30 Kasım 2013 Cumartesi

Cumhuriyeti Yaşatmak - MÜMTAZ SOYSAL

YÜZÜNCÜ yılını kutlamaya pek az süre kalan Türkiye Cumhuriyeti sıradan ve alelade bir devlet değildir. Kurucusuyla, tarihteki yeriyle, uğrunda feda edilmiş canlarla,meydana getirilişindeki olağanüstü siyasal ustalıkla, değerlerinin çağdaşlığı ve yüceliğiyle mükemmel bir yönetim anıtıdır bizim cumhuriyet. 
Böyle bir devlete sahip olmak, rasgele her topluma nasip olmayan gurur verici bir şereftir. Böyle bir devlete layık olabilmek de vatandaşlarının yaşamları boyunca asla vazgeçemeyecekleri bir görevdir, titizlikle ödemeleri gereken bir borçtur. Bu devlet mutlaka yaşatılmalıdır. 
Cumhurbaşkanı seçiminin yaklaştığı bir dönemde bunları düşünmeden edemiyor insan. 
Ne yazık ki şu sırada ulusun bütün kesimlerince yeterli önem verilen ve gerekli sorumlulukla ele alınan bir konu olmadı bu seçim. Sanki sıradan bir göreve ve kim olursa olsun rasgele birinin seçilmesi söz konusuymuş gibi. 
Oysa içte ve dışta çalkantılı bir konjonktürden geçmekteyiz. Önemli olan, devletin başına geçecek kişinin bu çalkantıların içinden henüz çıkmış ve o olayların etkisini taşımaya devam eden bir politikacı olmamasıdır. Devlet başkanlığı politikadan farklı, bambaşka bir görev. 
Şimdiki anayasa sistemimiz Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başta olmak üzere yargının önemli dallarına insan seçmede devlet başkanı son derece önemli bir rol vermekte. Cumhurbaşkanı bu seçim yetkisiyle Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelerin çalışmalarında doğal olarak etkili olabilmektedir. Tabii, Sezer döneminde olduğu gibi Cumhurbaşkanı’nın hukukçu sıfatıyla bağımsızlık, tarafsızlık, eşitlik gibi değerlere bağlı kalmanın güvencesi olma izlenimi vermesi,olumsuz bir müdahale etkisi yaratmak şöyle dursun, tam tersine, kişiler doğru olunca sistemlerin de doğru işlediğini göstermiştir. 

Böyle olduğu içindir ki kimimizin düşündüğü gibi işbaşındaki yargıçları doğrudan doğruya devletin başına geçmeye çağırmak yerine, belki bir ara sözü edildiği gibi devlet başkanlığı seçimine Barolar Birliği Başkanı’nın ilgisini çekebilmek, daha doğru olabilir. Kolay anlaşılır biçimde parti bağlarıyla, siyasal ve ideolojik tutumlarıyla açıkça ayırt edilebilecek siyasal kadrolarımız yok. Şimdi bir de cemaatlerle partiler birbirine karıştı ve karar vermek daha da zorlaştı. 
Bu zorluk gerekeni yapmaktan bizi alıkoyamaz.

MÜMTAZ SOYSAL
Cumhuriyet

Kültür Merkezinden Polis Karakoluna - ATAOL BEHRAMOĞLU

İnternetin “Özgür Ansiklopedi” sitesinde Atatürk Kültür Merkezi (AKM) şöyle 
tanımlanıyor:
“İstanbul’da Taksim Meydanı’nda kurulu, opera, bale, tiyatro, konser ve kongre amacı ile kullanılan, içinde bir sergi ve sinema salonu bulunan yapıdır.”Ardından aşağıdaki bilgileri ediniyoruz:
İlk defa 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat merkezi olarak hizmete giren bina, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin simge yapılarından biridir. Kültür Merkezi, 2008’den beri tadilat nedeniyle kapalıdır.”
2008’den bu yana, İstanbul’un Avrupa’ya sözüm ona kültür başkentliği yaptığı 2010 yılı da içinde olmak üzere, beş yıl geçmiş. Bütün bu sürede Türkiye’nin en büyük kültürmerkezinin, içinde ve dışında herhangi bir “tadilat” söz konusu olmadığı gibi, kapıları sımsıkı kapalı…
Buna karşılık, edindiğimiz bilgilere göre, iç mekânları bakımsızlıktan yıkıntıya dönüşmekte ve ülkemiz kültürünün bu simge yapısı polis barınağı olarak kullanılmakta…
Yanlış okumadınız… Bir zamanlar opera, bale, tiyatro ve konserler izlediğimiz,sergiler gezdiğimiz Atatürk Kültür Merkezi, bugün polisin yiyip içtiği, yatıp kalktığı,tuvaletlerinden yararlandığı bir hayalet yapıya dönüşmüş durumda…
***
O günlerden bugünlere nasıl gelindi?Bilgilerimizi özetleyerek tazeleyelim…
Temeli 1946’da atılan bu talihsiz bina “ödenek yokluğu” nedeni ile tamamlanamayınca 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na devredilmiş… 1956’da yeni bir proje ile yapımı sürdürülerek ülkemizin sanat ve kültür yaşamına ancak 12 Nisan 1969’da, yani temelinin atılışından çeyrek yüzyıl sonra (“İstanbul Kültür Sarayı” adı ile) kapılarını açabilmiş…Fakat talihsizlik, bu “ödenek yokluğu” saçmalığı ya da bahanesi ve hizmetebbaşlayışının bunca yıl gecikmesi ile de sona ermiyor1970’te Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” adlı oyunu oynanırken çıkan yangında bina büyük zarar görüyor…
Kaynağı saptanamayan yangının tam da Miller’in Amerika’daki sol düşmanlığı çılgınlığını ve sapkınlığını anlattığı ünlü oyununun gösterimi sırasında çıkmış olması bir rastlantı mı?
Sanmıyorum…
Sonuçta kapıları bir kez daha kapanan Kültür Sarayı ikinci kez ancak sekiz yıl sonraaçılabiliyor ve o günden 2000’li yıllara kadar ülkemizin sanat ve kültür yaşamına sayısız katkıda bulunmayı sürdürüyor…
Ve 2005 yılında devreye, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç giriyor…
Tayyip Erdoğan hükümetinin ilk kültür bakanı Atilla Koç, “ekonomik ömrünü tamamladığı” gerekçesiyle binanın yıkılmasını öneriyor…
Bu parlak fikir, kültür tarihimize, toplantılarda başını yanındakinin omzuna dayayarak şekerleme yapan, uyandığında da Nevruz ateşi üzerinden başarıyla atlamayıgerçekleştiren ilk kültür bakanı olarak geçecek Atilla Koç’un kendisine mi, yoksa siyasetteki patronuna mı ait?Sorunun yanıtı yeterince açıktır.
***
Bir bakıma Gezi Direnişi’nin öncüsü sayılabilecek etkinlikler ve girişimler olmasa AKM çoktan yerle bir edilmiş; yerine AVM’si, “rezidans”ları, camisi ve göstermelik bir gösteri salonu ile söz konusu siyaset patronlarının ve arkalarındaki çıkar çevrelerinin hayalleri gerçekleşmiş olacaktı…
Bu hayaller, tıpkı Taksim Gezi Parkı’na ilişkin hayalleri gibi, şimdilik kursaklarındakaldı…
Kasım 2007’de İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun Atatürk Kültür Merkezi’ni 1. grupkültür varlığı olarak tescil etmesiyle binanın yıkılması engellenmiş oldu.Bir dizi başkaca çekişme ve mahkeme kararları sonrasında da Şubat 2012’deSabancı Holding’le Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında, AKM’nin görünümü veişlevselliği korunarak yenilenmesi konusunda bir sözleşme imzalandı ve 29 Ekim 2013 Cumhuriyet Bayramı’nda hizmete açılmasının öngörüldüğü bildirildi…
Topluma verilen bu söz gerçekleşmediği gibi, bugün ülkenin en büyük kültür merkezibir polis merkezine dönüşmüş durumda…Bu durum onu yaratanlara yakışıyor olsa da, bütün bir ülke için ne büyük bir utanç.

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet

28 Kasım 2013 Perşembe

İnönü, T. Erdoğan’a Cevap Veriyor - ALİ SİRMEN.

Marcel Proust “Geçmiş Zamanın Ardından” da, geçmiş ile bugünü bir arada yaşadığı, böylelikle bir anlamda zaman dışına çıktığı anı betimler. 
Bugünlerde, aralarında elli yıl fark olan zaman dilimlerini bir arada yaşama duygusunu ben de tattım. 
Altan Öymen’in kendi öz tarihini, Türkiye’nin ve dünyanın tarihiyle birleştirerek olağanüstü bir alaşım yarattığı anı kitaplarından dördüncüsünü “Ve İhtilal”i okurken 1955 - 60 yılları ile 2002- 2013 yıllarını üst üste kondurulmuş görüntüler şeklinde izledim. 
Zaman zaman, bugünü mü 50 - 55 yıl öncesini mi yaşadığımı şaşırdım ve anı türüne yepyeni bir boyut kazandıran kitabı okurken, elli yıldan fazla sürmüş bir kâbusun içine düşmüş gibi hissettim kendimi. 
Demokrat Parti sivil darbesiyle, AKP sivil darbesi o kadar birbirine benzemekte,Menderes’in demokrasi algısıyla Tayyip Erdoğan’ın demokrasi algısı, karbon kâğıdıyla çoğaltılmış metinler gibi öylesine birbiriyle tıpatıp ayniyet arz etmekteydi ki, şimdiye dek okuduğum en güncel geçmiş anlatısıyla karşılaşmış oldum.
***
Aynı mekânlarda, değişik zamanlarda, değişik insanlarla tekrarlanan birbirinin aynı öyküler insanda öylesine garip duygular uyandırıyor ki, örneğin, demokrasiye aykırı, baskıcı, hakları ayaklar altına alıcı davranışları yüzünden her eleştirildiğinde tek parti dönemine atıf yaparak “sizin zamanınız neydi ki!” türünden yanıtlarla üste çıkmaya çalışan Adnan Menderes’e yanıt veren İsmet İnönü’nün sözlerinin gerçekten Menderes’e mi, yoksa elli yıl sonra bugün aynı davranışlar içinde olan Tayyip Erdoğan’a mı yönelik olduğunu kestiremiyor, zaman zaman olaylarla kişileri birbirine karıştırıyorsunuz. 
Dilerseniz kısaca bir göz atalım da siz kendiniz karar verin: 
27 Haziran 1956 çarşamba günü TBMM’de önemli bir oturum vardı. Konu, Demokrat Parti’nin muhalefet partileri mensuplarının ve derneklerin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine kısıtlama getiren yasa tasarısıdır. 
İsmet İnönü ile Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da konuşmak için adlarını yazdırmışlardır. 
İnönü’nün konuşması sırasında bu tasarının demokrasilerdeki hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu söylemesi üzerine DP Sivas Milletvekili Nurettin Ertürk oturduğu yerden seslenir: 
- Vatandaşın hak ve hürriyeti lafları senin ağzına yakışmıyor İsmet Paşa. 
Menderes’in çok fazla kullandığı savı çağrıştıran bu lafa İsmet İnönü’nün yanıtı müthiştir: Aramızdaki farkı bilelim, biz mutlakıyetten bugüne geldik, siz ise bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz. 
İsmet Paşa hem Nurettin Ertürk ve hem de Menderes’e yanıt veriyordu.
***
Ama İnönü, aynı anda sanki, Nurettin Ertürk veya Adnan Menderes’e değil de elli yıl sonra, aynı savları tekrarlayacak olan Tayyip Erdoğan’a cevap veriyor gibidir ve sadece onunla da kalmamakta, Türk demokrasi tarihinin en büyük noksanını vurgulamaktadır. 
Gerçekten de Türk demokrasisinin en büyük eksiği budur. 
Cumhuriyet, Takriri Sükûn’la başlayıp, tek parti dönemiyle süren ve acılı savaş yıllarını da içeren bir dönemi kısa bir sürede, herhangi bir sarsıntı, kriz, darbe veya tehdit olmadan atlatmış, tek parti yönetimi, liderinin öz iradesiyle kendi tersine dönüşerek mutlakıyetten haklar ve özgürlükler rejimine geçişi başarabilmiştir. 
Ama ne yazık ki, o noktadan hareketle, başlangıç noktası olarak iyi, demokratik hedef olarak yetersiz, çoğunlukçu demokrasiden, gerçekten çoğulcu bir demokrasiye geçememiş, tekrar mutlakıyete tornistan etmiştir. 
Altan Öymen’in ibret dolu dört kitabının dördüncüsünde, bu olgu bütün ayrıntılarıyla, belgeleriyle, gerçek peşinde olup, her zaman bütün görüşleri anlatma konusunda çok titiz bir gazetecinin kaleminden anlatırken, üne de bugüne de ışık tutuyor. 
Herkese hararetle tavsiye ederim!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

24 Kasım 2013 Pazar

Mısır Büyükelçisinin Kovulması ve Değerli Yalnızlık - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Değerli yalnızlığın vardığı “son kerte” bu. 
Aklıma Mussolini’nin ünlü sözü geliyor: 
“Ne kadar çok düşman, o kadar şeref, şan! / Molti nemici, molto onore!” 
Türkiye’nin uluslararası profili, faşizm döneminde dünyayla kanlı bıçaklı olan Mussolini’nin bu söylemini çağrıştırıyor. 
Dostluğu bir yana bırakın, civarda “uygar” ilişkilerin sürdürülebileceği tek ülkenin kalmadığı noktada hâlâ “değerli yalnızlık” salvolarıyla oyalanmak bana… faşist Mussolini’nin önüne gelene rest çektiği süreci hatırlatıyor. 
TC büyükelçisinin Mısır’dan kovuluşu tam böyle bir “Ne çok düşman, o kadar çok şan!” durumuna örnek... 
Erdoğan St. Petersburg’a hareket ederken Mısır’ın mevcut hükümetini tanımadığı yollu açıklamalar yapıyor. “Mursi’nin yargı karşısındaki tutumunu alkışlıyorum. Ona saygı duyuyorum. Onu yargılayanlara saygım yok!” diyor… 
Bu açıklamayı bardağı taşıran son damla olarak algılayan Kahire, Büyükelçi Hüseyin Avni Botsalı’yı vakit geçirmeden “persona non grata / istenmeyen şahıs” ilan ediyor! 
Dışişleri de “mütekabiliyet” çerçevesinde derhal Mısır’ın -zaten çoktandır Kahire’ye çekilmiş olan!- büyükelçisini “istenmeyen adam” olarak vetoluyor. 
Sen beni tanımıyorsan, ben seni hiç tanımıyorum hesabı…

‘Avrupa fatihi’ Putin’e sığındı 
Ortadoğu’da… Suriye’den Körfez ülkelerine dek tüm Arap dünyası Erdoğan Türkiyesi’nden ezcümle yaka silkme noktasına gelmiş; İran’la ilişkiler gerilmiş, bölgenin en hatırı sayılır oyuncusu Mısır’dan… TC büyükelçisi, diplomasinin son silahı olan “persona non grata” restleşmesiyle kovuluyor. 
Bu diplomatik, siyasi tokat tam Rusya’da Erdoğan’ın Putin’den “Baba senin ocağına sığındık, haydi bizi Şangay 5’lisine al da şu AB belasından kurtulalım!” uslubuyla yardım dilediği anda geliyor. 
Bir dönemin şanlı “Avrupa fatihliğine” soyunan başbakanı; “Kıyak yap kurtar bizi şu AB sıkıntısından!” mealindeki bir üslupla Putin’e yanaşıyor, Batılı ortaklarından şikâyetçi oluyor. 
Avrupa fatihliği yıllarından bu yana Brüksel’le arpa boyu yol alınmamış, bu yetmezmiş gibi Türkiye’nin yarım küsur asırdır üye olduğu NATO ile de üstelik ipler gerilmiş. 
Tüm Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’ye farklı bir konum biçen NATO içindeki yeri, herkesin son dönemde malumu olan şekilde sorgulanmaya başlanmış. 
TC büyükelçisinin Kahire’den şutlanması böyle bir konjonktürün üstüne geliyor.

Dışta yalnızlık iç baskıyı artırıyor
“Ne kadar çok düşman! O kadar şan!” kıvamında çıkışlarla şimdi dış dünyaya meydan okumak ve bir yandan da yeni ortaklıklar aramak çabaları sürerken; içerde vidalar sıkıştırılıyor. 
Azılı bütün baskı rejimlerinde olduğu üzere dıştaki yalnızlaşma; içeride yurttaşları sıkı kıskaç altına almakla yakın şekilde örtüşüyor. 
Dış yalnızlaşmayla iç otoriterleşme atbaşı gidiyor! 
İki eğilim arasındaki örtüşmeyi görmek için, tarihi bırakıp yanı başımızdaki İran’a bakmak dahi kâfi. 
Otoriter, baskıcı İslamcı rejim altında yaşayan İran’ın Batı ve dolayısıyla dünyanın gerisiyle olan ilişkilerindeki ilk yumuşama işaretleri gelir gelmez, içerde hemen kadınlar üzerindeki baskı azalıyor. Ahlak polisinin kaldırılması gündeme geliyor. Özel yaşamın serbestleşmesinden bahsediliyor… 
Batı ile sertleşme dönemleri ise. tam tersine, içte yurttaşlara ve muhaliflere hafazanallah nefes aldırmayan ceberrutluğa dönüşüyor. 
Dış dünyaya dişini geçiremeyen rejim, acısını yurttaşlarına kök söktürerek çıkartıyor. Dışarının artan düşmanlığını; içerde baskıyı artırarak karşılıyor.

Tarihi etki, yön kaybı 
Türkiye’nin bulunduğu kavşak böyle bir kavşak. 
İçerde insanların özel yaşamlarına bile göz açtırmayan bir hoyratlık ilk kez böyle tavan yaparken; dışarda Ankara çok tarihi bir etki ve yön kaybı yaşıyor. 
Avrupa hayalleri sona eriyor… 
“Türk modeli” adıyla takdim edilen “ılımlı İslam modeli” iflas ediyor. “Neo-Osmanlıcılık” projeleri berhava oluyor. 
Geriye dikkatli bir şekilde planlanan bir dizi propaganda hamlesiyle türbanı TBMM’ye sokmak, kadınlı erkekli yaşama ve karma eğitime müdahil olmak; vatandaşların yediği, içtiği ile uğraşmak; Times gazetesinin son yorumuyla söylemek gerekirse; “insanların özel yaşamına sinsice sızmak” kalıyor! 
Değerli yalnızlık”, sıradan yurttaşa ve muhaliflere ne yazık ki bundan böyle hep daha çok artan baskıyla geri dönecek.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Açılımlar ve Özgürlük; “İç Düşman’a Karşı” - ORHAN BURSALI.

Özgürlüğün, adaletin, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının olmadığı bir yerde, yapılan ve yapılacak bütün açılımlar siyasi hesaplara hizmet eder. Başbakan, Diyarbakır’da lafta yaşasın özgürlüklernağmeleri ve düğün dernek gözyaşı gösterileri altında Barzani ve Kürdistan açılımını yaparken, polisi de İstanbul’da gençlerin ayaklarını ellerini kırmacasına şiddet uyguluyordu...
Bu sahneye, polis sayısının 30 bin kadar artırılarak 300 bini aşacağı haberi eşlik etti.
Şiddetini, siyasi dil veya polis olarak, muhalefete her gün beş vakit namaz kılar gibi göstermeyi görev bilen bir iktidar ve liderinin, “özgürlük” estirebileceğine inanmak, şizofrenik bir beynin işi olabilir.
Veya: Hürriyetlerin bastırıldığı bir ortamda “Kürt Açılımı”nın varacağı tek nokta, “hadi bize eyvallah”tır.“Türk” tarafına şiddet, “Kürt” tarafına “özgürlük” olamaz. Kürt meselesi, sadece en geniş özgürlük koşullarının sağlandığı ortamlarda bütün boyutlarıyla tartışılabilir. Kürt meselesi, Başbakan’ın seçim manevraları için kullandığı bir oy avlama alanı olamaz. Yarın rüzgâr başka eser, politika değişir ve bugün “Yaşasın Kürt meselesi çözülüyor” diye alkışlayan sayın medya propagandacılarının elleri böğürlerinde kalır...

***
Bir buçuk yıl önce, televizyon ve gazetelerde, “Kürtlere prim veren yayınları” nedeniyle iktidarın baskısı ile kapı önüne kaç gazeteci, köşe yazarı ve programcı kondu? Anımsayan kaldı mı?
Mesela Başbakan’ın Bülent Arınç’a “düşmanı sevindirmeyelim” sözleri üzerine program yapan var mı, bütün köşesini bu sözlerin anlam ve içeriğini irdelemeye ayıran kimler var?
Başbakan’ın iktidarı karşısında olan herkesi “düşman” gözüyle gördüğü, aslında hiç de yeni bir şey değil. İktidarın en çok önem verdiği konunun “iç güvenlik harcamaları” olduğunu görürseniz,düşmanı sevindirmeyelim, sözünün aslında öylesine söylenmemiş olduğunu anlarsınız. İktidar büyük bir hızla “iç düşman”a karşı silahlanıyor.
İç güvenlik harcamaları bakın nasıl füze gibi tırmanıyor(*):
2006: 10 milyar TL
2011: 15 milyar TL
2012: 18 milyar TL
2013: 27 milyar TL
Burada en büyük pay Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait. Ve polis gücünün 300 bini aşmaya hazırlandığı haberini bu tablo ile birleştirin. Ayrıca “örtülü ödenek giderlerini de içeren Gizli HizmetGiderleri, 2006’da 293 milyondan 2012’de 1 milyar TL’ye çıkıyor”. Tam da bu sıralarda, Türkiye’nin, nüfus başına düşen polis sayısı bakımından, 52 ülke arasında, Rusya’nın ardından dünyada ikincisırada olduğu haberi yayılıyor...
Bu büyük iç güvenlik silahlanması, şüphesiz ki içerideki “düşmana” karşı! Arınç, 11 yıldır meseleyi kavramamış! Hâlâ “içeride siyasi düşman yok, rakip siyasi partiler var” desin!
Tabii şimdi H. Çelik“Dünyanın bu en büyük polis gücünü neden kurdunuz” sorusuna şu yanıtı verir: “İleri demokratik iktidarımızı içerideki demokrasi düşmanı güçlere karşı korumak için her şey...
***
İktidar, asla gitmeyecekmiş gibi, onlarca yıl ülkenin tepesinde kalacakmış gibi hesap yapıyor ve bu amaçla her açıdan “silahlanıyor”.
En azından Başbakan’ın hesapları böyle... “İç düşman” hesapları, muazzam polis gücü bu hesapların birer parçası gibi... Tabii böyle anlayışta olan bir iktidarın, adil, dürüst, hukuk ve yargının garantisi altında bir seçim yapması da haklı bir tartışma zemini doğurur. Seçmen nüfusu sayısı ve çoklu seçmen kaydı kokuları uzun zamandır gündemde... Unutmayın ki “mezarından insanları kaldırarak oy kullandırma” politikası izlediler, anayasa referandumunda...
Evet, ne diyorduk? Kürt meselesi, RTE’nin özel meselesi değildir, ülke meselesidir. Tek başına bir iktidarın, ne kadar oyla seçilmiş olursa olsun, ülkenin anayasal ve toprak yapısı açısından her türlü sonucu doğuracak en temel konuda tek başına karar verici adımlar atması, meşru değildir ve olamaz.
Bu iktidar, ülkenin kurucu unsuru değildir...
Kurucular, bu hakkı ve hukuku, tamamen bütün millete devretmişlerdir.
Millet, bu iktidarı seçerken böyle bir hak ve hukuk vermemiştir.
Dolayısıyla, ülkenin en temel varlığı konusunda 75 milyon yurttaş, nitelikli çoğunluğuyla, karar verici tek mercidir...
Demokrasi, adil yargı, hukuk ve adalet ve tam özgürlükler olmadan tüm açılımlar diktatörlüklere ve keyfi uygulamalarına hizmet eder...
İtirazı olan?
--------------------------------------------
(*) Hey Türkiye Nasılsın? Cumhuriyet Kitapları... Nurhan Yentürkün araştırması.  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Devlet, Barış’tan Niye Ürktü?- CAN DÜNDAR

Temmuz sonunda, Dikili’de Genç Çapulcular”ın Kolektif Yaz Kampı’ndaydık.
Yandaş basın, “terör kampı” damgasını vurmuştu çoktan...
Üstüne üstlük, “kızlı erkekli”ydik.
Gezi’nin gazı dumanı, hepimizin üzerindeydi.
Bir muhasebe sohbetine davet edilmiştik:
Barış Atay, Şebnem Sönmez ve ben...
Gençler ateşliydi. Polisten ağır şiddet görmüşlerdi. Arkadaşları öldürülmüş,yaralanmıştı. Öfkeliydiler. Buna rağmen yaşlarından beklenmeyecek bir olgunlukla konuşuyorlardı.
Gezi”, bir sivil toplum direnişiydi, bir kolektif itirazdı; barışçıl bir kitle hareketi, bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Öyle kalmalı, şiddete bulanmamalıydı.
Gençlerin ortak sesine bazıları itiraz etti:“Şiddete şiddetle karşı koymak gerekir. O barikatları tutmasak, kazanabilir miydik”diye sordu bir tanesi...“Ezilen halkın şiddeti meşrudur” cümlesini kurdu bir başkası...“Pasifistsiniz” demeye getirdi.
İşte orada savaşa karşı yükseldi Barış’ın sesi:“Sen Abdullah Cömert’i tanır mısın” diye sordu, şiddeti savunana:
“‘Biz kuş bile öldüremeyiz, insana nasıl kıyalım’ diyen bir çocuktu. Ben, şiddeti tanımadığım için değil, aksine, şiddetin içinde büyüdüğüm için karşıyım şiddete...”
Abdullah’la aynı kentte, yaz boyu çatışmaların sürdüğü mahallelerde geçmişti çocukluğu...
Şiddetin hasını görmüş, ters tepen bir silah olduğunu, tarihten, 68’den, 78’den ve kendi gençliğinden öğrenmişti.
31 Mayıs gecesi de Gezi’de sadece oturmuş ve parkını savunmuştu. Üzerine gaz sıkılmış, plastik mermi atılmıştı. O, öksürmüş, kusmuş, geri dönmüştü.
Taş da atmadım, geri adım da...” dedi.
Sadece slogan atmıştı.
32 yılın acısında demlenmiş bir bilinçle konuştu:
“Polis, TOMA’yla, kurşunla gelir; devlet dediğin budur. Sen taş attığında, kurşun sıktığında öldürme yetkisi vardır. Sen devleti silahla yenemezsin. Bugünyenilmediysen bunun nedeni, polise taş atman değil, tersine karşılarında ellerinboş, sadece sloganla durabilmendir. Sivil direnişten, daha güçlü yöntem yoktur. Silahla kazanıldığını sandığın tüm savaşlar, aslında örgütlü mücadeleylekazanılmıştır. Şiddet ilk çözüm değil, son çaredir. Ethem’in, Abdullahın, Ali İsmail’in elinde silah olsaydı, bugün onları zor savunurduk.” Kampın elleri, forum geleneğiyle havalandı, boşlukta sallandı.
Sonra şiddeti savunana sordu Barış:
“Sen hayatında eline silah aldın mı?”
“Hayır!”
“Birini öldürdün mü?”“Hayır!”
“Birini karanlık sokaklarda sopalarla öldüresiye dövdün mü?”
“Hayır!”
“Sokakta bir kedi gördüğünde sırf öylesine tekme attın mı?”
“Hayır!”
“O zaman sen, ben, biz katil olamayız abicim.”

***
O konuşmada devlet için “asıl tehlikeli ses”in bu olduğunu sezmiştim.
Devletin iyi bildiği, öldüresiye sevdiği bir dilden, şiddetin dilinden konuşmuyorduBarış...
Sivil itaatsizliğin, toplumsal dayanışmanın, örgütlü mücadelenin, yani Gezi’nin dilinden konuşuyordu.
Vuran adamlarla baş edebilirdi devlet; duran adamlar karşısında acizdi. Onlaryüzünden dünyanın önünde küçük düşmüş, paniklemiş, vuruşarak geri çekilmişti.
Barış’tan da bunca ürkmesinin, onu gözaltına alıp olmadık suçlar yüklemesinin nedeni buydu.
***
Ama hem parktan, hem kamptan şahidim ki Barış Atay yalnız değildir.
Bir de tarihin şahitliği var:
Her muhalif sanatçı kodesi tadacaktır.Her mutabık sanatçı yağmadan pay kapacaktır.
Ama tarih, teslim olmayanları yazacaktır.

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

23 Kasım 2013 Cumartesi

Saadet Zinciri Kırılınca - ŞÜKRAN SONER.

Birkaç hafta öncesine kadar kamuoyunun dikkatinden uzak tutulmasında İktidarları cephesinin özen gösterdiği; İktidarlarının cemaat cephesi ile içten, hızla tırmanan çatışmasının kamuoyuna taşınmasında Başbakan Erdoğan’ın sözlü açıklamaları ile cemaatin önderi Gülen’in, yakın sözcülerinin doğrudan söylemlerinin katkısı yadsınacak gibi değil. Cephenin içinde kalmak, bölünmenin taraflarından biri olmamak için çırpınanlar, taraflarını seçmiş olsalar da kırılmanın derinleşmesinden yarar çıkmıyacağını düşünenlerin, uzlaşma ortamı bulmak, olup biteni saklamak çabaları arttıkça en baştan çıkışlar neden tırmandırılıyor hem de arka arkaya seçimler gündemde iken?
Türkiye’deki Kürt sorununa yönelik İktidarları ile bizim Kürt cephesinin tarafları “Kürt açılımı” projesi ile yola çıkmamışlar mıydı? Bize göre ucu açık, en azından ilkeleri, çerçeveleri kamuoyuna yansımamış açılım projesinin kimi odak uzlaşma noktalarında uzun bir zamandan bu yana taraflar birbirlerini suçluyordu. İktidarları cephesi ağırlıklı PKK’nin silahlı çekilme sözüne uymadığını, Kürt cephesi İktidarın verdiği sözlerin gereklerini yerine getirmediği genel karşılıklı suçlamaları ile açılımdaki tıkanmanın varlığını kamuoyuna duyuruyorlardı. Ancak açılımdan vazgeçmediklerini, kanın akmamasının öneminin altını çizerek ilan edip dururlarken Erdoğan’ın sürpriz atağı ile Diyarbakır’da Barzani ile yapılan büyük şov kafaları karıştırdı. Açılımın güç odakları, taraflarının arapsaçı olduğu bir strateji değişikliğinin anlamı neydi? Her kafadan çıkan farklı seslerde sayılan gerekçelerin hepsi ya da hiçbiri gerekçeler olarak hafife alınamıyacak kadar önemli, geçerli olsalar da bu büyük altüst oluşu, sorunun ana taraflarının değişimini açıklamaya yetmiyorlardı.
Diyarbakır’ın İktidarlarına getirileri, çok gündemli sorgulamalarla medyatik moral katkılarını bir-iki günde yitirevermişti ki... Yeniden dershane tartışması Başbakan’ın çok sert çıkışları ile ana gündeme geçiverdi. İki arada Erdoğan-Arınç güven bunalımı bir başka medyatik gündem konusu olmuş apaçık baskı ile medya gündeminden çıkarılıp Diyarbakır’da birlikte kalkan elleriyle çözümlenmiş gibi oluvermişti. Olmadı dershaneler üzerinden bir kez daha benzer çelişkili konum ortaya çıktı. Dahası Arınç’ın gönlü istese de ABD’de Fethullah Hoca’yı ziyaret etmeyeceği duyarlılık açıklaması ile daha da dikkat çekivermişti.
***
İktidarlarının yeni cephe tanımında Erdoğan liderliği dışında icraatı unutun, farklı algılama yaratabilecek görüş açıklaması, farklı renklerde medyatik yayın, görüş, gündem belirlemesinin söz konusu olamayacağı bir otorite ilanının kalın kalın altının çizilmesi sağlandı. İktidar tek ve mutlaktı, sadakat, biyat çizgisinin gereğini yerine getirmeyenlerin cephe içinde yeri olmıyacaktı. İç politikada artık cephe sözcülerinin çekinmeden ilan ettikleri üzere, liderlik, otorite, tek merkez, tekses ile Türkiye klasik demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinden ayrılmıştı.
***
AKP İktidarının iç politika için kamuoyundan saklamak şöyle dursun, tüm tarafları hizaya getirmek üzere ilan edip durduğu bu “yeni demokrasi” algısı dış dünyaya yönelik nasıl uygulanabilecekti? ABD başta Batı dünyasının gelişmekte olan ülkelere dönük demokrasi duyarlılıklarının ne kadar zayıf olduğu, ilişkilerde çıkarların belirleyiciliği bilinse de evrensel vitrin, en azından kendi demokrasilerinin işleyişleri için vazgeçilemezler de var değil mi? Kaçınılmaz ilgili hukuk devleti düzeni, insan haklarına ilişkin kurumlar raporlarında, insani gelişmişlikler değerlendirmelerinde Türkiye rejimi demokrasi sayılan ülkeler arasında hep sabıkalı, kara listede. Dünyayı yönetenlerin özel siyasal duruşları gerçek destekleri ile kurumlarının vitrin duruşları arasındaki farklılıkları da insanlığın dikkatinden uzak tutmak, çıkar ilişkilerinde eksen yapmamak sanıldığı kadar zor değil.
Ancak AKP İktidarlarının kendi konumları ile dünya içindeki yerlerini, güçlerini algılamaları ile onların koydukları yerler, biçtikleri roller arasındaki çelişkiler ne olacak? Çok daha pratiği dünya çıkar dengeleri çok hızlı, çok yaşamsal, çok kaypak değişimleri öngörürken stratejik ortak olarak bizimkilerden beklenen rollere sağlanamayan uyum sorunu nasıl çözülecek? Çok daha pratiği AKP İktidarları kendi kimlikleri, İslam dünyası içinde seçtikleri, biçtikleri rollerle İslam dünyasının içindeki çok kanlı, çok kaypak, çok değişken ırklar mezhepler çatışmalarına, iç savaşlara bulaştıklarında, işin içinden çıkmak zorlaşmanın ötesinde arap saçı oluveriyor.Putin’in karşısında Suriye için bildiği çizgiyi korumaya çalışan, bir yandan da “bizi Şangay’ın içine alın” derken ABD ile ilişkileri düzeltmeye yönelik görüşmeleri yürüten İktidarlarının, dünya dengeleri içinde durumları gerçekten çok kritik.  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

İstatistik! - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Ne ilginç bir ülkede yaşıyoruz… 
Yıllardır Mehmet Yılmaz Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın devlet ricaline bahşettiği armağanları sorup durur yanıt alamaz. Konuyla ilgili herkes tavana bakıp ıslık çalar. İlgili makamlardan çıt çıkmaz. Bunun hiçbir hukuki müeyyidesi olmaz…
Ama sıradan yurttaş, kapısına dayanan TÜİK memurlarına “zorunlu istatistik” adı altında, konukların getirdiği “baklava”nın hesabını vermek zorundadır… 
Konuğun getirdiği bir kutu “baklava” bile “kazanç” hanesine eklenip -devlet istatistiklerinin anketinde!- vatandaşın geliri olarak yazılacakmış. 
Titizliğe bakın! 
Bu ve bu gibi bir dizi saçmalığı, Defne Samyeli’nin ortaya çıkardığı bir TÜİK skandalıyla öğrendik. 

İnternete yansıyan ilk haberler daha çok bir “Zaytung” şakasını andırıyordu. 
Ülkedeki açlık, yoksulluk ve fakirlik rakamlarının belirlenmesi için çalışmayürüttüklerini belirtip Samyeli’nin kapısını çalan TÜİK yetkilileri, Samyeli’ye bilgiverdikten sonra harcamaları kontrol edecek bir görevlinin 1 ay boyunca evinde kalacağını söyleyip kendilerine yardımcı olunmasını istedi. Ancak Samyeli görevlilere özel hayatın gizliliği ilkesinin çiğneneceğini, zaten bu araştırma için vaktinin de olmadığını belirterek kendilerine yardımcı olamayacağını beyan etti. Bu nedenle Samyeli’ye 923 TL para cezası kesildi” diyordu haber. “
Kızlı erkekli ev denetimi projesinden sonra sıra şimdi bunda mı?” diye sosyal medyada yayılan haberin yarattığı “şok” üzerine; TÜİK görevlileri açıklama yaptı. 
Kurumun Başkanı Birol Aydemir“24 saat sizinle yaşayacağız diye bir şey yok” dedi. 
Ama gelin görün ki haberin gerisi doğru.
‘Ayşe Teyze-Samyeli farkı’ 
Samyeli’yi de kapsayacak kadar geniş çaplı tutulan “yoksulluk anketini”(!) haberleştiren gazeteci; “anketör 7/24 evde kalacak” diye evet konuyu fazla özetlemiş. TÜİK evlere şilte atmayacakmış… 
Ama buna yakın bir durum var ortada. Çünkü bir aylık “komple konaklama dışında” kalan her şey gerçek! 
Bilgisayarda “rasgele örnekleme” ile seçilen evlerde adınız çıkarsa; TÜİK görevlileri kapınıza dayanacak, sizden 1 aylık masraflarınızı, dolayısıyla kazancınızı belgelendirmenizi isteyecek! 
Marketten satın aldığınız “ped”den, konukların armağan ettiği baklayava dek her şey, Samyeli’nin anlattıklarına göre buna dahil.
TÜİK görevlileri ayda 6 kez -yani beş günde bir!- vicdan azabı gibi karşınıza çıkacak: Ne yediniz, ne içtiniz, ne tükettiniz, hangi restoranda, hangi eğlence yerinde kafayı çektiniz çetele tutacaksınız. 
Çalışan bir kadın olarak Samyeli önce annesinin yardımına sığınmış. 
Ancak yaşlı kadın “Bu defteri ben dolduramıyorum. Fazla ayrıntı var!” deyince, Samyeli haklı olarak “Böyle bir ankete vaktim yok” demiş ve cezayı yemiş! 
Neden? 
Çünkü daha önce anayasa mahkemesince “özel yaşamın korunması hakkına aykırı” diyerek iptal edilen ancak ardından ufak rötuşlarla tekrar devreye sokulan bir yasayla tüm yurttaşlar, TÜİK’in istediği her bilgiyi vermekle yükümlü tutulmuş.
TÜİK Başkanı Aydemir, “Bu bilgileri Ayşe Teyze nasıl veriyorsa, sen de vereceksin!” diyor: “Defne Hanım’ın ne üstünlüğü ne farkı, ne ayrıcalığı var? Kimsenin vatandaşlık görevi konusunda diğerinden üstünlüğü yok. Kusurabakmayın şunu söylemek zorundayım. Zengin kesimlerimiz bu konuda biraz farklı” diye dayatıyor. 
Zengin, fakir yurttaş ayrımı 
TÜİK başkanının söylediği gibi Samyeli’nin eğer bir ayrıcalığı varsa; bu onun “zenginliği değil bir birey olarak haklarının bilincinde” olmasıdır. 
Zenginler”, neden böyle ayrı bir kategoriye dönüştürülüyor? 
Vatandaşlar arasında bu şekilde “zengin”, “fakir” ayrımı yapılıyorsa; “zenginlerin yaşamları o halde neden yoksulluk araştırmasına dahil ediliyor?” 
Bu soruları çoğaltabiliriz… 
Ancak TÜİK başkanını çileden çıkaran konu aslında “haklarının ayırdında” olan okuryazar bir vatandaş olarak Samyeli’nin olayı anlaşılan hukuki düzleme taşıması olmuş. 
Ayşe Teyze kapısına dayanan TÜİK’çilere “hayır” diyemezdi ama Samyeli demiş. O çünkü “özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlal edilemeyeceğini” bilen bir yurttaş. Bunun için cezalandırılması mı gerekiyor? 
AB’de olamaz 
Türkiye’nin aday olduğu AB ülkelerinin hiçbirinde herhangi bir ankete “zorunlu katılım” söz konusu olamaz. AB ülkelerinde “zorunlu” tek anket “nüfus sayımı” anketleridir. 
Yurttaşı “metazori bir istatistiğe indirgemek” ve ilerde ne şekilde devreye sokulacağı belli olmayan “özel yaşam istatistiği tutmak” çok farklı konular… 
TC Anayasa Mahkemesi de nitekim söz konusu anketin dayandırıldığı yasayı “insanların özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı bulunduğu” gerekçesiyle vaktiyle iptal etmiş! 
Konuyu “birey özgürlüklerini” hiçe sayan bir hukuk devleti ihlali olarak görmüş… 
İleri demokrasi” uygulamaları bu kaygılara ne var ki hep daha çok sırt çevirdikçe; “hukuk devletini”aramak Samyeli gibi bu ayrımın farkında olan -heyhat!- bireysel düzeyde yurttaşlara düşecek.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet.