London Consensus Yazı Dizisi (I+II+III+IV+V) - Güldem Atabay / BİRGÜN -

 

(I) -“London Consensus” ve devletin yeni rolü 

Son yıllarda küresel ekonomi-politik düzlemde sessiz fakat derin bir paradigma kaymasına tanıklık ediyoruz. Neoliberal çerçevenin yerleşik kabullerinin sorgulanmaya başlanması, özellikle 2020 sonrası dönemde daha görünür hale geldi. Bu sorgulamanın ürettiği alternatif yaklaşım ise, giderek daha fazla akademik literatürde ve politika yapıcı çevrelerde karşılaştığımız bir kavramla ifade ediliyor: London Consensus.

Bu kavram, yalnızca ekonomik teori düzeyinde bir tartışma değil; hükümetlerin pratik politika üretme süreçlerini de doğrudan etkileyen bir yönelim. Dahası, küresel güç rekabetinin, enerji güvenliğinin ve teknolojik dönüşümün hızlandığı bir evrede devletin rolüne ilişkin yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.

TEMEL ÖNERMESİ NE

London Consensus, özetle, devletin ekonomik ve toplumsal kalkınmada yeniden “stratejik aktör” konumunu üstlenmesi gerektiği tezine dayanıyor. UCL’de İnovasyon ve Kamu Amacı Enstitüsü’nün kurucu yöneticisi ekonomist Prof. Mariana Mazzucato’yu burada anmadan geçmeyelim.

Bu yaklaşım, 1980’lerden itibaren küresel politika tavsiyelerine damgasını vuran derinleşen gelir adaletsizliğinin temelinde yatan Washington Consensus’un tersine, devletin geri çekildiği bir düzeni değil; tam tersine koordinasyon, yatırım ve yönlendirme kapasitesinin öne çıktığı yeni bir model öneriyor. Çünkü dünya ekonomisi eski parametrelerle yönetilemeyecek kadar hızlı ve çok katmanlı bir dönüşüm yaşıyor. Tedarik zincirlerini güvence altına almayan ülkeler kırılganlaşıyor; teknoloji üretmeyen ülkeler bağımlı hale geliyor; enerji dönüşümüne geçmeyen ekonomiler rekabet avantajını kaybediyor.

Bu dönüşümü tetikleyen unsurlar, son on yılın küresel dinamiklerinde giderek belirginleşen bir dizi yapısal kırılmadan besleniyor. Pandemiyle birlikte görünür hale gelen tedarik zincirlerinin kırılganlığı, ülkelerin yalnızca maliyet avantajına dayalı küresel üretim ağlarına güvenemeyeceğini gösterdi. Aynı dönemde jeopolitik rekabetin ekonomik alana taşınması, özellikle ABD–Çin hattında teknoloji, ticaret ve stratejik sektörler üzerinden yeni tür bir güç mücadelesini ortaya çıkardı. Bununla eş zamanlı olarak enerji güvenliği ve iklim krizinin zorladığı dönüşüm, ülkeleri yeni enerji kaynaklarına, altyapı yatırımlarına ve karbon azaltım stratejilerine yöneltti.

Birçok ekonomide hissedilen yüksek enflasyon, ücret baskıları ve artan eşitsizlikler, sosyal dokuyu zayıflatarak ekonomik politikaların yeniden düşünülmesini zorunlu kıldı. Bir de tabi, yapay zekâ, yarı iletkenler ve biyoteknoloji gibi alanlarda derinleşen rekabet, teknolojik kapasitenin artık ulusal gücün temel belirleyicilerinden biri haline geldiğini teyit etti.

İşte tüm bu sorunlu alanlara çözüm geliştirme yolunda yapılan akademik çalışmalar bir araya gelerek devletin ekonomik düzlemdeki rolüne ilişkin yeni bir yaklaşım olan London Consensus’un ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu yaklaşım akademik literatürde giderek daha sistematik bir form kazanıyor. London Consensus temelde altı ana sütun üzerinde yükseliyor:

  1. Sanayi Politikası: Stratejik sektörlerde devletin açık yönlendirmesi, yerli üretimin güçlendirilmesi ve tedarik zinciri bağımsızlığı.
  2. Yeşil Dönüşüm ve Enerji Ekonomisi: Karbonsuzlaşma sürecinin ekonomik yapıları dönüştürmesi ve enerji güvenliği ile iklim politikalarının bütünleşmesi.
  3. Teknoloji Devleti: Yapay zekâ, yarı iletkenler, biyoteknoloji gibi yüksek teknolojili alanlarda rekabetin devlet destekli kurumsal mimari ile yürütülmesi.
  4. Kamu Yatırımları ve Altyapı Modernizasyonu: Dijital, ulaşım, enerji ve sosyal altyapıların yeniden tasarlanması; kamu yatırımlarının stratejik niteliğinin artması.
  5. Aktif İşgücü Politikaları: Beceri dönüşümü, yaşam boyu eğitim, genç ve kadın istihdamını artırmaya dönük kurumsal yeniden yapılanmalar.
  6. Ulusal Güvenlik – Ekonomi Bütünleşmesi: Ekonomik politikaların dış politika ve güvenlik stratejileriyle uyumlandırılması; kritik sektörlerde stratejik otonomi. Bu altı sütun yalnızca yeni bir ekonomi politikası önerisi değil; aynı zamanda devletin kapasitesini, kurumların işleyişini ve ekonominin üretim yapısını yeniden tanımlayan bütünsel bir yaklaşımı temsil etmesiyle yeni bir çağın da kodları. Bildiğimiz ticaret kurallarının, uluslararası kurumların, aşırıya kaça özeleştirmelerle kapasitesi taşeronlaştırılan devletlerin, kamusal kurumlardaki aşınma sonucu ortaya çıkan yönetim kabiliyeti düşüklüğünün ve nihayetinde yükselen otokratik düzenin antitezini tanımlıyor.

Bu bağlamda London Consensus, yalnızca ekonomik bir söylem değil; küresel düzenin yeniden şekillendiği bir dönemde stratejik konumlanmanın çerçevesi, demokrasiye can suyu adına bir umut olarak görülüyor. Kısaca, London Consensus, günümüzün karmaşık ekonomik gerçekliği içinde yeni bir yol haritası sunuyor. Eski normların çözüldüğü, yeni oyun kurallarının yazıldığı bir dönemde bu çerçeveyi anlamak, yalnızca akademik bir merak değil; aynı zamanda geleceği doğru okumak için zorunlu bir adım.

Bu başlangıç yazısı ile amacım London Consensus’u yalnızca kavramsal bir çerçeve olarak tanıtmak değil. Bir yazı dizisi haline getirerek önümüzdeki haftalarda bu altı sütunu ayrı ayrı ele almak. Böylece Türkiye olarak ekonomik buhranı kaçınılmaz kılan hukuksuzluk deliğine düşmeye devam ederken dünyanın hangi yönde ilerlediğini, küresel güçlerin bu yaklaşımı nasıl uyguladığını, yeni dönemin kazanan ve kaybedenlerinin nasıl şekilleneceğini ve ekonomik dönüşüm ile siyasal düzen arasındaki ilişkinin nasıl değişmekte olduğu gibi soruları analitik bir düzeyde tartışmak. Başladığım yazı dizisi ile dönüşen dünyayı kavramak, bu dönüşümün mantığını berraklaştırmak ve tabi Türkiye’nin bu gelecekteki yerini tartışmaya açmak.

(II)-“London Consensus” ve Sanayi Politikalarının Küresel Dönüşümü 

Türkiye’de siyasi gündem yangın yeri. Bir yandan artık “İmralı Açılımı” ismiyle tarihe geçeceği belli olan amorf “sürecin” rengi belli olurken, bir yandan ana muhalefet partisi CHP üzerinde beklenmedik yerlerden de gelen baskıların artışını izliyoruz. Ekonomide gündem uzun zaman olduğu gibi enflasyon oranıyla sınırlı. Bunun en doğrudan yansıması olarak 2026 asgari ücret artış oranı çoğunluğun haklı merak konusu. Hukuk devleti olmadan ekonomideki bu kısır döngüden çıkmak imkânsız. O yüzden de siyasi gündemin boğan havasından uzaklaşıp ekonomi-politikte dünyanın neleri tartışmaya açıp uygulamaya geçtiğini düşünmek için zaman çıkıyor. Geçen hafta bu amaçla 1980’lerden beri küresel politika tavsiyelerine damgasını vurarak gelir adaletsizliğini derinleştiren Washington Consensus’un antidotu olmaya aday “London Consensus” yaklaşımını tanıtmak amacıyla yazmaya başladım.

Bu hafta bu yazının ikinci kısmında biraz daha derine inerek bu yeni ekonomi-politik düzlemde sanayi politikasına yeni bir yaklaşımı anlatmaya çalışacağım. Başka ifadeyle, Yeni Sanayi ihtiyacını tartışacağım.

Ekonomik düşüncede dönüşümler finansal piyasalardaki krizlere benzeyen hızda gerçekleşmiyor. Sanayi politikalarının bugün yeniden küresel gündemin merkezine oturması da böyle bir sessiz kırılmanın ürünü. Uzun yıllar boyunca devlet müdahalesine mesafeli duran, rekabete ve piyasaya öncelik veren yaklaşım; yaşanan krizler, teknolojik rekabetin keskinleşmesi ve enerji sistemlerinin dönüşmesiyle birlikte yerini daha aktif bir devlet anlayışına bırakıyor. London Consensus da işte bu yeni yönelimin teorik çerçevesi.

Son kırk yılın küreselleşme modeli, verimlilik artışlarını belirli coğrafyalarda yoğunlaştırırken, ekonomilerin tedarik zincirlerine aşırı bağımlı hale gelmesine yol açtı. Pandemi bir ülkenin üretim kapasitesini başka bir kıtadaki darboğazdan bağımsız düşünmenin artık mümkün olmadığını gösterdi. Teknolojik üstünlük, ulusal gücün temel bileşeni oldu ve kritik bir boyut kazandı. Enerji sektöründe yaşanan fiyat dalgalanmaları ve iklim krizi ise sanayi ile enerji politikalarının ayrılmazlığını kanıtladı. Artan gelir adaletsizliği ve eşitsizlikler 80’lerden bu yana izlenen ekonomik politikaların toplumsal meşruiyetini zayıflattı.

Tüm bu dinamikler sonucunda da devletin yalnızca düzenleyici değil, stratejik yönlendirici bir aktör olarak geri dönmesi zorunlu kabul edilmeye başlandı.

London Consensus bakış açısında yeni sanayi politikası, geleneksel korumacı modellerden farklı olarak, tüm ekonomiyi dönüştürmeyi amaçlayan çok katmanlı bir yaklaşım. Yenilik ve rekabetçilik artık sadece özel sektörün sorumluluğunda görülmüyor. Devlet, Ar-Ge yatırımlarından teknoloji standartlarına, yetenek geliştirme programlarından finansman mekanizmalarına kadar geniş bir alanda sistem kurucu rol üstleniyor.

Teknolojik kapasite, yalnızca üretim süreçlerinin iyileştirilmesi değil, aynı zamanda yazılım, yapay zekâ, biyoteknoloji ve ileri malzemeler gibi stratejik alanlarda öğrenme hızının artırılmasını gerektiriyor. Yeşil ve dijital dönüşüm, tüm ekonomik yapının yeniden tasarlanmasını zorunlu kılıyor.

Bu nedenle sanayi politikaları, iklim politikalarını ve enerji stratejilerini içine alan bütünsel bir çerçeveyle yürütülüyor. Üstelik bölgesel eşitsizliklerin azaltılması, işgücünün yeni becerilerle donatılması ve dönüşümün toplumun tüm kesimlerini kapsaması yeni sanayi politikasının ayrılmaz bir parçası haline geliyor.

Küresel ticaret sistemi de sanayi politikalarının dönüşümüyle birlikte yeniden tanımlanıyor. Modern yaklaşım, dışa kapanmayı değil; küresel değer zincirlerine daha stratejik, bilinçli ve katma değer odaklı bir entegrasyonu savunuyor. Ürün çeşitliliği ve teknoloji yoğunluk düzeyi bir ülkenin üretim kapasitesinin göstergesine dönüşüyor. Dolayısıyla ticaret politikaları ile sanayi politikaları artık paralel değil, bütünleşik bir yapıda ele alınıyor.

Yeni Sanayi politikasının görünmez koşulu da devlet kapasitesi. Devletin sadece plan yapması değil; uygulamada öğrenen, uyarlanan, hatalardan geri dönebilen ve özel sektörle şeffaf işbirliği kurabilen bir yapıda olması gerekiyor. Kamu kurumlarının kapasitesi London Consensus’ın en sessiz ama en belirleyici unsuru.

Türkiye son yıllarda küresel üretim zincirlerindeki dönüşümün etkilerini yakından tanıdı. Enerji fiyatlarındaki oynaklık, ithal teknolojiye bağımlılık, bölgesel düzeyde artan eşitsizlikler ve orta-yüksek teknoloji sektörlerinde yaşanan sınırlı ilerleme ve potansiyel büyüme hızının %3,5’lere gerilmesi ülkenin sanayi politikası yaklaşımının yenilenmesi gerektiğinin kanıtı.

Özellikle yeşil dönüşümün zorunlu hale geldiği, teknolojik rekabetin hızlandığı bir dönemde Türkiye’nin yalnız mali teşvikler değil, uzun vadeli ve koordineli bir kapasite geliştirme stratejisine ihtiyacı olduğu açık. Nitelikli işgücü, bölgesel kalkınma, temiz enerji altyapısı ve teknoloji odaklı üretim modelleri, Türkiye için rekabet gücünü belirleyecek temel başlıklar haline geldi.

London Consensus’ın Türkiye için önemi de bu yakıcı dönüşüm ihtiyacını gerçekleştirecek yol haritasını göstermesi, Türkiye’nin sanayi ve teknoloji politikalarını yeniden düşünmesi için önemli bir referans sunması.

Yazı dizisinin sonunda çok önemsediğim, CHP’nin ekonomi programını da bu perspektiften tartışıyor olacağız.

(III)-“London Consensus” Yeni bir kalkınma vizyonunun önkoşulu 

Yeşil dönüşüm, artık iklim politikalarının dar sınırlarına sıkışmış bir başlık değil; 21. yüzyılın yeni sanayi stratejisinin çekirdeği. Dönüşümün temeli ekonomik gücü, teknolojik kapasiteyi ve istihdam kalitesini belirleyecek yeni bir rekabet alanı haline gelmiş durumda.

Sanayi politikaları, uzun süre enerji politikalarından ayrı bir alan olarak düşünüldü. Ancak bugün durum tamamen değişti. Güneş ve rüzgâr teknolojileri, batarya üretimi, yeşil hidrojen, küçük modüler reaktörler, elektrikli araçlar, ısı pompaları, akıllı şebekeler ve karbon yakalama sistemleri… Bunların her biri hem enerji sektörünü hem de imalat, inşaat, ulaşım ve tarım başta olmak üzere tüm üretim yapısını yeniden biçimlendiriyor.

Bu nedenle enerji sistemlerinin yeniden tasarlanması, ekonomilerin kırılma noktası. Bu dönüşümü zamanında gerçekleştiremeyen ülkeler teknolojik üstünlüğü kaybedip yüksek enerji maliyetleri altında sıkıştıkça sanayi rekabetinde geri düşecek. Yakında bu maliyete bir de karbon vergileri eklenecek. Dönüşümü başaran ülkeler de yalnızca çevresel riskleri azaltmakla kalmayacak. Yüksek verimlilik, nitelikli istihdam ve yeni teknolojilerle küresel ekonomide liderlik imkânı kazanacak.

“DEVLET” BU İŞİN HER YERİNDE

Yeşil dönüşümün en temel yanı, piyasanın tek başına çözemeyeceği bir ölçek ve hız gerektirmesi. Rüzgâr ve güneş kapasitesinin artırılması, batarya fabrikalarının kurulması, iletim hatlarının yenilenmesi, enerji depolama teknolojilerinin ticarileşmesi, yeşil hidrojen altyapısının gelişmesi gibi milyarlarca dolarlık uzun vadeli yatırım gerektiren süreçler söz konusu.

Devletin geride kaldığı ve küçültülmeye çalışıldığı geçmiş 40 yıllık ekonomi politikaları bu yeni gelecekte işe yaramıyor. Keza, devletin büyük planlamacı rolü ve yatırım kapasitesinin devrede olmadığı ülkelerde bu dönüşüm mümkün olmadığı gibi, maliyetler de katlanarak artıyor.

Bu nedenle yeni sanayi politikaları devletin planlayıcı, yatırımcı ve yönlendirici olarak ekonomide yeniden aktif rol almasını gerektiriyor. Devletin enerji, sanayi ve iklim politikalarını ortak bir koordinasyon içinde tasarlaması, kritik altyapılara doğrudan yatırım yapması veya özel sektörü teşviklerle yönlendirmesi gerekli. Karbon fiyatlaması, yeşil standartlar, yerli üretim teşvikleri ve teknoloji alım garantileriyle özel sektörün risk iştahını artırması da gerekiyor.

KALİTELİ İŞLERİN YÜKSELİŞİ

Yeşil dönüşümle bütünleşik sanayi politikası yalnızca emisyon azaltmıyor, aynı zamanda istihdamın niteliğini de değiştiriyor. Güneş paneli montajından batarya mühendisliğine, yeşil bina dönüşümünden elektrikli araç ekosistemine kadar uzanan bu geniş alan; düşük nitelikli işlerin ağırlığını azaltırken, orta ve yüksek beceri gerektiren yeni meslekler yaratıyor.

Yeşil dönüşüm “iş” yok etmiyor. Belirleyici unsur, hangi işlerin daha kaliteli ve daha güvenceli hale geldiği. Yeşil sektörlerde ücretler genellikle daha yüksek; sendikalaşma eğilimleri daha güçlü ve çalışma koşulları daha iyi. Dahası, bu işler dış şoklara karşı daha dayanıklı, yani ekonomik krizlerde kayıp riski daha düşük.

TÜRKİYE: FIRSATLAR, RİSKLER VE ZORLUKLAR

Türkiye, enerji sistemleri ve sanayi yapısı açısından yeşil dönüşümün etkilerini en yoğun hissedecek ülkelerden biri. Bir kere Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı yüksek ve maliyetler sanayinin rekabet gücünü doğrudan etkiliyor. Mevcut iktidar yenilenebilir enerji kapasitesi artırma çabasında. Ancak cumhurbaşkanlığı sistemiyle gelen liyakatsizlik planlama eksikliği üzerinden depolama ve şebeke modernizasyonu tarafını aksatıyor. Sonuç olarak da Türkiye’deki dönüşüm hızı başka ülkelere kıyasla düşük kalıyor, reel ekonominin rekabet gücü yaralanıyor.

Başta Avrupa olmak üzere Türkiye’nin ana ihracat pazarlarında devreye girmek üzere olan karbon sınır vergisi temiz üretime geçemeyen sektörler için çok ciddi maliyet artışı demek. Yeşil çeliği, yeşil tekstili, düşük karbonlu lojistiği önceleyen bir Avrupa pazarında Türkiye ancak enerji dönüşümünü hızlandırarak rekabetçi kalabilecek. Yoksa tekstilin başına gelen diğer sektörlere de yansıyacak.

Bu değişim Türkiye için ekonomik olduğu kadar sosyal da bir fırsat. Bizde genç nüfusun istihdam potansiyeli yüksek ancak mevcut işlerin niteliği düşük. Yeşil dönüşüm özellikle mühendislik, bakım-onarım, yazılım, tasarım, enerji verimliliği, sürdürülebilir üretim ve döngüsel ekonomi alanlarında orta ve yüksek becerili geniş işler imkânı kaynağı.

Türkiye, yeşil dönüşüm çağında yalnızca enerji stratejisini değil, bütünsel ekonomik modelini yeniden ele almak zorunda. Tekrar olacak belki ama yeşil dönüşümün sanayi politikasının merkezine alınması gereğini net yazmak gerekli. Çünkü bu dönüşüm, enerji maliyetlerini azaltarak sanayinin rekabet gücünü TL’ye bağlı oynaklıklardan hem kurtaracak hem de bu gücü artıracak. Temiz üretim teknolojilerinde yerli kapasitesi oluşacak, ekonomik büyüme güçlenecek. Nitelikli istihdam alanlarını genişleterek orta sınıfın yapısını güçlendirecek. İhracatın karbon düzenlemeleri karşısında sürdürülebilirliğini güvence altına alacak. Teknolojik yetkinliğin gelişeceği bir ekosistem yaratacak.

Dolayısıyla konu sadece yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmakla sınırlı değil. Türkiye’de asıl ihtiyaç, ekonominin üretim yapısını, işgücü piyasalarını ve kamu yatırımlarını ortak bir hedef doğrultusunda yeniden tasarlamak. Türkiye için yeni bir büyüme dalgasını taşıyacak güçlü bir fırsat alanı yaratmak.

(IV) -London Consensus -Teknolojik üstünlük ve Yeni Sanayi politikası 

Yazı dizisinin dördüncüsünde amacım Türkiye’nin ihtiyacı olan ekonomik yeniden yapılanmanın temel taşlarını dünyadaki ekonomik gelişmeleri merkeze alarak nasıl kurgulayacağımızın yolunu bulmak. Keza dünya ekonomisi, doğal kaynaklara veya ucuz emeğe dayanan üretim modelinden hızla uzaklaştı. Teknoloji ve yenilik kapasitesine dayalı rekabetin merkezi olduğu bir evreye girdi. Geleneksel sanayi üretimi, evet hâlâ önemli ama ülkelerin kaderini artık sanayi politikalarının şekli belirlemiyor. Teknolojik üstünlüğü yakalayan önde. Özellikle yapay zekâ (YZ), ileri veri analitiği, yüksek katma değerli üretim ve yenilikçi teknoloji alanları bir tercih değil, ülkeler için stratejik zorunluluk.

London Consensus’ın yeni paradigmalarından en kritiği teknoloji, yenilik ve YZ odaklı yüksek katma değerli üretim kapasitesini devlet, özel sektör ve akademi arasında yeniden kurulacak bir dengeyle oluşturmak. Firmalar kadar devletlerin de stratejik planlarına YZ ve teknoloji kapasitesini merkeze koyması zorunlu. Neoliberal politikaların küçültmeyi hedeflediği devlet kapasitesi bu yeni dinamikler içinde yeniden başrole çıkıyor. Çünkü yüksek teknoloji üretimi, yalnız sermaye değil, insan kaynağı, eğitim-sağlık politikaları, AR-GE altyapısı, veri politikası, fiziksel yatırım, ortak standartlar, regülasyon ve uzun vadeli planlama gerektiriyor.

Devletin “sadece düzenleyici” sınırları aşması gerektiği farkındalığına sahip yöneticilerin elinde hedeflerle uyumlu destekler veren, yatırım yapan ve tabi koordinatör olarak devreye giren şekilde baştan aşağıya kurgulanması gerekiyor.

TÜRKİYE’DE DURUM: POTANSİYEL, GİRİŞİMLER VE POLİTİKALAR

Türkiye’nin şu anda temel yol haritası olarak elinde 2021–2025 dönemini kapsayan Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi (UYZS) var. Hedef yapay zekâ uzmanlarının yetiştirilmesi, TechVisa programıyla yeteneklerin ülkeye çekilmesi, üniversitelerde veri bilimi ve yapay zekâ odaklı yeni programlar açılması.  Özel sektör açısından Türkiye Yapay Zeka İnisiyatifi (TRAI) gibi kurumlar, yapay zekâ ekosistemini inşa etme, girişim ve firmaları destekleme, kapasite artırımı ve farkındalık yaratma görevini üstleniyor. Olumlu adımlar olsa da bütüncül değişim gereğini yakalamaktan uzaklar.

Anadolu Ajansı kaynaklarına göre 2025 itibarıyla Türkiye’de “üretken yapay zekâ” kullandığını beyan eden bireylerin oranı %19,2’ye ulaşmış durumda. Bu, toplumun ve iş dünyasının YZ’ye yöneldiğini gösteren bir sinyal olsa da devletin rolünün yeniden ön plana çekilmemesi nedeniyle kapsamlı bir dönüşüm programı uygulanamıyor.

Halbuki genç işsizliğinin çift hanelerde olduğu Türkiye, OECD verilerine göre üniversite mezunlarının işsizlik oranının genel işsizliğin üstünde olduğu tek Avrupa ülkesi. Eğer Türkiye, sanayi politikası, eğitim-istihdam bağlantısı, nitelikli iş gücü üretme ve gençleri işgücüne kazandırma alanlarında adımlar atmazsa, bu genç nüfusu zaten ezmekte olan ekonomik hem toplumsal riskler daha da artacak.

Halbuki teknoloji ve yapay zekâ odaklı üretime geçiş sadece ülkenin rekabet gücünü artırmak için değil. Aynı zamanda istihdam yapısını daha kaliteli, daha kalifiye ve daha dayanıklı hâle getirebiliyor. Yakıcı genç işsizliğine çare olmak adına o zaman Türkiye’nin teknik altyapı ve insan kaynağı odaklı yatırımlarla YZ ve yüksek katma değerli teknoloji üretiminde bir sıçrama yapabilecek potansiyelini destekleyen hedefli politikalar gerekiyor. Çünkü geleneksel sanayi ya da hizmet sektöründeki emek yoğun, düşük maaşlı, kırılgan işlerin yerini; yazılım mühendisliğinden veri analistliğine, yapay zekâ geliştirmeden AR-GE uzmanlığına kadar orta ve yüksek beceri gerektiren işler alıyor.

Bu dönüşümün, orta sınıfın büyümesine katkı sağlarken, genç nüfusun nitelikli iş bulma umutlarını artıracağına şüphe yok. Türkiye gibi genç nüfuslu, %30’a yakın geniş işsizliğin olduğu bir ekonomide bu potansiyel, sosyal istikrar ve ekonomik dinamizm açısından kritik.

TÜRKİYE İÇİN BİR DÖNÜŞÜM FIRSATI

Bugün Türkiye’de bütün bu potansiyeli gerçekleştirecek bir hükümet vizyonu yok.  Yapılan çalışmaların parçalı yapısı bunu doğruluyor.

Kamunun kurumsal çerçevesini 2018’den bu yana bilinçli şekilde yıpratan iktidar da kâğıt üzerinde şık görünen kendi yaptığı planların hayata geçirilemeyişinin en basit nedeni.  2018 cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle beraber açıklanan Orta Vadeli Programların bugünün gerçekliğinden bile ne derece uzak olduğuna bakınca gelecek adına umutlu olmak da mümkün değil. Yalnız AR-GE yatırımlarının yetmeyeceği bu gelecekte hukuk, regülasyon, veri güvenliği, standartlar, kaliteli kamu eğitimi, nitelikli insan kaynağı yönetimi ve uzun vadeli strateji ile planlı ilerleme şart.

Türkiye, doğru kaynak yönetimi ve bölgesel avantajlarla bu yarışta yer alabilecek potansiyele sahip. Bu potansiyel, yeni bir devlet-akademi-özel sektör işbirliği ve uzun vadeli vizyonla bir sıçrama alanına dönüşebilir. Ancak bu sıçrama tesadüfi gelmeyecek. Planlı, kararlı, hedef odaklı, kapsayıcı ve devrim niteliğinde değişime soyunacak bir siyaset ile mümkün.

(V)-London Consensus- İnsan sermayesi ve aktif emek politikaları: Dönüşümün belirleyici ayağı 

Türkiye’de emek piyasası uzun süredir derin bir sıkışma içinde. Bu sıkışma yalnızca ücretlerin yetersizliğinden ibaret değil; emeğin korunmasından temsil edilmesine, iş güvenliğinden toplu pazarlık gücüne kadar uzanan çok boyutlu bir yapısal sorun. Bugün Türkiye’de milyonlarca çalışan için “çalışmak”, refah üretmekten çok hayatta kalma mücadelesi.

Bu tablonun en görünür göstergesi asgari ücret sıkışması. Asgari ücret, olması gerektiği gibi bir taban ücret olmaktan çıkarak ücret sisteminin merkezinde. Bu durum, ücret skalasının yukarı doğru işlemesini engelliyor, nitelik farklarını anlamsızlaştırıyor ve emeğin değerini aşındırıyor. Daha fazla eğitim, daha fazla beceri ya da daha ağır iş yükü, anlamlı bir gelir farkı yaratmıyor.

Bu sıkışmanın doğal sonucu, çalışan yoksulluğunun kalıcı hale gelmesi. Çalışmak artık yoksulluktan çıkış yolu değil. Ücret artışları enflasyon karşısında hızla erirken, emek gelirlerinin milli gelirden aldığı pay düşüyor. Türkiye’de büyüme dönemleri çalışanların yaşam standartlarına yeterince yansımıyor.

Sorunun ikinci temel boyutu, emeğin örgütlenme kapasitesinin zayıflığı. Türkiye’de sendikalaşma oranları OECD’nin yarısından az, toplu sözleşme kapsamı sınırlı ve sendikal haklar fiilen daraltılmış durumda. Üstelik yasal çerçevede var olan haklar, uygulamada çoğu zaman caydırıcı mekanizmalarla etkisizleştirilmiş halde. İşten çıkarma tehdidi, taşeronlaşma, güvencesiz sözleşmeler ve kayıt dışılık, çalışanların sendikal haklarını kullanmasını fiilen engelliyor.

Sendikaların zayıflaması, yalnızca ücret pazarlığını değil; iş güvenliği, çalışma süreleri, işyeri demokrasisi ve mesleki gelişim gibi alanları da doğrudan olumsuz etkiliyor. Emeğin sesi, ekonomik karar alma süreçlerinden büyük ölçüde dışlanmış durumda. Sosyal diyalog yerine tek taraflı kararlar var.

Emeği Merkeze Alan demokratik Bir Ekonomik Dönüşüm

Türkiye’de işgücü politikaları büyük ölçüde pasif araçlara dayanıyor. Kısa vadeli teşvikler, geçici istihdam destekleri ve dönemsel programlar sorunu öteliyor ama çözmüyor. Oysa London Consensus yaklaşımının temel vurgularından biri, aktif işgücü politikalarının sanayi ve teknoloji politikalarıyla birlikte ele alınması.

London Consensus, insan sermayesini ekonomik dönüşümün yan ürünü olarak değil; ön koşulu olarak ele alan bir bakış açısı. Çünkü bu yaklaşım, ekonomik dönüşümü yalnız büyüme rakamları üzerinden değil; üretkenlik, nitelikli istihdam ve sosyal denge üzerinden ele alıyor. London Consensus’un merkezinde, emeği maliyet unsuru olarak gören anlayıştan kopuş var.

Bu çerçeve, Türkiye açısından üç temel politika yönelimi sunuyor.

Birincisi, beceri odaklı sanayi politikası. Yüksek katma değerli sektörlere geçiş hedefi, yalnız yatırım teşvikleriyle değil; bu sektörlerin ihtiyaç duyduğu becerilerin sistematik biçimde üretilmesiyle mümkün. Yeşil dönüşüm, yapay zekâ, ileri imalat ve dijital hizmetler gibi alanlarda, devletin beceri standartlarını belirlemesi ve eğitim programlarını buna göre şekillendirmesi gerekir.

İkincisi, yaşam boyu öğrenmenin kurumsallaşması. Bugünün tek bir diploma ile uzun bir kariyer sürdürmek zor. London Consensus yaklaşımı, çalışanların meslek hayatları boyunca yeni beceriler kazanabileceği esnek ve erişilebilir mekanizmalar öneriyor. Türkiye’de bu alanda hâlâ sınırlı pilot uygulamalar görülüyor; oysa merkezi ve aktif bir stratejiye ihtiyaç var.

Üçüncüsü, işgücü piyasası kurumlarının güçlendirilmesi. Etkili istihdam ofisleri, kariyer rehberliği sistemleri ve veri temelli işgücü analizleri olmadan dönüşüm yönetilemez. Türkiye’de işgücü piyasasına dair veri üretimi ve yönlendirme kapasitesi sınırlı; bu da hem iş arayanların hem işverenlerin yanlış kararlar almasına yol açıyor.

Bu çerçeve de Türkiye açısından üç kritik fırsat yaratıyor:

Birincisi, asgari ücret sıkışmasını aşacak bir üretim modeli. Yüksek katma değerli sektörlere geçiş, ücretlerin tabandan yukarı doğru yayılmasını mümkün kılar. Nitelikli işgücü talebi arttıkça, ücret farkları yeniden anlam kazanır.

İkincisi, sendikalaşma ve toplu pazarlığın sanayi politikalarının parçası haline gelmesi. London Consensus, sosyal diyalogu kalkınmanın önkoşulu olarak kabul ediyor. Yeşil dönüşümden teknoloji yatırımlarına kadar her alanda işçi temsilinin kurumsallaşması bu modelin temel unsurlarından.

Üçüncüsü, iş güvenliği ve çalışma koşullarının rekabet unsuru haline gelmesi. Keza, yeni sanayi politikaları, ucuz emekle değil; güvenli, verimli ve sürdürülebilir çalışma ortamlarıyla rekabet etmeyi hedefler.

London Consensus, elbette tek başına mucize bir çözüm sunmayacak. Ancak doğru kullanıldığında, Türkiye’nin emek piyasasındaki kronik sorunları eş zamanlı ve bütüncül biçimde ele almasına imkân tanıyacaktır. Bunun için ekonomik dönüşüm ile demokratikleşmenin birlikte düşünülmesi şartİşçi haklarının güçlenmediği, sendikaların söz sahibi olmadığı, emeğin korunmadığı bir sanayi politikası sürdürülebilir olmaz.

O zaman soralım: Türkiye, emeği yeniden kalkınmanın öznesi haline getirecek bir yolculuğa çıkabilecek mi? Yoksa özellikle son yılların asgari ücret sıkışmasına, güvencesizliğe ve yoksullaşmaya mahkûm bir emek düzeniyle mi yoluna devam edecek?

Kuşkusuz bu soruların cevabı, yalnız ekonomi politikalarının değil; demokrasinin de kaderini belirleyecek.

Güldem Atabay / BİRGÜN

TÜGVA’dan 'siftah parası' tartışması: AKP il başkanına da zarf bırakıldı! Esnafa 200 liralık zarflar, dini mesajlarla dağıtıldı...-Cumhuriyet-

AKP’ye yakınlığı ile bilinen ve Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan’ın Yüksek İstişare Kurulu'nda yer aldığı Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Ardahan gönüllüleri, dün sabah saatlerinde kent merkezindeki işyerlerini tek tek gezerek içinde 200 lira bulunan zarfları esnafa dağıttı.

Zarfların üzerinde dini referans içeren "Siftah bizden, bereketi Allah'tandır. Her yeni gün helal rızkına vesile olsun" ifadeleri dikkat çekti.

Bu durum, sosyal yardımın dini söylemlerle paketlenerek sunulması konusunda eleştirilere neden oldu.

AKP ARDAHAN İL BAŞKANININ İŞYERİ DE ZİYARET EDİLDİ

TÜGVA gönüllülerinin ziyaret ettiği adresler arasında AKP Ardahan İl Başkanı Hakan Aydın'ın Kongre Caddesi üzerindeki bilgisayar bakım ve onarım dükkânının da yer alması dikkat çekti.

Aydın, kendisine bırakılan "siftah parası" için sosyal medya hesabından teşekkür mesajı yayımladı.

Aydın mesajında, “Sabah iş yerimizi bizden önce ziyaret eden TÜGVA Ardahan Temsilcisi Sayın Osman Yıldız'a ve kıymetli ekibine teşekkür ederiz” ifadelerini kullandı.

SİVİL TOPLUM FAALİYETİ Mİ, KAMUSAL ALANDA SİYASİ GÖRÜNÜRLÜK MÜ?

TÜGVA, kamudan aldığı mali destekler, iktidar partisiyle kurduğu yakın ilişkiler ve kamu kurumlarındaki örgütlenmesi nedeniyle uzun yıllardır tartışma konusu.

Vakfın esnafa yönelik “maddi yardım” içeren bu çalışmayı dini söylemlerle ve iktidar temsilcilerinin işyerlerini de kapsayacak biçimde gerçekleştirmesi, “sosyal yardım” ile “siyasi propaganda” arasındaki sınırın bulanıklaştığı eleştirilerine yol açtı.

TÜGVA: ‘DAYANIŞMA VE PAYLAŞMA AMAÇLI’

TÜGVA Ardahan İl Temsilcisi Osman Yıldız ise çalışmaya yönelik eleştirilere karşı, amaçlarının esnafa destek olmak ve toplumda birlik, paylaşma ve dayanışma duygusunu güçlendirmek olduğunu savundu.

Yıldız, benzer faaliyetlerin süreceğini ifade etti.

Cumhuriyet

Gerçekten utanmıyorlar: AKP'lilerin Meclis'teki bir günü, bir ömre yetecek yalanla süslendi -soL-

AKP'li isimler gerçekleri farklı gösterme konusunda adeta ağız birliği etmiş durumda. Çetelerden şikeye, kadına şiddetten çocuk sömürüsüne meydana getirdikleri bu çürümüş düzeni savunmalarının başka yolu da yok gibi görünüyor.

Ülkenin dört bir yanını saran çürüme en başta AKP'li isimler eliyle meşrulaştırılıyor, çürümeye sebep olan pek çok başlığın önü iktidar zihniyetiyle açılıyor.

Bunların başında, son zamanlarda giderek daha fazla maruz kalmaya başladığımız yolsuzluklar, çeteler, bahis, kadın düşmanı açıklamalar ve uygulamalar var.

AKP'li isimler de bu çürümeye son iki gündür yaptığı konuşmalarla adeta su taşıdı. Bakanlar deprem vergileri, kadın cinayetleri, suç örgütleri gibi konularda hiç de gerçek olmayan bir tablo çizdi. TBMM Genel Kurulu'ndaki 2026 yılı bütçe görüşmeleri sırasında muhalefetin eleştirilerine verdiği yanıtlar bakanların yalnızca "paçayı kurtarmaya" çalışmadıklarını, gerçeklerin üzerini sistematik bir şekilde örtme gayreti içerisinde olduklarını da gösterdi.

İlk olarak İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın dün yaptığı konuşmaya bakalım. 

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, partisinin İstanbul İl Başkanlığı binasına 5 bin polisle girildiğini hatırlatarak "O kanunsuz emirlerinizin hepsinin zamanı gelecek, teker teker hesabını soracağız" diye konuştu. Bu sözler üzerine Yerlikaya, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'tan alışkın olduğumuz "Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devletidir" cümlesini tekrar etti. Son dönemde AKP'nin en büyük suçlarından sayılabilecek "yargı kararlarını uygulamama" halini yok sayan Yerlikaya, CHP'yi "mahkeme kararına uymamakla" suçladı.

Çetelerin, uyuşturucu ve kumarın pençesindeki ülke fotoğrafını görmezden gelen ve neredeyse suç örgütlerinin temizlendiği bir görüntü vermeye kalkan Yerlikaya, "Küresel Organize Suç Endeksi Raporu"na yönelik soruları şöyle yanıtladı:

Ne hikmetse, yurtdışında bir ya da birileri, bu ülkeyi sevmeyen, bu ülkeye düşman olan kaçmış gitmiş buradan, defolmuş gitmiş... Onların yazmış olduğu düzmece raporların üzerine binin, doğru buraya gelin. Türkiye olarak başta organize suç örgütleri, uyuşturucu, insan ticareti, kaçakçılık ve yasadışı göçle mücadelede kimlerle işbirliği yapıyoruz? Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi, Interpol, Europol başta olmak üzere uluslararası kuruluşlarla sıkı bir işbirliği içindeyiz.

Bakanlık olarak bir yandan Terörsüz Türkiye'nin inşasına omuz verirken diğer yandan da sahada otoriteyi, güvenliği ve kamu düzenini tavizsiz biçimde ayakta tutuyoruz.

"Son 2,5 yıldır organize suçlarla mücadelede yeni bir dönemin kapılarını araladıklarını" öne süren Bakan Yerlikaya, geçen yıla göre kadın cinayetlerinin de yüzde 24,5 azaldığını iddia etti. Bakan, koruma kararlarını uygulamayan, yargılamalarda kadının haklarını korumayan, şiddeti türlü söylemlerle meşrulaştıran AKP iktidarında "her kadının kendini güvende hissedene, her tehdit ortadan kalkana kadar mücadele ettiklerine" inanmamızı istedi.

Deprem harcamaları, silinen vergi borçları, TÜİK'in tartışmalı verileri...

Bir diğer çarpıtma dolu konuşmaysa Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından yapıldı. Normalde az konuşması, tepkilere cevap vermekten kaçınmasıyla bilinen Şimşek, vergi borçlarıyla ilgili sorulara yanıt verdi.

"Vergi borçlarının yalnızca TBMM kararıyla silinebileceğini" söyleyen ve "Benim böyle bir yetkim olmadı, Maliye Bakanının veya Bakanlığın vergi borçlarını silme, affetme yetkisi yoktur" diyen Şimşek'e, CHP'li Günaydın, "Vergi dairelerinde siliyorlar, sen silmiyorsun ama talimatla siliniyor. Ne anlatıyorsun bize! Göz göre göre çarpıtma olur mu ya!" sözleriyle tepki gösterdi. 

Şimşek, deprem sonrası toplanan vergilere ilişkin de konuştu. Depremzedeler konteynerlerde yaşamak zorunda bırakılıp, oradan bile tehditle çıkarılmak istenirken Bakan Şimşek utanmadan "deprem bölgesine 3,6 trilyon lira para harcadıklarını" savundu.

Oysa toplanan vergilerin yok olması, bağışların nasıl harcandığının açıklanmaması, şirketlerin ihya edilmesi hâlâ gündemde.

Bakan kendisi ve ekibinin Türkiye İstatistik Kurumu'na (TÜİK) müdahalesi olmadığını da öne sürdü. "Bu konuda bir talimatım olmuştur ne de olacaktır. Çünkü biz verilerin sağlıklı olmasını istiyoruz. Ona göre teşhisi ve tedaviyi doğru yapalım" dedi. TÜİK'in verileri çok sayıda davanın konusu olmuştu. Kurumun enflasyon verilerinin "asılsız" olduğu gündeme gelmişti. 

Çeteler, suç örgütü hesaplaşmaları yayılırken Hakan Fidan: 'Kurtlar Vadisi' ve Çatlı paylaşımlarını kıymetli buluyormuş!

AKP içerisindeki iktidar mücadelesinin taraflardan biri olarak ismi konuşulan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın görüntüleri bir süredir "Kurtlar Vadisi" dizisinin müzikleri eşliğinde ve çeşitli isimlerle birlikte paylaşılıyor. Bunlardan biri de Bahçelievler Katliamı başta olmak üzere devrimcilere yönelik saldırılardan sorumlu tutulan, ülkücü suç örgütü lideri Abdullah Çatlı.

Katıldığı bir programda sosyal medyada kendisiyle ilgili yapılan “Kurtlar Vadisi” ve Abdullah Çatlı temalı videolara dair konuşan Fidan bunları "kıymetli bulduğunu" anlattı. Bakan Fidan şöyle konuştu:

Zaman zaman güldüğümüz, ‘Bu nereden çıktı’ dediğimiz oluyor. Demek ki biz bir şeylerle meşgul olurken, verdiğimiz imajın ne olduğunun da farkında olmuyoruz. İnsanlar konuşuyor, reaksiyon gösteriyor. Ben bunu çok kıymetli buluyorum. Otantik olan her tepkiyi çok kıymetli buluyorum.

Fidan, “Bazen gençler bir şey deyince, 'Maskeyi çıkarayım mı' diyorum” diye konuştu.

Çocuk işçi cinayetlerinin hesabını vermeyen Tekin'den eğitim sistemine övgü

İşyerlerinde sömürülürken, MESEM adı altında çalıştırılırken ölen çocukların hesabını vermeyen Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de son iki gündür çarpıtmalarla dolu açıklamalar yapmayı sürdürüyor.

Eğitim sistemini öven Bakan Tekin, "Bundan 10-20 yıl önce meslek liselerimizde, anadolu liselerimizde öğrencilerimizin etkinliklerine baktığımız zaman bugün sabah çocuklarımızın hayal ettiği, hayallerini kurduğu şeylerin hiçbirisi yoktu" dedi. 

Yusuf Tekin, milletvekillerinin mülakatlarla ilgili eleştirilerine ise "İspat edin gereğini yapacağım" sözleriyle yanıt verdi: 

Burada bir milletvekili dedi ki 'Siyasi referanslarla mülakatlarda öğretmenler atandı birilerinin yerine.' Siyasi referansla mülakatlarda sıralamaya giren bir kişi ispat edin gereğini yapacağım. İspat edemezsiniz, özür dilemek zorunda kalacaksınız.

Emekliler otel odasında yaşamaya mahkum edilirken: Aile Bakanı 'Araştırdık, yaşlılar kendi aileleriyle yaşlanmak istiyor' dedi

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, Meclis'teki konuşmasında "doğurganlık hızı"na değindi. Ailelerin geçim sıkıntısını hesaba katmadan konuşan Göktaş, "Doğurganlık düşüşümüz bir anda olmadı, 1960 yılından bu yana çok kapsamlı ve programlanmış şekilde indirildi. Şu anda maalesef nüfus planlaması ülkemizin gündemine oturdu. Nasıl oturdu biliyor musunuz, zihinlerde oturdu. 'Bir kız bir erkek yeter', 'az çocuk, öz çocuk, nitelikli çocuk' diyerek oturdu" sözlerini sarf etti.

"Aileyi güçlendirmeden hiçbir kalkınma modelinin, hiçbir sosyal politikanın kalıcı olamayacağını" savunan Mahinur Göktaş, konuyu "ülkemizin rekabetçi gücünü güçlendirmeye" bağladı.

Göktaş skandal açıklamalarını "yaşlı bakımı" konusuyla sürdürdü.

Daha geçtiğimiz günlerde, emekli maaşları yetmediği için bir göz otel odasında birlikte yaşamaya mahkum bırakılan yurttaşlarımız ülke gündeminin ortasına oturmuşken, Göktaş bakanlık olarak "yaşlı bakım modelleriyle ilgili çalışma yaptıklarını" iddia etti. Göktaş, bir "Yaşlı Profil Araştırması" yaptıklarını, bu araştırmada "yaşlıların yüzde 75'inin kendi aileleriyle, kendi evlerinde ve mahallelerinde komşularıyla yaşlanmak istediklerini söylediğini" savundu. "Huzurevi yapmaya devam edeceklerini, evde destek modellerini güçlendireceklerini" öne sürdü. 

Turizm Bakanı doymuyor

Çürümenin bir diğer boyutu da yolsuzluk ve menfaat. AKP'lilerin yakından bildiği bu kavramlar, patron bakanlar üzerinden defalarca gündeme gelmişti.

Kartalkaya başta olmak üzere suç dosyası kabarık Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un da zenginleşme adımları sürüyor. Patron Bakan'ın ETS Ersoy Turistik Tesisleri Anonim Şirketi lüks otel projelerine devam ediyor. Cumhuriyet'in haberine göre, Maxx Royal, Voyage ve Caja By Maxx Royal gibi otellerin sahibi şirket, Antalya Aksu’daki kapasite artışı için çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sürecini tamamladı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı projeye ilişkin son kararın verildiğini duyurdu. Buna göre her adımını tamamlayan projeye yakın zamanda onay çıkacağı düşünülüyor.

2026 yaz sezonunda açılması planlanan proje için şirketin tatil rezervasyon sitesinden başvuruları bile başladı. 

Hulusi Akar'ın kızının tartışmalı yatay geçişi yine gündemde: 'Bunu kafanıza sokun'

Bir örnek de eski Bakan Hulusi Akar'dan. 

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçe görüşmeleri sırasında Hulusi Akar’ın kızının eğitim sürecini yine gündeme taşıdı. Akar’ın kızının ABD’de biyoloji eğitimi alırken daha sonra Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne geçiş yaptığını ve mezun olduğunu söyleyen Günaydın, bu sürecin yıllar sonra soruşturma konusu yapıldığını ancak “kazanılmış hak” gerekçesiyle diplomanın iptal edilmediğini belirtti. Ardından Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesini eleştirdi. 

AKP'li vekili Hulusi Akar ise iddialara çirkin bir üslupla yanıt verdi: 

"Yapılan işlem yatay geçiş, elli kere söyledik. DePaul Üniversitesi Pre-Medical Biyoloji bölümü programı ABD’de sadece tıp fakültesine girmek isteyen öğrencilerin kabul edildiği bir program. Türkiye gibi değil. Bunu kafanıza sokun kardeşim. Utanmıyor musunuz, aynı şeyi temcit pilavı gibi tekrarlıyorsunuz.”

Hulusi Akar'ın kızı Serra Akar 16 Temmuz 2003’te Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kabul edilmiş, 2009 yılında mezun olarak doktorluk mesleğine başlamıştı. Yıllar sonra bir yurttaşın yaptığı şikâyet üzerine yatay geçişin usulsüz olduğu iddiasıyla açılan soruşturma "zamanaşımı" gerekçesiyle kapatılmıştı.

Erdoğan torpile sahip çıktı

Ve son olarak AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan.

CHP ve AKP arasında “sınavsız, mülakatsız işe alıyorsunuz, hiç utanmıyor musunuz?” tartışması çıkmış, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Grup Başkanvekili Özlem Zengin de "Utanmayıp, gurur duyuyoruz" demişti.

İktidarın gurur duyduğu torpil vakalarına Erdoğan da sahip çıktı. Erdoğan muhalefetin Özlem Zengin eleştirilerine de sinirlendi.

Dün akşam kabine toplantısı sonrası açıklamalar yapan Erdoğan da AKP'li bakanlarıyla aynı türküyü tutturdu. "AK Parti olarak kadın haklarının tam ve etkin şekilde kullanılması için göreve geldiğimiz ilk günden itibaren devrim niteliğinde adımlar attık" diye konuştu. Erdoğan, Meclis'teki görüşmelerdeki "utanın" sözlerini çirkin ifade olarak kabul etti, üslup uyarısı yaptı:

Bu vesileyle, bütçe görüşmeleri esnasında partimizin grup başkanvekiline yönelik, ana muhalefet partisi milletvekilinin edep sınırlarını aşan çirkin ifadelerini esefle karşıladığımızı burada ifade etmek istiyorum. Grup başkanvekilimiz şahsında kadın milletvekillerine ve gazi Meclis'e yapılan saygısızlığı şiddetle kınıyorum. Siyasette nezakete herkes dikkat etmeli, siyasetin seviyesini düşürecek bu tür yakışıksız ifadelerden uzak durulmalıdır. Milleti temsil edenler evvel emirde millete örnek olacak bir siyasi üsluba sahip olmalıdır.

Gezi eylemcilerine "sürtük" diyen Erdoğan, Meclis'te "özenli bir dil kullanmasını" istedi.

soL 

 

Soygunun boyutu çok daha büyük + Torlak hakkında çarpıcı iddialar + Mağdur ama ihalede kârlı -BİRGÜN-

Soygunun boyutu çok daha büyük -İsmail Arı- 

Yunus Emre Vakfı soygununun faturası büyüyor. Müfettişler incelemelerine devam etti ve soygunun boyutunun 630 milyon TL’yi aştığı belirlendi. 39 şirket mercek altına alınırken soygunun yurtdışı ayağı da en az 140 milyon TL.

Yunus Emre Vakfı soygununa dair yeni ayrıntılar açığa çıktı.

BirGün’ün 12 Aralık 2024'te 'Kamu vakfı naylon faturalarla soyulmuş" başlığı ile gündeme taşıdığı naylon fatura skandalına ilişkin müfettiş incelemeleri sürerken, vakfın kasasından çıkan paranın 630 milyon TL’yi aştığı belirlendi.

Vurgunun yalnızca Türkiye ile sınırlı olmadığı, yurtdışındaki temsilcilikler üzerinden de yüz milyonlarca liralık kamu zararına yol açıldığı ortaya çıktı.

Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişleri, soygunun belgelerini BirGün’ün haberinden yaklaşık 10 gün sonra, 23 Aralık 2024’te Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etti. 2 Ocak 2025’te ise polis operasyonuyla birçok isim gözaltına alınıp tutuklandı. 23 kişi hakkında “hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma” ve “suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama” suçlarından iddianame düzenlendi.

Yunus Emre Vakfı soygununa dair iki ayrı davayla yargılamalar başlasa da bu süreçte müfettişler araştırmalarına devam etti ve soygunun boyutunun çok daha büyük olduğu belirlendi.

VURGUNUN BOYUTU 630 MİLYON LİRA

Müfettişler, 8 Ekim 2025 tarihinde Yunus Emre Vakfı’ndaki soygunun faturasını 630 milyon 145 bin TL olarak belirledi. BirGün’ün ulaştığı belgelerde, “Önceki Yunus Emre Vakfı Başkanı dahil olmak üzere, sekiz vakıf çalışanı ile vakfa toplamda 381 milyon 243 bin TL tutarında fatura kesen 33 firma hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulduğu” belirtildi.

39 ŞİRKET MERCEK ALTINA ALINDI

Ayrıca Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı’nın birçok firmaya yönelik incelemesinin devam ettiği ve bu süreçte suç duyurusunda bulunulan firma sayısının 39’a yükseldiği ifade edildi.

SOYGUNUN BİR DE YURTDIŞI AYAĞI VAR

Yunus Emre Vakfı’nın yurtdışı inşaat işleri de araştırıldı. 24 Ocak 2025 tarihli araştırma raporunda, Yunus Emre Vakfı’nın Macaristan-Budapeşte, Almanya-Frankfurt, Polonya-Varşova ve Irak-Bağdat temsilcilik binaları hakkında tadilat, bakım, onarım ve benzeri işlemlerde usulsüzlük yapıldığı ve sadece dört ülkede 140 milyon 502 bin TL’lik zarara imza atıldığı ifade edildi.

BİRÇOK İSİM YARGILANMADI

Öte yandan savcılığın “uydurma ve kurgu” olarak nitelendirdiği faturalara vakfın kasasından ödeme yapılmasına izin verilen belgelerde ve ödeme emirlerinde imzaları bulunan birçok isim yargılanmıyor.

Skandalın patlak vermesinin ardından Yunus Emre Vakfı’na bağlı Yunus Emre Enstitüsü’nün Başkan Yardımcılığı görevinden istifa eden Aile Bakanı Mahinur Göktaş’ın eşi Rahmi Göktaş ile MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın oğlu Abdullah Kutalmış Yalçın da yargılanmayanların arasında yer alıyor. İki ismin de ifadeleri alınmadı ve isimleri iddianameye yazılmadı.

Vakfın karar defterinde imzası yer alan vakfın önceki başkanı Şeref Ateş tutuklansa da imzaları yer alan şu isimlerin de yargılanmadığı biliniyor:

• Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Abdullah Eren

• Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Karadoğan

• Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültür İşleri Genel Müdürü Ayda Ünlü

• Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hikmet Yaman

• Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanı Serkan Kayalar

Torlak hakkında çarpıcı iddialar -İsmail Arı- 

Sabah gazetesinin Mehmet Akif Ersoy ile ilgili haberinden sonra İletişim Başkanlığı’ndaki görevinden istifa eden Furkan Torlak’ın, “İstediği ismin kapsamlı kişisel verilerine ulaştığı ve hakime talimat verdiği” iddia edilmiş.

Uyuşturucu soruşturmasında tutuklanan Habertürk'ün eski Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy'la ilgili yandaş Sabah gazetesinde dün yayımlanan bir haberde adı geçen Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi Koordinatörü Furkan Torlak’ın istifa etmesi gündem oldu.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Torlak, “Devletin ve kurumlarının itibarı, şahısların itibarından üstündür. Bu nedenle görev yaptığım kurumun yıpranmaması adına yürütmekte olduğum görevden istifa etme kararı almış bulunuyorum" dedi.

TURİZM BAKANLIĞI’NDAKİ GÖREVİ…

Ancak daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda görev yaptığı öğrenilen Furkan Torlak ile ilgili dikkati çeken bir iddia daha var.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan ve 1992 yılında tatil bölgelerindeki plajları işletmek için kurulan Turaş Turizm ve Ticaret Anonim Şirketi’nin genel müdürlüğüne 5 Ağustos 2022 tarihinde Tayhan Şimşek isimli bir bürokrat atandı.

Şimşek göreve başladıktan kısa bir süre sonra hem şirketi hem de plajlardaki işletmeleri incelemeye alıp rapor hazırladı. Bakanlığa sunduğu raporda, bankamatik personellerinden devletin çalınan paralarına kadar devletin nasıl soyulduğu gözler önüne serdi.

Raporundan ardından baskı gören Şimşek, sadece 5 ay bu görevde kalabildi ve 24 Aralık 2022 tarihinde istifa ederek görevinden ayrıldı.

BÜROKRAT BİLE İSYAN ETMİŞ

BirGün’ün ulaştığı 2022 tarihli raporda, Furkan Torlak’ın da adı geçiyor. Torlak’ın Bakanlık’a bağlı Turaş Şirketi’nin işleyişine müdahale ettiği, ayrıca bazı isimlerin de kişisel verilerine bir telefon ile ulaştığı ifade ediliyor. Hatta raporda, Torlak’ın ‘Hakime talimat verdiği’ de vurgulanarak şu ifadelere yer verildi:

“Furkan Torlak isimli şahsı şirkete kim görevlendirilmiştir? Şahsın geçmişi belli iken kişilerin kişisel verilerine bir telefon ile ulaşan ve hakime talimat veren bu şahıs kimdir? Bu şahıs bakan müşaviriyim diyerek ortada gezmektedir…”

BU VERİLERE NASIL ULAŞTI?

İddiaya göre Torlak, Bakanlık’ın Turaş şirketinde çalışanlarla işe alınacak isimlerin ve hatta ailelerinin detaylı kişisel verilerine erişebiliyordu.

Mağdur ama ihalede kârlı -Mustafa Bildircin- 

‘Kent suçu’ olarak tanımlanan Merkez Ankara Projesi ile anılan Pasifik Holding’in kârını yüzde 655 oranında artırdığı belirlendi. Şirketin sahibi ve AKP’li vekil Asuman Erdoğan’ın eşi olan Fatih Erdoğan, İBB iddianamesinde ‘mağdur’ olarak yer almıştı.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda belirlenen Türkiye’nin ekonomi politikası, milyonlarca haneyi yoksulluğa sürükledi.

İktidar çevresindeki bir avuç azınlık ise zenginliğine zenginlik kattı.

Türkiye’deki dev kamu ihaleleri ise “İktidara yakın şirketlere servet aktarma aracı” olarak kullanıldığı gerekçesiyle tartışmalara yol açtı.

AKP döneminde ismini duyuran şirketlerden biri de Pasifik Holding Anonim Şirketi oldu. AKP Ankara Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Fatih Erdoğan’a ait şirket, devletten aldığı arazi ve ihalelere adeta köşeyi döndü. Şirket, Ankara’nın göbeğine inşa edilen ve ‘kent suçu’ olarak tanımlanan Merkez Ankara Projesi’yle de tepkileri çekti.

YÜZDE 655’LİK ARTIŞ

Şirketin 2025’in Ocak-Eylül dönemine yönelik mali tabloları da “İhya oldular” tepkilerinin haklılığını gözler önüne serdi. Pasifik Holding Anonim Şirketi’nin Ocak-Eylül 2024 döneminde 451 milyon 745 bin TL olan net dönem kârının, Ocak-Eylül 2025 döneminde 3 milyar 411 milyon 719 bin TL’ye fırladığı öğrenildi. Şirketin 2025’in Ocak-Eylül dönemindeki net kârında, 2024 yılının aynı dönemine oranla yüzde 655’lik artış kaydedildi. Ankara Merkez Projesi inşaatında 15 Ağustos 2022’de şiddetli fırtına ve sağanakta perde kalıpların devrilmesi sonucu meydana gelen olayda iki mühendislik öğrencisi stajyer hayatını kaybetmiş, biri ağır yaralanmıştı.

***

‘UYGUN GÖRMEDİM AMA YAPTIM’

Pasifik Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Erdoğan, İBB’ye yönelik ‘yolsuzluk’ soruşturması kapsamındaki iddianamede ‘mağdur’ sıfatıyla yer alıyor. Erdoğan, etkin pişmanlıktan yararlanarak tahliye olan ASOY İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Adem Soytekin’in bekleyen projelerine ruhsat çıkması karşılığında bağış adı altında para istediğini öne sürdü. Erdoğan “Bu hususu hiçbir suretle uygun görmesem de kamu yararına bir bağış olması koşuluyla kabul etmek zorunda kaldım” dedi.

***

BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Gündem + Köşebaşı" -19 Aralık 2025-

 Gözü yaşlı annenin HSK’ya şikâyeti: "Organize şekilde çalışarak adalete engel oldular"-Tolga Şardan-  Sisli Vadi'deki sel fel...