8 Mart 2017 Çarşamba

Erkeğin hakikati, kadınlığında saklıdır! - TAYFUN ATAY

Erkek de kadın da insanlıklarından eksilerek “erkek” ve “kadın” olurlar. “Erkeklik” ve “kadınlık” diye toplumsal-kültürel plânda karşımıza çıkan kimlikler, roller ve hâller aslında “yapıntı” yani inşadır. “Toplumsal cinsiyet”, sonuç itibarıyla bir (insanî) bütünlüğün düzen kurma ihtiyacıyla ikiye ayrılarak karşıtlık ilişkisi içine sokulmasından ibarettir. 

 
Fransız yapısal antropolojisinin kurucusu Claude Lévi- Strauss’a borçlu olduğumuz “ikili karşıtlıklar” kavramı, kadınerkek ikiliğini ele alma ve tartışma yolunda da bize elverişli bir zemin sunar.
Lévi-Strauss’a göre, bir düzen arayışı içinde olan insan zihni, sürekli akış halindeki “kaotik” varoluştan sabitlenmiş bir düzen çıkarma derdindedir hep... Ve bu, her kültürde tespit edilebilen bir temel itkidir.
Dolayısıyla kültürler, doğal durumda birbirinin devamı, dönüşümsel sürekliliği olan ve birbirine içkin farklılıkları, aralarında hiçbir benzerlik, ilişki, bağ bulunmayan, birbirinden kesinkes kopmuş karşıtlıklara dönüştürürler: Gece-gündüz, insan- hayvan, ak-kara, güzel-çirkin, doğru-yanlış, doğum-ölüm gibi... (Hâlbuki mesela doğumdan itibaren ölüm süreci de başlar ve yaşam, hücresel akışa bakıldığında doğumla ölümün iç içe yol aldığı bir maceradır.)
Bu ikili karşıtlıklar, toplumsal ve kültürel hayatı sürdürme yolunda kendi kendimize ürettiğimiz evrensel ve elbette bir ihtiyacı, düzen ihtiyacını karşılamaya yönelik “işlevsel” yalanlardır. Toplumsal yapı, ikili karşıtlık içinde düzene konur, düzenlenir. “Ya o ya da bu”sunuzdur ve “Araf”ta olmaya da, “hem o, hem de bu” olmaya da “yapı”nın tahammülü yoktur.
Kadın-erkek ayrımı, “kadınlık” ve “erkeklik” ikili karşıtlığı da böyledir.
Her erkekte bastırılmış bir kadınlık, her kadında bastırılmış bir erkeklik yatar. Dipte, derinlerde, sessiz sedasız...
Bir örnek vermek gerekirse “yapı”, erkekten, son derece “insanî” olan şefkatini ve duygularını bastırmasını ister. Kadından da yine son derece insanî olan öfke ve isyanlarını bastırmasını... Bastırmadıklarında bu, “kültürel” cinsiyet normlarının ihlâli olup yer ve zamana göre değişik derecelerde (ayıplama, kınama, dedikoduya uğratma, alaya alma, hakarete vurma, şiddete maruz bırakma gibi) yaptırımlara yol açacaktır.
Tabii kadın-erkek ikili karşıtlığının daha vahim yönü, eşitsiz yapılanmış olarak karşımıza çıkması... Ezelden ebede ve diyardan diyara değişmez, yerinden edilemez, aşılamaz bir “dert” gibi görünen ataerkillik bunun sonucudur.
Hâlbuki doğru değil. Erkek iktidarı, ataerkillik, ezelden beri var olmayıp insanlık tarihinin belli bir aşamasında karşımıza çıkıyor. Ezeli değil, “tarihsel” o...
Aynı şekilde, evrensel olduğu da söylenemez. Dünya üzerinde ataerkilliğin geçerli olmadığı, cinsiyetler-arası eşitliğin görüldüğü toplumlar dün elbette çok daha fazlasıyla vardı, bugün de az da olsa var.
Ve sakın, istisnalar kaideyi bozmaz demeyin! Bu çarpık “kaide”yi bozmak lâzım!..
Üstelik sadece kadınlar için, onları düşünerek değil, erkekler için ve erkeklik cephesinden de bozmak, bozmayı istemek lâzım!..
Çünkü erkek iktidarı, diğer tüm iktidar mekanizmaları gibi, onu temsil edeni, taşıyanı, hayata geçireni de ezen bir işleyiş arz eder. “Erkek olmak” ve erkekliği sürekli yeniden üretmek adına, aslında ta en baştan bir “insanî yeniklik” içinde, hayat boyu ruhsal, duygusal ve vicdanî bir bastırılmışlık düşer payınıza...
Boşuna yıllardır bas bas bağırmıyoruz, erkeklik en çok erkeği ezer diye!..
Dolayısıyla “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü sadece kadına özgü çerçevede, sözgelimi kadın hakları, kadın cinayetleri, kadına yönelik taciz, şiddet, vb. sorun başlıklarının ötesinde, ataerkilliğin “içeriden” mahkûmu ve mağduru erkekleri de hesaba katarak değerlendirmek bir ihtiyaç. Onların ruhsal evreninde bir “kara delik” olan erkekliğin ötesindeki kültürel anlamda bastırılmış kadınlığı fark etmelerini, keşfetmelerini, ihya etmelerini sağlama yolunda da anlamlandırılması gereken bir gün bu... 
 
O yüzden 8 Mart, bütün erkeklere kutlu olsun!..

Tayfun Atay / Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder