“T.C. Devleti”nin başındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan, “29 Eylül” günü yaptığı bir konuşma sırasında: “1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te bizi Lozan’a razı ettiler. Birileri de bize Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı!” dedi. Yazıya, Erdoğan’ın bu konuşmasının ilk tümcesinden söz ederek başlayalım; “göstermek”le, “kabul etmek” arasında büyük bir ayrım olduğunu Erdoğan’a anımsatmak gerekirse tarihte Roma İmparatorluğu’ndan sonra ikinci büyük imparatorluk olan Osmanlı Devleti’ni paramparça edip tarihten silen “Sevr Antlaşması”nı, Osmanlı sultanı ve dünya Müslümanlarının “Halife”si “Vahdettin”in nasıl kabul ettiğine kısaca değinmek gerekir.
“Birinci Dünya Savaşı”nı kazanan “Müttefik Devletleri”nin, “Osmanlı Devleti”ni yıkıma uğratmış olan “ahlak kötülüklerinden” ve “vurgunculuktan”da -bu antlaşmanın- “koruyacağını” da vurgulamışlardır... Osmanlı Devleti’ni, adeta bir paçavraya dönüştürecek olan bu antlaşmanın imzalanması için Vahdettin, “Yıldız Sarayı”nda bir “Saltanat şûrası” toplar (22.7.1920); konuşmalardan sonra, antlaşmayı kabul edenlerin “ayağa kalkması” istenir; başta Vahdettin, ardından Sadrazam Damat Ferit Paşa -ve bir kişi dışında- herkes ayağa kalkar; “49” onay vardır; bir kişi eksiktir; o kişi ayağa kalkmayan “Rıza Paşa”dır.
Bilindiği gibi antlaşma, Fransa’nın ünlü porselenlerinin üretildiği, Paris yakınlarındaki “Sevr Porselen Fabrikası”nda imzalanır (10.8.1920). Böylece, Batı “Osmanlı Devleti”ni yok edecek belgenin imzalanmasında bile hakaretini sürdürür. Osmanlı’nın karşısında, başta İngiltere, Fransa, İtalya olmak üzere dönemin emperyalist ülkeleriyle -yeni yeni belirmeye başlayan- Doğu emperyalizminin öncüsü “Japonya”nın, dahası -bir temsilciyle olsa da- “Ermenistan”ın da içinde olduğu “on bir” devlet yer alır, “10 Ağustos 1920”de “Sevr Barış Antlaşması” imzalanır. Ne var ki, daha “Sevr” imzalanmadan, Osmanlı toprağı olan “Musul”, İngilizler tarafından işgal edilmiştir; ayrıca “İtilaf Devletleri”, “55” savaş gemisiyle -Çanakkale Savaşı’nda yüz binlerce şehit vererek korunan- “Çanakkale Boğazı”nı geçmiş, Marmara aşılarak, “Dolmabahçe Sarayı”nın önüne kadar gelip demir atmışlardı; Vahdettin, sabah kahvesini sarayının penceresinden bunları izleye izleye içiyordu...
“Sevr” ile “Yunanistan”, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükçekmece’ye dek gelmiş dayanmıştı; Boğazlar’ın ve Marmara’nın yönetimi, bayrağı, bütçesi olan, türlü kuruluşlara sahip küçük bir “devlet” olarak görülen “Boğazlar Komisyonu”na verilmişti; öyle ki Osmanlı Padişahi Vahdettin, Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımından elini suya soksa, başka bir devletin denizine daldırmış oluyordu. Ordu yok, donanma yok, denizlerimizde ulaşım hakkı yalnızca yabancı devletlere tanınmış. “Sevr” ile Anadolu’nun hangi bölümü, hangi devlete verileceği daha önce belirlendiği için “Sevr” haritasını çizmek çok kolay olur.
Yalnız, belirtilmesi gereken bir durum vardır; “19 Mayıs 1919”da “Atatürk’ün, Samsun’a çıkışı”yla başlayan “Anadolu Harekâtı” ile “23 Nisan 1920”de, Ankara’da kurulan “Ulusal Hükümet”, Sevr’i tanımadığını, “19 Ağustos 1920” günkü Meclis toplantısında açıklar. Atatürk’ün başkanlık ettiği oturumda, İstanbul’daki “Saltanat Şûrası”nda “Türkiye’nin varlığını söndüren bu zalim Antlaşma’nın, imza edilmesine karar veren ‘malûm kişilerin’ ve ‘imza edenlerin’, ‘vatan hainliği’ ile suçlanmasını, isimlerin her yerde lanetle yad edilmesinin ilan edip duyurulması” istenir. Değerli dostlar, bu çok sınırlı anımsatma bile Sevr’in Cumhurbaşkanı tarafından pervasızca söylendiği gibi, bir “göstermelik” değil, Osmanlı Devleti’nin Padişah’ın kabul ettiği ve böylece ülkenin “fiili” olarak işgal edilip parçalanması, Padişah’ın kendi sarayında bir “esir” olması değilse, başka nedir?
Osmanlı halkının, işgaller sırasında yaşadığı onca acı “göstermelik” olabilir mi? Ya onca “şehit”... Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan için “şehit”ler “kelle”dir... Şehitlerimiz asla ne “kelle” ne de “göstermelik” olamazlar; Türk halkı bunu kesinlikle kabul etmez, reddeder... İnsanın yazarken bile içi titriyor... Evet, konuyu sürdürürsek, İstanbul Hükümeti her türlü ihaneti sürdüredursun; “Milli Mücadele” artık “Ulusal Kurtuluş Savaşı” olarak örgütlenip tüm Anadolu’yu kaplamış, önündeki engelleri yıkmış, aşmış; düşmanı önüne katmış yürümekte; böylece, “Ege” adım adım düşmandan temizlenmektedir.
“1922” yılının “2 Eylül” akşamı, Yunan ordusunun “Başkomutanı Trikopis” subaylarıyla birlikte esir alındığı, “barış”a gidecek yolun da başlangıcı görülür; barış görüşmeleri için “TBMM Hükümeti”, İzmir’i önerirse de, görüşmelerin “Lozan”da olacağı; “13 Kasım”da da başlayacağı duyurulur. Ne var ki, “İtilaf Devletleri” hem Ankara’ya hem de İstanbul’a çağrıda bulunma aymazlığını gösterirse de, Padişah’ın İngilizlere sığınıp kaçması, ardından Meclis’in, “Saltanat”ı kaldırılmasıyla sorun çözülür, bunun üzerine Meclis’te yapılan seçim sonunda, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, “Başdelege” seçilir, oluşturulan bir heyetle “Lozan”a gönderilir.
“Müttefik Devletler”in başını çeken, İngiltere’nin başdelegesi de, dönemin ünlü “kurt politikacısı” denilen Dışişleri Bakan’ı Lord Curzon’dur; kendisi kadar ünlü bastonunun, toplantılarda masa üstünde yer alması doğal karşılanırdı.
Öteki ülkelerin temsilcileri de, genelde “elçilik” yapmış deneyimli politikacılardır, ama hepsi İngiliz delegesi Curzon’un peşine takılmışlardır. Yunan delegesi, Sevr Antlaşması’nı da imzalayan “Venizelos” daha ilk toplantıda, “Kuşkusuz, Yunanistan için askeri üstlerinin yüzlerce kilometre uzağında, Anadolu’nun içerisinde savaş sürdürmek bir budalalık olmuştur!” itirafını yapar. Bu “itiraf”tan söz edilince “Kıbrıs” sorununu anımsamamanın olanağı yok... Ne ki “Venizelos”, o “sıfatı” kullanmasına karşın yine de şöyle diyecektir:
“Anadolu’da neden ‘üç devlet’ kurulmasın? örneğin doğuda bir ‘Ermeni Devleti’, batıda ‘İzmir’i de içine alan bir ‘Rum Devleti’ kalan kısımda da bir ‘Türk Devleti’ pekâlâ oluşturulabilir ve yaşatılır!” İsmet Paşa, bu konuşmayı ciddiye almayıp yanıt verme gereğini bile duymaz... “İsmet İnönü”nün, Lozan’da daha ilk andan başlayarak, görüşmelerin oturacağı zemini belirlemek temel amacıydı, dolaysiyle konferansın tek taraflı değil, ikinci tarafın da varlığını, hem de eşit olarak varlığını gözler önüne koymaktı.
Görüşmeler sürecinde, İnönü bu eşitliğin korunmasına çok dikkat edecek, bozulmasında her türlü uyarıyı yapacaktır; örneğin Konferans’a takılan ad, “Doğu İşleri Konferansı” olamaz, “Lozan Konferansı” olması gerekir; konferans dili olarak, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ile birlikte Türkçeyi de kabul etmek gerekir; oluşturulan üç çalışma komisyonunun başkanları arasında Türk delege yok, birinin Türk olması gerekmez mi? Konferans Genel Sekreterliği’nin seçiminde Türkiye’den de bir aday gösterilmesi neden düşünülmüyor?
Bu bunaltıcı sorulardan, Curzon hiç hoşnut değildir; tartışma yeteneğinin üstün gücüne inanan Curzon’un canını sıkan, İsmet Paşa’nın hiç yumuşamaması, uyarıları kabul edecekmiş gibi dinleyip sonunda yine “reddetmesi”ydi. Curzon, İnönü’nün bu durumunu, Mısır’daki piramitlere benzetir; örneğin “Keops piramiti ile tartışmaya girmek herhalde bu tartışmalardan farksız olurdu!” der. Sonunda, İnönü’nün direnişlerine dayanamayan “Lord Curzon”, masadan kalkar; konferans salonundan hızla çıkıp, konferansın yapıldığı “OUCHY” şatosunu adeta uçarak terk eder; tıpkı R.T Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı’nın bastırması karşısında dayanamayarak, dosyalarını, kâğıtlarını toplayıp toplantıyı terk etmesi gibi...
Ve aynı Erdoğan, bugün Lozan’ı dile getirip, “O anlaşmada masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını veremediler!” diyebilmektedir. Kuşkusuz bu konuşma, iktidarın partisi “AKP”nin boğuşmak zorunda kaldığı, altından bir türlü çıkamadığı onca sorunu gündemden düşürmek için başvurduğu, bayatlamış taktiklerinden biridir. Sözü Atatürk’ün “Lozan” için söylediği, “Osmanlı tarihinde bir benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir!” ile noktalayalım.
Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder