Emperyalizm tezlerinin 100’üncü yılından çıkıp Ekim Devrimi’nin
100’üncü yılına giriyoruz. Lenin’in 1916’da kaleme alıp 1917’de
yayımlayabildiği emperyalizm kitapçığından söz ediyoruz.
Tabii Lenin deyince de, onun, devrimin önkoşullarına dair ünlü formülasyonu aklımıza geliyor. Malum: Devrimler, aşağıdakilerin artık istemediği, yukarıdakilerin de artık yönetemediği zamanlarda patlak verir. Bu kadar basit: Dâhice belirlemeler hep böyle büyük yalınlıklar içermez mi? Öyledir.
ABD ve Avrupa Almanyası’nda durum biraz bunlarla bağlantılı; hakkını verelim. Ama bizden de farklılar. Oraya geleceğiz.
Gözlemler böyleyse, doğrudur: ABD ve Avrupa Almanyası’nda (ya da Almanya Avrupası’nda) aşağıdaki sınıfların önemli bir bölümü, emekçi kitleler, artık eskisi gibi yönetilmek, yani 1970’lerden sonra yerleşmeye başlayan neoliberal barbarlıkların sonuçlarını daha fazla taşımak istemiyor. Ama yönetenler bu işi hâlâ yapabilecek, yani yönetebilecek durumda. Kitle bağı güçlenen faşist eğilimlerin siyasete “sağ popülizm” başlığı altında girdiğine tanık oluyoruz. Yeni hükümet biçimi zengin mutfağında böyle bir eşikte.
Türkiye’deki durum ise galiba farklı: İslamcı ve laik elitler (oligarşi veya plütokrasi de denebilir) kriz derinleştikçe yönetemeyeceklerini, yani acı gerçeği daha açık bir biçimde görüyorlar. Savaşa bulaşmışız, kanlı bir darbe girişimi yaşamışız, hükümetin yüz binlerce “eski ortağı” siyasi gerekçelerle işlerinden atılıp cezaevlerine tıkılmış; tam bir muharebe alanı burası. Arada solculara darbe üzerine darbe indiriliyor. Milyarlık şirketlere el konularak AB’yi ve ABD’yi yerinden zıplatacak bir pervasızlıkla düzenin en kutsal kalesi olan özel mülkiyet haklarının çiğnendiği bir kaotik ortamdan, her türlü milliyetçi ve dinci komployla kan içinde bırakılmış bir ülkeden söz ediyoruz. Trajik olan, geniş halk yığınlarının şu an itibariyle ısrarla yönetilmek, hem de eskisi gibi yönetilmek istemesidir. Burjuvazi yönetemiyor, emekçi yığınlar ise “İlle de bizi yönetin, hem de eskisi gibi yönetin” diyor. Toplum delirme belirtileri gösteriyor. Laik veya dinci burjuvazi ise tamamen körleşmiş durumda.
Bunun sonuçları olacaktır. Böyle kalamaz. Akla karşı açılan dinci-milliyetçi cephede asker olmayı kabullenmiş kitlelerin kriz derinleşirken “ya sosyalizm ya barbarlık” ikileminde resmen barbarlığı göreve çağırması iki sonuca yol açar.
1. Yönetenlerin barbarca rehaveti daha bir yayılır. Yönetemediklerini iyice unutur, tamamen körleşir ve sağırlaşırlar. Realiteden iyice koparlar.
2. Yönetilenlerin talepleri çok kısa bir zaman aralığında altüst olabilir, “yönetin” ısrarı bir anda “defolun”a dönüşebilir.
Bu iki sonuç da bir korkunç yıkıma tekabül ediyor.
Ekim’in 100’üncü yılına, Avrupa’da yönetenlerin yönetmek istediği ama aynı isteği tabanın göstermediği kriz koşullarında giriyoruz. Türkiye’de ise yönetenler yönetemediklerini görüyorlar, ama henüz eskisi gibi yönetilmek isteyen, mevcut hükümeti hasım saymayan bir halk çoğunluğu ile de yüz yüzeler. Şimdilik. Zenginler, cahil ve ahlaksız oldukları için, yaşanan rezaletin daha çok din ve milliyetçilik şırınga ederek sürdürülebilir olduğunu düşünüyorlar. Fırtına ekiyorlar, neler biçeceklerini göreceğiz.
Belki kırılgan ve geçici bir paralellik kurabiliriz: Erdoğan, başka bir zaman ve mekânda iktidara oturtulmuş bir tür Trump (ya da Front National, FPÖ, AfD ve diğer Doğu Avrupa sağ popülistleri) gibidir ve tersi: Donald Trump, AB’deki sağ popülist ruh ikizleri gibi, sanki laik elite tepkiyi örgütleyen bir tür gecikmiş Erdoğan’dır. Sadece paralellik bile felaketin büyüklüğünü gösteriyor Frenler devre dışı. Krizdeyiz.
İşte bu denkleme sosyalizm sabitini veya bir sosyalist hükümet programını zorla sokamazsak, Türkiye’nin yakın bir gelecekte birbirine düşman en az üç parçaya ayrılması ve Yugoslavya-Irak-Suriye tipi yüksek yoğunluklu bir nihai iç savaş yaşamasını engelleyemeyiz. Son katliamların asıl büyük felaketin sadece habercileri olduğunu düşünürsek...
Gerici rejimin krizlerine kitlelerin kendiliğinden ilerici taleplerle yanatı veremeyeceğini, kültür endüstrisinin böyle bir olasılığı göğüslemek için doğurulduğunu, dolayısıyla o tür “ilerici” tepkilerin hızla etkisizleştirildiğini biliyoruz. Ama sosyalizm yönelişli aşkın bir tepki için geçen on yıllar içinde bu endüstriyi sarsan bazı entelektüel şiddet merkezleri de yok değil.
Avrupa bir yana, Türkiye’de solculuk, ne yazık ki uzun bir süredir sosyalizmin acil, güncel ve mümkün olmadığını kabullenince siyaset yapabileceğini düşünür konumdadır. Böyle bir ortamda entelektüel şiddet resmen hayat kurtarır. En azından Türkiye’yi kurtarır: Mesut Odman hocamızın formülasyonuyla, “her zaman sosyalizm”, kriz derinleştikçe yoğunlaşan gerici kitle yönelimlerine karşı tek mümkün siyasettir.
Gericiliğin azması, devrimi ister istemez yakınlaştırır. Ama...
Ama ilerici çıkışın bir kendiliğindenlik içermediğini, partinin bu nedenle geçmiştekinden de daha önemli olduğunu, biz 1902’den beri biliyoruz. Oradayız. Cuma günü vakur bir toplulukla sonsuzluğa uğurladığımız Naci Ortaç Ağabeyimiz de oradaydı. Ömrünü partili mücadele içinde geçirmişti. Önceki yıl olmalı, isyan fotoğraflarına bakıyorduk galiba Frankfurt Halkevi’nde birlikte, Haziran İsyanı günlerinde Taksim’e dökülen dev Boyun Eğme flamasının altında durduğunu, TKP’li gençlerin enerjisiyle gönendiğini söylemişti. Sonra da eklemişti Büyükadalı bu yakışıklı devrimci: “'İşte parti burada' dedim Osman.”
Cemil Fuat Hendek, kadim dostunu uğurlarken yaptığı konuşmada çok güzel hatırlattı: Her şeyimizi alabiliyorlar, ama anılarımızı bizden koparamıyorlar. Sevgili yoldaşlarımızı ve birlikte mücadeleden çıkardığımız ortak dersleri... Kavga ve sevgi bu nedenle ayrılamıyor.
Kriz derinleşiyor, devrim üzerimize böyle günlerde geliyor. Karşıdevrime dönüşmemesi ve burjuvazinin yeniden kazanmaması için yapılması gereken çok iş var... Sosyalizm mümkündür, günceldir, acildir...
Osman Çutsay
SOL
Tabii Lenin deyince de, onun, devrimin önkoşullarına dair ünlü formülasyonu aklımıza geliyor. Malum: Devrimler, aşağıdakilerin artık istemediği, yukarıdakilerin de artık yönetemediği zamanlarda patlak verir. Bu kadar basit: Dâhice belirlemeler hep böyle büyük yalınlıklar içermez mi? Öyledir.
ABD ve Avrupa Almanyası’nda durum biraz bunlarla bağlantılı; hakkını verelim. Ama bizden de farklılar. Oraya geleceğiz.
Gözlemler böyleyse, doğrudur: ABD ve Avrupa Almanyası’nda (ya da Almanya Avrupası’nda) aşağıdaki sınıfların önemli bir bölümü, emekçi kitleler, artık eskisi gibi yönetilmek, yani 1970’lerden sonra yerleşmeye başlayan neoliberal barbarlıkların sonuçlarını daha fazla taşımak istemiyor. Ama yönetenler bu işi hâlâ yapabilecek, yani yönetebilecek durumda. Kitle bağı güçlenen faşist eğilimlerin siyasete “sağ popülizm” başlığı altında girdiğine tanık oluyoruz. Yeni hükümet biçimi zengin mutfağında böyle bir eşikte.
Türkiye’deki durum ise galiba farklı: İslamcı ve laik elitler (oligarşi veya plütokrasi de denebilir) kriz derinleştikçe yönetemeyeceklerini, yani acı gerçeği daha açık bir biçimde görüyorlar. Savaşa bulaşmışız, kanlı bir darbe girişimi yaşamışız, hükümetin yüz binlerce “eski ortağı” siyasi gerekçelerle işlerinden atılıp cezaevlerine tıkılmış; tam bir muharebe alanı burası. Arada solculara darbe üzerine darbe indiriliyor. Milyarlık şirketlere el konularak AB’yi ve ABD’yi yerinden zıplatacak bir pervasızlıkla düzenin en kutsal kalesi olan özel mülkiyet haklarının çiğnendiği bir kaotik ortamdan, her türlü milliyetçi ve dinci komployla kan içinde bırakılmış bir ülkeden söz ediyoruz. Trajik olan, geniş halk yığınlarının şu an itibariyle ısrarla yönetilmek, hem de eskisi gibi yönetilmek istemesidir. Burjuvazi yönetemiyor, emekçi yığınlar ise “İlle de bizi yönetin, hem de eskisi gibi yönetin” diyor. Toplum delirme belirtileri gösteriyor. Laik veya dinci burjuvazi ise tamamen körleşmiş durumda.
Bunun sonuçları olacaktır. Böyle kalamaz. Akla karşı açılan dinci-milliyetçi cephede asker olmayı kabullenmiş kitlelerin kriz derinleşirken “ya sosyalizm ya barbarlık” ikileminde resmen barbarlığı göreve çağırması iki sonuca yol açar.
1. Yönetenlerin barbarca rehaveti daha bir yayılır. Yönetemediklerini iyice unutur, tamamen körleşir ve sağırlaşırlar. Realiteden iyice koparlar.
2. Yönetilenlerin talepleri çok kısa bir zaman aralığında altüst olabilir, “yönetin” ısrarı bir anda “defolun”a dönüşebilir.
Bu iki sonuç da bir korkunç yıkıma tekabül ediyor.
Ekim’in 100’üncü yılına, Avrupa’da yönetenlerin yönetmek istediği ama aynı isteği tabanın göstermediği kriz koşullarında giriyoruz. Türkiye’de ise yönetenler yönetemediklerini görüyorlar, ama henüz eskisi gibi yönetilmek isteyen, mevcut hükümeti hasım saymayan bir halk çoğunluğu ile de yüz yüzeler. Şimdilik. Zenginler, cahil ve ahlaksız oldukları için, yaşanan rezaletin daha çok din ve milliyetçilik şırınga ederek sürdürülebilir olduğunu düşünüyorlar. Fırtına ekiyorlar, neler biçeceklerini göreceğiz.
Belki kırılgan ve geçici bir paralellik kurabiliriz: Erdoğan, başka bir zaman ve mekânda iktidara oturtulmuş bir tür Trump (ya da Front National, FPÖ, AfD ve diğer Doğu Avrupa sağ popülistleri) gibidir ve tersi: Donald Trump, AB’deki sağ popülist ruh ikizleri gibi, sanki laik elite tepkiyi örgütleyen bir tür gecikmiş Erdoğan’dır. Sadece paralellik bile felaketin büyüklüğünü gösteriyor Frenler devre dışı. Krizdeyiz.
İşte bu denkleme sosyalizm sabitini veya bir sosyalist hükümet programını zorla sokamazsak, Türkiye’nin yakın bir gelecekte birbirine düşman en az üç parçaya ayrılması ve Yugoslavya-Irak-Suriye tipi yüksek yoğunluklu bir nihai iç savaş yaşamasını engelleyemeyiz. Son katliamların asıl büyük felaketin sadece habercileri olduğunu düşünürsek...
Gerici rejimin krizlerine kitlelerin kendiliğinden ilerici taleplerle yanatı veremeyeceğini, kültür endüstrisinin böyle bir olasılığı göğüslemek için doğurulduğunu, dolayısıyla o tür “ilerici” tepkilerin hızla etkisizleştirildiğini biliyoruz. Ama sosyalizm yönelişli aşkın bir tepki için geçen on yıllar içinde bu endüstriyi sarsan bazı entelektüel şiddet merkezleri de yok değil.
Avrupa bir yana, Türkiye’de solculuk, ne yazık ki uzun bir süredir sosyalizmin acil, güncel ve mümkün olmadığını kabullenince siyaset yapabileceğini düşünür konumdadır. Böyle bir ortamda entelektüel şiddet resmen hayat kurtarır. En azından Türkiye’yi kurtarır: Mesut Odman hocamızın formülasyonuyla, “her zaman sosyalizm”, kriz derinleştikçe yoğunlaşan gerici kitle yönelimlerine karşı tek mümkün siyasettir.
Gericiliğin azması, devrimi ister istemez yakınlaştırır. Ama...
Ama ilerici çıkışın bir kendiliğindenlik içermediğini, partinin bu nedenle geçmiştekinden de daha önemli olduğunu, biz 1902’den beri biliyoruz. Oradayız. Cuma günü vakur bir toplulukla sonsuzluğa uğurladığımız Naci Ortaç Ağabeyimiz de oradaydı. Ömrünü partili mücadele içinde geçirmişti. Önceki yıl olmalı, isyan fotoğraflarına bakıyorduk galiba Frankfurt Halkevi’nde birlikte, Haziran İsyanı günlerinde Taksim’e dökülen dev Boyun Eğme flamasının altında durduğunu, TKP’li gençlerin enerjisiyle gönendiğini söylemişti. Sonra da eklemişti Büyükadalı bu yakışıklı devrimci: “'İşte parti burada' dedim Osman.”
Cemil Fuat Hendek, kadim dostunu uğurlarken yaptığı konuşmada çok güzel hatırlattı: Her şeyimizi alabiliyorlar, ama anılarımızı bizden koparamıyorlar. Sevgili yoldaşlarımızı ve birlikte mücadeleden çıkardığımız ortak dersleri... Kavga ve sevgi bu nedenle ayrılamıyor.
Kriz derinleşiyor, devrim üzerimize böyle günlerde geliyor. Karşıdevrime dönüşmemesi ve burjuvazinin yeniden kazanmaması için yapılması gereken çok iş var... Sosyalizm mümkündür, günceldir, acildir...
Osman Çutsay
SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder