soL "Köşebaşı + Gündem" -30 Kasım 2025-

 Batman’da tarla, Isparta’da MESEM: Sermaye çocukları ölüme sürüyor 

Dün bir çocuk daha sömürü çarkının içinde can verdi, biriyse ölümden döndü. Batman’da 9 yaşındaki İsa traktör altında kaldı, Isparta’da MESEM'li Umut Eren inşaattan düştü. İktidar verileri karartsa da tablo net. Bu düzen çocuklara gelecek değil, ölüm vadediyor.

Tokat'taki Yazmacılar Hanı'nda, çocukların çalıştırıldığı bir atölyenin duvarı. (Fotoğraf: Ahmet Yakar)

Türkiye’de çocukların payına düşen oyun parkları ya da okul sıraları değil, tarlalar, nemli atölyeler, denetimsiz inşaatlar ve ölüm oluyor. Dün bir çocuk daha bu çarkın dişlileri arasında can verdi, bir diğeri ölümle burun burunla geldi.

İlk haber Isparta’dan duyuldu. MESEM kapsamında çalıştırılan 15 yaşındaki Umut Eren Gökçen, inşaat halindeki bir asansör boşluğuna düşerek ağır yaralandı. Ne baret, ne güvenlik şeridi ne de bir uyarı levhası vardı. Annesi Menekşe Gökçen’in aktardığına göre, Umut Eren normalde çalışmaması gereken bir Cumartesi günü, iş yerindeki baskı ve yoğun tempo nedeniyle oradaydı. Okul yönetimi kendini "Bilseydik denetlerdik" diye savundu.

Saatler sonra Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı Kırkat köyü Konak mezrasında, 9 yaşındaki İsa Şimşek tarlada çalıştırıldığı sırada bir iş cinayetine kurban gitti. Traktörün ezdiği çocuk, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. İsa’nın ölümü kayıtlara "kaza" olarak geçti, sürücü gözaltına alındı. 

1Traktörün altında can veren İsa, 9 yaşındaydı.

Veriler gizleniyor, bilanço büyüyor

İktidar ve sermaye çevreleri çocuk işçiliğini "çıraklık", "staj" veya "aileye yardım" gibi kavramlarla yumuşatmaya çalışsa da, sahadaki gerçekler ve istatistikler tabloyu gözler önüne seriyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre AKP’li yıllarda en az 1084 çocuk işçi, çalıştırıldıkları iş yerlerinde hayatını kaybetti. Sadece 2025 yılında bu sayı şimdiden 84’e ulaştı.

Türkiye’de çocuk işçi ölümleri "mevsimsel" bir artış değil, sürekli bir tırmanış içinde. Raporlar, ölen çocukların yüzde 40’ından fazlasının tarım sektöründe, geri kalanınınsa sanayi ve inşaat gibi "ağır ve tehlikeli" iş kollarında can verdiğini belgeliyor.

Ölüm kentleşti: Sermayenin yeni 'yakıtı' çocuklar

İsa ve Umut Eren'in yaşadıkları, çocuk emeği üzerindeki sömürünün karakter değiştirmesinin de bir sonucu. Geçmişte tarımda "görünmez" kalan, aile içi yardımlaşma gibi sunulan çocuk emeği, bugün nitelik değiştirmiş durumda. Artık ölüm kentleşti ve sanayileşti. Kırsalın "kader" gibi algılanan ölümleri, bugün şehirlerin göbeğindeki atölyelere, sanayi sitelerine ve inşaatlara taşındı.

Sermaye düzeni kendine yeni "yakıtlar" aramaya başladı. Emeklilik yaşını yükselterek yaşlıları, eğitimden kopararak çocukları üretim bandına süren sistem, çalışma yaşını fiilen 10-12’ye kadar düşürdü. Bir çocuğun bedeni şehrin göbeğinde pres makinesine sıkıştığında ya da bir inşaat asansöründen düştüğünde, bu artık saklanamaz bir gerçek halini alıyor.

Vitrinde 'koruma', mutfakta 'sömürü' yasaları

Türkiye’de hukuk sistemi, çocuk işçiliği konusunda tam bir ikiyüzlülük üzerine kurulu. Devletin vitrininde Anayasa ve uluslararası sözleşmeler gibi çocuğu korumayı taahhüt eden yasalar dururken, mutfağında sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir sömürü düzeni işletiliyor.

Devlet, "meslek kazandırıyoruz" ambalajı altında, İş Kanunu’ndaki koruma kalkanlarını bizzat kendi eliyle deliyor. Eğitimi engelleyen her türlü çalışma biçimi, adı ne olursa olsun çocuk işçiliğidir. Ancak iktidar, çıkardığı yönetmelikler ve MESEM (Mesleki Eğitim Merkezi) gibi uygulamalarla, çocuk emeğini "yasal" bir zemine oturtuyor, patronlara dikensiz gül bahçesi sunuyor.

Devlet eliyle işçileştirme: MESEM gerçeği

Milli Eğitim Bakanlığı'nın "Meslek Lisesi Memleket Meselesi" diyerek pazarladığı, sermayenin ise alkışladığı MESEM projesi, bu operasyonun merkez üssü konumunda. Resmi verilere göre yüz binlerce çocuk, haftanın bir günü okula gidiyor görünürken, geri kalan günlerde sanayide ucuz işgücü olarak kullanılıyor.

MESEM kapsamındaki öğrenci sayısı 300 bini aştı. Çarpıcı olan bir diğer başlık devletin bu çocuklar için sermayeye aktardığı kaynak. Bu sistemde devlet, çocuğun maaşını ve sigortasını üstlenerek sermayeyi doğrudan fonluyor. İşsizlik Sigortası Fonu’ndan patronlara, çalıştırdıkları her çocuk için asgari ücretin belirli oranlarında teşvik ödemesi yapılıyor. Yani devlet, halkın birikimini kullanarak çocukların sömürülmesini finanse ediyor. 

Böylece patron için "bedava", itiraz etmeyen, sendikasız ve güvencesiz bir işgücü yaratılıyor. 

Geçtiğimiz aylarda İstanbul, Manisa ve Konya gibi sanayi havzalarından gelen haberler, MESEM’in bir eğitim kurumu değil, bir iş cinayeti mahalli olduğunu kanıtlamıştı. Arda Tonbul, Efe Demir ve Alperen Enes Ural gibi çocuklar, "meslek öğrensin" diye gönderildikleri, ancak hiçbir iş güvenliği önleminin alınmadığı işletmelerde yaşamlarını yitirdi. Bu ölümlerin hiçbiri "kaza" değildi, 14-15 yaşındaki çocukların yetişkin işçilerin bile zorlandığı 10-12 saatlik mesailere mecbur bırakılmasının sonucuydu.

'Kaza' değil, sermayenin tercihi

Dün İsa Şimşek’in, Umut Eren’in, önceki günlerde 16 yaşındaki Mustafa’nın başına gelenler, bu düzenin çocuklara vadettiği tek şeyin sömürü ve ölüm olduğunu gösteriyor. Verilerin karartılması, ölümlerin "kaza" denilerek geçiştirilmesi, davaların "kan parası" ile kapatılması bu saldırının bir parçası. 

Çocukları öğüten bu düzene "Yeter" denilmedikçe, geriye sermayenin kâr hırsı ve denetimsizlik yüzünden hayatı kararan çocuklar ile "kaza" denilerek kapatılmaya çalışılan dosyalar kalıyor.

***

 Yabancılara sağlık katılım payı: 'Kayıt dışı çalıştırıldıkları için primlerini ödeyemeyecek, tedavi olamayacaklar' 

2 milyondan fazla Suriyeliyi kapsayan Geçici Koruma Yönetmeliğinde yapılan düzenlemeyle 1 Ocak 2026'dan itibaren geçici koruma altındaki yabancılardan sağlık hizmeti için katılım payı alınacak. Göçmen Sağlığı Merkezi çalışanı bu durumun merdiven altı ebeliğin, usulsüz ilaç temininin yaygınlaşmasına yol açabileceğine dikkat çekiyor.

"Geçici Koruma Yönetmeliği"nde yapılan düzenleme dün Resmi Gazete'de yayımlandı. 

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalı "Geçici Koruma Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik" ile 1 Ocak 2026'dan itibaren geçici koruma altındaki yabancılardan sağlık hizmeti için katılım payı alınacak.

Katılım payı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı tarafından genel sağlık sigortalıları için belirlenen sağlık uygulama tebliği hükümlerine göre belirlenecek.

Alınan katılım payı tutarları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'na aktarılacak.

Düzenlemeye göre, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Göç İdaresi Başkanlığı koordinasyonunda, ödeme gücü bulunmadığı tespit edilen geçici korunanların ödemiş oldukları katılım payları, talepleri halinde sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarınca geri ödenecek.

Yönetmelikte "Geçici korunanlar acil ve zorunlu haller dışında, özel sağlık kuruluşlarına doğrudan başvuramazlar" maddesi, "Geçici korunanlardan ödeme gücü bulunmadığı tespit edilenler, acil ve zorunlu haller dışında, özel sağlık kuruluşlarına doğrudan başvuramazlar" şeklinde değiştirildi.

Ayrıca, geçici korunanlara sağlanan sağlık hizmetleri karşılığında sağlık hizmet sunucularına ödenecek bedel, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından genel sağlık sigortalıları için belirlenen birim fiyatları aşamayacak veya daha düşük iskontoyu içerecek şekilde uygulanamayacak.

Aşılar hariç, ödeme gücü bulunmadığı tespit edilen geçici korunanlara, Sosyal Güvenlik Kurumunca bedeli karşılanmayan sağlık hizmetleri verilemeyecek. Bulaşıcı hastalık risklerine karşı tarama, aşılama, üreme sağlığı bilgilendirmesi, çocuklara yönelik zorunlu aşılar ve bebek/çocuk ölümlerini önlemeye yönelik ulusal tarama programları geçici koruma altındaki yabancılar için ücretsiz olmaya devam edecek.

Düzenlemeye göre, ödeme gücü bulunmayan geçici koruma altındaki yabancılar özel sağlık kuruluşlarına doğrudan başvuramayacak.

2 milyondan fazla Suriyeliyi ilgilendiriyor

Yönetmelik 1 Ocak 2026'da yürürlüğe girecek.

28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Türkiye'ye gelen Suriye vatandaşları ile Suriye'den gelen vatansız kişiler ve mülteciler geçici koruma kapsamına alınıyor.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı tarafından 1 Mayıs 2025'te paylaşılan bilgilere göre Türkiye'de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 2 milyon 758 bin 39. 

'Muayene sonucunda reçete edilen ilaçlara ücretsiz ulaşamayacaklar'

Düzenlemeyi göçmen sağlığı merkezinden (GSM) bir sağlık emekçisi soL'a değerlendirdi.

Edindiğimiz bilgiye göre, geçici koruma altındaki Suriyeliler genel sağlık sigortası kapsamındaki tüm hizmetlerden ücretsiz faydalanabiliyordu. Bu kapsam, göçmenlere göçmen sağlığı merkezlerinde sunulan 1. basamak sağlık hizmetleri yani aşılama, üreme sağlığı, tıbbi muayene ve tetkikler ile hastanelerde poliklinik hizmetleri, doğum hizmetlerini içeriyor. Ameliyat ve yatış gerektiren durumları da seçici olarak kapsıyordu.

Yayınlanan düzenlemeye göre Suriyelilerin bundan sonra hastanelerden ücretsiz sağlık hizmeti alamayacağını belirten sağlık emekçisi şunları söyledi: 

Bulaşıcı hastalıklara karşı her türlü tarama ve aşılar ile üreme sağlığı hizmetlerinden ücretsiz faydalanabileceği yazıya eklenmiş. Adres göstermemişler ama biz söyleyelim, göçmenler bu hizmetleri sayıları yetersiz göçmen sağlığı merkezlerinden alıyorlar. Bu merkezlerde muayene hizmeti de alabiliyor ve gerekli tetkikleri yaptırabiliyorlar. Yapılan değişiklik ile göçmenler göçmen sağlığı merkezlerinden ücretsiz hizmet almaya devam edebilecekler. Fakat burada muayene sonucunda reçete edilen ilaçlara ücretsiz ulaşamayacaklar.

'Kayıt dışı çalıştırıldıkları için sağlık sigortası primlerini ödeyemeyecekler'

Uygulamanın 2020 yılından beri uluslararası koruma statüsü verilen göçmenler için uygulandığını ifade eden göçmen sağlığı merkezi çalışanı, "Yayınlanan resmi yazı ile genel sağlık sigortasından çıkarıldılar. Bir süre sonra 18 yaşından küçük uluslararası koruma statüsündekiler göç idaresi yönetmeliği ile GSS kapsamına geri alındı. Geçici koruma için henüz göç idaresinin böyle bir açıklaması yok" dedi ve ekledi:

Daha önce uluslararası koruma statüsü için deneyimlediğimiz bu uygulamanın sonuçlarını tahmin etmek kolay. Geçici koruması olanlar sağlık sigortası primlerini ödeyemeyecek. Bunun gerçek nedeni kayıtsız çalışıyor olmaları. Patronlar çalıştırdıkları göçmenlerin sağlık sigortasını ödemiyor. Şu durumda devlet, 'sizlerin güvencesiz çalışmasına göz yumacağız ve patronunuzun ödemesi gereken o sağlık sigortası primini size ödeteceğiz' diyor.

Muhtemel sonuçlar: Merdiven altı ebeliğin, usulsüz ilaç temininin yaygınlaşması

Tedavisi GSM’lerde mümkün olmayan hastaların maddi yetersizlikler nedeniyle hastanelere başvuramayacağını, GSM’lerde reçete edilen ilaçlara ücretsiz ulaşamayacağını ve özetle iyileşemeyeceğini vurgulayan sağlık emekçisi, ödeme gücü bulunmayanların hastane masraflarının başvuruları durumunda en geç 3 ay içinde ödedikleri ücretlerin iade edileceğini ise şöyle yorumladı: 

Bilinmiyorsa biz yazalım, Türkiye’de sağlık harcamaları için ödeme gücü bulunan geçici koruma statüsünde göçmen yok. Hatta şehir hastanelerine ulaşacak yol ücretleri bile ciddi bir masraf kalemi göçmenler için. Bu uygulamanın doğal sonucu göçmenlerin bebeklik ve gebelik dönemi aşılamaları ve bulaşıcı hastalık dışında sağlık hizmetine büyük oranda ulaşamamaları.

Muhtemel dolaylı sonuçları arasında merdiven altı ebeliğin, usulsüz ilaç temininin yaygınlaşması, kayıtsız merdiven altı çalışan yabancı uyruklu doktor sayısının artışı sayılabilir. Saydığımız başlıklar Suriye’den göç sonrası artış göstermiş ve sağlık personellerinin takibi ile bu konuda farkındalık arttırılmıştı. 

Uygulama başlayınca sadece birinci basamak sağlık hizmeti veren göçmen sağlığı merkezlerinde hasta yoğunluğu önemli düzeyde artacaktır. Bu merkezlerin Avrupa Birliği doğrudan hibe sözleşmesi ile fonlandığı ve sözleşme kapsamında hastanelere de tıbbi cihaz ve personel desteği verdiği biliniyor. GSS kapsamından çıkarılan göçmenlerin yoğunlukla kullanacağı bu merkezin sayısı ve personelinin yetersiz olacağı açıktır.

*** 

 Efsanelerden gelen kadınlar -Asaf Güven Aksel- 

Bir ‘rastlanılmış’ heykel, Andromeda’dan Ekho’ya, Medusa’ya, yüzlerce efsaneden bugüne aktarılagelen kadına şiddetten başlayarak, bir Cumhuriyet projesini kaideye oturtmanın kıvılcımı olabilir. Bunun bir bütün olduğu bilince çıktıkça…

1980’lerin sonuna doğru, Avusturyalı yazar Christoph Ransmayr’ın “Die Letzte Welt (Son Dünya)” kitabından söz edilmeye başlanmıştı. Postmodern edebiyatın, ve Orhan Pamuk vesilesiyle, bizde de sıkı gündem olan ve tartışılmasına kalburüstü isimlerin de katıldığı “metinlerarası etkileşimli gönderme” konusunun en yetkin örneği olarak kabul ediliyordu, –o zamanlara göre tabii. Dolayısıyla, yayıncılık dürtüsüyle ilgimi çekse de, pek de ilgilenmemiştim. Sonra, yine Avusturya’dan bize edebiyat sahasını rapor eden bir arkadaşım, Ransmayr’la yapılan bir dergi röportajını gönderdi. Ransmayr, orada, “yapıtının, postmodern edebiyatın ve metinlerarasılığın zirvesinde görüldüğü” tanımıyla açılan soruyu yanıtlarken, diyordu ki: “Evet, eğer gerçekten öyleyse, belki zirvesinden bakılırsa görülür ki, bunlar hiç de aman aman kavramlar değildir, boş yere alkışlanması gereken de ben değilim.”… Sonradan bakışı değişti mi bilmem, çünkü başarı zemini kaygandır, ama bu yanıt, beni, kitabı basmaya karar vermeye itmişti ve telifine başvurup çevirisini başlatmıştım. Şimdiki kadar değilse de 90’lar da tuhaf zamanlardı, kendim bir siyasi polisiye öyküye karışıp zamanlar geçince, roman uçtu gitti aklımdan… Uzun yıllar sonra dilimize çevrilmiş ama hiç bahsini duymadım. Belki aşıldığından, belki Ransmayr haklı çıktığından, bilmiyorum, ilgilenmedim.

Niye anlattım bunu? “Son Dünya”nın temel aldığı ve “yeniden ürettiği” metin, bildiğimiz Ovidius’un, “Metamorphoses / Dönüşümler”iydi. Bu şiir/metin, İsmet Zeki Eyüboğlu’nun dilimize müthiş aktarımıyla okumaya doyamadığım bir başyapıt olmuştu.

Nelerin dönüşümlerini, mitolojik gözle aktarıyordu bu şair? Tanrılar eliyle insanlar, hayvanlar, bitkiler, suların ve hepsi üzerinden de tanrıların. Özellikleri, yetenekleri, duyguları… Aşklar, kıskançlıklar,  entrikalar, intikamlar… Bir hercümerçtir efsaneler. Bizim özelimizde, Anadolu geleneklerindeki, inanç ve destanlarındaki izlerini sürmek müthiş keyiftir. Ama bütün bu hercümerçin içinde, en zalim ve en mazlum olarak, tanrı, yarı-tanrı, ölümlü, insan olarak kadınların yeri ayrıdır. Üstelik suç genellikle Zeus başta, gözü dönmüş erkeklerdeyken, onlar cezaların en ağırına çarptırılır.

Bu düzene isyan edip tanrılardan ateşi çalarak insanlara veren Prometheus’un kaderini, sadece güzel olduğu ve bu dile getirildiği için paylaşarak, kayalara zincirlenen Andromeda örneğin.

Zeus’un kartallara sürekli taze et olarak Kafkaslar’a zincirlediği Prometheus’u, öbür oğlu Herakles kurtarır efsanede. Güzelliği alınmış Andromeda’yı da bir başka oğlu Perseus. Bu oğullar Tanrı “kanbağlı”, ama  ölümlü tercihlidir…

Hikâye çok uzun tabii, bir o kadar da çok “kişi”li ve karmaşık olaylı. Sonunu söyleyeyim, Andromeda, tee Batlamyus zamanından beri gökyüzünde devasa bir takımyıldız olmuştur, oradan ışımaktadır. Onu zincirden kurtarıp evlenen Perseus ise, hep elinde kesik bir kadın başıyla resmedilecektir: Medusa… Böyle acı bedeller de, öyküler de, efsanelerden gelir günümüze. Mitoloji günümüze yansır, ya da tersi daha doğrudur…

Andromeda, nereden çıktı? Söğütlüçeşme’den. Biliyorsunuz, bir Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi, Kadıköy Belediyesi İçerenköy deprem enkaz eğitimi alanında katıldığı bir eğitim sırasında, tesadüfen, “başından attığı başörtüsü gözlerden saklanacak şekilde, yalnız ve kaidesiz olarak” duran bir heykel gördü. Bu, kadınlara seçme ve seçilme hakkının 50’nci yılı için yapılmış, “Atatürk ve Kadın” olarak bilinen, Söğütlüçeşme Parkı’nda yerleşik  anıtın temel parçasıydı. Bütünleyicisi olan Atatürk rölyefi yoktu ortada ve kadının başörtüsünü çıkarma eylemi sarmaşıklarla örtülmüştü. Defalarca gericilerin saldırısına uğrayan, sermayece tahrip edilen, kaidesi rant kepçesine terk edilen ve “onarım” mazeretiyle ortadan kaldırılan heykel, yer sarsıntılarına, fay gerilimi kırılmalarına karşı eğitim sırasında, atılıp gizlendiği yerde ortaya çıktı…

Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) ve THTM, derhal, anıtın onarılarak yerine konulmasını isteyen bir kampanya düzenledi. Bu, kadın eşitliği, kadın hakları ve Cumhuriyet istemek demekti.

Türkiye, kadınların önce yerel, sonra genel seçme ve seçilme hakkını, yanılmıyorsam Sovyetler Birliği’nden az sonra yürürlüğe sokmakla öne çıkan bir ülke… “Medenî dünya” bunu on yıllarca geriden izledi.

Seçme hakkı ve seçilme hakkı. Sadece kimin yöneteceğinde söz sahibi olmak değil, bizzat yönetmeye talip olabilmek. Bunu elde etmiş bir kadından daha korkutucu ne olabilir!

Eserin Heykeltıraşı Hüseyin Gezer’in birçok önemli çalışması var. Ama, seçme ve seçilme hakkını kullanacak kadını, Atatürk’ün yanında, başındaki örtüyü sıyırırken anıtlaştırması… Yoo, bu kabul edilemez!

Kabul ettirilecek. Çünkü, tarih bize, kadınların bu hakkı sadece bir bağış, bir lütuf olarak verilmesiyle ya da Sofya ataşeliğindeki gözlemle değil, Cumhuriyet öncesinden yeni bir düzenin kurulmasına kadar, savaşta ve sosyal, kültürel yaşamda üstlendiği muazzam rolle de kazandığını anlatıyor. Bunun anıtını savunmak için öncünün yanında toplanmak, bunun adımlarından olacak.

Başörtüsünü sıyırınca başı sarmaşıkla örtülerek gizlenmiş bir kadın. Tanrıça’ların erişilmez güzelliğine tehdit görülüp, seçilmeye aday olup derin sulardaki ıssız kayalarda zincire vurulan bir prenses.

Yaz Lukianos…

Andromeda’nın tanrılardan kurtarılıp yıldız kümesi olması, efsane hüznüne çareydi. Heykeli, gerçek dünyada kadınlarıyla erkekleriyle, Cumhuriyet yurttaşları alıp, bir hükümranlığa son vermenin nişanesi olarak “toplumsal kaide”ye yerleştirecek.

Ha, ben şeyi anlatacaktım… Samsatlı Lukianos var ya, aman ne savura savura anlatır o mitolojinin kahramanlarını…. Anlattığı ya da “sıktığı” bir pasajda diyor ki…

Bir dakika. Biz Nusret’le ne zaman belediye otobüsüne binsek, elimizde ineceğimiz durak  çizilmiş biletler, hani, müzikli Noel filmleri filan olur, mucize kabilinden öyle bir şey olsa diye hayal kurardık. Biletçi koçanından bilet koparırken ilk dizeyi seslendiriverse, şoför şapkasını çıkarıp başını sallayarak sürdürse, haydi ayakta tutunmuş eli fileli teyze, ona yer veren memur amca, bakışan kızla oğlan derken koro, oynaya bağıra, müzikal salgını… Caddeler, sokaklar…

Toplumun bir ezgide bütünleşip taşması… Ne büyük güç. O heykeli, “toplumsal kaide”ye, kendi kaidesiyle…

Ha, bu  Lukianos, Andromeda’yı bambaşka bir olguya gönderme olarak kullanıyor.    

“Büyük” İskender, Ovidius’un yapıtını ezberden okurmuş. Öldüğünde, iktidarı yeni yüzlere devredilirken, Abdera kentinde “korkunç” bir salgın başgöstermiş. Yurttaşlar, ateşleniyor, burunlarından kan geliyor, sıtma ve terle kıvranıyorlarmış. Sonra zihinsel bir semptom belirmiş, bu yitiğini ararken hastalanan, çaresizleşen toplumda. Herkes sokaklara dökülmüş, tragedyalar oynamaya, bağıra çağıra şiir okumaya başlamışlar… Betleri benizleri uçukmuş, bir deri bir kemiklermiş, ama haftalarca sürdürmüşler bunu. En çok da, Euripides’in “Andromeda”sıymış canlandırdıkları (Arkhelaos’un çok sıcak bir yaz günü bu oyunu müthiş oynamasına dalıp giden kent halkının güneşten beyinlerinin erimesine ve geriye Andromeda kalmasına bağlıyor bunu bizimki, ne bilsin günümüzü)…

Buradan, sanata  ve toplumu etkileyip “dönüştürme” gücüne geçiyor tabii öykü, birkaç gün önce yitirdiğim sevgili dostum Cumhur Orancı’nın müthiş anlatımlı “gemici palavraları” gibi, boşuna anlatılmıyor, düzeni sarakalıyor. Sana da bir buruk selam olsun Lukianos’tan, Cumhur…

İşte böyle bir düşe dalıyor çok ilgisiz görünen çağrışımlarla insan, deyip, gerisini, bağlamını sonraki yazılara bırakayım.

Ama Cumhuriyet, kadın demişken, 25 Kasım “kelebekleri”nin, kadına şiddeti protesto eylemlerine, KDK pankartlarının asıl suçluyu, sermaye ve gericilik düzenini işaret etmesinin önemine değinmeliyim.

Lukianos, Korinthoslular, Makedonya kralının kentlerine saldırısına karşı koymaya çalışırken herkes can havliyle bir işe koşuşturuyormuş diye anlatıyor. Sevgili Diogenes ise, bu arada, meskeni olan fıçıyı, bir oraya bir buraya yuvarlıyormuş. Soranlara, “herkes uğraşırken boş mu durayım” diyormuş…

Bizim “sallamacı” şair, buradan da, bir toplumsal, sanatsal sonuca varıyor, ama, onu da siyasetle yoğurmayı sonraya bırakalım.

Kıssadan hisse: Bir “rastlanılmış” heykel, Andromeda’dan Ekho’ya, Medusa’ya, yüzlerce efsaneden bugüne aktarılagelen kadına şiddetten başlayarak, bir Cumhuriyet projesini kaideye oturtmanın kıvılcımı olabilir. Bunun bir bütün olduğu bilince çıktıkça ve fıçı yuvarlamak yetmeyince. Bir toplumsal uyanış, halk tepkisi,  hastalık hezeyanının yayılması gibi gösterilse de…

Lukianos’un yazdığı bu bölümün başlığı: Tarih nasıl yazılmalı!

Sürekli kadınların öldürüldüğü bir ülkede, bir dünya düzeninde bunu normalleştirenlerin karşısında duran güce omuz vererek, kadınların efsanelerden, günümüz destanlarına aktarılmış bir kaderleri olmadığını, olamayacağını göstererek yazılmalı. Yazılacak!

O gün, biletçi, şoför, teyze, amca, genç âşıklar, cadde, sokak, haydii müzikal! 

/././

İranlı yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan'a tepki: Ünlü yönetmenden yanıt geldi + Nuri Bilge Ceylan'ın İran Festivali katılımına tepkiler sürüyor: 'Artık eski Nuri değil...'-Cumhuriyet-

 İranlı yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan'a tepki: Ünlü yönetmenden yanıt geldi 

Nuri Bilge Ceylan’ın İran’da rejimin düzenlediği Fajr (Fecr) Film Festivali’ne “özel konuk” olarak katılacak olması, sürgündeki İranlı sinemacılar tarafından eleştiri konusu oldu. Yönetmenler, Ceylan’a çağrı yaparak “Bu festival, baskı altındaki sinemacılara karşı kullanılan bir propaganda aracıdır” dedi. Ceylan ise kendisini "Siyasi nedenlerle katılmayı reddetmek, bana sanatı siyasete feda etmek gibi geliyor" sözleriyle savundu.

İran’da sinemacılar üzerindeki baskı artarken, rejimin resmi festivali olan Fecr Film Festivali bu yıl “Türkiye-İran Kültür Yılı” söylemiyle Türk sinemasına özel bir bölüm ayırdı.

Festival yönetimi, Nuri Bilge Ceylan’ı “özel konuk” olarak duyurdu. Ancak Ceylan’ın bu daveti kabul etmesi, sürgündeki İranlı sanatçıların tepkisine yol açtı.

Sürgündeki yönetmenler, Ceylan’a “rejime meşruiyet kazandırma” uyarısı yaptı.

Ceylan ise Variety'e yaptığı açıklamalarda bu eleştirilere yanıt verdi ve "Günümüz dünyasında, hatırı sayılır miktarda devlet desteği olmadan varlığını sürdüren neredeyse hiçbir festival yok. Ancak siyasi nedenlerle katılımı reddetmek bana sanatı siyasete kurban etmek gibi geliyor" dedi.

FESTİVALİN ÖZEL KONUĞU OLARAK DUYURULDU

Fecr Film Festivali, İran’da her yıl rejim tarafından organize edilen ve kültürel ambargoların gölgesinde ilerleyen bir etkinlik. Festival, bu yıl politik sınırları yumuşatma amacıyla “Çağdaş Türk Sineması” bölümü hazırladı ve bunu “İran-Türkiye Kültür Yılı” ile ilişkilendirdi.

Festival yönetimi, açıklamasında Türkiye’ye odaklanmalarını şöyle gerekçelendirdi:

“İran ve Türkiye kültür yılında bulunuyoruz. Bu nedenle Türk sinemasına ayrılmış özel bir bölüm oluşturduk ve bu işbirliğine onur vermek için daha fazla Türk konuk ağırlayacağız. Türkiye ile sinema alanındaki işbirliği bizim için önemli.”

Aynı açıklamada İran’ın kültürel yaptırımlar nedeniyle uluslararası içeriklere erişimde ciddi sorun yaşadığı vurgulanarak şöyle denildi:

“İran’daki kültürel ve festival yaptırımları ciddi. Birçok kişi yabancı filmlerin İran’a gelmesini ya da İran lisanslı filmlerin yurtdışında gösterilmesini istemiyor.”

Festival metninde ayrıca Nuri Bilge Ceylan’ın özel konuk olduğunun altı çizildi:

“Çağdaş Türk Sineması bölümü, İran-Türkiye Kültür Yılı kapsamında hazırlandı. Önde gelen Türk sinemacıların eserleri gösterilecek. Uluslararası festivallerde öne çıkmış beş film festivale katılıyor. Nuri Bilge Ceylan özel konuk olarak davet edildi.”

“HÜKÜMET DESTEKLİ KÜLTÜREL ETKİNLİKLER, MUHALİFLERİN İDAMLARINI GÖLGELEMENİN BİR ARACI”

Buna karşı İranlı sürgün sinemacılar, festivalin propaganda niteliğine dikkat çekerek Ceylan’a çağrıda bulundu. Yönetmenler, Ceylan’ın Fecr Film Festivali’nde yer almasının “rejimin yarattığı baskı ortamına verilen bir destek” anlamına geleceğini belirtti.

Diasporadaki yönetmenler İran Bağımsız Film Yapımcıları Derneği (IFFMA) aracılığıyla, derneğin sosyal medya hesabından Nuri Bilge Ceylan'a bir açık mektup yazdı. Mektupta, İranlı yönetmen ve sanatçıların yanısıra halka uygulanan baskı ve muhaliflere yönelik idamları işaret ederek NBC'yi rejimin kültürel propagandasına katkı sunmamaya davet etti.

Mektupta şu ifadelere yer verildi:

"...Sizin bakış açınız ile sosyal ya da politik baskıya maruz kalan insanların yaşantıları arasındaki derin yakınlık düşünüldüğünde, birçok İranlı sanatçının Fecr Festivali’ne dair kişisel ve tarihsel deneyimlerinin ve festivalin son yıllarda hükümetin propaganda mekanizmasındaki rolünün size aynı açıklıkta görünmemiş olabileceği anlaşılmaktadır. İşte bu deneyim farkı, bu mektubu yazmamıza sebep olmuştur.

Son yıllarda, Kasım 2019’da 1.500 silahsız protestocunun katledilmesinden; Ocak 2020’de bir yolcu uçağının düşürülmesi ve içindeki 176 kişinin ölümünden; “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketi sırasında yapılan kitlesel protestoların yoğun şekilde bastırılmasından sonra, İran İslam Cumhuriyeti her şeyi normalleştirmek için devlet eliyle düzenlenen etkinlikler ve törenler yapmaya çalışmıştır. Son aylarda ise hükümet destekli kültürel etkinlikler, muhaliflerin idamlarını gölgelemenin bir aracı hâline gelmiştir. Bu etkinlikler arasında Fecr Film Festivali, rejimin bu çabasının en önemli vitrini olmuştur. Bugün İran sanat camiasının büyük bir bölümü için bu festivalin anlamı yoktur.

Bu nedenle, sanatçı itibarı ve entelektüel yönelimi uluslararası alanda tanınan bir yönetmen olarak isminizin bu festivalde yer alması, yalnızca prestijinizin rejimin propaganda gösterisi için kötüye kullanılmasına hizmet edecektir.

Bu devlet kontrollü festivale katılımınız, hükümetin ülkenin kültürel durumuna ilişkin sunmaya çalıştığı imajları fiilen güçlendirmektedir -ki bu imajlar, sansür, baskı ve kısıtlama ile yüzleşen insanların gerçek deneyimleriyle hiçbir şekilde uyumlu değildir.

Ülke dışındaki bir kurum olarak amaçları, İran İslam Cumhuriyeti’nin baskısı altındaki insanların ve sinemacıların sesini duyurmak olan İran Bağımsız Sinemacılar Derneği (IIFMA), tüm bu karmaşıklıkları, hassasiyetleri ve kültürel sonuçları size açıkça aktarmak istemektedir. İsminizin Fecr Festivali ile ilişkilendirilmesine neden olan koşulların daha doğru bir resmini sunarak, bu ilişkinin İran sanat camiasının geniş bir kesimi tarafından nasıl yorumlandığını sizinle paylaşmak istiyoruz.

Umarız festivalin davetini kabul etme kararını yeniden değerlendirirsiniz."

NURİ BİLGE CEYLAN: "REDDETMEK, BANA SANATI SİYASETE FEDA ETMEK GİBİ GELİYOR"

İranlı yönetmenlerin bu çağrıları üzerine Nuri Bilge Ceylan da bir açıklama yaptı.

Variety'e konuşan Ceylan tepkilere ilişkin "Bir festivali boykot etmek elbette bir direniş biçimi olarak anlaşılabilir, ancak orada yaşayan insanları gösterilecek filmlerden veya bu tür karşılaşmalardan herhangi bir nedenle mahrum bırakmak onları cezalandırmak gibi geliyor ve bu bana doğru gelmiyor" dedi.

Ceylan'ın açıklamalarının tamamı şöyle:

“Fajr Film Festivali en az 40 yıldır var. Birçok film yapımcısı gibi ben de buraya defalarca geldim . [Theo] Angelopoulos ile burada tanıştım ve Béla Tarr'ın jürisinden bir ödül aldım. Birkaç ay önce Tahran'da bir ustalık sınıfı da verdim ve bu tür karşılaşmaların İran'da yaşayan genç film yapımcıları ve sinema öğrencileri için ne kadar değerli olduğunu fark ettim. Gençlikte olağanüstü bir kıvılcıma tanık oldum; başka hiçbir yerde nadiren gördüğüm bir şey. İran dinamik bir toplum ve çok şey öğrendiğim olağanüstü bir sineması var. İran'da yaşayan ve koşulları ne kadar zor ve karmaşık olursa olsun film çekmeye ve bir çıkış yolu aramaya devam eden film yapımcıları, bu tür buluşmalara ve umuda diğerlerinden daha çok ihtiyaç duyuyor.

Bir festivali boykot etmek elbette bir direniş biçimi olarak anlaşılabilir, ancak orada yaşayan insanları gösterilecek filmlerden veya bu tür karşılaşmalardan herhangi bir nedenle mahrum bırakmak onları cezalandırmak gibi geliyor ve bu bana doğru gelmiyor. Her festival karmaşık siyasi koşullar tarafından şekillendirilir. Dinamikler. Günümüz dünyasında, hatırı sayılır miktarda devlet desteği olmadan varlığını sürdüren neredeyse hiçbir festival yok. Ancak siyasi nedenlerle katılımı reddetmek bana sanatı siyasete kurban etmek gibi geliyor. Eğer festivalleri ve orada yaşayan sanatseverleri hükümetlerin günahlarını yüklenmeye zorlayacaksak, dünyada çok az festival boykottan muaf kalacaktır. Festival katılımı, bence, hükümetlere destek olarak değil, siyasi rejimlerin halklar arasında yarattığı sınırları aşmanın ve kültür ile sanatı siyasetin üstünde bir şey olarak onaylamanın bir yolu olarak yorumlanmalıdır."

***

 Nuri Bilge Ceylan'ın İran Festivali katılımına tepkiler sürüyor: 'Artık eski Nuri değil...' 

Sinemacı Sabahattin Çetin, yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın İran’daki Fajr Uluslararası Film Festivali’ne katılmasına ilişkin, "O rejim festivali, kanlı katillerin cinayetlerinin üzerini örtmek için düzenlenmiş ucuz bir gösteridir. Hiçbir gerekçe Nuri Bilge Ceylan’ı kadın ve çocuk katilleriyle yan yana getirmemeliydi" dedi.

Türkiye sinemasının dünya çapında tanınan yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın İran’da düzenlenen Fajr Uluslararası Film Festivali’ne katılması üzerine başlayan tartışmalar büyüyor.

İran’daki baskıcı siyasi atmosfer, ifade özgürlüğü ihlalleri ve özellikle kadınlara yönelik uygulamalar nedeniyle uzun süredir eleştirilen festival, Ceylan’ın onur konuğu olarak katılmasıyla yeniden gündeme oturdu.

Ceylan, gelen tepkilere Variety’e yaptığı açıklamayla yanıt vererek, festivale katılımının "rejime destek" olarak yorumlanmaması gerektiğini söyledi. İran sinemasının kendisi için taşıdığı değeri vurgulayan yönetmen, festival boykotlarının "orada yaşayan sinemacıları cezalandırmak" anlamına gelebileceğini belirtti.

"Sanatı siyasete kurban etmek doğru değil" diyen Ceylan, kültürel temasın politik gerilimlerden bağımsız değerlendirilebileceğini savundu. Ancak bu açıklama, özellikle Türkiye’deki sinema çevrelerinde yeni bir tartışmayı tetikledi.

"ARTIK ESKİ NURİ DEĞİL"

"Ağır Roman" ve "Faize Hücum" gibi Türk sinemasında önemli bir yere sahip filmlerin yapımcısı Sabahattin Çetin, Ceylan’a yönelik tepkilere kendi kişisel deneyimleri üzerinden sert eleştiriler ekledi.

Image

Ceylan’ın kariyerini yakından takip ettiğini söyleyen Çetin, yönetmenin zaman içinde "başarıyla birlikte kibir geliştirdiğini" ileri sürdü.

Çetin, yıllar önce Cannes’da "Uzak" filminin ödül konuşması için Ceylan’ın kendisinden öneri istediğini ancak verilen tavsiyelerin görmezden gelindiğini belirterek, "İlk filmi Koza’dan Altın Palmiye’ye uzanan gelişimini yakından izledim. Arkadaşım ve dostumdu. Ama kibir geliştirdiğini üzülerek gördüm" dedi.

Çetin, İran’daki rejimin festivalde sanatçıları "meşruiyet üretmek için kullandığını" savunarak Ceylan’ın bu daveti kabul etmesini ağır sözlerle eleştirdi.

Çetin, "Bana danışmış olsaydı 'sakın gitme' derdim. O rejim festivali, kanlı katillerin cinayetlerinin üzerini örtmek için düzenlenmiş ucuz bir gösteridir. Hiçbir gerekçe Nuri Bilge Ceylan’ı kadın ve çocuk katilleriyle yan yana getirmemeliydi" ifadelerini kullandı. 

Eleştirilerini "Artık yazık, Nuri eski Nuri değil" sözleriyle tamamlayan Çetin, Ceylan’ın bu adımının kendi sanatçı duruşuyla da çeliştiğini ifade etti.

IFFMA’DAN NURİ BİLGE CEYLAN’A ÇAĞRI: "SANATÇILAR BASKI ALTINDA"

İran Bağımsız Film Yapımcıları Derneği (IFFMA), Nuri Bilge Ceylan’a yönelik açık mektup yayımladı.

Derneğin sosyal medya hesabından paylaşılan mektupta, İranlı yönetmen ve sanatçılarla birlikte halka uygulanan baskılar ve muhaliflere yönelik idamlar hatırlatılarak Ceylan, rejimin kültürel propagandasına katkı sunmamaya çağrıldı. Pek çok kültür-sanat gazetecisi, sinemacı ve yurttaş da bu mektubu paylaşarak çağrıya destek verdi.

Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet-

 2026’ya girerken dünya ekonomisi  Dünya ekonomisi 2026’ya girerken  resesyon sınırında  (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyü...