriyet olamaz. 

Halkın ve meclislerin değil sermaye sınıfının, siyasal iktidarının ve bunların gerici işbirlikçilerinin söz ve karar sahibi olduğu düzen cumhuriyet olmaz.

Kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomi politiği cumhuriyeti halktan koparmak için çıkmaz sokakta tutmaya devam edecektir. Sömürücü patronlar ve sömürücü siyaset neye gereksinmesi varsa cumhuriyeti oraya bükme hedefinden vazgeçmeyecektir. 

“Sandık” nakaratları da aynı çıkmaz sokakta halkı kandırma kılıfı olarak eriyip gitmektedir ki artık seçim sonuçları da tanınmaz olmuş, seçme ve seçilme hakkının yok sayılması yoluna girilmiştir. Transferler, altılı masa oyuncularının durumu siyaset-piyasa içiçeliğini gösteriyor.

Seçimden seçime anımsanan halk siyasetten uzak tutulurken cumhuriyetten de uzak tutuluyor. Kutlamalar halkın cumhuriyetine yetmiyor.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin 25 Ekim 2025 günlü 6. Genel Kurulunda, bir Emekçi Cumhuriyetinin kuruluş sürecinde birlikte yol yürünebilecek kapsam alanının daha geniş bir çevreye taşınması hedeflenirken yerelliklere, gençliğe ve çeşitli emekçi kesimlere uzanmanın ve bu birlikteliğin bir halk hareketine dönüşme potansiyelinin önemi de vurgulandı.   

Cumhuriyetin ilke ve değerleri için savaşım sınıfsaldır. Emekçilerin cumhuriyeti için savaşımla özdeşleşerek, cumhuriyetçilerin ilkesel bütünlüğüyle birlikte hedefe ulaşacaktır.          

İnsanın insanı sömürdüğü düzenden kurtulmanın, doğadan ve insanlıktan yana, eşit, özgür, adaletli, planlı, kamucu, laik ve bağımsız cumhuriyeti kurmanın görev ve sorumluluğu  102 yıl boyunca cumhuriyete güç veren emekçilerindir.

/././

Cumhuriyeti patronlardan kurtarmak -Alpaslan Savaş-

Cumhuriyetin köküne dökülen kibrit suyu, Adnan Menderesle başlayıp Tayyip Erdoğan’la bitmiyor. Öncesinde, sonrasında ve bugününde sermaye sınıfı var.

Biz Cumhuriyeti biraz da 1917 Ekim Devrimi’nin açtığı yola borçluyuz. Rusya’da işçi sınıfının emperyalistlerin paylaşım hesaplarına esaslı bir darbe vurup koca bir coğrafyada yeni bir işçi devleti ortaya çıkarması sadece bizim coğrafyamızda değil, dünya tarihinde büyük bir kırılmadır. Devrim sonrası patlak veren iç savaşın ardından, 1922 yılının son günlerinde kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, yüzyılın akışını tamamen değiştirdi. “Büyük insanlığı” Ekim devriminin yarattığı bu kırılmaya borçluyuz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu da geçtiğimiz yüzyılın başındaki bu devrimci döneme denk düşüyor. Mustafa Kemal önderliğindeki milli mücadele, Ekim Devriminin açtığı yolu değerlendirdi ve ülke kendi kaderini belirledi. 1922’nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile 1923’ün Türkiye Cumhuriyeti “devrim cephesinin” ürünü oldu.

Ekim devriminin ayırt ediciliği, insanın insanı sömürmesine neden olan her şeyi toplumsal düzenden uzaklaştırmasıydı. Sovyet Cumhuriyeti kendi sömürücü sınıfını alaşağı edip ülkesinden söküp attı.

Anadolu’daki devrim de büyük iş başardı. Ülkeyi emperyalistlerden temizledi, onların saraydaki işbirlikçileriyle hesaplaştı, halkçı, laik ve kamucu dönüşümlere imza attı. Fakat diğerinden farklı olarak bir kapitalist sınıf, bu cumhuriyetin bağrında adım adım gelişti. Geçmişin toprak ağası tüccar oldu. Tüccar tüccarla ortaklık yaptı, devletle iş tuttu, tuttuğu işi büyüttü itibar buldu. Planlı sanayi hamlesinin etrafında serpildi, zamanla büyüdü, bir süre sonra da devletin önceliklerini belirler oldu. Halkı sömürmeye, kaynaklara el koymaya, kuruluşta karşısında mücadele edilen emperyalist tekellerle işbirliği yapmaya başladı.

Şimdi milyar dolarlık holdinglere sahipler. Koç, Sabancı, Şahenk, Ülker, Albayrak, Eczacıbaşı, Tosyalı… Ülkenin kaynaklarına çöküp her 29 Ekim’de şirketlerine Cumhuriyet’i kutlayan reklamlar yayınlatıyorlar.

İşte bu sınıf cumhuriyeti kemirdi. Yıkımın nedeni onlar ve onların sınıfsal tercihleridir.

Üstelik bu sınıfın hiç var olmadığı, Cumhuriyetin çok uzun bir döneminde resmi tez olarak anlatıldı. 1930’ların başında büyük bir şiddetle ortaya atılan “Türkiye’de kapitalist bir sınıf olmadığı” tezi, devlet olanaklarıyla sermaye sınıfı yaratma çabasıyla paraleldir. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir milletiz” söylemi marşlara söz oldu. “Bizde sınıf yok” tezine anti-komünizm eşlik etti. Oysa mesele tam olarak sınıfsaldı ve kapitalist sınıfın kendi iktidarını üst yapının tümünde sağlama alma çabasının ürünüydü.

Yani Cumhuriyetin köküne dökülen kibrit suyu, Adnan Menderesle başlayıp Tayyip Erdoğan’la bitmiyor. Öncesinde, sonrasında ve bugününde sermaye sınıfı var. Cumhuriyetin kazanımlarını yeniden elde edebilmemiz için kurtulmamız gereken bir sermaye sınıfı…

Cumhuriyetin kazanılması için değil, cumhurun hayatta kalması için de bu bir zorunluluk. İşte sadece dünden bize kalan iki acı olay:

Türkiye'nin en büyük katma değerinin üretildiği ilçede, Gebze’de durup dururken bir bina çöküyor ve altında bir işçi ailesi kalıyor. Çünkü emekçi halkın güvensiz binalarda yaşaması sermaye sınıfının neden olduğu yoksulluğun ve eşitsizliğin ürünü.

Holdinglerin Cumhuriyet reklamlarının televizyonlarda döndüğü gün, Cumhuriyet bayramında çalışmak zorunda kalan tarım işçileri kendilerini tarlaya götüren servisin yaptığı kazada can veriyor. Çünkü işçilerin katmerli sömürü koşullarında, kelle koltukta üç kuruşa çalışmak zorunda kalması patronların hep daha ucuz işgücü istemesinden.

102 yıl sonra geldiğimiz nokta burası. Bu bile yeterli değil mi sömürücü sınıfın tercihlerinin Cumhuriyetin kazanımlarına ve emekçi halkımıza maliyetini anlatmaya?

Anlatmakla kalmayıp, yurttaşlık görevimizi yerine getireceğiz. Cumhuriyeti sermaye sınıfından kurtaracağız:

“Sözümüz olsun ki, Türkiye'yi emperyalizm ve sömürüden arındıracağız. İç güç, dış güç fark etmez. Bunlar ülkemizin ve halkımızın bağrındaki urdur. Cumhuriyet’i sosyalizmle yeniden ayağa kaldıracak, ona yapışmış her tür asalağı söküp atacağız” (TKP 29 Ekim Açıklaması: Cumhuriyeti Selamlıyoruz, Geldikleri Gibi Giderler)

/././

Asgari ücrette 3 ölçüt -Atilla Özsever-

2026 yılı asgari ücreti için çeşitli oranlar ifade ediliyor. Peki, sendikalar neyi ölçüt almalı? Yoksulluk sınırının yarısı mı, kamudaki en düşük işçi ücreti mi yoksa en düşük memur maaşı mı emsal olmalı? İnsanca yaşamı geçerli kılan somut bir ölçüt üzerinde durulmalı…

Yeni yılda asgari ücretin ne olacağı konusu, günümüzde de emekçiler açısından tartışılan konuların başında geliyor. Çeşitli uzmanlar, asgari ücrete yapılacak zam oranıyla ilgili tahmini görüşler açıklıyorlar.

Merkez Bankası’nın 2026 yılı için öngördüğü enflasyon hedefi yüzde 16. Banka, 2025 yılı sonu itibariyle de enflasyon oranının yüzde 24 olarak gerçekleşeceğini öngörüyor ancak tahmin bandını yüzde 29’a kadar da çıkarabiliyor.

AKP Hükümeti’nin Orta Vadeli Programı’nda da 2025 yılı sonu itibariyle enflasyon oranı yüzde 28,5 olarak öngörülüyor. Öte yandan uluslararası finans kuruluşları da asgari ücrete 2026 yılında yüzde 20’lik bir zam yapılacağı öngörüsünde bulunuyorlar.

Sosyal güvenlik uzmanları da, yüzde 20 ile yüzde 28,5 aralığında bir artışın beklendiğini ifade ediyorlar. Bu durumda halen net 22 bin 104 lira olan asgari ücretin 2026 yılında 26 bin lira ile 28 bin lira arasında olabileceği tahmin ediliyor.

AKP Hükümeti’nin ücretleri baskılama politikası, gerek bu yılki kamu sözleşmelerinde ve gerekse memur maaşlarının belirlenmesinde ortaya konmuş oldu. Hükümet, genelde hedeflenen enflasyon oranına göre, yani TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) sahte enflasyon oranları üzerinden bir artışı öngörüyor.

Bakanlık ‘top çeviriyor’

Bilindiği gibi asgari ücret işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan 15 kişilik bir komisyonun kararıyla belirleniyor. Bu komisyonda, genellikle hükümet ve işveren ortak hareket ettiğinden işçi kesiminin talebinin bir ağırlığı bulunmuyor.

O nedenle işçi kesimini - en fazla üyeye sahip olduğu gerekçesiyle - temsil eden Türk-İş bile sonunda bu komisyon toplantılarına katılmayacağını ifade etti. 2026 asgari ücretini hükümet ve işverenin birlikte belirlemesinin bir anlamı da kalmayacak.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, geçenlerde yaptığı bir açıklamada, sendikaları suçlayarak "Somut bir şeyle gelmiyorlar karşımıza. Taleplerini, isteklerini anlayabilmek için diyalog kuruyoruz" diye konuştu.

Oysa Türk-İş dahil diğer işçi konfederasyonları Hak-İş ve DİSK de, komisyonun oluşumunda işçi kesiminin tüm konfederasyonlar açısından üyeleri oranında temsil edilmesini ve asgari ücretin saptanmasında hükümet ve işveren kesiminin ağırlığının giderilmesi görüşünü savunuyor.

Hak-İş, Almanya örneğini vererek komisyonda sadece işçi ve işveren temsilcilerinin bulunmasını talep ediyor. DİSK ise, asgari ücretin ülke çapında toplu pazarlıkla belirlenmesini, uyuşmazlık halinde de grev hakkının söz konusu olması gerektiği görüşünü ortaya koyuyor.

Üçlü Danışma Kurulu toplantısı

Aralık ayında bir araya gelecek komisyon toplantısı öncesinde işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan Üçlü Danışma Kurulu, Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nun işleyişini ele almak üzere 22 Ekim 2025 günü bir araya geldi. Taraflar, toplantıda komisyonun temsil dengesi ve karar süreçleri üzerine görüş alışverişinde bulundu.

Kurul, Çalışma Genel Müdürü Mehmet Baş başkanlığında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nda toplandı. Toplantıya, Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar, TİSK Genel Sekreteri Akansel Koç, ayrıca Hak-İş ve DİSK temsilcileri katıldı. Toplantıda somut bir sonuç ortaya çıkmadı.

Asgari ücretin kapsamı

Halen ülkemizde 17 milyona yakın çalışanın nerdeyse yarısı asgari ücretle geçiniyor. Yani, asgari ücret, ortalama ücret haline gelmiş bir durumda bulunuyor. Öte yandan asgari ücret, sadece bu ücretle çalışanları değil prime esas kazancın saptanması açısından emekli olacakların aylıklarını, işsizlik ödeneğinin belirlenmesindeki rolüyle de işsiz kalanları yakından ilgilendiriyor.

Ayrıca Anayasa’nın 55. maddesi gereğince asgari ücretin saptanmasında tüm çalışanların geçim koşulları dikkate alındığından memurları da ilgilendirdiği ortaya çıkıyor. Ayni madde de devletin “çalışanlar” denilerek işçi ve memurun da en alt düzeyde bir geçim standardına sahip olmasındaki yükümlülüğü ifade ediliyor.

Görüldüğü gibi asgari ücret meselesi, işçilerle birlikte memurları, emeklileri, işsizleri, yani toplumun büyük bir kısmını ilgilendiriyor. Kuşkusuz böyle bir bakış, tüm bu kesimlerin ortak mücadelesinin de gerekliliğini ortaya koyuyor.

Üç ölçüt

Asgari ücretin saptanmasında sendikalar yönünden özellikle üç ölçütün gündeme geldiği görülüyor. Yoksulluk sınırı dikkate alınarak bir ailede en az iki kişinin çalıştığı öngörülürse asgari ücretin yoksulluk sınırının yarısı kadar olması öneriliyor. Yani bir eve en az yoksulluk sınırı kadar ücretin girmesi gerekiyor.

Yoksulluk sınırı, Türk-İş’in 2025 Eylül sonu verilerine göre 91 bin 109 TL’dir. Yarısı 45 bin 555 TL eder. DİSK de, zaman zaman bu bağlamda asgari ücretin en az yoksulluk sınırının yarısı kadar olması görüşünü savunuyor.

Diğer bir ölçüt ise, asgari ücretin kamu kesimindeki toplu sözleşmeler bağlamında en az ücret alan işçinin aylığına denk gelecek şekilde belirlenebilmesi görüşüdür. Yani asgari ücret, kamudaki en düşük ücret kadar olmalıdır. Vergi yükü düşüldüğünde halen en düşük kamu işçisinin net ücreti 36 bin 960 TL’dir.

Son bir ölçüt ise, asgari ücretin en düşük memur maaşı düzeyinde olmasıdır. Anayasadaki tanıma da uygun olarak çalışanlar açısından işçi ve memurun en düşük ücret düzeyinin birbiriyle aynı olması gerekiyor. Halen en düşük memur maaşı da, aile yardımı dahil 50 bin 503 TL’dir.

Memur maaşıyla bağlantı

Geçmiş dönemde, yani 1974’ten itibaren asgari ücretle en düşük memur aylığı arasında yasal bir bağlantı vardı. En düşük memur aylığı, asgari ücretten daha düşük olamazdı. Şimdi ise çok tersine bir durum var.

En düşük memur aylığı 50 bin 503 TL, asgari ücret ise 22 bin 102 TL’dir. Yani en düşük memur aylığı, asgari ücretin iki mislinden fazladır. Diğer bir ifadeyle asgari ücret, en düşük memur aylığının yarısından da daha aşağı bir düzeye inmiştir.

Şimdi ise bu ilişkinin mantığını dikkate alarak asgari ücretin en düşük memur aylığından daha az olmayacağı yönünde sendikaların bir baskı yaratması da gerekiyor.

Yönetmelik ne diyor?

Aslında asgari ücret, çalışanın insanca yaşamasını sağlayacak bir ücret olmalıdır. Bu bağlamda, gıda harcamaları dahil barınma, ısınma, eğitim, sağlık dahil zorunlu ihtiyaçların karşılandığı bir ücret düzeyi gereklidir.

Nitekim, Asgari Ücret Yönetmeliği’nde de buna benzer bir tanım söz konusudur. Yönetmelik şöyle diyor:

“Asgari ücret, işçilere normal bir çalışma günü karşılığında ödenen ve işçinin; gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek miktarda belirlenen ücrettir.”

Tabii bu tanımda, günümüz koşulları dikkate alınarak konut kavramını ısınma, aydınlanma ihtiyaçlarını da içerecek şekilde düşünmek gerekir. Keza “zorunlu ihtiyaçlar” kavramından hareketle eğitim ihtiyacını da bunun içinde saymak uygundur. Ayrıca tek işçi değil, ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) standartlarına göre aile dikkate alınmalıdır.

Asgari ücreti, toplumun büyük bir kısmını ilgilendirmesi açısından ülke çapında grev hakkını da içeren bir toplu pazarlık olarak görmek, uygun bir yaklaşımdır. Ancak burada, kısa vadede anayasayı, yasal düzenlemeleri de gerekçe göstererek asgari ücretin en düşük memur maaşı kadar olmasını savunmanın da uygun olduğu görülüyor...

/././

soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...