Derler ki, kapitalist sistemde bir yanda burjuvazi, diğer yanda da emekçiler demokrasinin iki temel taşıdır. Burada sözü edilen demokrasi, kapitalist sisteme özgü bir demokrasi anlayışıdır. Ama olsun, sistem bir yerlere(!) evirilinceye kadar, kapitalist demokraside de, mülkiyet ve gelir dağılımı vb gibi ekonomik alandaki çok temel tartışmalara fazla bulaşmadan, insan hakları ve ifade özgürlüğü vb gibi sosyal alandaki haklar kullanılabilir ve toplum bir nebze de olsa nefes alabilir.
AKP iktidarının ilk dönemlerinde, geçmişteki ön hazırlıkların da sağladığı ivme ile ünlü Anadolu kaplanları olarak bilinen sermaye dokusu da ileri çıkmaya başladığında, kapitalist demokrasi olgusunun biraz daha yerleşeceği ve İstanbul sermayesi sultasının hâkimiyetinin bitebileceği düşüncesi başat olmaya başladı. Bu süreci hızlandıran belediyeleşme ve yerel idarelere verilen yetkilerle kısmî demokratikleşmenin(!) oldukça bir hal yoluna girebileceği de düşünülmeye başlamıştı.
Bu süreçlerin ülkemizi kapitalist anlayışta da olsa demokrasiye götürebilmesi nasıl düşünüldü, bilemiyorum. Zira bu gidiş benim için bir muammadır. Diğer bir deyişle, bugün vardığımız noktada yaşadıklarımız anlık yanlışlık mı, yoksa salt Türkiye’ye özgü de olmayan, fakat dünya gidişatındaki çevresel konumlu bir ekonominin olağan sürüklenişle varacağı kader midir? Bu sorunun yanıtı böyle bir yazının sınırını aşacağı gibi, salt bir alanda yürütülecek tartışma ile de verilebilecek kadar kolay değildir. Zira bu sorun, başta iktisat olmak üzere, uluslararası siyaset, devlet politikaları ve hegemonya vb gibi bir dizi yan alanları da ilgilendirir ve ancak alanların kesiştiği sahada yanıtlanabilir. Ona rağmen burada da kısa bir egzersiz yapmayı denemek istiyorum.
Konuya girerken ilk uğrağımız, geçmiş dönem Almanya’sında Hitlerin pervasız faşizan kararlarıyla dağıttığı Tarihçi Okulun ve onun çok önemli iktisatçısı olan ve onsekizinci yüzyılın sonu ile ondokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış Friedrich List’in önümüze koyduğu tablodur. List, iktisat biliminin her ülkenin koşullarına uygun geliştirilebileceği bir alan olduğu savı ile bu biliminin kurucuları olarak anılan İskoç ekolüne karşı çıkarak, ülke koşullarının dikkate alınması gerektiği görüşünü ortaya atmıştır. Bu görüşle, Osmanlı zihniyetinden devraldığımız sosyal dokunun günümüz genç Cumhuriyeti’ne yansımasının, mutlak hâkim bir padişahın kanun ve nizam olduğu bir imparatorlukta tam teslimiyetle yaşayan halkların davranış kodu olduğunu görüyoruz. Bu davranış kodu aileden başlayarak, eğitim yaşamı, iş hayatı ve hemen her ilişkimizde güç ve hâkimiyet esasına göre yaşamımızı tahdit ve tehdit edegelmiştir. Ne var ki, toplumun farklı sosyal dokularında zamanla oluşmuş ve katı davranış kodları haline gelmiş olan söz konusu davranış biçimleri farklı odacıklar ve kademelerde uygulandığında fark edilemezken, tek bir tepe noktasından hemen her alanda uygulanırken kristalleşerek belleğimizde şiddetli algı oluşturmaktadır.
Tartışmada varacağımız ikinci uğrak, Osmanlı mirası eski devlet-birey ilişkisinin modern dönemde merkez ülkelerdeki görüntüden giderek uzaklaşmasıdır. Tek adam vurgusunun algılama alışkanlığımızı aşarak tüm toplumu tedirgin eden yönü devlet-birey ilişkisinde giderek tüm alanları kapsıyor olmasıdır. Devlet-birey ilişkisinde günümüzde giderek tüm alanların kapsanmaya başlamasının özgürlüklerin sınırlanması olarak algılanması bir anlamda geçmişi aklamaya kadar gitmemelidir. Başta aile ilişkilerimiz olmak üzere hemen tüm ilişkilerimizde despotik dokunun geçmişte de var olması bugünü meşrulaştıramayacağı gibi, hiçbir şekilde haklı da kılmaz. Hatta geçmişte kuruluş döneminin kamu alanındaki zaruri bazı baskılarının yönü ve amacı ile bugünkü oturmuş devlet yapısındaki baskıların yönü ve amacı arasındaki farklılıklar, sosyal ilerleme adına farklı şekilde değerlendirmeye muhtaçtır. İşte günümüzdeki baskılardan şikâyet salt baskıların yoğunluğu ile ilgili olmayıp, onunla birlikte baskı alanları ile de yakından ilgilidir. Geçmişi muaheze etmeyi bir tarafa bırakıp bugüne baktığımızda görünen o ki, günümüzün baskı politikası toplumumuzu ilerletmeyi amaçlamayıp, ülkeyi küresel emperyalizme sanki sinir sistemi paralize edilmiş tam bir protein yığını halinde eklemlemeyi hedeflemektedir. O nedenle bu gidiş çok tehlikelidir; bu gidiş bir tür teslimiyettir; bu gidiş ulusal egemenlik ilkesinin lağvıdır.
Eğer bu gidiş gerçekten böyle ise, ulusal egemenliğin yerine ne koyulacaktır ve ulusal egemenliğe uyulmadığını kim denetleyecektir? Burası da üçüncü durağımızdır. İşte burjuvazimizin sükût etmeyip, şimdiye dek işlediği günahların ülkemizi taşıdığı bu noktada bir çift laf etmesi gerekmez mi? Bir zamanlar üniversite reformu nasıl olmalıdır diye üniversite yönetimlerine dek karışan bu şanlı burjuvazi sol cephe şiddetle ezilirken sesini çıkartmamış olmasının faturasını ödüyor olabilir, ama bu fatura millete de ödetiliyor. Planlama döneminde kapalı sınırlar içinde dünya zengini üreten burjuvazinin, 1980’de dış dünyaya açıldığımızda ne durumda olduğunu öylesine gördü ki, bir gecede Katma Değer Vergisi’ne geçmek durumu ile baş başa kaldık. KDV geçmişten gelen Gider Vergisinden üstün bir vergidir. Ancak, buradaki konu iptidai bir verginin çağdaş ve şeffaf bir vergi ile değiştirilmesi olmayıp, ani geçiş zaruretidir. Bu geçişle, dünya zenginleri arasına ünlülerimizi sokan sanayinin hali ortaya çıkınca 1980’ler sonuna doğru 32 sayılı kararname ile sıcak para afyonuna müptela olmaya başladık. Bununla da yetinmeyen burjuvazi solun üzerinden silkindir gibi geçilirken önüne cennet kapıları açılmış sandı. Ne var ki, tren durmadı ve durmayacaktı da. Sol kıpırdanıştan ürken burjuvazi, bugünlerde olduğu gibi emperyalizmin ülke içine sızan politikaları karşısında, üçüncü durağımızda, ülke içinde birinci sınıf sanayi olmaktan çıkıp, uluslararası düzlemde, bir zamanların beğenmediği Anadolu kaplanları mesabesine inecek idi. Siyasinin burjuvaziye hakareti uluslararası sermayenin sembolik sopası olsa gerek!
İşte, Osmanlı mirasından bir devlet çıkarma politikasının, tam bir aymaz ezberi ile demokrasi olarak nitelenen Demokrat Parti iktidarı ile sonlandırılarak, zaman içinde yaşanan kırılmaların Türkiye’yi sürüklediği durum! Merinos fabrikası özelleştirilirken son komünist kalenin yıkılması ya da Davos’ta Batılıların kendisine “satacak neleriniz var” diye sorduklarını utanmadan iftiharla dillendiren siyasilerin akıllara ziyan AKP politikaları ile varılan nokta işte budur. Böylesi ulvi çabalarla hazırlanan tabuta son çiviyi vurmak hiç te kolay olmayacak. Çünkü bu çiviyi vuranlar, ulusal hâkimiyeti kimlere teslim ettiklerinin de hesabını verecektir. Bu hesabı bu millet soracaktır! Tarih huzurunda herkes ayağa kalkacaktır. Hiçbir oluşum anlık yorumlanamaz; her oluşumun derinlere gidebilen hazırlayıcı sebepleri vardır. Bu sebepler çok uzun döneme ulaşabileceği gibi, ondört yıl gibi kısa dönemlik bir sürede de oluşabilir. AKP’nin ilk dönemlerinde tam bir akıl tutulması ifadesi olarak, Batının kafamıza vura vura bizi demokratikleştireceği savını ileri sürerek siyasete biat edenlere, biraz acı da olsa, bu sözlerini tarih hatırlatacak ve yutturacaktır. Kapitalizm içinde demokrasi arayan gafiller görmediler mi ki, emperyalizm içine alınacak ülkede demokrasi değil de, sosyal Darvinizm ’in temel kuralı doğrultusunda, çevreye uyum sağlama adına tüm kurumları baskılanmış ülkede tek-adam yönetimi oluşacaktır. Aynı şekilde, “yetmez, ama evet” desteğinin de bugünlere gelmemizdeki büyük hizmetlerini tarih unutmayacaktır. Bu gafiller dünya kapitalizminin ve onun seyir yolundaki ülkenin akıbetini görmedi mi de, anlaşılamaz şekilde tramvay demokrasisi adına bugünlerde gelinen son durağa kapıyı araladılar.
İZZETTİN ÖNDER
SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder