Türkiye’yi nükleer silahla vurmak! - Kemal Okuyan / SOL

İncirlik Üssü ABD emperyalizminin saldırı üssüdür, bir de üstüne, İncirlik'te bulunan nükleer silahlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını tehdit etmektedir.

İncirlik Üssü kapatılmalıdır. İncirlik Üssü ABD emperyalizminin bir saldırı üssüdür, bu nedenle kapatılmalıdır. İncirlik Üssü’nde ABD’ye ait nükleer silahlar bulundurulmaktadır, bu nedenle de kapatılmalıdır.

Nükleer silahlar 1959 yılında Demokrat Parti iktidardayken Türkiye’ye getirilmeye başlandı. Hoş, kararı Adnan Menderes hükümeti değil, ABD yönetimi vermiş, iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmıştı. ABD, Sovyetler Birliği’nin yanı başına nükleer silah konuşlandırmaktan, Türkiye ise önem kazanmış olmaktan mutluydu.

Jüpiter füzelerini İzmir civarında değişik noktalara yerleştirdiler. Bunlar orta menzilliydi ve Moskova başta olmak üzere, Sovyetler Birliği’nin birçok büyük kentini vurabiliyordu.

Nükleer Savaş çağında nükleer silahların bulunduruldukları yerler aslında en güvensiz yerlerdi. Taraflar stratejilerini mümkün olduğu kadar kısa sürede düşmanın nükleer silah kapasitesini yok etmek üzerine kuruyorlardı.

Türkiye, topraklarına Sovyetler Birliği’ne erişebilecek nükleer füze yerleştirilmesine izin vererek Sovyet silah sistemlerinin hedefi haline geliyor ve doğal olarak yurttaşlarımız için büyük bir tehlike ortaya çıkıyordu. Ama olsun, hem ABD yönetimi hem Demokrat Parti iktidarı Jüpiterlerle gurur duyuyordu. 

Sonra 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti, Demokrat Parti düştü. Amerikalıların kısa süren bir tedirginlik yaşadığı biliniyor. Nükleer silahların kontrolünün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne geçmesinden korkuyorlar bir ara. Cunta “Batı’ya bağlıyız, NATO’ya sadığız” deyince rahatlıyorlar.

Ardından Küba Füze Krizi patlak veriyor. Sovyetler Birliği’nin Küba ile anlaşarak adaya yerleştirdiği nükleer başlıklı füzeler ABD ile SSCB’yi bir savaşın eşiğine getiriyor. Uzun öykü, söylenecek çok şey var elbette ama özeti, Sovyetler Küba’daki, ABD Türkiye’deki füzeleri söküyor.

Jüpiterler söküldü, Türkiye’deki nükleer silah kabusu bitmedi. ABD’nin ilk karadan karaya füzelerinden olan Honest John’lar uzun yıllar Türkiye’de bulundurulmaya devam etti. Füzelerin kontrolü TSK’da, nükleer başlıklar ise ABD personelindeydi!
Sovyetler Birliği bu füzeleri pek sorun etmedi. Etmedi çünkü bu füzelerin Sovyetlere ulaşma şansı yoktu! Yanlış duymadınız, bu füzelerin menzili 25 kilometreyi geçemiyordu.

Yani, Türkiye’den ateşlendiğinde bu füzeler yine Türkiye topraklarına düşecekti. Şöyle de anlatabilirim: ABD karadan karaya füze “Dürüst John”u Türkiye’den Türkiye’ye atmak için hazırlık yapıyor, Demokrat Parti de buna kafa sallıyor, hay hay diyordu. Demokrat Parti gitti, yeni gelen iktidarlar kafa sallamaya devam etti.

Bütün bunların anlamı neydi?

ABD olası bir Sovyet işgali durumunda Türkiye’de nükleer silah kullanmayı planlıyordu. 

Oysa Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırmak gibi bir planı hiç olmadı. Velev ki, NATO’nun bu kaygısının haklı nedenleri vardı. Peki, nükleer silah kullanımı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını etkilemeyecek miydi? Evet, taktik nükleer silahların yarattığı hasar göreli olarak daha düşüktü ama nükleer silah söz konusu olduğunda “göreli” kavramının değeri de düşüyordu. 

Hadi ABD yönetiminin Anadolu insanının sağlığını ve varlığını dert edinmesini beklemiyorduk. Demokrat Parti ve diğer hükümetler bunu nasıl kabulleniyordu?

Bu soruya yanıtı yazının sonunda vereceğim. Ama nükleer silahların Türkiye’deki öyküsü daha bitmedi ki.

1950’lerin sonundan itibaren Türkiye’ye nükleer silah yerleştirmeye başlayan ABD’nin çılgın projelerinden biri de Nükleer Kara Mayınları diye de bilinen (Atomic Demolition Munitions) ADM’leri Türkiye’de belli noktalarda bulundurmaktı. ABD Türkiye’den Türkiye’ye füze yollamayı da geçmiş, Türkiye’de gerektiğinde nükleer mayın patlatmayı gözüne kestirmişti. Sovyetler Türkiye’yi işgal ederse, bu mayınlar hem Kızıl Ordu askerlerinin ilerleyişini bloke edecek hem de stratejik kimi tesisleri imha edecekti.

Yine Türkiye’den söz ediyoruz! ABD’nin hoşuna gitmeyen bir gelişme yaşanırsa nükleer silahla terbiye edilmek istenen Türkiye’den...

Bu ADM’lerin akıbeti pek bilinmiyor. 

Bilinen, şu anda hâlâ İncirlikte 50 adet B61 bombası depolandığı. Havadan karaya atılan bu bombaların Türkiye’de ne aradığı sorusuna açık bir yanıt verilememekte, zaman zaman konu ABD’de bile sorgulanmaktadır. Oldukça eski olan bu bombaları taşıyan uçakların İncirlik’ten kalkarak Rusya’yı vurmasına ABD’nin artık ihtiyacı yok. ABD’nin zamanla gelişen silah sistemleri, nükleer caydırıcılık ve tehdit açısından İncirlik’teki bombalara ihtiyacı azalttı, hatta ortadan kaldırdı.
Ancak şu anda bu bombaların B61-12’lerle değiştirilmesi gündemde. B61-12’ler düşük verimlilikte bombalar olarak tesirleri azaltılabilme özelliğine sahip. Daha küçük bir yüzölçümünü etkileyecek şekilde kullanılabilme özelliği, bu silahları daha tehlikeli hale getirmekte.

ABD’nin Rusya’ya karşı bu tür silahlara gereksinimi bulunmuyor. Ancak İran ve Ortadoğu’da başka ülkeler bu türden nokta vuruşlarla nükleer saldırının hedefi olabilir. Dahası, ABD’nin elindeki bu silahlar bizim için, halkımız için de tehlikeli. Kendi topraklarımızda, ABD’nin hoşuna gitmeyecek bir toplumsal hareketlilik ve devrimci bir iktidara karşı kullanılabilecek nükleer silahlar bulunduruyoruz.

Abartıyor muyum? Buna izin verilmez mi?

Egemen sınıfların gözünün nasıl dönebileceğini size bir örnekle anlatayım.

Yıl 1919. Başbakan Lloyd George, Hava Kuvvetleri’ne Manchester, Liverpool ve Glasgow’u bombalayıp bombalayamayacaklarını soruyor. Lloyd George dönemin İngiltere Başbakanı. Danıştığı, Kraliyet Hava Kuvvetleri, yani İngiliz Hava Kuvvetleri. Saydıklarım da Britanya’nın önemli üç kenti.

Peki Lloyd George, Londra’dan sonraki en önemli İngiliz ve İskoç kentlerini, yani kendi ülkesini neden bombalamak istiyor?

Çünkü Bay George korkuyor. İngiltere’de Devrim’in zafer elde etmek üzere olduğundan kaygı duyuyor. Ve işçi hareketinin en etkili olduğu üç şehri havadan bombalayarak Devrimi boğmak istiyor. 

Nükleer silah yok henüz. Olsaydı, hiç kuşkunuz olmasın Lloyd George’un aklına kendi ülkesine atom bombası atma fikri mutlaka düşerdi.

Halk düşmanıdır bunlar.

Sözün kısası İncirlik kapatılmalıdır. İncirlik başta Çukurovalılar olmak üzere halkımızın güvenliğini tehdit etmektedir. Bu üs ABD emperyalizminin saldırı üssüdür, bir de üstüne, İncirlik'te bulunan nükleer silahlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını tehdit etmektedir.

Kemal Okuyan / SOL 






Pakistan’da darbe, Kazakistan’da suikast girişimi - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

Ukrayna meselesini, ABD’nin Rusya’yı NATO aracılığıyla kuşatma/boğma girişimine karşı bir “yarma harekâtı” olarak değil de egemen bir devlete yönelik işgal girişimi olarak yorumlayan kesimler için uyarıcı nitelikte iki olay oldu.

O iki olay ile Ukrayna arasında bir bağ kurabilmek için ABD’nin Rusya’yı batısından ve güneyinden hangi hatlar ile kuşatmaya çalıştığını anımsatmalıyım: Baltık bölgesinden başlayan, Doğu Avrupa’dan Batı Karadeniz’e inen, oradan Karadeniz boyunca Gürcistan üzerinden Kafkaslar’a uzanan ve şartlar oluştuğunda Kazakistan’a ve Orta Asya’ya ulaştırılmaya çalışılan hat. Ki ABD’nin Çin stratejisi de Orta Asya, Pakistan ve Hindistan ile Hint Okyanusu’na inen, oradan da Japonya’ya kadar uzanan geniş bir yay ile Çin’i kuşatmak şeklinde.

Artık bahsettiğimiz o iki olaya geçebiliriz.

ABD’NİN İMRAN HAN RAHATSIZLIĞI

ABD yönetimi 8 Mart’ta, Pakistan’ın Washington Büyükelçisi’ne verdiği bir mektupla darbe girişiminin düğmesine bastı. Mektupta özetle “İmran Han giderse Pakistan affedilecek, aksi halde sonuçları olacak” mesajı vardı. Peki, ABD neden Pakistan Başbakanı İmran Han’dan memnun değildi? Sıralayalım:

1. Pakistan, tıpkı Hindistan gibi, BM’deki Rusya karşıtı oylamada çekimser kaldı.

2. İmran Han, Rusya’nın yalnızlaştırılmaya çalışıldığı bu süreçte Moskova’yı ziyaret etti. (Ki ABD’li yetkililer mektupta İmran Han’ın ordu ve dışişlerine rağmen Rusya’yı ziyaret ettiğini iddia ediyordu.)

3. Pakistan, ABD’nin Afganistan sonrası için istediği üsse izin vermedi. Hatta İmran Han, ABD’nin Afganistan savaşına destek verilmesinin büyük hata olduğunu bile söyledi.

4. Pakistan, Rusya’ya karşı başlatılan ABD yaptırımlarına katılmadığı gibi, benzer tavrı gösteren Hindistan’ı da övdü.

5. İmran Han, Rusya’yla ilişkileri bozması için Batılı diplomatların kendisine yazdığı mektuba tepki gösterdi ve “Bu zamana kadar kimseye boyun eğmedim, ulusumun da eğmesine izin vermeyeceğim” yanıtını verdi.

PAKİSTAN BU KEZ DARBEYİ ÖNLEDİ

ABD’nin “tehdit mektubu” üzerine, İmran Han’ın başbakanlığını yaptığı koalisyon hükümetini destekleyen toplam 12 vekile sahip üç parti, koalisyondan ayrıldığını ve muhalefet blokuna geçtiğini ilan etti. 178 üyeli koalisyon böylece 166 üyeye düştü. Meclis çoğunluğu için gereken sandalye sayısı ise 172’ydi. 28 Mart’ta mecliste “güvensizlik oylaması” önergesi 161 oyla kabul edildi ve 3 Nisan’da hükümetin düşürülmesi kararlaştırıldı.

İmran Han, ABD’nin darbe girişimine karşı destekçilerini alanlara çağırdı. Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Kamar Cavid Bacva“ABD ile iyi ilişkiler istediklerini ancak bunun diğer ülkelerle ikili ilişkileri riske atma uğruna olamayacağını” belirtti. Diğer yandan İmran Han, ABD darbesi girişimini boşa düşürmek için, Pakistan Cumhurbaşkanı Arif Alvi’ye çağrı yaparak meclisi feshetmesini ve erken seçime götürmesini istedi.

3 Nisan günü Pakistan Meclis Başkan Yardımcısı Kasım Suri, anayasanın 5. maddesine dayanarak güvensizlik oylamasını reddetti. Ardından da Cumhurbaşkanı Arvi meclisi feshetti.

KAZAKİSTAN’DA SUİKAST PLANI ÇÖKERTİLDİ

Kazakistan’da biliyorsunuz 2022’nin ilk günlerinde, işçilerin grevlerini ve haklı eylemlerini kullanıp yönünü saptırarak ABD destekli bir turuncu darbe yapılmaya çalışılmıştı.

Ancak sponsorun o başarısızlığın ardından boş durmadığı anlaşılıyor: Kazakistan Milli Güvenlik Komitesi’nin açıklamasına göre, Kazakistan Cumhurbaşkanı’nı hedef alan ve yabancı bir istihbarat servisine çalıştığı ortaya çıkarılan bir suikastçı yakalandı.

ABD baskısına rağmen Rusya’yla ilişkilerini bozmayan Belarus Cumhurbaşkanı Lukaşenko ile benzer pozisyonda olan Kazakistan Cumhurbaşkanı Tokayev’in son iki yılda birer kez turuncu darbe girişimine, birer kez de suikast girişimine uğraması tesadüf değil elbette.

İşte Rusya’nın Ukrayna üzerinden ABD kuşatmasına müdahale etmesini, tüm bu gelişmeleri birlikte değerlendirerek ve ABD/NATO’nun kuşatma stratejisi içinde yorumlamak gerekir. Aksi halde içeriksiz ve apolitik bir “savaş karşıtlığı” tuzağına düşülür.

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet


Devleti mafyalaştırıp mafyayı devletleştirenler - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

“Kim aldırdı lan bizi. 18 kişi yol gidiyoruz diye çete mi olduk yani? Üç ruhsatsız silah, üç ruhsatlı silah, iki uzun namlulu, 50 gr dalga lirika, bir tane el bombası. En fazla bir iki saate çıkarım ben. İstediğiniz kadar uğraşın.”

Yazan Sadık Yıldırım’dı. Biliyorum, tanımıyorsunuz. Ben de tanımıyordum. Ta ki o güne kadar. İzmir’de polis, konvoyla gezen şüpheli bir arabayı çevirdi. Aracın içinden, Yıldırım’ın listesini verdikleri çıktı. Silahların yanında, “lirika” diyerek kastettiği “öteki hal”e geçiren uyuşturucu haplardı.

“Ne oldu” derseniz sürpriz değil. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu başta olmak üzere, AKP’nin zirvesindekilerle fotoğrafları olan Yıldırım, kısa sürede serbest bırakıldı. Çıkıp, kendisini gözaltına alan, aslında görevini yapan polisi tehdit etti.

Yıldırım’ın sosyal medya hesabı silahlarla, mermilerle doluydu. Yükselen tepkilerin ardından yeniden gözaltına alınıp tutuklandı. Ortalık sakinleşince bırakıldı.

Sadık Yıldırım haberi en çarpıcı olanı. Kiminde çakarlı araç var kiminde koruma var.

Sedat Peker’inkini günlerce konuştuk. Bazen yanlarına “Ayaklarına taş değmesin” diye polis bile veriliyor. Olmadı, silah ruhsatı, koruma kararı, çakarlı araç işlerini görüyor.

Milli Beka Hareketi denilen militan grubun başkanını hatırlıyor musunuz? Gezdiği arabadan çakar, siren, polis amblemi, polis telsizi ve basın tanıtım kartı çıkmıştı. Polis çevirince “abileri”ni arıyordu.

Kimi zaman siz trafikte beklerken yanınızdan gürültüyle geçiyorlar. Kimi zaman siyah elbiseleriyle “bi dakka” diyerek kendilerine yer açıyorlar. Ortak özellikleri, sosyal medyalarında, “Hele bir sokağa çıkın” diyerek silahla muhalifleri tehdit ettikleri mesajlar. Bir de devletin tepesindekilerle verdikleri pozlar. “Mafya mı devletleşiyor, yoksa birileri devleti mi mafyalaştırıyor” diye sorarak endişeleniyorsunuz.

RAYİCİ 2 MİLYONA ÇIKIYOR

Hafta sonu “bu işlere tanıklık yapmış” biriyle konuştum. Masraflar, tatile götürülen kravatlılar, elden verilen paralar...  Bunu iş edinenler bile anlatılıyordu. Rayici 2 milyon liraya kadar çıkıyordu. Biliyorum sizin için büyük para. Ama onlar için çerez.

Diyelim devletle iş yapan bir şirketin personelisiniz... Olmasanız da onlar sizi yapar! Olmadı mı? Adı sanı bilinmeyen bir dernekte, malumlardan bir partide önemsiz bir görevli oluyorsunuz.

Elbette bu kadarı yetmez...

Koruma kararı için tehdit altında olmanız da icap eder. Şimdi beni tehdit edeni nereden bulacağım diye düşünmeyin. Onu da hallediyorlar. Gidip bir mail hesabı açıyor, dümenden tehdit mesajlarını size atıyorlar. “İşim, siyasetim, partim yüzünden hedefteyim” diyerek önce şikâyetçi oluyorsunuz. Ardından koruma kararı, silah ruhsatı talep ediyorsunuz. Aracınızı da “öncelikli geçiş” kapsamına aldırıyorsunuz. Artık devlet sizinle, açılan yollar da sizin!

Dahası da var.

Hatırlayın, Saray’ın müteahhidine Ankara Emniyeti’ne ait araç tahsis edilmişti. Üstelik aracı polis bile kullanmıyordu. Hadise, patronun şoförünün kaza yapmasıyla ortaya çıkmıştı.

Hikâyeler öyle çok ki. Anlatılana göre bir savcıya doğal olarak verilen geçiş hakkı, bir hatırlı isim tarafından kullanılıyordu. Savcının adına araba almış, plakasını takmış, yollara çıkmıştı. Bir Allah’ın kulu da “Savcı maaşıyla bu araba nasıl alındı” diye sorgulamıyordu.

KORUMA KARARI NASIL KALKTI!

Özetle Türkiye’nin son döneminde trafikte bile ayrıcalıklı olanlar, korunanlar, çakarlılar tuhaflaştı. Ama bu kadar değil, bir de korunması gerektiği halde korunmayanlar var.

Hatırladınız mı? Daha önce bu sayfalarda Milli Savunma Bakanı’nın dört yardımcısına dair iddiaları okumuştunuz. Barış Pehlivan birinin FETÖ soruşturmasında adının nasıl geçtiğini, öbürünün Türkçe Olimpiyatları’nda Fethullah Gülen şiiri okuyuşunun hikâyesini anlatmıştı. TSK’deyken FETÖ’ye soruşturma açan Ahmet Zeki Üçok da 8 Şubat’ta konuştu. O da 3. Bakan yardımcısının hakkındaki ByLock iddiasını, 4. yardımcının da ABD kriptolarındaki yerini anlattı. Üçok, savcılığa elindeki belgeleri de verdi.

“Mevzu nereye gider” derken, ilginç bir olay yaşandı.

Hayır, Bakan yardımcısının dava açmasından söz etmiyorum. O beklenen bir şeydi. Üçok’un açıklamalarından birkaç gün sonra, 17 Şubat’ta, İçişleri Bakanlığı’nın Merkez Koruma Komisyonu toplantı yapmıştı. Toplantı sonucu Üçok’a şöyle tebliğ edilmişti:“Hakkınızda, ‘yakın koruma kararının kaldırılmasına’ şeklinde karar verilmiş, alınan komisyon kararı Bakanlık Makamının Oluru ile kesinleşmiştir.”

Ahmet Zeki Üçok, TSK’de askeri yargı görevlisiyken FETÖ’yü soruşturması nedeniyle kumpasa uğramış, yıllarını hapiste geçirmiş, çıkınca da FETÖ aleyhinde çalışmaya devam etmişti. Ahmet Hakan’ın 5 Nisan 2016 tarihli, yani darbeden üç ay önce yaptığı Üçok röportajı önümde duruyor: “Ordu içindeki Fethullahçı general ve albayları isim isim biliyorum.” Üçok’un verdiği isimler üç ay sonra darbeye kalkıştı. Haliyle devlet, FETÖ’nün açıktan da tehdit ettiği Üçok’u koruma kararı almıştı.

Bu sadece bir örnek. Üçok’a sordum, FETÖ tespitlerine dair bugüne kadar kurumlara tam 22 dilekçe vermişti. Ama hiçbirinin ardından bunlar yaşanmamıştı. Gelgelelim, bakan yardımcılarına dokununca birkaç gün sonra “katli vacip”e dönüşmüştü.

KRİTİK İSİM MUHALEFETE GEÇİNCE

Biraz geriye bakınca benzer o kadar olay var ki...

Bir dönem FETÖ ile dişe diş mücadele eden Mustafa Önsel’den Ali Türkşen’e hemen hepsinin başına benzer şeyler geldi. Medyada eleştiri yapmaları, kitap yazmaları, durumun değişmesine yetti.

Tesadüfe yer yok. Hep aynı hikâye. Birkaç gün önce, AKP’den CHP’ye geçen Cevdet Nasıranlı’nın, koruma kararının kaldırıldığını okumuşsunuzdur.

Dahası...

15 Temmuz’da hedef alınan çok kritik bir isimle konuştum. Emekli olmasının ardından kitap yazmış, muhalif bir partide siyasete atılmıştı. Ardından defalarca koruma kararı kaldırılmıştı.

Kısacası, “Mafyalar ve kara gömlekliler nasıl korunuyor, nasıl silahlanıyor, nasıl öncelikli oluyor” derken daha fenası varmış. Devleti kendi malı sayan siyasiler, terörün hedefindeki kişileri, sadece kendisini eleştirdiği için mafya gibi silahların önüne atıyor. “Mafya mı devletleşiyor, devlet mi mafyalaştırılıyor” sorusu böylelikle cevabını buluyor.

14. Louis’ye atfedilen “Devlet, benim” sözü kanlısıyla canlısıyla gerçek olmuş gibi. Tarihin öğrettiği bir şey var ki devleti kendisinin gölgesi sanarak mafyalaşanlar, gün doğduğunda gölgelerinden bile korkar hale geliyor!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Kuşdili Çayırı otopark değil çayır olmalı - GAMZE ERBİL / SOL

 


Mimar ve yazar Arif Atılgan, Yoğurtçu Parkı için Kuşdili Çayırı alanının şantiye olarak tutulmasının gerekli olmadığını ve önerilen Kuşdili Projesinin de bu haliyle yapılmaması gerektiğini savunuyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı ve Kuşdili Çayırı için gündeme getirdiği projeler üzerine yerel konularla ilgili çalışmalarıyla tanınan mimar ve yazar Arif Atılgan’la konuştuk. Atılgan, Yoğurtçu Parkı için şantiye olarak kullanılacak Kuşdili Çayırı için geçmişte gelen projelere karşı mücadelelerini ve bugünkü projeyi değerlendirdi. Arif Atılgan Kalamış yat limanı için de oldukça karamsar senaryolar üzerinde duruyor. Çözüm halkın mücadelesi, diyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Kuşdili Çayırı için hazırladığı yeşil alan projesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Burası için daha önce de farklı projeler gelmişti, ne oluyor?

Kuşdili Çayırı için hazırlanan planı gördüm. Oraya bir park düzenlemesi yapılmış. Öncelikle Kuşdili’yle ilgili şimdiye kadar yapılan planların hikâyesini anlatayım. 

İlk olarak 2006 yılında o zamanki İBB yönetimi, Kuşdili’ne bir AVM projesi çıkartmıştı. Kadıköy’deki ünlü bir müteahhitin yeni kurduğu bir şirkete yap-işlet-devret usulüyle 30 yıllığına o alanı vermişlerdi. O zamanki İBB yanlış bir iş yapmıştı. Bakın bunu hep söylüyorum, orası kamuya ait yeşil alan. 1967 yılında düzenlenmiş bir belge var. O zamanki Kadıköy Belediyesi’nin yetkililerinden almıştım. Kuşdili Çayırı yeşil alan gözüküyor. Yani kamunun, yani halkın mülkü… O tarihteki İBB yönetimi mülkiyeti kendine ait olmayan alanı ihaleye çıkarmıştı. O zamanlar ben hem Mimarlar Odası’nın hem Kent Konseyi’nin başkanıydım, kurulda da gözlemci üyeydim. İtiraz ettik “İBB’nin kendi mülkü değil nasıl ihaleye verir” diye ve o ihale iptal oldu. 

O zaman tecrübe kazandılar. Önce içerisinde AVM olan planı yaptılar. Plan yapıldığı için İBB mülkiyeti üzerine alma hakkını elde etti ve tüm alanın sahibi oldu. Daha sonra da ihaleyle işi ve dolayısıyla alanı aynı şirkete verdi.

Yine itiraz ettik, dava açtık. Plan iptal oldu. Kuşdili Platformunu kurduk, konu halkın mücadelesi haline geldi. Başka planlar da yapıldı. Ama bu planların hiçbiri şu an geçerli değil. Gerekli bütün itirazlar yapıldı, o planların hepsi iptal oldu. Bildiğim kadarıyla en son 2018’de bir plan geldi o da iptal oldu.

Plan iptal olunca mülkiyetin onlardan çıkıp tekrar bize, yani halka dönmesi gerekir. Ama şimdi hâlâ İBB’nin mülkiyetinde, sürekli yeni planlar yapılıyor.

Evet, bugünlerde de yeni bir plan var. Henüz bu plan konuşulmuyor ama. Oranın şantiye olarak tutulmasının sebebi Yoğurtçu Parkı’ndaki plan olarak gösteriliyor. Kurbağalıdere Projesi bittikten sonra Yoğurtçu Parkı için defalarca proje başlatılacağı söylendi, hiçbiri hayata geçmedi. Bugün yine yeni bir proje olacağı söyleniyor. Kuşdili de hep şantiye olarak kalacak belki de…

Biz Kuşdili için önerilen plana dönelim yine, onunla ilgili değerlendirmeniz nedir?

1980’lerde Salı Pazarı getirilmişti oraya. Salı ve Cumartesi günleri kuruluyordu. Ancak Cumartesi günleri Fenerbahçe Stadında maç olduğu için pazar Cuma gününe alınmıştı. Pazar kurulmadığı günlerde alan otopark olarak kullanılmaya başlandı. Pazar oradan kaldırılınca da devamlı otopark yapıldı ve o zamandan beri otopark olarak kullanılıyor. 

Burası 46 dönümlük alan olarak geçer. Kadıköy’ün tarihinde Kuşdili Çayırı olarak yer alır. Açıklık, koruluk, doğal bir yeşil alan. Yüz yıl öncesinde Kadıköy insanları burada piyasa yaparmış. Sineması var, tesisleri var. Sosyal hayat burada olurmuş. 

Bugünkü yeni yapılan plana baktığımda Kuşdili Caddesi tarafındaki 5-6 dönümlük parça özel mülkiyete geçmiş ve bütünden koparılmış. 40 dönüm civarı yer kalmış, çevresinden yol da geçmiş. Otoparka doğru kavis yapan derenin yatağı da düzleştirilmişti. Orada bir alan çıkmış. 

Şimdi buraya bir yeşil alan projesi veya park düzenleme projesi yapılmış. Gördüm. 

Elde kalan 40 dönümlük yerin yaklaşık sekiz dönümlük kısmı İtfaiye Müdürlüğü’ne ayrılmış. Yanında yine bir sekiz dönüm civarı alan da otopark olarak ayrılmış. Eski otopark korunmuş aslında. Bütün bu bölümler çıktıktan sonra park için 20-25 dönümlük bir alan kalıyor. Bakın park diyorum artık, Kuşdili Çayırı diyemiyorum.

Gördüğüm kadarıyla, ortada bir yürüyüş yolu var kenarlarına ağaçlar dikmişler. Orası Söğütlüçeşme İstasyonu ile Kuşdili Caddesi arasında yol olacak. Oradan gelip gidecekler; bir nevi sokak olacak yani. Yeşil alan hissi vermeyecek. Ağaçlar da bir müddet sonra kurur gider. Orası öyle olmaz. Olmamalı. Dilim varmıyor ama Kuşdili Çayırı kuşa dönecek diyeceğim neredeyse.

Bugüne kadar çayır yok olmadı. Bakın Kuşdili Çayırı diyoruz, çünkü alan duruyor. Alan önemlidir, alanın üstü otopark şu anda, oradaki asfaltı kaldırıp toprağı çıkarırsanız tekrar ağaç çıkar. Makilik olur, çayır olur. Ama bu projeyle yok ediliyor. 20-25 dönüme dikeceğiniz 5-10 ağaç göz aldatmaca olur. Bunu böyle yapanlar “Kuşdili Çayırı’nı yok edenler” olarak tarihe geçerler.

Kuşdili Çayırı’na öyle bir şey yapılmamalı, yani o projeyi yapmasınlar. Hiç uğraşmasınlar. Orada yapılması lazım gelenler belli. Bir kere Kuşdili Caddesi’nin yakınındaki 5-6 dönümlük yeri satın alsınlar. Orası 46 dönümün içindeydi. Bu alan özel mülkiyette kalırsa ileride oraya inşaat yapıldığında arkadaki Kuşdili Çayırı alanı, hem geride hem de çukurda kalacaktır. Otoparkı ve İtfaiyeyi de oradan kaldırsınlar. İtfaiye’nin bulunduğu yerde tarihi Kuşdili Sineması vardı. 100 küsur yıl önce Kadıköy’ün üç sinemasından biri olan bu tek katlı sinema binası tekrar yapılabilir.

Sonuçta 46 dönümlük çayır, içerisindeki tarihi Kuşdili Sineması’yla birlikte koru olarak yeniden oluşturulmalıdır. Emin olun, bunu yapan yetkili arkadaşlarımız ise “Kadıköy’e Kuşdili Çayırı’nı geri getirdiler” diye tarihe geçerler.

Şu anda Kuşdili Çayırı alanının şantiye olarak kullanılan kısmının bir bölümünün de otoparka dönüştürüleceği söyleniyor. Yarısı Yoğurtçu Parkı projesi şantiyesi ve diğer bölüm de otopark olarak kullanıma açılacak deniyor. Otopark alanı genişleyince bu sefer otopark ihtiyacı daha da artmayacak mı?

Bu mevcut otopark iki katlı, üç katlı da yapılabilir ve araba sayısı artabilir. Şantiye olayı ayrı bir sorun bizim için. Biz Türk insanı olarak şantiyede yaşamaya alıştırıldık. Bu kadar senedir İstanbul’da büyüdüm, şimdiye kadar inşaat olmayan bir sokakta, caddede yaşadığımı hatırlamıyorum. Biz hep şantiyede yaşıyoruz esasında, şehirde yaşadığımızı sanıyoruz ama... İşte onun için de o durumdan kimse rahatsız olmuyor. Evet. Eski inşaat firmasının şantiye alanı Kuşdilinde kaldı. Kaldırılmalıdır o. 

Orada hâlâ bu kadar şantiye kurulacaksa, bu da açıkçası insanı tedirgin ediyor. Yoğurtçu Park’taki basit bir park düzenlemesi için böyle bir şantiye gerekli değil. O zaman daha başka bir şeyler mi yapılıyor, diye insan düşünüyor. Böyle bir şantiye alanı kurulacaksa orada yapılaşma mı olacak? Parktaki düzenleme için, öyle ayrı bir şantiye alanına gerek olmadığını düşünüyorum. Bu şantiye alanının oradan kaldırılması gerek bence. Ama genel olarak şantiye görüntüsüne bizim insanımız alışmış ve rahatsız olmuyor. Yani orada yaşayanların rahatsız olması, “kaldırın bunu artık” demesi gerekir.

Yoğurtçu Park 1923-1925 yılları arasında bataklıkmış. Süreyya İlmen burayı kurutmak için Sıçan Yolu tabir edilen moloz taşlarından blokaj yaparak suyu dereye akıtmış. Sonra da bugün hala var olan ağaçları dikmiş. Burayı park haline getirmiş. 

Günümüzde Yoğurtçu Park’ın zemini çukurda kalmış. Bir yanındaki Kurbağalıdere Caddesi ile diğer yanındaki Kurbağalıdere’nin kenarındaki yürüyüş yolu yüksekte kalmış. Zeminde biriken su sadece insanları rahatsız etmekle kalmaz. Ağaçları ve diğer bitkileri kurutur. Yapılacak drenaj ile zemin suyunun dereye değil Caddenin altından geçen kolektöre aktarılması gerekir. Zira ağzı çok daraltılan dere aşırı yağışlarda yükselebilir.

Otopark meselesine gelince… Kadıköy’de genel anlamda bir otopark sorunu var. Sorunu ortaya koymak lazım. Evet. Kadıköy’e hafta sonu arabayla girilmiyor. Bunu düşünmesi gerekir yetkililerimizin. Bunu biz nasıl çözeceğiz? Otopark mı yapacağız, yoksa başka bir düzenleme mi? Sorunu kabul edip ortaya koymak, çözüm için de tartışmak gerekli. 

Kadıköy’e otopark yaptığınız müddetçe bir o kadar daha otoparka ihtiyacınız olur. Şimdiye kadarki pratik de böyle; bir kere bunu bir düşünmek lazım. Kadıköy’e eninde sonunda araba sokulmayacak, öyleyse artık oturup cesaretle bunun kararının verilmesi gerekir. Kadıköy’e araba sokulmayacak. Engelliler için otopark olabilir, o ayrı bir konu. 

Söğütlüçeşme Meydanı önemli. İstasyon orada, Gar orada, otobüs durakları orada. Oraya bir noktayı koymak lazım; Söğütlüçeşme’den aşağı araba girmeyecek. Oradan yukarısı nasıl çözülür, onu oturup konuşacaklar, tartışacaklar. Kadıköy merkeze tramvaylarla ring seferleri yapılabilir. Bunlar hep tartışılmalı. Çözüm bulunur.

İnsanların kamu araçlarında seyahat etmelerini cazip hale getirmeliler. Arabasını şehir merkezinde park etmeyi pahalı hale getireceksin. Şehrin merkezinde süper bir fiyat olur dışarı çıktıkça ucuzlar ve sonunda bedava olur. Yani şehir içine özel arabayla girmeyi zorlaştıracaksınız. Ana prensip bu olmalı. 

Kalamış Yat Limanı ihalesi iptal edildi, siz bu konuyu da izliyordunuz. Nedir son durum?

Ben orada çok kötümserim. Bir şey bildiğimden değil, hislerimi söylemek istiyorum. Komplo Teorisi gibi diyelim. 

Şimdi tepeden dronla bölgeyi bir görelim; kuşbakışı görelim. Devlet Demir Yolları Kampı var Fenerbahçe’de. Sanırım 5-10 sene önce, Özelleştirme İdaresi’ne devretmişlerdi orayı. Oraya da marina yapılacaktı, sonra durdu. Şimdi düzenleme yaptılar, galiba tesis olarak kullanılıyor şu anda ama orası uykuda.

Fenerbahçe yarımadasını hiç konuşmuyorum, konunun dışına çıkarıyorum ki, o da girer aslında. Oradan geliyorsunuz Fenerbahçe-Kalamış Marina’ya. Özelleştirme İdaresi’ne verildi, onlar planlar yaptılar. Kapasiteyi yükseltmeyi ve tesisleri çoğaltmayı hedeflediler. 

Devam ediyoruz… Yoğurtçu Parkı çukurda kalıyor, ağaçlar çürüyor, şu an çözüm aranıyor... Derenin kenarında yürüyüş yolları yapılıyor; projeler düşünülüyor... Ve geliyoruz Kuşdili Çayırı’na. 46 dönümlük yer. Burayla da ilgili 2006 yılından beri planlar geliyor-gidiyor. Ama hâlâ mülkiyeti halkın olamadı. Çeşitli planlamalar-düzenlemeler yapılmaya devam ediyor. 

Fenerbahçe tesisleri, Kalamış, Yoğurtçu Parkı, Kuşdili Çayırı… Topladığınız zaman 200-300 dönüm gibi bir yer ediyor. Kaldı ki, proje alanı Bağdat Caddesi’ne kadar genişletilebilir de. Türkiye’nin en değerli toprakları İstanbul’da, İstanbul’un en değerli toprakları Kadıköy’de, Kadıköy’ün de en değerli toprakları bu saydığım yerde. 

Biz o planı-bu planı konuşuyoruz ama pat diye Cannes’da gayrimenkul fuarında Kalamış çıkıyor görücüye. Ben de o zaman komplo teorisini düşünmek zorundayım. Orada sunulan teklifte sadece Kalamış marina tarif ediliyor ama orayı vermişlerdi zaten Türkiye’nin en büyük sermayelerinden birine daha önce. Geri aldılar. Cannes’daki gayrimenkul fuarında yeniden sunuluyor. Sadece Kalamış’ı sunduklarını düşünmüyorum o zaman ben, Kalamış’ın çevresiyle birlikte olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan şunu da düşünüyorum, Haydarpaşa’da tarihi kalıntılar çıkınca Haydarpaşa’da düşünülen planlar, projeler askıya alındı. O kalıntıları yok edemiyorlar; projeler kalıntıların bulunduğu alanda yapılacaktı çünkü. 

O zaman benim de aklıma şöyle bir şey geliyor: Haydarpaşa Port olamayacak. Onun yerine Kalamış Port mu yaratılacak? 

Haydarpaşa projeleri de daha önce bu fuarda yatırımcılara sunulmuştu değil mi? 

Haydarpaşa Port da ilk kez Cannes Gayrimenkul Fuarı’nda sunulmuştu. Ve orası da başlangıçta 1.000.000 metrekarelik bir alandı. Sonra 2.000.000 metrekareye çıktı. Daha sonra neredeyse Üsküdar’a kadar bir alanı da katarak 4.000.000 metrekarelere çıkarıldı. 

Onun için Kalamış sunuluyorsa sadece Kalamış’la sınırlı kalmaz diye düşünüyorum.

Peki bu tür gelişmeler nasıl engellenebilir?

Baktığınızda Özelleştirme İdaresi “şöyle şöyle yapacağım” diyor. Ama karşıt siyasi görüşteki ilçe belediyesi ya da büyükşehir belediyesinden umduğum tepkiyi göremiyorum. Kalamış için Kadıköy Belediyesi “Orayı bize verin. Bu haliyle kullanalım” diyor. 

Yani yine halktan yana olan halktır. Halk kendi sorunlarına sahip çıkmalı. Siyaseti kendisi için yönlendirmeli. En iyi, halk karşı çıkarak önleyecektir bu planları. 

Bu alan için hayalimi paylaşmak isterim…

Kuşdili Çayırı’nın 100 sene önceki gibi çayır, koruluk haline getirildiğini düşünün. Yeldeğirmeni, Hasanpaşa, Acıbadem, Osmanağa gibi çevredeki mahallelerin hiçbirinin parkı yok. Burası oksijen, nefes olacaktır insanlara… Temizlenmiş derenin kenarlarının ağaçlandırıldığını düşünün... Yoğurtçupark aynı haliyle korunarak bakımlı halde hizmete devam etsin... Kalamış’taki marinanın tamamen kaldırıldığını, oraların yemyeşil olduğunu düşünün... Fenerbahçe burnundaki özel tesislerin kaldırıldığı, kendi orijinal kıyılarının halka açıldığı bir yarımada haline geldiğini düşünün... DDY kampının sosyal tesis vs. olarak gene halk açık olarak kullanıldığını düşünün... 

Ne kadar nefis bir şey olur değil mi halk için. Cennet.

GAMZE ERBİL / SOL

KISA KISA GÜNDEM (4 NİSAN 2022)

 


1- Gazeteci Nezih Alkış hayatını kaybetti(BİRGÜN)

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin (TSYD) eski başkanlarından tecrübeli gazeteci Nezih Alkış, 84 yaşındaki Alkış hayatını kaybetti.
(https://www.birgun.net/haber/gazeteci-nezih-alkis-hayatini-kaybetti-382739)





2- CHP’li Özgür Karabat: Binlerce ton et, 4 zincir markete ucuza satıldı.(Birgün)

CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, Kasım 2017’den 2020 yılının başına kadar Et ve Süt Kurumu tarafından binlerce ton etin 4 zincir markete ucuza satıldığını açıkladı. Kamunun 610 milyon TL’den fazla zarar ettirildiğini belirten Karabat, “Malı götüren 4 zincir market oldu” dedi.
(https://www.birgun.net/haber/chp-li-ozgur-karabat-binlerce-ton-et-4-zincir-markete-ucuza-satildi-382752)

3-Kur zararının faturası büyüyor(Nurcan Gökdemir-Birgün)

İktidarın izlediği yanlış politikalar nedeniyle bütçedeki kara delikler daha da büyüdü. Faturaları baskılamak için yapılan sübvansiyon bütçe kaynaklarından karşılanıyor. BOTAŞ'ın 2021 görev zararı 55 milyar TL.
İktidarın yanlış kur politikası doğalgazda tüketicinin dünya piyasalarındaki artıştan daha yüksek bir fatura ile karşılaşmasına neden oldu. Kur artışı nedeniyle altından kalkılamayacak büyüklüğe ulaşan faturaları sübvansiyonla düşürmeye çalışan iktidar, BOTAŞ’ın görev zararının 55 milyar TL’ye çıkmasına neden oldu. Sübvansiyonla halka verildiği iddia edilen destek bütçe kaynaklarından karşılandığı için yine halkın cebinden çıktı.(REKOR BOTAŞ’TA) 2018 yılında DHMİ, TCDD, TMO, ESK, TŞFAŞ, TKİ, TTK ve BOTAŞ’a verilen görevlerden dolayı ortaya çıkan ve 2.1 milyar TL olan görev zararı 2019’da 1.6 milyar TL, 2020’de 2 milyar TL iken enerji fiyatlarındaki yükseliş ve izlenen yanlış kur politikalarının sonucu 2021’de 60,6 milyar TL’ye çıktı. Bunun 3,4 milyar TL’si Toprak Mahsulleri Ofisi, 191 milyon TL’si Et ve Süt Kurumu, 1,6 milyar TL’si Türkiye Kömür İşletmeleri, 24 milyon TL’si Türkiye Taş Kömürü Kurumu, 55,3 milyar TL’si ise BOTAŞ’a verilen görevlerden kaynaklandı. Bunun 23,8 milyar TL’si yıl içinde ödendi, 38,6 milyar TL’si bir sonraki yıla devretti.(https://www.birgun.net/haber/kur-zararinin-faturasi-buyuyor-382726)

4-Macaristan'da seçimi, aşırı sağcı Orban’ın liderliğini yaptığı Fidesz-KDNP koalisyonu kazandı(BİRGÜN)

Macaristan'da yapılan genel seçimi, aşırı sağcı Başbakan Viktor Orban’ın liderliğindeki Fidesz-KDNP koalisyonu kazandı. Orban, arka arkaya dördüncü kez başkanlık koltuğuna oturacak.
(https://www.birgun.net/haber/macaristan-da-secimi-asiri-sagci-orban-in-liderligini-yaptigi-fidesz-kdnp-koalisyonu-kazandi-382795)

5-Sri Lanka'da Devlet Başkanı Rajapaksa dışında kabinedeki tüm bakanlar istifa etti(Birgün)

Tarihinin en kötü ekonomik krizini yaşayan Sri Lanka’da halkın ayağa kalkması ardından Devlet Başkanı Rajapaksa dışında kabinedeki tüm bakanlar istifa etti.(https://www.birgun.net/haber/sri-lanka-da-devlet-baskani-rajapaksa-disinda-kabinedeki-tum-bakanlar-istifa-etti-382796)


6-Firmalar piyasaya ‘yarım litrelik’ ayçiçeği yağı sürdü(Mehmet İnmez-Cumhuriyet)

Türkiye, Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan savaş nedeniyle ayçiçeği temininde zor günler yaşadı. Fiyatı artan ve kuyruklara neden olan ayçiceği yağı krizi, yeni uygulamaları gündeme getirdi.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/firmalar-piyasaya-yarim-litrelik-aycicegi-yagi-surdu-1922330)




7-TKP'den seçim hamlesi: Adaylıklarını ilan ettiler(Cumhuriyet)

Türkiye Komünist Partisi (TKP), İstanbul’da bugün düzenlediği etkinlikle milletvekili aday adaylarını belirledi. Öğrenciler, gençler, işçiler, emekliler adaylığını ilan etti. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, “Henüz daha seçim tarihi belli değil ve Türkiye Komünist Partisi, alışılmış tabiriyle milletvekili adaylarını ama bizim ifademizle halkın temsilcilerini belirlemeye devam ediyor” dedi.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/tkpden-secim-hamlesi-adaylari-belirlediler-1922258)

8-Gazetemiz yazarı Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti (Evrensel) 


Gazetemizin ilk gününden bu yana köşe yazarımız olan Ermeni Yazar Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti.
Margosyan, 7 Nisan Perşembe günü Kumkapı Patrikhane kilisesinde saat 14.00'te yapılacak törenin ardından Şişli Ermeni Mezarlığında toprağa verilecek. Mıgırdiç Margosyan karaciğerle bağlantılı sağlık sorunları nedeniyle bir süredir Maltepe Üniversitesi Hastanesi'nde tedavi görmekteydi.  Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül, Mıgırdiç Margosyan'ın ölümünü sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla duyurdu, Gül, "Diyarbakır Ermenilerinden. Bu toprakların zenginliğini edebiyatımızın en güzel diliyle anlatan. "Söyle Margos Nerelisen" adlı şahane kitabın yazarı. Büyükadalı. Mıgırdiç Margosyan'ı kaybettik. Çok üzgünüz'' ifadelerini kullandı.

9- Anket sonucu: Halkın yüzde 60'ının geliri giderine yetmiyor(SOL) 

Anket sonucuna göre Türkiye'de halkın yaklaşık yüzde 60'ının geliri giderine yetmiyor.

AKP seçmeninin yüzde 40,7'si "geçinemiyoruz" derken "geçinebildiklerini" söyleyenler arasında AKP ve MHP'liler ise zirvede. Araştırma şirketi Türkiye Raporu, Mart ayında yaptığı anketinde katılımcılara gelirlerinin giderlerini karşılayıp karşılamadığını sordu. Türkiye Raporu Direktörü Can Selçuki anketin sonuçlarını sosyal medya hesabından paylaştı. (Yüzde 59 geçinemiyor) Ankette, katılımcılara “geçinebiliyor musunuz” sorusu yöneltildi ve dört seçenek sunuldu. Katılımcıların yüzde 59'u gelirlerinin giderlerini karşılamadığını söyledi. Anketin sonucuna göre çıkan sonuçlar şöyle:

  • Gelirim giderlerimi karşılamadı: Yüzde 59
  • Gelirim giderlerimi ucu ucuna karşıladı: Yüzde 27
  • Gelirim giderimin üstünde oldu: Yüzde 7
  • Gelirim giderimi fazlasıyla karşıladı: Yüzde 6

10-Pazar yerlerindeki ıskarta ürünlerin satışı artış gösterdi: '27 yıldır ilk kez görüyorum'(SOL)

Iskarta olarak bilinen ezilmiş ve çürük ürünlerin pazar yerlerindeki satışı son zamanlarda artış gösterdi. Pazarcılar, ıskarta ürünleri daha uygun fiyata sattıklarını, bazı yurttaşların ise o ürünleri pazarın toplanma saatinde tezgâh altından ücretsiz aldığını belirtti. Cumhuriyet'ten Kader Çukay'ın haberine göre, son dönemlerde ıskarta ürün satışının artış gösterdiğini belirten pazar esnafı, “Çocuklarıyla beraber gelip tezgahın altındaki çürük ürünleri toplayanlar oluyor. Onları görünce insanlığımızdan utanıyoruz. Bu durumla her gün karşılaşıyoruz” şeklinde konuştu. Konuya dair konuşan başka bir pazar esnafı ise şöyle dedi: “İnsanlar aç uyuyor. Pazarın ortasına sepet koyup çürük ve ezilmiş ürünleri koyuyoruz. Muzun kilosu 10 liraysa, ıskarta ürün 4-5 lira. Bizde ürünlerin elimizde kalmasını istemiyoruz. Hepimiz zarardayız. O çürümüş ürünleri bile alamayan insanlar var. Millet aç kalmaktan korkuyor. Maydanozun çeyreğini isteyen oluyor. Bu tür durumlarla karşılaşınca bedava veriyoruz. Bu kadar çok insanın ıskarta ürün istediğini 27 yıldır ilk kez görüyorum”

İrfan Atasoy ve Kunt Tulgar’ın ardından(I-II) - Mesut Kara / Evrensel

 (I)-(27/MART/2022)

   Soldan sağa ayaktakiler: Levent Çakır, Çetin İnanç, Kunt Tulgar. Oturanlar: Safa Önal, Yılmaz Atadeniz, Mesut Kara      (Fotoğraf: Kişisel arşiv)


Sinemada yaprak dökümü sürüyor. Gidenlerin arkasından yazmak çok zor. Daha önce bu sayfada sinema ve tiyatrodan Altan Karındaş, Rasim Öztekin, Aytekin Çakmakçı, Ertem Göreç, Serdar Selvidal, Mehmet Ezici, Oktay Yavuz, Ekrem Turan Gökkaya ve Mustafa Dik; edebiyat dünyasından Demir Özlü, Erol Toy, Sporcu ve Tiyatrocu Yazar Hakan Dilek’in vedaları üzerine “Dört mevsim sonbahar" ile “Siz orada çoğalırken, biz burada çok eksiliyoruz” başlıklı iki yazıya yer vermiştik.

Ölümlerin ardından yazmak zorken, acı verici ve üzücüyken bir yazıda kısa süre içinde arka arkaya kaybettiğimiz onca tanıdığın, dostun ardından yazmak çok zordu, çok üzücüydü. Her cümleyle acılarım tazelendi. Ne yazık ki, yaprak dökümü sürüyor, haberler yine ve arka arkaya “ölüm ölüm” gelmeyi sürdürüyor. Bir acının üzüntüsünü hafifletemeden bir başka ölümün, düşen yaprağın acısı ekleniyor acılarımıza.

İRFAN ATASOY


Geçtiğimiz günlerde önce unutulmaz Sinemacı Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı, Yılmaz Güney’in can arkadaşı İrfan Atasoy’un 3 Şubat 2022’de doğum gününde hayatını kaybettiği haberi geldi. Aradan çok geçmemişti, bu kez de (17 Mart 2022) Yeşilçam’ın iz bırakan, unutulmaz isimlerinden Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu ve Seslendirme Sanatçısı Kunt Tulgar’ın acı haberini aldık. Yeşilçam sineması için çok değerli, unutulmaz isimler yine arka arkaya aramızdan ayrılıp yıldızlara karışmışlardı. İrfan Atasoy da Kunt abi de tanıma, sohbet edebilme, söyleşi yapma olanağı bulduğum, benim için çok değerli insanlardı. İkisi de çok yönlü, tam bir sinema emekçisiydi ve Yeşilçam sinemasında çok emekleri vardı.

İrfan Atasoy birçok sinemacı gibi Adana doğumluydu. (3 Şubat 1937) Sinemaya senaryo yazarı olarak adım attı. Filme çekilen ilk senaryosu henüz yirmi yaşındayken yazdığı Kahraman Üçler (1961) olur. Sonrasında 18 senaryosu filme çekilen İrfan Atasoy 50 filmde oyuncu olarak yer alırken 4 filmin yönetmenliğini, 34 filmin de yapımcılığını üstlenir. İrfan Atasoy’un oynadığı filmler arasında benim unutamadığım, Yılmaz Güney’le birlikte oynadığı, Erol Taş’ın ürkütücü, inanılmaz bir kötü adamı canlandırdığı Yılmaz Duru’nun yönettiği 1967 yapımı “İnce Cumali”,  yine Yılmaz Duru’nun yönettiği 1974 yapımı “Susuz Yaz”, Melih Gülgen’in yönettiği “Adanalı Kardeşler” (1972), “Maskeli Şeytan” (1970), Casus Kıran/Yedi Canlı Adam (1970), “Kızıl Maske” (1968), “Casus Kıran (1968), “Killing İstanbul’da (1967),  “Killing Uçan Adam’a Karşı” (1967) gibi defalarca izlediğim filmleri de var. 1967 yılında “İnce Cumali filmiyle yapımcılığa ve aynı yıl içinde Klink İstanbul’da filmi ile de oyunculuğa başlayan İrfan Atasoy’un Yılmaz Güney’e -kimi zaman filmine- oynadığı tavlalar ve dostlukları Yeşilçam sokaklarında ballandıra ballandıra anlatılırdı.

Yıllarca filmlerini izlediğim, sinema yolculuklarını bildiğim İrfan Atasoy’la da, Kunt Tulgar’la da 2006 yılında “Fantastiğin Sineması” belgeselini çekerken yüz yüze tanışma olanağı bulmuştum. İrfan Atasoy’u ’90’lı yıllarda ne zaman Gazeteci Erol Dernek Sokak’tan geçsem güleç yüzüyle sinema emekçileriyle sohbet ederken görürdüm. Çekim için buluştuğumuz film şirketi de bu sokaktaydı. Belgesel için yaptığımız söyleşide anlattıklarından notlar aktarmak isterim:

SÖZ İRFAN ATASOY’DA

*“Askere gittim, askerdeyken 2 tane senaryo yazdım. Birini 20 liraya birini 50 liraya. Bunların biri çekildi, biri sansürden geçemedi. Bir piçi anlatıyordum. ‘Türkiye’de piç yok’ diye, sansür reddetti bunu.”

* “Canlı Adam” filminde çok enteresan bir şey oldu. Şimdi beni düşmanlarım yakalamıştı, bir kotrada eğleniyorlardı. Beni de ellerimden bağlayarak denize atmışlardı. Kotranın arkasında çekiyorlardı. Sonra film ekibi beni denizde unuttu. Hava soğuktu hem de çok soğuktu. Morarmıştım. Artık ölümle burun buruna gelmiştim. Neden sonra Kameraman Ali Yaver “İrfan Bey nerede” diye sorunca beni hatırladılar. Hemen koştular beni yukarı çektiler. Çektikleri zaman işin ucuna gelmiştim, morarmıştım. Donmuştum daha doğrusu. O arada 2 tane hanımı soydular, onların arasında, onların vücut ısılarıyla kendime geldim. Bu fikir Yönetmen Yılmaz Atadeniz’in aklına gelmişti. Tehlike aklımıza gelmiyordu. Bütün mesele o işi iyi yapmaktı. Yani ölürsek ölürüz, yaşarsak film iyi olur diye düşünüyorduk. Bu düşünceyle çok tehlikeli sahneler çektik. Ne dedilerse yaptım; atla dediler atladım, zıpla dediler zıpladım, uç dediler uçtum.  İşte sonunda bu iyi filmler ortaya çıktı.”

 *“Kızıl Maske filminde de çok enteresan bir şey oldu. Düşman trenle kaçıyormuş. Ben de köprünün üstünden trenin üstüne, düşmanı yakalamak için atlayacakmışım. Damından kayarak pencereden girip düşmanı yakalayacakmışım. Yapılması mümkün değil yani. Şimdi tren karşıdan geliyor. 1500- 2000 kişi de birikmiş, ben trenin üstüne atlayacağım. Tren karşıdan geliyor süratle, ben trene baktım, baktım. Tren geldi geçti. Yani cesaret edemedim atlamaya, gerçek bu. Çetin (İnanç) geldi ‘Abi niye atlamadın?’ dedi. ‘Nasıl atlayayım, ya ölürsem’ dedim. Çok zor bir iş. ‘Sen atlarsın’ dedi. Atlayamamış olmama rağmen, çekimleri izlemek için biriken halk alkışladı. Sonra tren gitti, yeniden geliyor. Geldi geldi köprünün altından geçerken kamerada üstümde Rafet abi çekiyordu. Ben atladım trene. Trenin damı delindi içine girdim. Pencereden girme sahnesi gitmiş oldu. Örneğin benim trenin üstüne atlamamı dünyanın hiçbir yerinde hiçbir aktör yapmaz. Biz yaparız anlıyor musunuz?”

*“Filmcinin hiç itibarı yoktu. Biz de yaptığımız işin 7. sanat olduğunu bilmiyorduk. Devlet bilmiyordu ki. Çünkü devlet sinemada satılan biletin üstüne eğlence rüsumu koymuştu. Bar, pavyon, genelev kategorisinde tutmuştu. Biz de ondan yaptığımız işi, eğlence işi olarak gördük.

*“Bizim değerini bilmediğimiz bu ürünler bugün çok önemseniyor. Tabii bu bizi üzüyor. Halkımız bunun ne kadar önemli olduğunu anlamış ki, büyük kitleler olarak izlemişler. Fakat biz yapımcı, oyuncu, yazan olarak anlayamadık.”

(II) - (3 NİSAN/2022)

İki değerli isim de Yeşilçam’ın iz bırakan, unutulmaz isimlerindendi. Sinema alanında “asli işi stüdyoculuk” olan Kunt Tulgar, yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu ve seslendirme alanındaki çalışmalarıyla tam bir sinema emekçisi olarak önemli işlere imza atmıştı.



1946 İstanbul doğumlu olan Kunt Tulgar sinemacı babasından dolayı sinemanın içine doğar. Ev film stüdyosu gibidir.

“Babam ‘Milli Film’i 1944’te kurmuş.  Hava Sokak’ta yazıhanesi vardı. Yurt dışından film ithal ediyorlardı. Bir ara rahmetli Orhan Atadeniz ile konuşuyorlar. ‘Tarzan filmi yapalım’ diyor babam. Amerikalıların o zaman ‘Tarzan New Yorkta’sı var, bizde Tarzan İstanbulda’yı yapalım diyor. Tamer Balcı, (Toma Valcis), Aziz Basmacı, Hayri Esen, Cemil Demirel… bu oyuncularla güzel bir Tarzan filmi çekiyorlar. O zamanlar bizim evde senkron makinesi, montaj masası var. Montajı bizim evde yapıyorlar. Film çekilirken Yönetmen Orhan Atadeniz’in her tarafında orijinal filmden kare doküman parçalar var. Aslan, papağan, timsah… onlara bakardı, yürüyen kafileyi o yönde yürütürdü ki montajında doküman parçayı kullandığı zaman yanlış tarafa yürümüş olmasınlar diye.”

Babası Sabahattin Tulgar’ın yapımcılığını ve kameramanlığını üstlendiği, Orhan Atadeniz’in yönettiği Tarzan İstanbul’da (1952) filminde Tarzan’ın küçüklüğünü canlandırır Kunt Tulgar: Böylece kamera karşısında ilk oyunculuk deneyimini de yaşar. İlk okulu farklı okullarda tamamlayan Kunt Tulgar girdiği Robert Kolejin sınavını 340 kişi arasından üçüncülükle kazanır. Fakat babası İtalya’da arkadaşları olduğu, İtalyanlarla iş yaptığı için, “Sen İtalyan Lisesine git” der. İtalyan Lisesini bitirdikten sonra, çalışmak için İtalya’ya, Roma’ya gider. Üçüncü montajcı olarak çalışmaya başlar.

Stüdyo işini öğrendiği o günlerde İstanbul’da Milli Film yapım stüdyosunu kuran babasının çağrısıyla İstanbul’a döner.

“Babam 1963 yılında Milli Film Stüdyosunu kurmuştu ve bana artık dönüp kurduğu stüdyoda çalışmamı yazmıştı. Türkiye’ye döndüm ve stüdyoda çalışmaya başladım.”

1967 yılında kendi firması olan Kunt Film’i kurar. ’70’li yıllarda birçok avantür-fantastik kült filmde oyuncu, yönetmen, senarist olarak yer alır. Oyunculuk ve yönetmenliğin yanı sıra birçok filmde kurgu, eşleme, ses ve negatif kurgusu, ses çekimi ve kopya baskı yıkama işleri yapar.

Sinemanın mutfağının her kademesinde çalıştığını vurgulayan Kunt Tulgar Yılmaz Atadeniz’in yapımcısı ve yönetmeni olduğu 1972 yapımı “Yılmayan Şeytan” adlı avantür-fantastik filmde başrolde oynar. Filmde dünyayı kötülerden, kurtarmak isteyen maskeli kahraman olarak Bakırbaş’ı, canlandıran Kunt Tulgar maskesiz olarak da Bay Tekin’i oynar. Başrol arkadaşı Mine Mutlu’dur. Dünyayı yok edecek bir icat yapan çılgın kötü adam Dr. Şeytan rolüyle Erol Taş yine kötülüğün, ‘kötü adam’lığın tarihini yazıyor.

Özel TV kanallarının Yeşilçam’ın avantür filmlerini gösterdiği 1990’lı yıllarda genç kuşaklar da Yeşilçam’ı, fantastik diye adlandırdıkları avantür filmleri de keşfetmişti. Ben de o yıllarda Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç gibi Türk avantür- fantastik sinemasının “baba yönetmenleri”yle ilk söyleşileri yapan gazeteci-yazar olarak sonrasında da türün izini sürdüm.

“Dünyayı Kurtaran Adam” filmi patlayıp kült filme dönüştüğü, medyanın, yazarların Cüneyt Arkın’a yöneldiği günlerde “Bu filmin bir de yönetmeni var” demiş, Dünyayı Kurtaran Adam’ın kendisiyle konuşmakla yetinmemiş, o sıralarda kimsenin ilgilenmediği “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin Yönetmeni Sevgili Çetin (İnanç) Ağabey’i bulmuş ilk söyleşiyi yapma ayrıcalığının keyfini yaşamıştım.

Birlikte belgesel filmler yaptığımız Yılmaz Atadeniz’den dolayı filmlerini izlediğim Kunt Tulgar’la da “Fantastiğin Sineması” belgeselini yaptığım 2006 yılında tanışıp söyleşi yapmıştım.

Maskeli, maskesiz, uçan-koşan süper kahramanlı filmler çekildiği dönemde Kunt Tulgar da “Süpermen Dönüyor”u (1979) çeker. Filmin çekim hikayesi oldukça ilginç, komik ve fantastiktir:

“1979’da ben babam ve eşim Paris’e gitmiştik. Süpermen-1 oynuyordu, girdik izledik. Film bitti, dışarı çıkarken babam bana ‘bir Süpermen de sen çek’ dedi. Filmi çekmek mühim değil, adamı uçurmak mühim. Adam uçmadığı sürece Süpermen’i çekseniz nolur çekmesiniz nolur. İstanbul’a döndük, Evde kızımın Barbie bebeği vardı, onun üstüne eşim Süpermen kıyafeti dikti. O Süpermen kıyafetiyle alıp, işyerine götürdüm. Bir çerçeve yaptık, üzerine aydınger kağıdı gerdik. Sonra onu tavana astık dublaj stüdyosunda. Projeksiyon makinesine Türkiye’nin ve İstanbul’un panla çekilmiş planlarını alıp aydınger kağıdından çerçeveye yansıttık. Süpermen’i omuzlarından ve topuklarından misinayla bir tahtaya bağladık, onu orada tuttuk Görüntü de uçuyor, uçuyor da acaba kameraya çekersek nasıl olacak diye düşündük. Biraz prova çektik, yıkadık, iş kopyasını bastık. Oturduk büyük ekranda izledik adam uçuyor, ama bir hata var. Tamam, adam uçuyor, arka taraftaki resimler gidiyor, adam gidiyor her şey güzel de bir hata var. ‘Ya dedim bunun pelerini oynamıyor. Gittik saç kurutma makinesini getirdik. Süpermen’in altından yukarı doğru tuttuk, bir daha prova çektik, pelerin başladı oynamaya. Oynatınca baktık adam uçuyor görünüyor. Onun üzerine senaryoyu yazıp filmi çektik.

2008’de felç geçirip hastanede yatmıştım uzun süre. Eve çıkıp toparlanmaya çalıştığım günlerde sık sık haberleşip sohbet ettiğim Kunt Tulgar ve eşi Emel Hanım eve kadar geçmiş olsun ziyaretine gelmişti. Unutamadığım o günden sonra çok sık görme olanağı bulamadım Kunt ağabeyi.

En son eylül 2011’de Ankara’da gerçekleştirilen Fantasturka Festivali’nde üç gün boyunca birlikte filmler izledik, söyleşiler yaptık. Sinemanın fuayesinde Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç, Safa Önal ve Levent Çakır ve Kunt Tulgar’ın gençlerle kurdukları sıcak yakınlık, yaptıkları sohbetler ve Kunt Tulgar’ın gençlerle canlandırdığı kavga sahneleri, mizansenler belleğimizde unutulmaz izler bıraktı.

Mesut Kara / Evrensel

Öne Çıkan Yayın

İmamoğlu'nun avukatı 'MASAK' raporundaki skandalı bulduktan sonra tutuklandı -Bahadır Özgür / halkTV-

Silivri’de tutuklu olan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, geçen hafta tutuklanan avukatı Mehmet Pehlivan’ın ‘skandal’ dediği konu ortaya çıktı...