“Hangi cumhuriyet” sorusunun karşılığı olarak, burjuva devletlerin
adını cumhuriyet koyduğu o kadar çok yönetim şekli var ki, öyle sekiz-on
çoktan seçmeyle başa çıkılmaz. “Cumhuriyet hiçbir şeyden çekmedi
kapitalist düzenden çektiği kadar” demek yanlış olmaz.
Bizden örneklersek, “tarihsel ilerleme” olarak tanımlanan “Cumhuriyet”in 93 yıllık “dönemsel referansları”nın altından kalkmak; kesintilerin, zaaf ve sapmaların ağırlığı altındaki dönemlere göre analitik anlatıma girerek “ilerleme tarihi” yazmak hiç de kolay değil.
Anayasal akışa göz atarsak, 1921 Anayasasında “Büyük Millet Meclis Hükümeti” ile tanımlanan “Türkiye Devleti”, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet” olarak tanımlanıyor. Burada cumhuriyet “hükümet biçimi”ni gösteriyor.
“Hükümet biçimi”, 1924 Anayasası ile değişiyor, “Cumhuriyet” artık “devleti” işaret ediyor ve bu rejim 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ediyor.
Anayasaların, yenisi yürürlüğe girene kadar askıda olduğu 1960’lı ve 1980’li yılların başlarında da; ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel krizlerde de; tek parti iktidarlarında ya da koalisyonlarda da “Cumhuriyet” hep “devlet biçimi” olarak tanımlanıyor.
Biçimsel sorunu aşacak alan içerik… Her üç Anayasada da “soyut” cumhuriyetin, “nitelikleri” sayılarak içeriğe kavuşturulduğu görülüyor. Ancak, yazılı nitelik tanımlaması da cumhuriyeti “soyut” olmaktan kurtaramıyor.
1961 Anayasası, cumhuriyeti, “seçimle gelen yönetim biçimi”ne, devletin ve hükümetin şekline sıkıştırmaktan kurtaran bir gerekçe yazıyor: “Türkiye Cumhuriyetinin her türlü saltanat, şahıs ve zümre hakimiyeti şekillerini reddeden demokratik bir Devlet olduğunu” söylüyor. Bunun anlamı, Anayasada “ulus” yazsa da, “egemenliğin halka ait olduğu” cumhuriyet biçimi.
Anayasa Mahkemesi de 1970’li yıllarda verdiği kararlarda bu gerekçeyi genişletiyor: Cumhuriyetin, belli nitelikleri olan bir “devlet sistemi” ve siyasal iktidarın bütün öğeleriyle ulusa geçişi olduğunu; “temel kuruluşları, hak ve ödev kurallarıyla bir ilkeler topluluğu”nu tanımladığını söylüyor.
Anayasa Mahkemesi, yalnızca "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup, “bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirme veya kaldırmak suretiyle” bir başka rejimi meydana getirecek değişikliklerin Anayasa'ya aykırı düşeceğinin tartışmayı gerektirmeyecek derecede açık olduğu”nu da, bugünleri anlatır gibi, anımsatıyor.
Şimdi, cumhuriyeti nitelikleriyle birlikte koruyan bu tür Anayasa Mahkemesi kararlarının oluşmasına katkıda bulunan partilerin, milletvekillerinin ve kararı alan hukukçuların adı kaldı “yadigar”.
Cumhuriyet için gerçeğin yanıtı aslında soyut anayasa kurallarında değil, “yaşam”da ve “uygulama”da… Bu gerçek, Türkiye’nin uygulama ayrımları ve keyfilikleriyle; zaafları, çelişkileri ve krizleriyle gözümüzün önünde duruyor. Bu zikzakların, yalnızca siyasi iktidarların değil, kapitalizmin genel karakteri olarak yansıdığını söylemeye gerek yok.
Bugün, kapitalizmin “karakteri bozuk” yapısı ile bu yapıya koşut “siyasal iktidar” buluşmasının zirvede olduğu fiili durum içindeyiz. Anayasa değişikliği Kanununda da “cumhuriyet” sözcüğüne sözde doğrudan dokunulmuyor ama dolaylı yollarla içi boş sözcük olarak bırakılıyor. Cumhuriyet ve cumhurbaşkanı, yalnızca sığınılan sözcükler.
Tek kişiyle yönetilecek ve nitelikleri tek kişinin keyfiyle uygulanacak bir cumhuriyetin, günlük ve kısa vadeli çıkar ilişkilerine hizmet edecek gibi gözükse de, bu kadar yüklü kriz batağından çıkışı değil, batışı getireceği açık. Artık bütünüyle çözülen, paramparça olmuş bir devlettir söz konusu olan.
Sermaye sınıfının elinde epeyce “cumhuriyet” paketi var. “Seç beğen al” derler de, içeriği göstermezler. “Devlet şeklinin adı cumhuriyet, devleti elinde tutanın adı da cumhurbaşkanı olsun, ama bizim düzen yıkılmasın, yeter” diyorlar.
Cumhuriyet tarihi, epeyce badire atlattı. Ekonomi krizlerinde de, siyaset ve demokrasi krizlerinde de, kesintilerde de “cumhuriyet” adı hep kaldı. Ama şimdi, “en sahte” seçenek halkın önüne kadar geldi. “Sahte”, çünkü cumhuriyet de temsilcisi de yanılsama. “En sahte”, çünkü cumhuriyetin niteliklerinin içi emekçiye “karşıtlık”la, halka “düşmanlık”la dolu; temsilcisinin yetkileri de sınırsız ve keyfi kullanıma açık, hükümdarca…
“En sahte”ye, sermaye sınıfı yönünden “en rahat”, düzen yönünden de “tahakkümü en yüksek” denilebilir; “anti demokratik, anti laik, anti sosyal ve hukuksuz devlet” de denilebilir.
“Hayır”, cumhuriyetin en sahtesine “dur” diyecek ama cumhuriyeti 1923’den bu yana lime lime eden sermaye düzeni ve gericilik ne olacak? Paranın ve dinin saltanatı ne olacak?
"Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup onunla defalarca oynayanlar, “etnik” kavgaya da sığınıp paranın ve dinin saltanatını elinde tutanlar olmadı mı hep? Ve anayasal kurum ve kurallar bu teslim alma oyunlarına karşı suskun kalırken, halkın direnişlerini bastıranlar da aynı sömürücü ortaklar değil mi?
Hem ilerleme hem de ilerleme için uygun biçim olarak Cumhuriyeti bu tahakküm gücüne teslim etmemek gerekir. Doğru… Ama yetmez.
Bugünden 16 Nisana, 17 Nisan sabahından geleceğe hangi cumhuriyet için mücadele edeceğini bilmeden “hayır” da boşta kalır. Sömürenlerin, ezenlerin, zorbaların, yalancıların, gericilerin elinde kılıktan kılığa sokulan, “tahakküm” altında kalıp kendisini “tahakküm” aracı olmaktan kurtaramayan “cumhuriyet” de bu “hayır” ile kendisini kurtarmak zorunda.
Çünkü cumhuriyet, sermayenin egemenliğini, gericiliğin baskısını, dinsel özgürlükle kandırılmış sözde laikliği, emekçi halkın sömürülmesini ve ezilmesini, eşitsizliği ve adaletsizliği, hukuksuzluğu, tutsaklığı, keyfiliği, yalanı, talanı, hırsızlığı, cinayeti, kıyımı içinde taşıdığı sürece halktan kopar; çıkarcıların tahakkümüne hizmet etmeye başlar, sahteleşir.
Sahte cumhuriyette, “cumhurbaşkanı” da yalnızca adıyla kalır. “Partili”, bir de “parti başkanı” olan, aynı zamanda yürütme organını tek başına üstlenen, yasama ve yargı organlarına hükmeden kişi, hem siyaseten hem de hukuken “tarafsız/hakem” niteliğini kaybeden “yanlı baş” olur.
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
Ne milliyetçilik ve dinsellik, ne burjuva devlet ve tek kişi yönetimi… Bunları aşıp, “devrimci koşulların yaratılma sürecini” ihmal etmeden gerçek eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri içinde yaşayacak, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma odaklanmak şart.
“Hayır”ı, siyasetsiz bir Türkiye’yi ve sahte cumhuriyet girişimlerini reddetmenin, düzene karşı sınıfsal mücadelenin, örgütlülüğün anahtarı yapmak şart.
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
İşçi sınıfının öncülüğünde, halkın ülkenin gerçek sahibi olacağı, her yurttaşın yaşamının her alanında yönetime gerçek anlamda katılacağı, tüm yönetim kademelerinin aşağıdan yukarıya seçimle geleceği ve seçmen önünde hesap vereceği, toplumsal denetimde ve denetim organlarında herkesin etkin görev alacağı gerçek bir cumhuriyete; “sosyalist toplumun sosyalist cumhuriyeti”ne kilitlenmek şart.
Ali Rıza Aydın / SOL
Bizden örneklersek, “tarihsel ilerleme” olarak tanımlanan “Cumhuriyet”in 93 yıllık “dönemsel referansları”nın altından kalkmak; kesintilerin, zaaf ve sapmaların ağırlığı altındaki dönemlere göre analitik anlatıma girerek “ilerleme tarihi” yazmak hiç de kolay değil.
Anayasal akışa göz atarsak, 1921 Anayasasında “Büyük Millet Meclis Hükümeti” ile tanımlanan “Türkiye Devleti”, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet” olarak tanımlanıyor. Burada cumhuriyet “hükümet biçimi”ni gösteriyor.
“Hükümet biçimi”, 1924 Anayasası ile değişiyor, “Cumhuriyet” artık “devleti” işaret ediyor ve bu rejim 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ediyor.
Anayasaların, yenisi yürürlüğe girene kadar askıda olduğu 1960’lı ve 1980’li yılların başlarında da; ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel krizlerde de; tek parti iktidarlarında ya da koalisyonlarda da “Cumhuriyet” hep “devlet biçimi” olarak tanımlanıyor.
Biçimsel sorunu aşacak alan içerik… Her üç Anayasada da “soyut” cumhuriyetin, “nitelikleri” sayılarak içeriğe kavuşturulduğu görülüyor. Ancak, yazılı nitelik tanımlaması da cumhuriyeti “soyut” olmaktan kurtaramıyor.
1961 Anayasası, cumhuriyeti, “seçimle gelen yönetim biçimi”ne, devletin ve hükümetin şekline sıkıştırmaktan kurtaran bir gerekçe yazıyor: “Türkiye Cumhuriyetinin her türlü saltanat, şahıs ve zümre hakimiyeti şekillerini reddeden demokratik bir Devlet olduğunu” söylüyor. Bunun anlamı, Anayasada “ulus” yazsa da, “egemenliğin halka ait olduğu” cumhuriyet biçimi.
Anayasa Mahkemesi de 1970’li yıllarda verdiği kararlarda bu gerekçeyi genişletiyor: Cumhuriyetin, belli nitelikleri olan bir “devlet sistemi” ve siyasal iktidarın bütün öğeleriyle ulusa geçişi olduğunu; “temel kuruluşları, hak ve ödev kurallarıyla bir ilkeler topluluğu”nu tanımladığını söylüyor.
Anayasa Mahkemesi, yalnızca "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup, “bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirme veya kaldırmak suretiyle” bir başka rejimi meydana getirecek değişikliklerin Anayasa'ya aykırı düşeceğinin tartışmayı gerektirmeyecek derecede açık olduğu”nu da, bugünleri anlatır gibi, anımsatıyor.
Şimdi, cumhuriyeti nitelikleriyle birlikte koruyan bu tür Anayasa Mahkemesi kararlarının oluşmasına katkıda bulunan partilerin, milletvekillerinin ve kararı alan hukukçuların adı kaldı “yadigar”.
Cumhuriyet için gerçeğin yanıtı aslında soyut anayasa kurallarında değil, “yaşam”da ve “uygulama”da… Bu gerçek, Türkiye’nin uygulama ayrımları ve keyfilikleriyle; zaafları, çelişkileri ve krizleriyle gözümüzün önünde duruyor. Bu zikzakların, yalnızca siyasi iktidarların değil, kapitalizmin genel karakteri olarak yansıdığını söylemeye gerek yok.
Bugün, kapitalizmin “karakteri bozuk” yapısı ile bu yapıya koşut “siyasal iktidar” buluşmasının zirvede olduğu fiili durum içindeyiz. Anayasa değişikliği Kanununda da “cumhuriyet” sözcüğüne sözde doğrudan dokunulmuyor ama dolaylı yollarla içi boş sözcük olarak bırakılıyor. Cumhuriyet ve cumhurbaşkanı, yalnızca sığınılan sözcükler.
Tek kişiyle yönetilecek ve nitelikleri tek kişinin keyfiyle uygulanacak bir cumhuriyetin, günlük ve kısa vadeli çıkar ilişkilerine hizmet edecek gibi gözükse de, bu kadar yüklü kriz batağından çıkışı değil, batışı getireceği açık. Artık bütünüyle çözülen, paramparça olmuş bir devlettir söz konusu olan.
Sermaye sınıfının elinde epeyce “cumhuriyet” paketi var. “Seç beğen al” derler de, içeriği göstermezler. “Devlet şeklinin adı cumhuriyet, devleti elinde tutanın adı da cumhurbaşkanı olsun, ama bizim düzen yıkılmasın, yeter” diyorlar.
Cumhuriyet tarihi, epeyce badire atlattı. Ekonomi krizlerinde de, siyaset ve demokrasi krizlerinde de, kesintilerde de “cumhuriyet” adı hep kaldı. Ama şimdi, “en sahte” seçenek halkın önüne kadar geldi. “Sahte”, çünkü cumhuriyet de temsilcisi de yanılsama. “En sahte”, çünkü cumhuriyetin niteliklerinin içi emekçiye “karşıtlık”la, halka “düşmanlık”la dolu; temsilcisinin yetkileri de sınırsız ve keyfi kullanıma açık, hükümdarca…
“En sahte”ye, sermaye sınıfı yönünden “en rahat”, düzen yönünden de “tahakkümü en yüksek” denilebilir; “anti demokratik, anti laik, anti sosyal ve hukuksuz devlet” de denilebilir.
“Hayır”, cumhuriyetin en sahtesine “dur” diyecek ama cumhuriyeti 1923’den bu yana lime lime eden sermaye düzeni ve gericilik ne olacak? Paranın ve dinin saltanatı ne olacak?
"Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup onunla defalarca oynayanlar, “etnik” kavgaya da sığınıp paranın ve dinin saltanatını elinde tutanlar olmadı mı hep? Ve anayasal kurum ve kurallar bu teslim alma oyunlarına karşı suskun kalırken, halkın direnişlerini bastıranlar da aynı sömürücü ortaklar değil mi?
Hem ilerleme hem de ilerleme için uygun biçim olarak Cumhuriyeti bu tahakküm gücüne teslim etmemek gerekir. Doğru… Ama yetmez.
Bugünden 16 Nisana, 17 Nisan sabahından geleceğe hangi cumhuriyet için mücadele edeceğini bilmeden “hayır” da boşta kalır. Sömürenlerin, ezenlerin, zorbaların, yalancıların, gericilerin elinde kılıktan kılığa sokulan, “tahakküm” altında kalıp kendisini “tahakküm” aracı olmaktan kurtaramayan “cumhuriyet” de bu “hayır” ile kendisini kurtarmak zorunda.
Çünkü cumhuriyet, sermayenin egemenliğini, gericiliğin baskısını, dinsel özgürlükle kandırılmış sözde laikliği, emekçi halkın sömürülmesini ve ezilmesini, eşitsizliği ve adaletsizliği, hukuksuzluğu, tutsaklığı, keyfiliği, yalanı, talanı, hırsızlığı, cinayeti, kıyımı içinde taşıdığı sürece halktan kopar; çıkarcıların tahakkümüne hizmet etmeye başlar, sahteleşir.
Sahte cumhuriyette, “cumhurbaşkanı” da yalnızca adıyla kalır. “Partili”, bir de “parti başkanı” olan, aynı zamanda yürütme organını tek başına üstlenen, yasama ve yargı organlarına hükmeden kişi, hem siyaseten hem de hukuken “tarafsız/hakem” niteliğini kaybeden “yanlı baş” olur.
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
Ne milliyetçilik ve dinsellik, ne burjuva devlet ve tek kişi yönetimi… Bunları aşıp, “devrimci koşulların yaratılma sürecini” ihmal etmeden gerçek eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri içinde yaşayacak, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma odaklanmak şart.
“Hayır”ı, siyasetsiz bir Türkiye’yi ve sahte cumhuriyet girişimlerini reddetmenin, düzene karşı sınıfsal mücadelenin, örgütlülüğün anahtarı yapmak şart.
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
İşçi sınıfının öncülüğünde, halkın ülkenin gerçek sahibi olacağı, her yurttaşın yaşamının her alanında yönetime gerçek anlamda katılacağı, tüm yönetim kademelerinin aşağıdan yukarıya seçimle geleceği ve seçmen önünde hesap vereceği, toplumsal denetimde ve denetim organlarında herkesin etkin görev alacağı gerçek bir cumhuriyete; “sosyalist toplumun sosyalist cumhuriyeti”ne kilitlenmek şart.
Ali Rıza Aydın / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder